CENNETİN KAPISINI CÖMERTLER AÇAR / Teyfik KARADAŞ


Orta Toroslar silsilesi içeresinde yer alan Deli Höbek Tepesinin güney batı eteklerinde kurulmuş bir Türkmen köyü olan Döngel’de dünyaya gelmişim. Döngel’de dünyaya gelmişim derken, köydeki evimizin bir odasında veya devlet hastanesinin doğum hanesinde değil, şimdiki Yeşilgöz Mesire Alanının kuzeyindeki Kurt Yurdu Yaylasında kıl bir çadırda dünyaya gözlerimi açmışım. Ailem hayvancılık yaptığı için anam karın erime durumuna göre mart ayının sonunda veya nisan ayının ilk haftası Kurt Yurduna göçermiş. Benim aklım ermeye başladığı zamanda göçerdi. Benim doğumumu yaptıran kadın ta o zamandan göbeğimi Kurt Yurdundaki koca kara ardıcın dibine gömmüş. Bu nedenle kendimi Kurt Yurdu sevdasından bir türü kurtaramıyorum. Oraya ceviz bahçesi yaptım. Bağ evi yaptım. Ömrüm yeterse başka şeylerde yapmayı planlıyorum. Kurt Yurdu beni kendine bir şekilde çekiyor. Bende Kurt Yurduna ışık hızıyla koşuyorum.

Benim köyüm Döngel; buram buram kekik kokan karlı dağları, dillere destan yaylaları, dünyaca meşhur çağlayanları ve Anadolu’nun binlerce yıllık tarihine ışık tutan mağaralarıyla dünyanın saklı cennetlerinden bir köşedir. Köyümüzün sınırları içinde yer alan Yeşilgöz’ün gizemi bugüne kadar bir türlü çözülemedi. Direkli Mağarada yirmi yıldan beri devam eden arkeolojik kazı da tamamlanamadı ama mağarada bulunan milattan önce 12500 yılında yapıldığı kesinleşen ana tanrıça figürü dünyadaki bütün tarihçilerin dikkatini bizim köye çekmeye yetti. Doğduğum coğrafya dünyanın en güzel yerlerinden bir köşe olduğu halde geçim kaynakları bakımından çok fakir bir yerdi. Köyümüzün topraklarının yüzde doksan sekizi dağlarla ve taşlarla kaplı olduğu için ekilen biçilen yüzde ikilik alan o günkü şartlarda köy halkının karnını doyurmaya yetmiyordu. Köy halkı muhannete muhtaç olmamak ve karnını helalden doyurabilmek için dağlarda, yaylalarda otlattığı otuz kırk keçinin peşinde boş yere ömür tüketiyordu. Hayvanı olmayanlarda Kahramanmaraş ve Adana gibi geniş arazilere sahip yelerdeki pamuk ve çeltik tarlalarında karın tokluğuna ırgatlık yapıyorlardı.

 Benden önce arka arkaya doğan üç kardeşimin üçü de doğduktan beş altı ay sonra bir yıl bile yaşamadan ölmüş. Beni yaşatmak için ailem, akrabalarım hatta bütün köy halkı adeta seferberlik ilan etmiş. Annem hamile kalınca babam annemi doktorlara ve hocalara götürmüş. Bu nedenle adım anneme muska yazan Seyithan oğullarından Tevfik Hocanın adı. Yine Tevfik Hocanın tavsiyesi ile anam bana yedi yaşına kadar yedi Mehmet evinden topladığı basmalardan elbiseler dikerek giydirdi. Annemi iğneyle diktiği sol bacağının yarısı kara, yarısı mavi, sağ bacağının yarısı kırmızı, yarısı mavi pantolonu giydiğimi ve arkadaşlarımın bana yamalıklı diye güldüklerini daha dün gibi hatırlıyorum. Bana gülen arkadaşlarıma” Allah sizin de başınıza versin” diyerek beddualar verdiğim kıt sıt aklıma geliyor. Arkadaşlarım gülerken üzülsem bile, pantolonu çıkardığımda öleceğim kaygısıyla giymeye devam ettiğimi biliyorum. Bugün öyle bir pantolon diktirip giysem moda diye kimse gülmez herhalde. Doğduğum yıllarda yöremizde cehalete bağlı olarak devam eden hurafeleri, coğrafi şartların yaşattığı fakirliği anlatarak moralinizi bozmak yerine eğitim öğretim konusuna geçmek istiyorum.

Bizim çocukluğumuzda ilkokula yedi yaşında başlanırdı. Çocukların çoğunun kimlik kartı yoktu. Kimlikliği olmayan çocukların yaşını öğretmenler dişlerine bakarak tespit ederdi. İnsan yedi yaşadığı zaman süt dişleri dökülür, ana dişi çıkmaya başlar. Öğretmenlerde süt dişleri dökülmeye başlamış çocukları yedi yaşında kabul ederek okula kayıt ederlerdi. Ben çocuk iken kekemeydim. Öğretmenler bana türkü söyletir gülerdi. Bu nedenle bir pozitif ayrımcılık yaparak beni altı yaşında okuma yazma öğrenemediğim takdirde sınıfta kalmam şartıyla okula kayıt ettiler. Babam okul açılmadan önce şehre giderek bana siyah bir önlük, beyaz bir yaka, içi astarlı siyah bir lastik ayakkabı ve ağzı fermuarlı kırmızı bir çanta aldı. Babamın aldığı okul kıyafetlerini görünce sevinçten havaya uçtum. Dünyanın en mutlu insanı ben oldum o anda. Okulun açıldığı gün güneş doğmadan evvel herkesten önce okula gittim. İstiklal Marşı okunduktan sonra sınıfa girerek öğretmen masasının önündeki sıraya oturdum. Öğretmenimin adı Ömer, soyadı Telli’ydi. Bizim köyde yeni göreve başlamıştı ama lisanı halinden kıdemli ve disiplinli bir öğretmen olduğu anlaşılıyordu. Ben öğretmenin ağzından çıkan her sözü profesyonel bir kameraman edasıyla zihnime kaydediyordum. Bu nedenle okuma yazmayı sınıftaki bütün öğrencilerden önce öğrendim. İlkokulu başarılı bir şekilde bitirdim.

İlkokul öğretmenim Ömer Tellinin yoğun çabaları sonucu komşu köyümüzdeki Tekir Ortaokuluna kayıt oldum. Bizim köyden Tekir’e ortaokula giden toplam altı öğrenci vardı. Bunlardan üçü üçüncü sınıfta, ikisi ikinci sınıfta, birinci sınıfta yalnız ben vardım. Üç yıl boyunca altı kilo metrelik yolu yürüyerek gittim. Yürüyerek geldim. Üç yıl boyunca Döngel-Tekir yolunda yaşadığımız maceralar yazılıp filmi yapılsa reyting rekorları kırar diye düşünüyorum. Bu zor şartlar altında ortaokulu da sınıfta kalmadan üç yılda bitirdim.

Ortaokuldan sonra sınavına girerek Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinin Torna Tesviye bölümünü kazandım. Liseden sonra üniversite kazanamazsam veya kazandığım halde ekonomik şartlar yüzünden okuyamazsam Afşin Elbistan Termik Santralinde işe girerim ümidiyle Tesviye Bölümüne kayıt oldum. Ortaokul arkadaşım ve köylüm Derviş Ali’nin oğlu merhum Abdurrahman Akbaba ile Karamanlı Mahallesinden bir oda bir ev kiraladık. Başladık okula. Kiraladığımız ev rutubetli ve yeteri kadar güneş almayan bir yerdeydi ama başka bir yerden kiralık ev bulma şansımız yoktu. Abdurrahman yardımsever ve temiz kalpli bir insandı. Elektrik bölümünde okuyordu. İkinci sınıfta olduğu için okul konusunda hem bana mihmandarlık yapıyor hem de evdeki temizlik ve yemek işlerini yürütüyordu. Bana sadece bakkaldan alışveriş yapma işi kalıyordu.

Her gün sabah ezanıyla uyanıyor, namazımızı kılıyor, kahvaltımızı yapıyor ve vaktinde okulumuza gidiyorduk. Tesviye Bölümü çok zor bir bölümdü. Her gün sabah beş saat sınıfta matematik, edebiyat, mekanik gibi teorik dersimiz öğleden sonrada beş saat tesviye atölyesinde uygulama dersimiz vardı. Uygulama derslerinde temrinlik adı verilen demir parçaları mengeneye bağlayarak eğeleme yöntemiyle fıstık kıracağı, çekiç, bağlama pabucu gibi aletler yapıyorduk. Hem beş saat ayakta durup hem de eğe ile çalışınca aşırı şekilde yoruluyorduk. Hele ben okulun güreş takımına girdikten sonra akşamları antrenmana gitmeye başladım. Antrenmandan gelince çoğu zaman yemek bile yemeden uyuyordum. Günlerimiz yorgun ve mutlu bir şekilde gelip geçiyordu işte…

İkinci sınıfta Abdurrahman ile ayrıldık. O Kumaşır Köyündeki akrabalarının evinde kalmaya başladı. Ben Uzun Oluktaki arkadaşlarımın yanına taşınındım. Okuldaki atölye derslerinde eğeleme yerine torna, vargel, taşlama tezgâhı gibi makinelerde çalışmaya başladık. Artık birinci sınıftaki kadar yorulmuyordum. Güreş takımında olmam ve törenlerde şiir okumam nedeniyle okul idaresiyle ve öğretmenlerle ilişkilerimde güzeldi. Derslerde ise ne çok başarılı olmasam da vasat bir öğrenciydim. Birinci sınıfta sadece matematik dersinden bütünlemeye kalmıştım. Bu nedenle teknik liseye geçememiştim. İkinci sınıfta okulun bütün öğrencileri beni tanıyor “Pehlivan” diye hitap ediyorlardı. Pehlivan denmesi benim çok hoşuma gidiyordu. Öğle yemeğini okulda ücretsiz olarak yememde benim için ekonomik yönden önemli bir avantaj sağlıyordu. Ayrıca öğle arası bir saat kadar ders çalışma imkanımda oluyordu. İkinci sınıfta birinci sınıfa göre daha avantajlı ve daha mutlu sayılırdım.

Okul Müdürümüz Remzi Pembece güreş takımındaki pehlivanları çok severdi. Teknik İşler Müdür Yardımcımız Şaban Kaptanoğlu efsane bir insandı. Atölye hocalarımızdan Süleyman Beyazıt bütün gariban öğrencilerin manevi babasıydı. Açları doyurur, açıkta olanları giyindirirdi. Okulumuzun öğretmen kadrosu kendi alanında nam almış fevkalade başarılı insanlardan oluşuyordu. Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçtiği halde Savaş Kıyak, Sakıp Hanoğlu gibi ünlü hocalarımızı saygıyla yad ederiz. Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesi o günkü şartlarda yurt çapında hatırı sayılır bir okuldu. Fabrika gibi üretim yapardı. Okulumuzdan mezun olan öğrencilerin Türkiye Elektrik Kurumu, Karayolları, Devlet Su İşleri gibi kamu kurumlarında iş bulma ihtimali çok yüksekti.

Okulumuzun başarısının temelinde disiplin vardı. Okulun asayişini bozan öğrenciler derhal disipline sevk edilir, işlediği suçun durumuna göre okuldan ilişiğinin kesime cezası dahil her türlü ceza verilirdi. Bu nedenle asayiş berkemaldi. Bütün öğrencilerin ikinci sınıftan sonra 20 iş günü staj yapma mecburiyeti vardı. Bizim bölümün öğrencileri genellikle sanayideki tornacıların yanında staj yapardı. Ağaç işleri bölümünün öğrencileri mobilya atölyelerinde, metal bölümünün öğrencileri kaynak atölyelerinde staj yapardı. Bazı öğrenciler ise staj için Kahramanmaraş’ta faaliyet gösteren Marteks, Sümerbank ve Bossa fabrikalarına gönderilirdi.

Bende Şaban Kaptanoğlu Hocamın tavassutlarıyla staj için Kahramanmaraş Gaziantep karayolu üzerindeki Marteks İplik Fabrikasına gönderildim. İkinci sınıf biter bitmez staja başladık. İşçileri fabrikaya 302 Mercedes otobüsler taşıyordu. Stajın ilk günü Sütçü İmam Çeşmesinin önündeki durakta şoföre kendimi tanıtarak fabrikaya giden servis otobüsüne bindim. Fabrikada indim. Fabrika nizamiyesinde bekçilerin kontrolünden geçtikten sonra içeri girdim. Yönetim binasının zemin katındaki odaya varıp girişimi yaptırdım. Giriş yapıldıktan sonra fabrika binasının dış tarafında bulunan ve torna atölyesi olarak faaliyet gösteren barakaya gittim. Torna Atölyesinde çalışan Ahmet Usta beni saygıyla, sevgiyle karşıladı. Benimle birlikte okulumuzun diğer bölümlerinde yirmi civarında öğrenci aynı gün staja başladı.

Stajın ilk günü fabrikada görevli bir tekstil teknikeri bize fabrikada bulunan makineleri ve fabrikanın birimlerini tanıttı. Marteks 25000 iğlik büyüklükte günlük 12 ton iplik üreten bir fabrikaydı. Fabrikada 450 işçi çalışıyordu. İlk gün öğrendiğimiz bilgileri staj defterine yazıp Ahmet Ustaya imzalatarak fabrika müdürüne onaylattım. Hava oldukça sıcaktı. Oruç tuttuğum için mesai bitimine doğru dilim damağım kurudu. Fabrikanın içindeki arkadaşlar nem nedeniyle benden daha çok hırpalanmışlardı. Stajdaki ilk günümüz heyecanlı ve yorgun bir şekilde bitti. Bayılmak üzereyken can havliyle eve kendimi zor attım.

Torna Atölyesinde genelde fabrikanın yıpranmış, kırılmış ve aşınmış metal parçalarının onarımı yapılıyordu. Stajın ikinci günü Ahmet Usta beni tornanın başına geçirdi. Torna Makinesin çalıştırma ve durdurma butonlarını gösterdi. Başladım çalışmaya. Heyecanlanmam nedeniyle bir iki defa hata yaptıysam da Ahmet Ustanın yardımıyla vaziyeti kazasız belasız kurtardım. Fabrikanın içinde çalışan arkadaşların haber vermesi üzerine teknik bilgilendirme toplantınsa katıldım. İkinci günün sonunda üzerimdeki bütün heyecanı, bütün acemiliği atıp normal hayata döndüm. Stajın beşinci günü Ahmet Ustanın yardımı olmadan işleri tek başıma yapmaya başladım. Staj yapan diğer arkadaşlarda kendi alanlarıyla işlerde ellerinden geldiği kadar çalışıp işletmeye katkı sağlamaya çalışıyorlardı. Özellikle elektrik bölümü öğrencileri fabrika binasının içinde çalışmayan yüzlerce floransan lambayı değiştirmek için canla başla çalışıyorlardı. Bizlerde boş zamanlarımızda merdiveni tutmak, kontrol kalemini vermek gibi basit işleri yaparak onlara destek veriyorduk. Öğle arası toplanıp muhabbet ediyorduk ama stajın ramazan ayına denk gelmesi bizim elimizi ayağımızı bağlıyordu. Oruç tutmak haricinde bir sıkıntımız yoktu. Günlerimiz güzel bir şekilde geçiyordu.

Fabrika Müdürü İsmet Mazı ile stajın ilk günü tanışmıştık. Kendisi Makine Mühendisiydi. Kısada olsa bize stajın önemi konusunda bir konuşma yapmıştı. Muhasebe Müdürü Ali Avgın ise güler yüzlü bir insandı. Fabrikada İsmet Mazı’dan sonra ikinci yetkili kişiydi. Fabrikada vardiya amiri, usta başı, şef gibi unvanlara sahip çok sayıda insan vardı ama bizden doğrudan İşletme Müdürü İsmet Mazı sorumluydu. İsmet Mazı staj defterlerimizi inceler ve günlük olarak onaylardı. Disiplinli bir insandı. Sabah ve öğleden sonra olmak üzere günlük en az iki defa fabrikanın içindeki ve dışındaki üniteleri eksiksiz olarak dolaşıp kontrol ederdi. Bizim torna atölyesine ise arada bir uğrardı.

Ben bir gün öğleden sonra fabrika binasının içinde Water Makinesindeki arızalı bir parçayı sökmek için Ahmet Ustaya yardım ediyordum. Elektrikçi stajyer arkadaşlarda yüksek üç ayaklı merdivenlerin üzerine çıkmış arızalı lambaları onarıyorlardı. İşletme Müdürü İsmet Mazı yanındaki iri yarı, gözlüklü, takım elbiseli orta yaşlı bir kişiyle fabrikanın içine girdi. İçeri giren insanın lisanı halinden yetkili bir şahıs olduğu anlaşılıyordu. Bütün çalışanlar kendilerini toparlayıp bu gelen zata saygı temennasında bulunmaya gayret ediyorlardı. Ahmet Usta yatar vaziyette olduğu için pek istifini bozmadı. Ahmet Usta bana kısık bir sesle” Bu adamı tanıyor musun” diye sordu. Ben ise “Hayır tanımıyorum abi” dedim. Ahmet Usta” Bu adam fabrikanın sahibi Mustafa Görgel Bey. Çok kıymetli bir insandır” dedi. Biz yine çalışmamıza devam ettik. Aradan beş dakika geçmedi. Bize nezaret eden tekstil teknikeri” bütün stajyerleri patronumuz Mustafa Bey çağırıyor “diyerek bizleri idari binaya götürdü.

İdari binada büyükçe bir odaya girip masaların kenarındaki koltuklara oturduk. Biz odadaki yerimizi aldıktan sonra patron Mustafa Görgel, işletme Müdürü İsmet Mazı ve Muhasebe Müdürü Ali Avgın içeri girip bizim ayağa kalkmamıza müsaade etmeden karşı cephedeki boş yerlere oturdular. Mustafa Görgel Ağabey çok samimi ve çok içten bir şekilde bizlere bir teşekkür konuşması yaptı. Yapmış olduğu konuşmada işletmeyi denetlerken bizlerin çalışmasını görüp, çalışmalarımızdan çok etkilendiğini dile getirdi. Eğitim hayatımızda bizlere başarılar diledi. Ali Avgın beye bizlere birer asgari ücret tutarında harçlık, işçilere Ramazan Bayramı’nda verilecek gıda yardımından bizlere de birer koli yardım verilmesi ve birer tane kaliteli kumaştan iş önlüğü yaptırılması talimatı vererek toplantı odasından ayrıldı.

Mustafa Görgel Ağabey toplantı odasından ayrılır ayrılmaz Ali Avgın abi bizi muhasebe servisine götürdü. Muhasebe servisinde gider pusulası tanzim ettirerek bizlere bir asgari ücret karşılığı olan yirmi dörder bin lira para ödedi. Bu parayı alınca nasıl mutlu olduğumu, nasıl sevindiğimi kelimelerle anlatamam. Ortam müsait olsa göbek atar oynardım. Diğer arkadaşlarımın da en az benim kadar sevindiklerini, mutlu olduklarını yüz mimiklerinden hissettim. Yirmi dört bin lira benim yıllık masrafımın yarısı miktarında bir paraydı. Ben öğretim yılı boyunca ev kirası, yeme içme ve diğer cari giderlerim dahil dedemin verdiği elli bin lira ile idare etmiştim. Bu para benim için çok sürpriz oldu. Ekonomik yönden benden kötü durumda olan arkadaşlarım vardı. Herhalde onlar içinde can suyu olmuştur. Ramazan ayı olması münasebetiyle parayı aldığımız günün akşamı teravih namazından sonra Mustafa Görgel’in birinin bin olması için Yüce Mevla’ya niyazda bulundum.

Stajımızın biteceği hafta tekrar idari binaya çağrıldık. Bu gidişimizde de miktarlarını hatırlamıyorum ama içinde yağ, çay, şeker, un gibi gıda maddeleri dolu olan birer çuval ile içinde kaliteli kumaştan yapılmış iş önlüğü olan birer tane poşet verildi. Anlayacağınız ücretsiz olarak yapmaya gittiğimiz stajda marteks fabrikasının patronu Mustafa Görgel Ağabey şahsi tasarruf yetkisini kullanarak bizleri kelimenin tam manasıyla ihya etti.

Ben liseyi bitirdikten sonra üniversite ve iş hayatım nedeniyle Kahramanmaraş’tan uzun süre ayrı kaldım. Stajdan sonra Mustafa Görgel Ağabeyi hiç görmedim ama hatırladıkça namazların arkasından kendisine mütemadiyen dua ettim. Muhabbet meclislerinde kendisini saygıyla yad ettim.

Bir yaz mevsiminde memlekete izine geldiğimde Mustafa Görgel Ağabeyin yakalanmış olduğu amansız hastalıktan kurtulamayarak ahirete irtihal ettiğini öğrendim. O günden sonra hatırıma geldikçe namazlardan sonra ruhuna Fatiha okurum. Ruhu şad mekânı cennet olsun.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder