HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI - YUSUFÇUK YANİ/Hasan KEKLİKCİ

 


 -Hocam günaydın.

 -Hayırlı sabahlar Kuzey Bey kardeşim.

 -Size de hayırlı sabahlar Hocam! Dergiye yarın bir öykü yetiştirmem gerekiyor. Bu ara yazmayı biraz boşladık. Akçe-i Hikâyenizi hesabınıza attım bana bir öykü anlatabilir misin? Geçen gönderdiğiniz öykü okuyuculardan, -kârî mi demem gerekirdi yoksa (!)- çok olumlu tepkiler aldı.

 -Kesenize bereket. -Likiditenize mi deseydim- Var ya, Allah bu dili sizin dilinize düşürmesin. Baba oğlu, anne kızını anlayamaz oldu. Kuzey Bey kardeşim dün aile hekimliğine gitmiştim, bir odanın üzerine “Gebe İzlem Odası” yazmışlar. Bankın üstündeki kutunun üzerinde de “Numun Kutusu” yazıyordu. Biz, Çin’den Bosna’ya din ve dil kardeşlerimizle nasıl anlaşırız, derken, siz, Antepliyle Maraşlıyı birbirini anlamaz hale getirmeye çalışıyorsunuz. Benim yaşımda bir insanın elli yıl önce yazılmış bir kitabı okurken bin defa sözlüğe bakması ne acı bir şey. Geçen de bahsetmiştik, bu gidişle yarın bir gün bu gençlik sizin gömütlerinizde (!) cep telefonlarının ışıklarını açıp otururlar; ışıklar içinde uyuyasınız diye. Çünkü dini ve dili oraya getiriyorsunuz. Alo. Kuzey Bey.

 -Buyurun. Buyurun. Dinliyorum. Hocam sizlerdeki bu nostalji alışkısı olduğu sürece zaten uzlaşı olumsallığımız yok. Bu dilin açınım sağlamasının önündeki en büyük sorun da bu zaten.

 -Canım kardeşim dil gelişsin tamam da, sizin uydurduğunuz bir kelimenin ifade ettiği şeyi anlatan en az on kelimesi var bu dilin. Madem dilin gelişmesi için çalışıyorsunuz, yazılarınızda birbirinden güzel o unutturulmuş kelimeleri kullanın. Neyse bu konuyu daha çok konuşuruz. Kaydediyorsanız ben hikâyeye başlayayım.

 -Kaydediyorum. Hatta telefonu ilk açtığımdan berisini de kaydettim. Belli mi olur? Yarın bir gün bu konuşmalarımız bile bir yazı konusu olabilir.

 “Bir kumru geldi. Yusufçuk yani. Hiç kimseye aldırış etmeden dükkânın sonuna kadar gitti. Simit yiyen iki kişinin ayaklarının yanından geri döndü. Dükkânın girişine kadar yürüdü. Oradan tekrar döndü. Plastik iskemlelerde oturan çocukların önüne geldi. Yerde hiçbir yem kırıntısı olmamasına rağmen gagasını birkaç defa yere vurdu. Yeni elbisesiyle sek sek oynayan öksüz kız çocuğu gibi bir iki sıçradı, geri kondu. Çocuklar birbirlerine baktı. Sonra bakışlarını kuşa çevirdiler. Gözleri ışıldadı. Alınlarında düğümlenmiş gibi görünün kaşları çözülüverdi. Yanaklarında gülücükler belirdi. Oğlan ayaklarını topladı. Neredeyse plastik iskemleye yapıştırdı. Kız elindeki çikolatalı ekmekten bir ısırık aldı. Oğlan kızın elini tuttu. İşaret parmağını kapattığı ağzına götürerek ‘sus-kımıldama’ işareti yaptı. Kuş çocukların karşısına geçti. Kız kuşun ayaklarına baktı. ‘Annesi ne güzel kına yakmış’ diye geçirdi içinden. Oğlan gagasına baktı. Gagası çok uzun gibi geldi. Minicik bir simit kırıntısını kursağına nasıl indirebildiğini düşündü. Üçlü koltuğun ucunda oturan adam, elindeki plastik bardağı önündeki sehpaya bırakırken fark etti kuşu. Bir müddet gözleri kuşun kanatlarına takılı kaldı. Sonra plastik taburelerde oturan çocukları gördü. Kuşu gördüklerinde donmuş ve hâlâ nefeslerini tutuyor gibi bir halleri vardı. Kuşun hareketleri oyun gibi geldi adama. ‘Çocukları eğlendiriyor, bir evin balkonunda yumurtadan çıkmış, insan içinde dünyaya gözünü açmış, çocuk görmüş, güngörmüş bir hayvan.’ diye düşündü.

 Sakalları neredeyse beyaz, bıyıkları kır’a yakın, saçlarının çoğunluğu siyah, bir adam, hastanenin acil servis kapısının karşısındaki otoparka doğru yürüdü. Bir otomatik kapı yapılmış olsa, iki üç apartmanlı bir sitenin kapısına benzeyecek olan otoparkın girişine yöneldi. Kâbe hurması gibi budanmış, tepesinde az bir dal bulunan çam ağacının dibindeki, hastaneden hurdaya atılmış, ortadakinin arka kısmı kırık, üçlü oturakta oturan iki kişiye başıyla selâm verdi. Otoparkı ve aynı zamanda hastaneyi çevreleyen demirli betondan yapılma, ihata duvarına zincirle bağlanmış el arabasının yanında bulunan bir plastik tabureyi bulunduğu yerden kaldırıp az öteye koyarak, üzerine oturdu kır bıyıklı adam. Eskiden olsa bu tabureler hasırdan olurdu, diye geçirdi zihninden. Hasırdan yapılmayan plastik taburelerden birini de, özen göstermeden, öyle yarı sürür gibi gürültü çıkartarak önüne aldı. Uyuyormuş da, çıkarttığı gürültüyle uyanmış, kendini toparlamış insanlara has bir bakınma ile etrafına bakındı. Hemen karşısında; bir kız bir oğlan, iki çocuk; çocukların anneleri olduğu her halinden belli olan, beş altı yaşlarında iki çocukla gece gündüz uğraşan anneler gibi zayıf bir hanım oturuyor. Yıl on iki ay tıraşlı, her an özenle taranmış sakalının bir teli bir telinden bir milim uzun olmayan Ulu Caminin yan tarafındaki Şam Tatlıcısının el arabası gibi, demirden yapılmış arabanın sağ tarafında, yine hastane koltuklarından üçlü bir koltuk, üzerinde büyükşehir belediyesi yazan bir bank ve birkaç tane plastik tabure. El arabasının camlı bölümü iki katlı. Alt katında simit, çörek, değişik değişik poğaça ve açma, üst katında ise yarım litrelik plastik şişelerle su ve çeşit çeşit meyve suları duruyor.

Sabah sakal tıraşı olmuş, saçları Şam Tatlıcısı gibi düzgün görünen ve etrafa olan hâkimiyetinden, arabanın sahibi olduğu anlaşılan adam, arabanın yanında bulunan semaverden doldurduğu iki plastik bardak çayı sağ tarafında oturan adamların önüne koydu. Sonra son gelen müşterisine ne istediğini sordu. Kır bıyıklı adam bir tuzlu çörek ve çay istedi. Adam çaya bir şeker attı, ahşap kaşıkla karıştırdı, bir yudum aldıktan sonra önündeki iskemleye bıraktı. Elindeki çöreği bitirinceye kadar bir daha çaya dokunmadı.

 Gün kuşluk vaktine doğru ilerliyordu. Güneş henüz hastane binasının tepesine kadar yükselememiş, randevu saatlerinin gelmesini bekleyen hastalar ve hasta yakınları hastanenin gölgesinde vakit geçiriyorlardı. Ara sıra bir ambulans acil servise giriyor, içindeki hastayı bırakıp gidiyordu. Adam çöreğini bitirdi. Çayını içmeye başladı. Her yudumda başını biraz daha arkaya doğru kaldırıyor, başını her kaldırmasında gözleri hastanenin bir üst katına takılıyor. Derken, son katı gördü. Bakışları gökyüzünün mavisinde kayboldu. Adam gözlerinin peşine düştü…

 Elinde bir dosya ile bir kapıdan girdi. Birkaç adım gitmişti ki geri döndü. Kapıdaki görevliye, bugün bir ihale yapılacağını, dosyaları nereye vereceklerini sordu. Görevli bilmediğini söyledi. Ancak o işlere bakan yetkilinin odasını tarif etti. Adam odayı buldu. Kapıya vurdu. Cevap beklemeden içeri girdi. Başının ön tarafıyla arka tarafı kesin bir çizgiyle ayrılmış, arkası tamamen kıl, ön tarafı komple parlak deri olan adama selam verdi. Selamı alan adam; işinin ehli, tecrübeli bir müdür olduğunu da hissettirerek, masanın hemen önünde, Japon sumo güreşçileri gibi görünen şişman koltukları göstererek oturmasını istedi, elinde dosya olan adamın. Elinde dosya olan adam; kış günleri iki tepenin arasından akan, etrafı buz tutmuş derenin üstünü kaplayan kar beyazı dumanların üzerinden yere doğru süzülüyormuş gibi yumuşacık koltuğun üzerine indi adeta. Müdür, adama hoş geldiğini söyledi. Adam da müdüre, hoş bulduğundan bahsetti. Adam, müdüre diyecek bir laf daha aradı. Zihnindeki kelimeler, gıcırtıyla açılan kapı sesi duymuş hamam böcekleri gibi köşe bucak kaçıştılar. Adam, cümle kuracak kelime bulamadı. Her sıkışanın, darda kalanın, bunalanın, kelimeleri kaçanın, diyecek söz bulamayanın, garip gurabanın imdadına yetişen; müşfik, yardımsever, kurtarıcı ‘şey’ yetişti imdadına. Ardına ilave etti, ‘şey’ dedi ‘kapıdaki görevliye sordum, dosyanın nereye verileceğini bilemedi.’ Masada oturan adam o anda, gömüldüğü bilgisayar ekranından fırladı adeta. Bu işin değişik bir iş olduğunu, kimseye bir şey sorulmaması gerektiğini, ağzının içinde hazır bulunan bir sürü sitem ve kızgınlık da ifade eden kelimelerle anlattı. Etti, edemedi bulut yumuşaklığındaki koltukta otururken bir anda buzla kaplı dereye yuvarlanmış adamı kaldırıp kapıdaki görevliye götürdü. İkisi arasında geçen konuşmayı sordu. Görevli, bir şey konuşmadıklarını, yalnızca gelen adamı kendisine yönlendirdiğini söyledi. Görevlinin amirinin içindeki fırtına dindi, üfürükle doldurulmuş balon söndü. Odaya döndüler. Eski yerlerine oturdular. Müdür, içindeki balonu şişiriyormuş gibi derin bir nefes aldı. Sol tarafındaki pencerenin perdesini kaldırarak, Âd kavmi hükümdarı Kral Şeddad’ın yaptırdığı binalar misali yükselen yapıyı gösterdi: Birazdan senin gibi birkaç kişi daha gelecek şu binanın ihalesini yapacağız, dedi. Bitmiş işin ihalesi yani, diye ilave etti.

 Elindeki çay bardağını, önündeki plastik iskemleye bırakan adam başucunda dikilen çaycıyı fark etti. Çaycı bir çay daha isteyip istemediğini soruyordu. Bir rüyanın içinden çıkmış gibi gözlerini çaycıya dikti. Karşısındaki adamın Şeddad olmadığını görünce sevindi. ‘Olur’ dedi, ‘bir çay daha...’ Gelen çayın parasını uzattı. Adam aldığı parayı cebinden çıkardığı para destesinin arasına yerleştirirken ‘Eyvah’ dedi, ‘deminki adama parasının üstünü verirken, on lira diye iki yüz lirayı vermişim! Yazıklar olsun! O da öyle alıp gitmiş.’

 Güneş otoparkın karşısına sıralanmış olan eczanelerin camlarından yansıyor, yoldan geçen araçların kaldırdığı tozları parlatıyordu. Güneş ışıkları, annesinin verdiği küçük bir parça simidi minicik parmaklarıyla bölüp bölüp önünde, kendisine alışmış olan yusufçuğun kınalı ayaklarının dibine atan minik kızın üzerine gelmemişti henüz. Kızın annesinin yanına genç bir kız yaklaştı. Karşıdaki eczanenin camından yansıyan ışık gözlerini almış gibi gözlerini eliyle kapattı. Gözlerini açıp elini çocukların annesinin omuzuna koydu. ‘Yenge!’ dedi. Güneş hastanenin tepesine çıktı. Göle gökten bir taş düştü. Göl dalgalandı. Yusufçuk uçup gitti. Genç kız çocukları kucakladı. Yenge hastaneye seğirtti.”

_______________________________________________________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder