AŞK ARASI KİTAP MOLASI/Hasan Keklikci


İnsan dostların kitapları çıktıkça seviniyor ve severek okuyor. Bu sıralar etrafımız baharda açan çiçekler gibi, yeni çıkan kitaplarla dolmaya başladı. Ahmet Özmen Kılıç da ilk kitabını çıkartmış. Adını Aşk Arası Kitap Molası koymuş. Elli üç yıldır şehirdeyim. Ne zaman elimi bir şeye atsam, o şeyin köydeki karşılığı, ya da köydeki ismi geliyor gözümün önüne. Yine öyle oldu. Köyde isim koymazlar, “ad vururlar.” Birinin bir çocuğu olsa, biri bir kedisine, köpeğine isim verse, “adını ne vurdun?” derler. İlk bakışta kitabın ismi biraz uzun gibi gelmişti bana. Fakat kitabı okuyup bitirince, ismi ile içindeki şiirlerin çok güzel uyum sağladığını gördüm. Böylesine güzel şiirlerin bulunduğu kitaba, böyle güzel bir ad vurulmuş.


İsminden de anlaşılacağı gibi şiirlerin bir kaçı dışında çoğunluğu aşk şiirleri. İnsan Aşk Arası Kitap Molası’nı okuyunca Fuzuli’nin de aşk yeteneğini sorgulayası geliyor. Hani Fuzuli “Bendeki aşk yeteneği Mencûn’dan fazladır. Oysa âşık diye onun adı çıkmış bir kere.” demiş ya. Hallâc-ı Mansûr’a da sormuşlar “Ey Hallaç aşk nedir? Yani aşk şu demektir: Yolda giderken uyursun.” Hallâc mı önde Fuzuli mi bilemeyiz. Ahmet Özmen Kılıç “Nice aşk vurgunu yedim/Yine de sevdim” diyor ve bir kitap dolusu aşk şiiri yazıyor…

Gurbet şiirleri, hele gurbetteki bir hastanede veya hastane bahçesinde yazılmış şiirler her kalbe dokunur. “Ortak acıyım ben/Gökyüzüne uzanan köprüden…” diyor, şair Meryem Yardımcı Küçük. Hastane hepimizin ortak acısı, ortak umudu olduğu için değil midir bu şiirlerin kalbimize dokunması? Ahmet Özmen Kılıç “Hemşirelerin antibiyotik verme saatleri,/Bir türlü zamanı gelmeyen ziyaret vakitleri” diye yakınırken, şair Hasan Ejderha Hasta Anneler Ülkesi şiirinde “Annemin hasta kartına notlar alan hemşireyi/Kaç mısra ile yazabilirdim ki?” diyor. Afşinli şair Kul Hamit Allah’tan İstek Şiirinde hastalar için “Hastanelere girsem/Dertlilerin halin sorsam/İki araba ilaç versem/Bir kamyon da hapım olsa” diyerek, dileklerini sıralıyor.

Aşk Arası Kitap Molası, Morena Yayınevi’nden çıkmış. Seksen altı sayfalık kitapta altmış dört, birbirinden güzel şiir bulunuyor. “Şiir yazmak, haremini ele güne açmaktır.” diyor Behçet Necatigil. Şiirlerini dikkatle okunduğunuzda şair Ahmet Özmen Kılıç’ın gönlünü, gönlündeki güzelliği fark ediyorsunuz.

 Duamız odur ki; Aşk Arası Kitap Molası, şairin diğer eserlerinin de müjdecisi, habercisi olur.


MALUMUN İLANI/Nurcihan KIZMAZ

 


Çiçekli basma fistanımız vardı,bir de susma hakkımız.


Ne yorulduk ,
ne dinlendik-
yoktu kendimize vaktimiz.

Çamaşır suyuyla çitiledik,
soldu gitti hayallerimiz.

Sabrımızdı akan,
gözlerimizden,
Yanağımızda kurudu talihimiz.

Yavru muyuz,
ana mıyız?
Varmıydı ki bir adımız?

Cennet mi ayağımızın altında,
biz mi ayaklar altındayız?

Sahi, dünya kim içindi?
Kaç bucaktı, ne biçimdi?

Kim vercek hesabını,
geçen ömrümüzün şimdi

GURBET KERVANLARI/Samet Yurttaş

 


Gecenin bir yerinde durup

Dostların kutlu meclisinden yola çıkan

Kervanları gözlüyorum

O kervanlar ki muhabbet suyu taşıyor çöllere

O kervanlar ki türküler aşılıyor beldelere

Dostlar yürüyor kervanların önünde

Onları elimde bir tespih gibi çekiyorum

Otuz üç şiir, otuz üç türkü

Otuz üç tütün yakıyorum

Bitmiyor gece

Gurbet

Göğsümde bir çarpıntı gibi büyüyor


Dostların ehline denk gelmiş

Göçmen kuşlar geçiyor üstümden

Belki bir muhabbet kırıntısı düşer de

Kuşların ağzından ağzıma diye

Ağzımı açıyorum gökyüzüne

Maraşî bir kuş gelip

Dudaklarımda gurbeti soluyor

Onu gözlerinden öpüyorum

Gurbet

Göğsümde bir çarpıntı gibi büyüyor


YALIM/Musa Yıldız

 


BİR SİNİR DÜĞÜMÜ /YUMAĞI

HA BİRE BEYNİMDE/ KAFAMDA

AKIL TUTULMASINI GEÇTİM

SIKTIKÇA SIKAR MENGENE HALİNDE

VERYANSIN EDER YUVARLANIP GİDER


KUŞAKTAN KUŞAĞA

AĞIR BİR KURŞUN GİBİ

BİR SERÇENİN KANADINDA

BİR ALEV TOPU

BİR ANANIN KOYNUNDA


EJDERHA DİLLERİNİ ÇIKARIR

BİR YALIM; SARAR DÜNYAYI

HAVADA YALAYIP YUTAR

KUŞ YANAR / ANA YANAR

ÇIĞLIKLAR

BEN DUYMADIM

SEN DE DUYMADIN

TÜM CİHAN /ALEM DUYMADI

ÇOCUKLAR ÇOK UZAKLARDA, YAŞIYORMU HÂLÂ ?

AYRI DÜNYALARDA.


BİR SİNİR DÜĞÜMÜ/YUMAĞI

HA BİRE BEYNİMDE/ TEPEMDE/KAFAMDA

BANA HÜRRİYET ANLATIR

YERDEKİ KARINCA

BÜTÜN KELİMELER ÇALINIP

BİR ADIM KALDIĞINDA …..


HAYLAZ ÇOCUKLUĞUM/Ahmet Özmen Kılıç

 


Nerde o sokaklarda koşturan çocukluğum,

Gayıblara karıştı yine hüznüm.

Bir sokak kedisi gibi masum,

Sakladım mazime mahzun bekliyorum,

Bu defa ebe hayat söbeleniyorum.


Nereye çekip gittin en saf yıllarım,

Biliyorum seni hoyratça harcadım,

Yine gelsen saklambaçla, kovamacayla, topla,

Benim dinmez haylaz çocukluk zamanım.


Elimden tutsa babam sevdiğim oyuncağı alsa,

Oynasak mahalleden çocuklarla,

Topumuz kaçsa bir çağla ağacına,

Çıkıp çağlaları toplayacağız.


Yine gel bir ağaçtan topu alırken,

Bir yaprak gibi titrerken,

Benim dinmez haylaz çocukluk zamanım,

Seni bekliyorum, sokaktayım.


11.06.2025


ENVER ÇAPAR’IN UÇURUMLAR ÇAĞI/Hasan Keklikci


                    

“Şiirine benzeyen çok az adam vardır, şiir güzel, insan çirkindir.” Şiirine benzeyen adamlardan biri de hiç şüphesiz Enver Çapar’dır. Bu güzellik “Atların rüyası nasıldır bilmem,/Şiir nedir deseler, nal sesleridir derim.” derken açığa çıkıyor. Abdurrahim Karakoç şiir için “Toprak kokusudur” diyor. Enver Çapar, o kokunun kaynağını gösteriyor. Toprağın kokusunu, bir yağmur ve bir de at nalları açığa çıkartır. Atlar, annelerin kızlarının saçlarını taradıkları gibi ön ayaklarıyla özenle tarar toprağı, kokusunu burunlardan ziyade gönüllere ulaştırmak için. Ömer Lekesiz “Şiir edebiyat değildir ilimdir.” derken sanırım Enver Çapar’ın tespitini de doğrulanmış oluyor.

Enver Çapar, Uçurumlar Çağı adlı şiir kitabını mayıs ayında imzalayıp vermişti. O gün okuyup bitirmiştik. Sonra bir kere daha okumuştuk. Notlar almıştık aklımızca. “Karafenk’te dut yetti, Fatmalı’da armut yetti, Andırın’da murt yetti, hangisine yetişsin bir abdal” derler bizim köylerde. Lakin yaz gelmişti. Şehirle köy arasında dokunması gereken mekik vardı. Market kuyruğu gibi işler birbirinin peşine düşmüştü. Meyveyi topladık sebzeyi ektik, derken gözümüzü açtık ki güz gelmiş. Hâlbuki biz Uçurumlar Çağı’ndan bahsedecektik. Mutlaka okunması gereken bir şiir kitabı, diyecektik. Bu kitap, son zamanlarda iki, üç yüz kelimeyle çıkan kitaplarına benzemez, diyecektik. Cahit Sıtkı Tarancı “Şiiri ciddiye almayanların şiirleri birbirine benzer.” demiş, bu kitaptaki şiirler o şiirlerden değil, diyecektik. Diyecektik ki “Boyayı da iyi ov. Renkler sevinsin.” demiş Adalet Ağaoğlu. Enver hoca kelimeleri o kadar güzel kelimelerle yan yana getirmiş ki, her bir kelime bulunduğu yerden ziyadesiyle memnun olmuş, diyecektik. “Sevincini paylaşacağın biri yoksa mutluluğun eksik kalmış olmaz mı?” dememiş miydi, Cicero? Dostlarımızla sevincimizi paylaşacaktık. Olmadı…

Güz geldi... Biz daha Enver Çapar Hoca’nın Birnokta Kitaplığı’ndan çıkan, birbirinden güzel otuz sekiz şiirin yer aldığı, altmışaltı sayfalık Uçurumlar Çağı kitabından bahsedemedik. “Bakalım şiirim tüyünü düzüp alasını, sürmesini çekebilecek mi göğsüne?” demiş Abdulkadir Bulut. Eğer zamanında kımıldayıp, kaleme uzanıp yazabilseydik, Uçurumlar Çağı’ndaki her şiirin, en güzel renklerle gözlerimize ve en güzel seslerle kulaklarımıza bayram ettireceğini söyleyecektik. Mısralara yansıyan sevinçleri, hüzünleri aktaracaktık dostlarımıza. Bakın, diyecektik, Filistinli İbrahim Nasrallah “Denize giden yolu bilen bir kuş kalmadı ufukta” derken, Enver Çapar “Şiir taşıyamaz artık bu acıyı./Önümüzde bir sınav kâğıdı değil Filistin” diyor, diyecektik. Dünyanın acısını kalbinde duyuyor, yıl on iki ay “yok” mevsiminin hüküm sürdüğü Filistin’e yanıyor, “Yazmak rahatlatır sanmıştım,/Meğer dert kapısını açmışım.” diyor şair, diye ekleyecektik.



Kitaptaki bütün şiirleri buraya nakletmeyecektik elbette. Fakat son zamanlarda çıkan, kelimelere eziyetten başka bir şey ifade etmeyen, “yeni serbest” şiiri teselli edecek şiirler de yazılabileceğini anlatmaya çalışmış şair, diyecektik. Ve Allah’tan başarı ve huzur dileyecektik, Enver Çapar ve cümle dostlar için.

Eğer zamanında yazabilseydik bu yazıyı, belki de son cümlemiz, Şehir Yorgunu şiirinden “Dalgınlık ve unutkanlıkla/Numara çekiyorum hayata/Bozuluyor düzeni” mısraları olacaktı


GAZZE/Memduh ATALAY


Gazze

Ebabili  var , 

Yakacak ateşi de. 

Mesele bizim tavrımız

Bilirim Allah azze ve celle

Turnusol Ashab-ı meymene için

Gazze! 


Mikrofon mücahitleri, 

Korkak sövgüsünde 

Bir adım önde. 

Sözlüklerden silinsin

Anlamsız ve kof 

Kınıyorum ! 

Bir adım belki sapan taşı bile, 

Kınamadan önce. 

İnanıyorum, 

Allah azze ve celle

Kaybedilen sınav

Gazze! 


Törenler, 

Kara gömlek. 

Yusuf az bir paha ile 

Kapital terazide. 

Çok politik baylar ve bayanlar

Adı mümin kağıt üzerinde. 

İspanya sinesinde, 

Bir Tarık bin Ziyad şahlandı, 

Arabı, Türkü reel politik evresinde! 

Şeksiz şüphesiz, 

Allah azze ve celle

Tek hür İslamın kuyudaki evladı

Gazze!


Bir Ağabey, Üç Kişi/Melih Erdem




“Kılavuzsuz çıkılmış yol gibidir dost olmadan sigara içmek; yarım kalmıştır bir şeyler ve sanki hiç tamamlanmayacak gibidir… Ama elinde iki bardak demli çayla geliyorsa dostunuz siz tam da sigarayla ateşi buluşturacakken; tamamlanmaya hazırdır her cümle, çıkılmaya hazırdır her yol, beklenmeye değerdir geleceğine yürekten inandığınız her gemi, ölmeye değerdir mutlak doğruya koşan her dava.
Hacı Ahmet ERALP



Geçenlerde bir mesajlaşma telaşesinde Doktor Ağca bir kavram çıkardı ortaya. Konu tabi ki tıbbi bir mevzuydu ama alınan ilaçlar ve bulunan şifalar tıp literatüründe yoktu. Reçeteyi değiştirmeden aktarıyorum ki meramım net bir şekilde anlaşılsın: “Hemen 1000cc Sf içerisinde 1 ampul Destebaşı’nın sesinden şiir 1 ampul Türbedar tatlısı 1 ampul Evliya kerameti saatte 80 cc infüzyon”. Efendim bir topluluk düşünün ki cefası çok, şifası kendinden başkası değil. Yeryüzünde ve gökyüzünde, yerin altında ve göğün de üstünde ne kadar dert, tasa ve keder varsa, herhangi birine bu topluluktan herhangi bir kişi kapılsa, tedavisi yine bu topluluk. Altı yüz kilometre ötede olsanız da Destebaşı’nın sesiyle bir kederiniz yük olmaktan çıkıveriyor örneğin. Veyahut Türbedar’ın fikirli bir zarfı sizi o zalim gurbetten alıp, Kırlangıç’a bindirip (adamına göre Kuruyüz de olabilir) Kapıçam’a veya Sünii Cemevi’ne indirebiliyor. Daha da şapırdatayım; Evliyamız size kendini düşündürtürken bir anda arayıp en vahim hâlinizi çiçek bahçesine çevirebiliyor akıl almaz kerametiyle. Veya yine keramet gösterip sohbet ortasında Seher Yeli’ni çağırıverebiliyor. Hâl böyleyken tabi Doktor da maharetini, Hacısilin’den sonra, en mükemmel dost ilacını yaparak icra etmiş anlaşılan. Mesajının devamında da şu cümleyi kuruyor “Tahammül depolarını doldurup hastayı taburcu edelim, gurbetteki diğer dostlar var daha, bizim “üçler” hala elimizdeyken bol bol kullanalım”. “Tedavinin stoğu mu olur Doktor? Şifa tükenen bir şey mi? Gurbetteyiz, etme. Burada tahammül çabuk bitiyor. Dayanılmaz hale geliyor dost hasreti, iki kelimelik Destebaşı sesi, üç damla gözyaşılık Türbedar omzu, Allah iyi insanlarla karşılaştırsın dualık Evliya dili arıyor insan. Etme Doktor.” şeklinde cevaplar dilimde sıralanmış ama söze düşmemişken aklıma Bir Hocam geldi. İki Kişi. Allah hayırlı ömür versin, başımızdan eksik etmesin. Yine bu düşünceler içinde hafızamdan silemediğim hatıralar arasından Cennet Ehli peyda oluverdi. Dükkân’ın cennet tarafı. Ne kadar da fikirli bir ortam? Başkomutanlar mı dersiniz, Türküdarlar mı dersiniz, Seher Yelleri mi dersiniz, Güllüler mi yok veya Doktor mu eksik? Pilot bile var. Dervişmiş pilot olmuş misal. Avukat da var. Var oğlu var. Bir Cennet, Çok Kişi. Şuraya bağlayacağım ki meseleyi, Doktor zihnime farklı bir olgu enjekte etti üçler deyince. Bir Ağabey, Üç Kişi. Allah hayırlı uzun ömürler nasip etsin.  


Sükûtun İçinden Göğe Yükselen Bir Ses: Sibel Kök Şiiri/Mehmet Yaşar



Her şairin kelimelerle kurduğu bir yurt ya da bir sığınak vardır. Kimi bu sığınağı dış dünyanın hayhuyundan kaçmak için inşa eder, kimi ise kendi içindeki fırtınaları orada dinginleştirmek için. Sibel Kök’ün şiirleri, bu iki hâli birden taşır sanki. Onun mısralarında hem dış dünyanın riyâkâr yüzüne karşı bir direniş, hem de iç âlemin en kırılgan yanlarını açığa çıkaran bir samimiyet vardır.

Bir edebiyat öğretmenidir Sibel Kök. İşi gücü kelimelerledir yani. Kelimeler ki edebince, erkânınca diziliverirler onun şiirlerinde. Kimi modern dünyanın yıkıcılığına karşı insanın özünü muhafaza eden o muhkem kalenin bir parçasıdır, kimi ye’se düşen bir kalpte umut filizleri açtıran bir can suyu, kimi zulmün iki kaşının ortasından girmeyi bekleyen bir kurşun, kimi dostun nice yükler binmiş sırtını hafifleten bir çift el, kimi teselli, kimi hüzün… Her kelime bilir vazifesini. Yoldaki Kalemler’den Garbi Yeli’ne, Evelahir’den Berdücesi’ne nice edebiyat yolunda yoldaştır Sibel Kök şiirleri. Hayatın acılarını da güzelliklerini de sarsıcı imgelerle görür ve okursunuz o şiirlerde. Sibel Kök, yaşadığımız çağın hassas tanıklarından biri olarak aynı zamanda insanın en derin sancılarını da dillendiren bir “iç ses”tir. Onun şiirlerinde mağlubiyetler bile estetik bir zaferin kapısını aralar; “yenilgi kusursuzlaşır”, acı şiirsel bir parıltıya dönüşür. Şairin dilinde en çok göze çarpan şey ise keskinliği ile şefkatini aynı anda hissettirmesidir. Bir mısra ile okuru sarsar, hemen ardından bir başka mısra ile kalbini okşar. Bu yüzden Sibel Kök’ün şiirlerini okurken insan, hem yaralı hem de şifa bulmuş hisseder kendini. Çünkü o, kelimeleri yalnızca süs olsun diye değil, hayatın en sahici kırılmalarını dile getirmek için seçer.

“Kusursuz Yenilgi”den “Gencölenkızlarınşarkısı”na, “Çarpık Yürüyüş”ten “Fiyakalı Şiir”e, “H/içlenmeler”den “Baktığımız Rüya Gördüğümüz Gerçek”e kadar “Dünya Bir Direnmedir” onun şiirlerinde. Sanki her kelime, yüklendiği anlamla okura dokunmak, hatta yaralamak ister. Ama bu yara, kanatmak için değil, hissettirmek içindir. Çünkü Sibel Kök, şiiri bir “hatırlama/hatırlatma eylemi” olarak görür. Okur, mısraların arasında gezindikçe kendi kayıplarını, sevinçlerini, gözden kaçırdıklarını, avuntularını, özlemlerini hatırlar. Bu hatırlatma, üstenci bir yaklaşımla değil samimi bir tavırla yapılır. Söyleyişinde bir gösteriş, bir yapaylık göremezsiniz; belki keskin gelir size bazen ama yalandan, yapmacıklıktan arınmıştır. İşte bu yüzden, onun şiirleri okura yabancı gelmez. Aksine, insan kendi içinden geçenleri başka bir ses aracılığıyla duymuş gibi olur.

Ezcümle, Sibel Kök’ün şiirleri, günümüz şiirinde kendine özgü bir damar açıyor. Bugünün hızlı, yüzeysel, samimiyetten uzak ve gösteriş heveslisi edebiyat ortamında Sibel Kök’ün şiirleri, okura yeniden düşünme, yeniden hissetme ve yeniden hatırlama fırsatı veriyor. O, kelimeleriyle henüz kabuk bağlamış bir yara izi gibi sesleniyor; acıtıyor, düşündürüyor, ama aynı zamanda insana yaşadığını, canlı olduğunu da hatırlatıyor. Soylu bir sükûtun içinden yükselen bu ses, bize şiirin hâlâ iyileştirici, hâlâ dönüştürücü bir gücü olduğunu haykırıyor.

Bu ses acaba ne zaman iki kapak arasından duyuracak kendini, merakla bekliyoruz…

Göçen Kuşların Ardından/Muhammet Şaban Çiftçi

Fotoğraf:SIRTÇANTAM Gezi ve Kültür Dergisi


Bahar bütün heybetiyle doğdu şimdi,
Bıraktı bize rahmetini ve bereketini.
İlk gelişi değildi gerçi,
Bizden aldı bütün kasvetimizi.

Yüklendi olumsuz duygularımızı,
Göç ettirdi kuşları — sanki hakkıymış gibi.
Uçuşturdu mazide kalan hisleri,
Sanki son geliş de olmayacak gibi.

Güzel güller gelse hatra
Mazi tutsa bırakmasa
Ahlas bahar olsa dağlara
Uçan kuşları seyere dalsa


Mahmur Olur Bir An Gözlerim/Abdurrahim Turhan


Mahmur olur bir an gözlerim vech-i cemiline baksa
Kelimatın izah etmekten aksak kaldığı o yeşil gözlerin var ya
Müreffeh olurum yazgını yazgımla iki cihanda yazsalar ya
Kanuni servetinin zerleri ve dahi saltanatı sana olsun feda
Feda olsun amma aciz kalır yine güzelliğini ve zerafetini anlatmaya

Turhanî

SENSİZLİĞİN ARDINDAN/Ökkeş Alper TAŞLIALAN



Önümde sen arkamda sen
Hatıramda hayal de sen
Düşüp kaldım acımda sen
Duam da sen şükrüm de sen

Dört eylülün şafağında
Kandil söndü ocağında
Dört evladın kucağında
Ağıtta sen hüzün de sen

Özüm de sen aklımda sen
Yarınımda dünüm de sen
Aynadaki yüzüm de sen
Duam da sen şükrüm de sen

İncitmesin toprak seni
Ordan bizi görür gibi
Meleklerle bekle bizi
Cevapta sen soru da sen

Sözümde sen saklımda sen
Sazımda sen telim de sen
Yarım kalan türküm de sen
Duam da sen şükrüm de sen

İman ettik buluşmaya
Cennette cem niyazıyla
Rahmet olsun şâd ruhuna
Giden de sen kalan da sen


(13. Geceyi, hasret geçe - )

Dayanıklı Olanı Hayatımızdan Silen: Planlanmış Eskime/Dr. Mutlu ASLANTÜRK

 

Fotoğraf: Şaziye CİN

Eskiden evlerimizdeki eşyalar, yalnızca bir araç değil; bir hikâye, bir hatıra ve çoğu zaman bir aile yadigarı idi. Annemin büyük babası Çilingir Duran Usta babasının teberiği bütün bakır kabı kacağı, kalaya gittiğinde başkalarının kaplarına karışmasın diye adının ve soyadının baş harflerinden oluşan “D.K” mührü ile markalamış. Bu sebeple bugün annemin hala kullandığı kalaylı bakır pilav tepsileri dedesinin baş harflerini taşımakta. Büyükannemin evinde hâlâ çalışan Tolon çamaşır makinesi, üç kuşağın yaşamına tanıklık etmiş sessiz bir şahit gibi. Her düğmesinde, vida yuvalarında, geçmişin emeği ve sabrı saklı. Annemin evindeki ilk Philips buzdolabı ve benim çeyizimdeki 31 yıllık derin donduruculu Beko ise, üretildikleri dönemin emeğe, vefaya, teknolojiye, dayanıklılığa ve kullanım ömrüne verdiği değerin simgeleri. Bugün artık bu bağlar kopuyor. Telefonlar, bilgisayarlar, mutfak aletleri evladiyelik üretilmiyor…Kapitalist düzenin üretim bantlarından planlanmış eskime felsefesi ile üretilmiş ürünler akıyor artık.

Global E-atık Monitörünün 2020 verilerine göre; 2020 yılında dünya, 53.6 milyon metrik ton ampul, otomobil, akıllı telefon gibi elektronik atık üretti ve bunun sadece %17.4’ü düzgün bir şekilde geri dönüştürülebildi maalesef…

BM Çevre Programının yaptığı araştırmalara göre Moda endüstrisi her yıl 92 milyon ton atık üretmekte ve 79 trilyon litre su tüketmektedir. Dahası, tüm tekstillerin %85’i her yıl çöpe gitmektedir.

Çevre bilinci üzerinde faaliyet gösteren derneklerin araştırmaları ev aletlerinin ortalama ömrünün 6-8 yıla kadar düştüğünü tespit etmiştir. Siz de farkında mısınız? Her şey çok alelacele ve özensiz üretiliyor sanki artık?

Ürettiğimiz her şey bir kum saatinin haznesinden akan kum taneleri gibi; zaman hızla akıyor, nesneler gözümüzün önünden kayıp gidiyor. Planlanmış eskime, sessiz bir felaket gibi hayatımıza sızıyor. Çevremizi, zihnimizi ve değerlerimizi aynı anda aşındırıyor.

Bu sadece çevreyi değil, zihnimizi ve ahlakımızı da tüketiyor. “Kullan-at” kültürü, bizi sürekli tatminsiz kılıyor. Elimizdekilerin değerini unutturuyor; ilişkilerimizi, hatta kendimize olan saygımızı bile aşındırıyor. Çünkü; bu kayıp yalnızca nesnelerle sınırlı değil. Sahip olduklarımıza gösterdiğimiz özen, ilişkilerimize ve kendimize olan saygımıza yansıyor. “Yeni, daha fonksiyonel ve daha iyi” her zaman peşimizde koşan bir hayalet gibi; elimizdekiyle yetinmenin değerini unutturuyor. Tatminsizlik bir döngü hâline geliyor.

Çocukluğumdan hatırımda kalan yaratana sevgiden kaynaklı üretilene saygı idi hayatın düsturu. Terziler kol evlerinden çıkardıkları kumaşları yamalık yapmaya uygun olduğundan biriktirir, insanlar bu parçaları yumurta süt yoğurt ile takas eder, aldıkları parçalar ile sünnet üzere yırtıklarını yamayarak eskilerini yeni yapardı. Hem öyle bir gelişmiştik ki bu hususta kırkyama, hanım dilendi bey beğendi gibi dikiş sanatları doğmuştu. Ayakkabılarımızı tamire yollardık, anne annelerimizin sabırla yamaladığı seccadelerde namaz kılar, bizden büyüklerin kullandığı ders kitaplarını onarır ciltler yeniden kullanırdık. Dirsek çürütmek boş bir tabir değildir, eskiyen okul önlüklerimizin kol manşetlerini değiştirir okul formalarımızın yıkanmaktan yorulmasından kaynaklı incelmesini altından giydiğimiz jüponlar ile telafi ederdik. Afiyetle yediğimiz karpuzların kabuklarından yaptığımız ilende tatlısının lezzetinin yeri hala damaklarda doldurulamadı. Kabak, salatalık kabuklarını kavurarak, tablanın dibinde biriken ev ekmeği kırıntılarından omaç yaparak yokluk günlerimizin ziyafetlerine dönüştüren öpülesi elleri vardı analarımızın.

Bir arızayı tamir etmek, aileyi bir araya getiren bir ritüele dönüşürdü. Büyükannemin çamaşır makinesi bozulduğunda, babam ve dayım onu söküp tamir eder; bu küçük arıza aile sohbetlerinin ve öğrenmenin vesilesi olurdu. Her çarkın yerine oturması, sadece makineyi değil, aileyi de bir arada tutan görünmez bir ip olurdu sanki. Bugün ise arızalı bir cihaz genellikle çöpe gidiyor; tamir etmek hem ekonomik hem de zaman açısından dezavantajlı sayılıyor. Bu tercihimiz ile yalnızca çevreye zarar vermiyoruz, aynı zamanda sabır ve emeğin değerini de kaybediyoruz.

Modern üretim anlayışı, her yeni model ürünle heyecan uyandırsa da kısa süreli bir tatminin ötesine geçemiyor. Yenisini almanın bir tercihten çok bir zorunluluğa dönüşmesini anlatan planlanmış eskime kavramını daha iyi anlamak için dünyada bıraktığı derin çevresel etkiye de bakmak lazım.

Kaynak Tükenmesi: Sık ürün değişiklikleri, hammadde talebini artırarak doğal kaynakların tükenmesini hızlandırır. Örneğin, akıllı telefon üretimi, nadir toprak metalleri gerektirir ve bunların çıkarılması çevresel olarak zararlıdır.

Atık Üretimi: Kısa ömürlü tasarlanmış ürünler, genellikle çöplüklere giden önemli miktarda atığa katkıda bulunur. Özellikle e-atık, toprağı ve suyu kirletebilecek tehlikeli maddeler içerir.

Enerji Tüketimi: Yeni ürünlerin üretimi önemli miktarda enerji gerektirir, bu da daha yüksek karbon emisyonlarına ve çevresel bozulmaya yol açar. Sürekli üretim döngüsü, yüksek bir karbon ayak izini sürdürür.

Bugün gerçek zenginliğe kavuşmamızı sağlayacak bir felsefe olarak, sahip olduklarımızı onarmak, onları korumak ve bir sonraki nesle aktarmanın en doğru bakış açısı olduğunu tüm çıplaklığı ile yaşıyoruz. Büyükannemin makinesi, annemin ve benim emektar buzdolabım yalnızca geçmişin teknolojisini değil, dayanıklılığın, emeğin ve sabrın değerini hatırlatıyor bana.

Planlanmış eskime, sadece çevreyi ve bireysel değerleri değil, toplumun kolektif belleğini de tehdit ediyor. Eskiden bir mutfak eşyası, bir giysi veya bir ev aleti, yalnızca işleviyle değil, hikâyesiyle de değer taşıyordu. Şimdi ise ürünler, kısa süreli tatmin için üretiliyor. Çocukluğumuzun, aile sohbetlerimizin ve emeğin izleri, modern üretim anlayışıyla siliniyor.

Peki bu yıkıcı döngüden nasıl çıkabiliriz? Belki de cevap, geçmişin bize bıraktığı mirasta saklıdır. Büyükannemin makinesine, annemin buzdolabına ve benim kendi çeyizimdeki eşyalara bakmak; onları tamir etmek, onlara sahip çıkmak ve “daha azla yetinme” ahlakını benimsemek, bu duruma karşı durmanın yolları olabilir.

Çünkü asıl zenginlik, sürekli yeniye sahip olmakta değil; sahip olduklarının kıymetini bilmekte ve onları onararak değer katmakta yatıyor. Her tamir edilen eşya, yalnızca çevreyi değil; sabrımızı, emeğimizi ve geleceğe dair sorumluluğumuzu da besliyor. Onarılan bir makine, bir nehir gibi; küçük çarkları döndürdükçe hayatı da akıtan bir güç hâline geliyor.

Bir eşyayı bir ömür boyu kullanmanın, onunla anılar biriktirmenin ve onu bir sonraki kuşağa aktarmanın ne kadar değerli olduğunu yeniden hatırlamanın vakti gelmiş de geçiyor bile. Dayanıklılık, sadece eşyalarda değil; insanın zihninde, ilişkilerinde ve ahlaki dünyasında da yaşatılması gereken bir değerdir. Gelecek, bugünün tüketim alışkanlıklarıyla değil, sahip olduklarımıza gösterdiğimiz özen ve onarıcı tutumla şekillenecektir. Üreticilerimiz de bu gerçeğin farkında olmalı üretim stratejilerini eskisi gibi emeğe, vefaya, teknolojiye, dayanıklılığa ve kullanım ömrüne verdiği değer üzerine yapılandırmalılar.

Ve unutmayalım: her tamir, her onarım, kaybolan değerleri geri getiren birer küçük mucizedir. Bir vida, bir düğme veya bir çarkın yerine oturması, sadece makineyi değil, geçmişimizi ve geleceğimizi de ahenkle bir araya getirir. Her onarım, hayatın küçük ritmiyle yeniden atan bir kalp gibidir; her tamir edilen eşya, bize hem zamanın hem de emeğin değerini hatırlatır.

Belki de en büyük zenginlik, sürekli yeniyi kovalamakta değil; elimizdekinin kıymetini bilmekte ve ona özen göstermekte gizlidir. Çünkü dayanıklı olan, unutulmadığında; eskimeyen, hatırlandığında; kaybolan değerler yeniden hayat bulur.


10.09.2025

faslanturk@hotmail.com

FİLİSTİN’DE BİR CUMA ÂMENTÜSÜ/Samet Yurttaş




Şakaklarından kan damlıyor,

Sen kanın açtığı yoldan yürüyorsun.

İnadına yürüyorsun

Tûr’a, Nuh’a ve Sûr’a...

Bütün kapıları kapatıyor dünya

Sana açılan denizleri dahi kapatıyor;

Akdeniz’i, Kızıldeniz’i.

Yüzünü kapatıyor gökyüzü,

Aldırmıyorsun ya

İnadına yürüyorsun.

Allah’ın bütün kapıları sana açtığı oluyor

Dudaklarının tekrarında Âmentüyü.

İnadına yürüyorsun,

Kalbin yeryüzü ayetleri gibi

Orada taşıyorsun kardeşlerini;

Adı Musa, adı Yakup, adı İsa...

Gözyaşlarını bir ipliğe dizip

Boynuna asıyorsun.

Orada yeşeren gülleri

Gülleri uzatıyorsun;

İbrâhim’e, İsmail’e ve İshak’a.

Sen o Cuma günlerinin güzelliği gibi

İnadına yürüyorsun


Bazen bir bitki çayı.../Muhammet Şaban Çiftçi



Birçok konuşma geçti aramızda,
Birçok kelime sarf ettim.
Her kelimede biraz daha yoruldum 
Biraz daha sustum...

— "Hasta mısın?" dedin.

Gözlerim hâlâ gözlerindeydi
Bir şey demedim.

— "İki bitki çayı lütfen." dedin.

KIPIRTI/ Hidayet BAĞCI













Gecenin serinliğinde başlıyor bu rüya,
Yeryüzü bir hazırlık içinde beklerken  
gün doğumunu,
Sen geliyorsun bu dünyaya…

Bir heyecan, bir kıpırtı var  
Çiçeğin dalındaki yeşil yaprakta…
Bunun adı ya bir rüzgar esintisi
Ya da mutlu bir müjdenin habercisi…

Bu yıl Eylül ayında geldin
Müjdelerle, kutlu haberlerle.
Hoş geldin, sefa getirdin,
Ya Resulallah!...


GÖÇ/Nurcihan KIZMAZ



Gökyüzünde bir hareket bir telaş,
Göç hazırlığında mı kuşlar?
Hangi ufuk çağırıyor sizi,
Ne aceleniz var?

Daha şiir yazacaktık eylülün gelişine.
Gecenin koynuna düşen ilk ayazı
Isıtacaktık hecelerle.

Gitmeyin, kalın biraz daha,
Hani ilk yağmur düşmedi ki toprağa.
Yapraklar henüz hazır değil ayrılığa.
Rüzgar türküsünü  bitirmedi  hâlâ.

Mektup yazarız birlikte,
Sıcak ülkelerdeki çocuklara.
Belki bir tutam umut
Bir tutam da serinlik koyarız zarfa.

Az bekleyin, oyalanın biraz daha.
Yarım kalan cümlelerimiz var,
Her seferinde bir şiir düşüyor zira
Ardınızda bıraktığınız boşluğa

Baktığımız Rüya Gördüğümüz Gerçek/ Sibel Kök

 


Yanlış zamandaydık belki
Yanlış iklimlerde
Bu yüzden denk gelmedi baharlarımız bile
Bir hikayenin ortasından böldüğü iki hayattık
Sen başka diyarda
Ben ezelden mahkum bir başka dünyaya

Saçlarının kıvrımında destanlar büyütürdün sen
Karanlığa değmeden doğardı bakışın
Şavkı vururdu yücelerden gülüşünün
Bir rüyaydı ki sesin gerçeğin ta kendisi

Bense kurbanlar verirdim cenk meydanlarında
Gürbüz sevdalar
Uykudan geçmeyen geceler
Serazat mısralara gebe güzelliğine
Bölük pörçük, darmadağın yahut;
Kınından sıyrılan yeminler

Sen ve ben dağları mahzun o şehrin
Mağrur çocuklarıydık
Kim görse başımızda esen rüzgarı
Deli bir poyraz sanardı
Halbuki biz aynı rüyaya doğardık her sabah yeni baştan
Yeni baştan başlardık
Dağılan yerlerini toplamaya hayatın
Bir kez bile denk gelmeden susuşlarımız

EMEKLE KUTSALLAŞAN SON KALEMİZ YUVAMIZ/Dr. Mutlu ASLANTÜRK


Kültürümüzde Meskenin Kutsiyeti;

Türk töresinde ev, sadece başımızı soktuğumuz bir yer değil; kimliğimizin aynası, huzurumuzun yurdu, ailenin yaşam enerjisinin buluşma noktasıdır. Bir çatının altına girmek, mülkiyetten çok daha fazlasıdır; ev, emeğin, güvenin ve huzurun ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

Dışarısı bazen soğuk, karmaşık, yabancı olabilir. Ama eve girdiğimizde, dört duvar arasında bizi saran şey sıcacıktır: güven, emek ve huzur. İşte bu yüzden ev, kalemizdir.

Ocağının Dumanı, Duanın Bereketi ile Ayakta Kalan Türk Yurdu;

Türk evinde kutsiyetin kalbi ocaktır. Alevleri yalnızca yemeği pişirmez, aynı zamanda gönülleri ısıtır. Buharı, birlikteliğin kokusunu zihinlere gönüllere taşır. Sevgi ve inanç ile ocağa konulan yemek günün duasıdır. Kolayca yapılsın, huzurla sağlıkla eksilmeden hep birlikte yensin duası ile “Sübhaneke’si okunur. Lezzeti yerinde olsun duası ile “İhlas’ı, bereketli olsun duası ile de “Tahiyyat” eklenir dua halkasına. Yemek yalnızca mideleri doyurmaz; aynı sofraya oturanları birbirine bağlayan bir tılsımdır.

Ev ve Emek;

Temiz bir çarşafın kokusu, anneannenin tarifiyle pişen bir kekin sıcaklığı, çocuk kahkahalarının duvarlarda yankılanması… Bunlar kapitalizmin süslü vitrinlerinde bulunmaz.

Bugün çoğumuzun mutfağı hazır yiyeceklerin hızına kapıldıysa da ocakta kaynayan bir çorbanın, fırında pişen bir kekin, kahvaltı masasındaki ev yapımı reçelin kokusu, yerini hiçbir şey tutamaz. Bu küçük görünen ayrıntılar, meskeni ev yapan, evi de kutsallaştıran tılsımlardır.

Evimiz ile ilgili uğraşlarımız azaldıkça, evimizin ruhu da eksilir. Meskenin kutsallığını yaşatmak için, ev işlerimizi yalnızca zorunluluk değil; emek, sevgi ve aidiyetin bir ifadesi olarak görmemiz gerekir.

Tüketim Kültürünün Evdeki Etkileri

Ne yazıkk ki; bugün evlerimiz birer tüketim vitrinine dönüşmüş, el emeğiyle hazırlanan yemekler yerin hazır gıdalara, evde geçirilen zaman ise yerini dışarıdaki süslü vitrinlere bırakmıştır. Evin ruhu, satın alınan eşyalarla değil, içinde verilen emekle, paylaşılan anılarla ve duyulan kahkahalarla beslenir. Bu nedenle, evimizi bir tüketim nesnesi olarak görmek yerine, onu sadelik, emek ve sevgiyle yeniden kutsallaştırmamız gerekir.

Evde Dayanışmanın Bereketi;

Bir evin sırrı sadece çatısında değil, içinde paylaşılan emektedir. Yemek pişirmek, sofrayı kurmak, evi toparlamak yalnızca “iş” değildir; aile fertlerinin birlikte yürüttüğü bir dayanışma halidir. Anne çorbanın tuzunu koyarken baba sofrayı hazırlayabilir, çocuklar masaya bardakları dizebilir. İşte o zaman yemek sadece karın doyurmaz, gönülleri de birbirine bağlar. Paylaşılan emek, aile ocağına siner, evin ruhunu besler. Bu dayanışma, evliliklerin devamlılığını güçlendiren görünmez bir harç gibidir. Çünkü sevgi, yalnızca güzel sözlerle değil; birlikte yapılan küçük işler, omuz omuza verilen emekle kalıcı olur.

Konuk ve Misafir;

Türk örfünde konuk, yalnızca eve gelen kişi değil, hane halkının onuru, töresinin sınavıdır. Konuğun geldiği evde ona en iyi yer ayrılır, yemeklerin en güzeli ikram edilir. Konuk ağırlamak, sadece cömertliğin değil, aynı zamanda yiğitliğin ve asaletin göstergesidir. “Konuğunu hor göreni, oba dışlar” anlayışı, göçebe yaşamın sert koşullarında insanın insana emaneti olarak görülmüştür.

Konuk kavramı, İslam’ın Anadolu’ya yerleşmesiyle birlikte, misafirlik kavramına dönüşerek daha da kutsal bir boyut kazanmıştır. “Tanrı misafiri” ifadesi, hiç beklenmedik bir anda kapıyı çalan, kimliği sorgulanmayan, yalnızca Allah rızası için ağırlanan kişiyi anlatır. Misafir, ev sahibine bir imtihan vesilesi, rızkın bereket kaynağı kabul edilmiştir. Bu anlayış, Anadolu irfanında şu cümleyle özetlenmiştir:

“Misafir on kısmetle gelir; birini yer, dokuzunu bırakır.”

Misafirlik, evin kutsiyetini en görünür kılan geleneklerimizdendir. Melih Cevdet Anday’ın “Bir Misafirliğe Gitsem” şiiri eve bereket taşıyan konuğun samimiyetle ağırlandığını fark ettiğinde nasılda sadrına şifa bulduğunu ne güzel anlatır.

Bir misafirliğe gitsem

bana temiz bir yatak yapsalar

herşeyi, adımı bile unutup

uyusam...

kalktığımda yatağım hala lavanta koksa

kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar

nerde olduğumu hatırlamasam

hatta adımı bile unutsam...”

Evin Belleği;

Ev, yalnızca bugünümüz değil, geçmişimizin hafızası, geleceğimizin duası ve umududur. Çocuk kahkahaları, bayram telaşları, hüzünlü günlerin sessizliği … Hepsi evin belleğine siner. İşte bu yüzden mesken, yaşayan bir varlık gibidir.

İslam inancında ev; imanla, emekle ve sevgiyle anlam kazanır. Evin çatısı erkeğin koruyuculuğunu, duvarları kadının emeğini, içindeki huzur ise Allah’ın rahmetini simgeler. Sofra bir okul olur, ocak bir dua mekânı, evin kendisi bir mescit gibi huzur verir.

Yaratılış gayesini bilen kadın, evinin mihenk taşıdır. Yemek pişirirken, temizlik yaparken, çocuk yetiştirirken, evini mamur ederken aslında Allah’ın rızasını arar. Kadının evine hizmeti şerefli bir vazifedir.

Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ev işlerine katkı sunarak müminlere örnek olmuştur. Bu bize, meskenin paylaşma ve dayanışma üzerine kurulduğunu gösterir.

Fahri kâinat efendimizin şehadetle müjdelediği Muaz, Muavviz ve Avf’ın anneleri Afra Validemiz gibi sahabe hanımlar, sofralarını sadece yemek yeme yeri değil, eğitim mekanları hâline getirmiş, çocuklarını iman ve sevgiyle büyütmüşler adanmışlar kervanının bir yolcusu yapmışlardır. Müslümanın evi, sadece barınak değil; aynı zamanda bir medrese, bir mescit, bir sevgi pınarıdır.

Son Kale Olarak Ev;

Modern çağda evler, çoğu zaman tüketim vitrinine dönüşmüş, gösterişin gölgesinde kutsallığını yitirmiştir. Oysa mesken, asıl değerini sadelik, emek ve sevgiden alır.

Evlerimizi yeniden “son kalemiz” mantığıyla korumalıyız. Çünkü hayat evde başlar, evden dağılır ve yine eve döner.

Mü’min Evin Yasası

Her evin kendi içinde yazılmamış ama ahalisinin gönüllerine nakşedilmiş maddeleri aşağıda ki sıralanabilecek bir anayasası olmalıdır:

Madde 1. İnanç, ocağı ayakta tutan harçtır; evin temeli imanla atılır.

Madde 2. Evde kılınan namaz, aile fertlerinin Rabbine yönelişidir; evin çatısındaki en büyük berekettir.

Madde 3. Mümin ev, meleklerin konuk olduğu evdir; kötü söz ve olumsuz duygulara yer yoktur.

Madde 4. Herkes yaratıldığı hâliyle kabul görmelidir; güzellik, kabiliyet ve mizaç Allah’ın takdiridir. Kadere rıza esastır.

Madde 5. Evdeki eşya ve imkânlar emanettir. Korunmalı, israf edilmemelidir. Tüketim zorunlu, gerekli, lüks sınıflarında üç ölçüyle sınıflanmalı. İsraf ve kör taklitten korunulmalıdır.

Madde 6. Kararlar istişareyle alınmalıdır; büyüklerin sözü, küçüklerin düşüncesi kıymetlidir.

Madde 7. Kadın ve erkek birbirinin rakibi değil, Rabbin kulu olarak eşittir. Zulüm evde en büyük haramdır.

Madde 8. Sıla-i rahim esastır; komşuluk hakkı korunmalıdır.

Madde 9. Zaman, eşyadan daha kıymetlidir. Vaktin israfına izin verilmemeli; her an kıymet bilinciyle yaşanmalıdır.

Madde 10. Mümin ev, bilginin beslendiği mekândır; öğrenilen her şey Allah rızası için taşınmalı ve aktarılmalıdır.

Madde 11. Evimizde helâl dairesinde eğlence, neşe ve muhabbet çoğaltılmaya gayret edilmelidir.

Yuva kutsaldır; çünkü onda emek, iman ve hatıra vardır. Ev, insanın kimliğini bulduğu, huzura kavuştuğu ve Rabbine en yakın olduğu yerdir.

Ocakta pişen çorbanın kokusu, temiz çarşafın ferahlığı, misafirle çoğalan bereket; hepsi evin kutsiyetini tamamlar.

Evlerimizi sadece barınak değil; birer huzur, iman ve umut yuvası hâline getirmek hem kültürel hem de dini mirasımıza sahip çıkmak demektir.

Çünkü ev, Rabbimizin bize verdiği en güzel nimettir; içinde sevgi, saygı ve emek varsa, dünya cennet olur

4/09/2025

Kahramanmaraş

BAKİ KALAN KUBBEDE HOŞ BİR ALEYH İMİŞ/Ömer Faruk GÜNAY

 


Alaiddin Küçükkürtül - Ömer Faruk Günay: Pirimiz, belagat üstadımız, semerkant türk'ü mehmet yaşar ağabey az evvel kıymetli kaynatası ve oğlu yusuf ile sahafa teşrif buyurdular. kendilerine sandalye gösterdik ve çay ikram ettik. bir müddet mülaki olduk, hoş sohbetinden feyizlendik. muhabbetin koyulaştığı bir ara yusuf'un dedesinin gözü raflarımızdaki kaya tuzu kandiline takıldı. tuz lambasının nefes darlığı ve benzerî hastalıklara iyi geldiğini izah ettik. kendileri ise, hatın analarının bu elim rahatsızlıktan şikayetçi olduğunu söylediler. derhal tavsiye ettik. tam sarıp poşetlemeye koyulacaktık ki mehmet yaşar araya girdi: "babacığım ben size 100, 200, 1000 MG'lı ilaçlar alırım, bunlar işe yaramaz." deyiverdi. tuz deryasının kıyılarından kırıp getirdiğimiz her derde deva kayalarımızı mehmet yaşar ağabeyimiz kapitalist, emperyal ve irfandan, ilimden, hikmetten yoksun tablet ilaçlarına tercih etti.

dükkandan ayrılırken yusuf'a bize kurt işareti yapması için salık verdi. yusuf kurt işaretini yaptı ve eczaneye gitmek üzere yola koyuldular.

biz de meyus bir halde klavyenin başına geçerek bu buruk hatırayı sizlerin vicdanına sunmaya karar verdik.

selam, hürmet..

Mehmet Raşit Küçükkürtül: derhâl idâm edilmesi nizâm-ı âlem ve adalet içün vaciptir. kaynatasından "-cığım" ekiyle söz ettiği için de malları müsadere edilip dârülacezeye muaccelen ve hükmün temyizine yer bırakmadan temlik edilmesi farzdır.

sizleri öğretisel bilinç ile selâmlar; anti-firavunist, anti-emperyalist, anti-siyonist, anti-kapitalist ve anti-faşist duyarlılıkları kuşanmış devrimci çizgiye çağırırım.

bir umuttur yaşamak - reis nuri pakdil

Ömer Faruk Günay: Ömrünüze Bereket üstadım.

Mehmet Yaşar: Ağyârın ithamından, yârin iftirası yeğdir.

Lakin yine de son arzum, tahkikatın idamdan sonraya bırakılmasıdır. Ne de olsa hadisenin vukû bulduğu mahalde şâhid-i sıddîk olarak bir Atsız kitabı vardı.

Kalsın benim davam divana kalsın...

Ömer Faruk Günay: …

Mehmet Yaşar: Mübarek kayınpederime zât-ı âlînizin iftirayı muhtevî metninizi aktardım. Kendileri de "Madem hükmün verilmiş, bâri idam sehpasına aç çıkma" buyurdular....

Ahmet Doğan İlbey: aziz dost ömer faruk günay'ın istihbaratı sağlamdır. olan zapt etmiş.

bu istihbaratı alan üdeba dostumuz hemen idamına ferman eylemiş.

fakat merhamet ve af etmesini dileriz. size göre "nizâm-ı âlem" şartlarını ihlâl sayılan bir "kusur" için semerkand türk'ü dostumuza kıyılır mı? kıyılmaz; affediniz.

selâm ve muhabbetle...

ahmet doğan ilbey

Ömer Faruk Günay: Allah razı olsun Ahmet abi. Biz de hem Raşit Abi'nin suç karşısındaki tereddüte yer bırakmayan tavizsiz duruşuna hem de Mehmet ağabeyin teslimiyetindeki yiğitliğine iman ettik. Böyle bir yiğidi asacak kürsü daha imal edilmemiştir sanıyoruz.

Selam.. hürmet..

Ahmet Doğan İlbey: aziz dost,

yârenlik güzeldir. iyi yapmışsın. yüreğine bereket.

selâm ve muhababetle


YA HEPSİ BİRDEN HAYKIRIRSA/Hasan EJDERHA

 


Hepsi birden haykırınca
Ay ve güneş ve yıldızlar
Utancından kaybolur
Kararır cümle âlem
Diye korkuyorum.

Lakin bunu yapıp da
Dünyayadaki diğer çocukların
Aydınlığına kıymıyor
Gazzeli çocuklar.