SANDIM BENDEN BANA VARDIM/Şeyhşamil Ejderha

 








Ne yaptıysam 

kendim yaptım 

kendime.

Şikayetçi değilim 

doğan aydan

batan güneşten 

yahut 

yazdan


Ne yaptıysam 

kendim yaptım 

kendime

bir çocuk gibi

kırlarda dolaştım 

ilkin

sonra çınar gibi

serpildim

kök saldım 

sonunda Anka’ya

ulaştım.


Hamdım

piştim

yandım 

yakıldım.


Sandım 

benden 

bana

vardım.

Dost Ali/Burak Çırak


Gül Ananın cezbeli gülü,
Ali dost…
Dost meclisinin suskun dostu,
Gülüşü sessizliğe karışan güzel insan.

O gün, gökyüzü sessizdi…
Yürekler ise bir dutun gölgesinde inledi.
Gül Ana yandı,
“Ağlar Gül Ana, ağlar Mamoşum diye…”

Oğul… oğul… oğlu…
Yavrum… yavrum… yavrum…
Mamoş… mamoş… mamoş…

Her ses, toprağa düşen bir yaprak gibiydi.
Her ağıt, göğe yükselen bir dua.
Sen bir dut yaprağı gibi sessizce düştün hayattan,
Biz seni dutun gölgesinde bekler olduk.

Dost Ali…
Sen gittin,
Bizde bir sessizlik kaldı.
Rüzgâr esince hâlâ
Gül Ana’nın sesi duyulur:
“Mamoşum…”

BİR TEKAMÜL YOLCULUĞU/ Zehra BOYRAZ


Zamanın akışı acıyı ağır ağır dinginleştirir; fakat bazı belirli tarihler, hafızanın saklı izlerini yeniden kabartır. Yedi gün, kırk gün, bir yıl… Bu mânevî zaman ölçüleri, hüznü de sevinci de diriltme kudretini taşır.

6 Şubat depreminin sene-i devriyesi münasebetiyle üniversitemiz bir anma programı tertip etmişti. Bendenize de programda şiir seslendirmek üzere görev kılmıştı. Programdan birkaç gün önce, tertip eden Dr. Öğr. Üyesi Hidayet Bağcı aramış ve deprem konulu bir şiir okuyacağımı zannederken, “Hayır, depremde şehit olmuş bir şairimizin şiiri seslendirilecek.” demesi üzerine yüreğim kaskatı kesilmiş, bulunduğum ortamdan soyutlanmış bir hâl ile telefonu kulağımda tutmaya zor zahmet devam edebilmiştim. Yanımda bulunan arkadaşım hâlimi fark etmiş olacak ki ufak bir dokunuşuyla telefonun açık olduğunun idrakine varmamı sağladı.

“Kimdir bu şehidimiz hocam, ismini öğrenebilir miyim?” diye sordum.

“Elbette. Ferhat Ağca. Kendisi Ziraat Fakültesinde doktora öğrencisiydi. Şimdi sana şiirini göndereceğim” dedi.

Ve birkaç saniye sonra “Bakışına” şiiriyle karşılaştım.

Düşündüm: Bu nasıl ince bir ruhtur? Bu nasıl kelimeleri böylesine rikkatle işlemek, tasavvufî bir terbiye ile harmanlamaktır? Şiiri okuyunca merakım daha da artmış, şairin diğer eserlerine ulaşma gayretiyle araştırmaya koyulmuştum. Dedim kimdir bu Ferhat Ağca.

26 Şubat 2024 program günü geldiğinde, yakınlarını, eşini, dostunu kaybeden kişiler sırayla kürsüye çıkıyor, beşer dakikalık konuşmalarla yâd ediyorlardı. Sırada sunucunun, “Şimdi Ferhat Ağca’yı anmak üzere Öğr. Gör. Mehmet Yaşar’ı kürsüye davet ediyorum.” Anonsuyla kuliste yanımda oturan arkadaşlarıma, “Aa, birazdan şiirini okuyacağım kişiden bahsedecek.” dedim ve dikkat kesildim. Mehmet Yaşar şu cümleleriyle söze başladı:

“Yunus Emre Hazretleri ‘Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi

Hele bana şöyle geldi, şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze hak tanıktır, bu can gövdeye konuktur

Bir gün ola çıka gide, kafesten kuş uçmuş gibi’

Diyor o malum bildiğimiz nutk-u şerifinde. Sonra da şöyle diyor:

‘Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi’

Biz Ferhat'ın gök ekini gibi biçileceğini hiç tahmin etmiyorduk. Ölümle her ne kadar kol kola bir hayat yaşasa da, yaşama sevinci çok yüksek düzeyde olan bir arkadaşımızdı. Hatta bizim mahzun, melûl olduğumuz durumlarda bizim elimizden tutup o yaşama sevincini kalbimize de akıtan bir tarafı vardı. Ferhat 1992 doğumluydu, 31 yaşındaydı rahmeti Rahman-a uğurladığımızda. Murad alamamıştı dünyadan... ‘Allah güzeldir güzeli sever.’ Bu hadis-i şerifi Ferhat Ağca da çok severdi. Ferhat Ağca hakikaten çok güzel bir insandı. Her şeyiyle, her yönüyle. Çok kabiliyetliydi, musikişinastı, yazardı, şairdi. Maraş'ın çiçeklerini yazmaya başlamıştı. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi'nde, Evelahir dergisinde altı yazısı çıktı. Ziraat Fakültesi doktora talebesiydi. Tıbbi aromatik bitkilerle de alakadar olduğundan Maraş'ın çiçeklerini fotoğraflar, dağ dağ gezerdi. İnşallah onun o projesini bir devam ettiren olur. Çünkü çok farklı yazıyordu. Bir çiçeğin sadece akademik, kültürel ya da halk nezdinde bilinen taraflarını yazmazdı. Divan edebiyatını kurcalar, o çiçeğin bizim mazimizde karşılığı neyse onu da bulur çıkarırdı. Kahramanmaraş'a çok benzerdi. Dağlarına, ovalarına benzerdi.. Efendim tabi anlatacak çok şey var ama ben de onun bir şiiriyle bitireyim. Böyle kısa bir anma konuşması olduğundan çok vaktinizi almadan bitireyim. ‘Babamın Elleri’… Cümlesine Rahmet Ola.”

Sözlerini nihâyete erdirirken, konu benim için bütünüyle merak uyandırıcı bir hâle gelmiş, artık o anda yalnızca bir anma sadedinde şiir okunmayacaktı. Bilâkis onun adını, eserlerini öğrenmek ve dahası yaşatmak bir boyun borcu olarak ruhumda yer edecekti.

Malûmunuzdur ki sosyal medya, modern dünyanın neredeyse vazgeçilmez unsuru olarak addedilmektedir. Mevzu bahiste de bana yaramadı desem hakikati inkâr etmiş olurum. Zira bu vesileyle Ferhat Ağca’nın gençlik devresine ait paylaşımlarına muttali olabildim. İnsân-ı kâmilin yönünü kime ve nereye çevirmesi gerektiğini, hangi menzillerde durup ikametini ne üzere tayin etmesi icap ettiğini böylelikle daha derinden idrak ettim.

Adını öylece bir kez anıp geçmeyeyim hemen tabii. Mehmet Yaşar… Kendisini hangi ünvanlarla yâd etsem de, o ünvanların hakkını tam manasıyla îfâ edemeyeceğimi biliyorum. Daha evvel dost meclisi, “Destebaşımız, Hikmet Erbabı, Nevmiyye Tarikatı’nın Ulu Şeyhi, Şiir Piyasasının Murabba Şairi, Semerkant Türk’ü, Sanat Güneşi” gibi sıfatlarla yad etmişler. Ben ise şimdilik bunların cümlesini birden zikredip sözlerime bu minvalde devam edeyim.

Garbi Yeli’nin on birinci sayısında kıymetli hocamın kaleme aldığı bir teşekkür yazısı neşredilmişti. Vâr olsun. O yazıda şöyle diyordu: “6 Şubat depremlerinin acılarını yazmaya mürekkep yetmez. Özellikle Kahramanmaraş’ta uzaktan yakından bir sevdiğini kaybetmemiş kimse yoktur zannımca. İstiklal Harbi'nden sonra TBMM'den İstiklal Madalyası verilmek üzere mücadeleye katılanların isimleri istendiğinde “Maraş'ta Milli Mücadeleye katılmayan tek bir fert bile yoktur” cevabı verilmiş malum. Depremle ilgili de bu ifadeden hareketle denilebilir ki 6 Şubat depremlerinde Maraş'ta yakınını kaybetmeyen tek bir fert bile yoktur.”

Hamdolsun ki depremde birinci derece yakınlarımdan kaybım olmadı. Bu anlamda bütün bir ailesini, eşini, dostunu yitirenleri tam mânâsıyla idrak etmek, onların acısını aynıyla hissetmek elbette kabil değildir. Bununla beraber, şahit olduğum yakınlıklar, bu hissin uzağında kalmama mâni oldu. Zannediyorum, konuyu derinden hissetmemin sebeplerinden biri de budur.

Efendim, yolculuğumuz, türlü vesilelerin tecellîsiyle karşımıza çıkan menzillerden ve mülâkilerden oluşur. Bu yolculuğun bir başka menzilinde, Ahmet Doğan İlbey ismi gönlüme bir vesileyle nakşoldu..

Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Fetih Yanardağ hocamın odasına birkaç kez uğramam sonucu; o ziyaretlerin birinde, masasında duran Ahmet Doğan İlbey kitabına dikkat kesildim. Merakımı ketmedemeyip kitabın içeriğini sordum. Hocam tebessümle, “Bilge Doğan hocanı tanıyorsun, programlarda karşılaşmışsınızdır. İşte onun babası. Depremde vefat etti. Ahmet Doğan Bey; mühim bir yazardı. Bu kitap da dostlarınca hazırlanmış bir eser. İçinde hem kendi kaleminden çıkan bazı yazılar hem de ardından dostlarının yazdıkları yazılar mevcut. Epey kıymetli bir kitap; istersen Kültür Daire Başkanlığından temin edebilirsin” dedi.

Hocamın bu sözleri üzerine merak ve heyecanla kısa bir vakitte kitabı temin ettim. Birkaç gün içinde de derin bir hissiyatla okudum.

Eserin münderecatında, “Ahmet Abi Güldestesi” başlığı altında yazarın 15 yazısı; ikinci bölümde ise “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” başlığı altında, dostlarının vefatının ardından kaleme aldığı hatıra, mektup, şiir, vefeyat ve portre türündeki yazıları yer almış.

Burada hoşgörünüze sığınarak akıştan biraz ferâgat edip sözlerime öyle devam etmek isterim. Malûmunuzdur, dostluk bahsinde nice yazar kalem oynatmış, nice eser vücuda gelmiş; nice sözler söylenmiş, yazılmış, çizilmiştir. Elbette misaller vermek, bu konu üzerine söz açmak mümkündür. Bu minvalde dostluk mefhumunu insan-ı kâmilin seyrü-sülük merhaleleriyle birlikte düşündüğümüzde, onun hakikatini daha berrak bir sûrette idrak etmeye nâil oluruz.

Dostluk, başlangıç evresinde benlik inşasına eşlik eder. İnsan evvela “Ben kimim?” suâline cevap ararken iç âlemine rücu eder; bu seyrü seferde dost bir ayna misali zuhur eder. Zira kişi, dostunun sinesinde hem kendi sûretini hem de gönül dünyasının mihenk taşını keşfeder; insan, dostu vasıtasıyla hislerinin hududunu tecrübe eder ve “ben” mefhumunun mahiyetini idrak etmeye başlar.

Olgunlaşma evresinde ise insan, ömrün seyrinde hayata, değerlere ve hakikate yöneldikçe dostluk ahlâkî bir duruş, hikmetli bir meşrep hâline gelir. Bu menzilde dostluk, sadâkat, vefâ, merhamet ve hakikat arayışı gibi ulvî hasletlerle mündemiçtir.

Velhâsıl, Ahmet Ağabey’in ebedî âleme göçünün ardından dostlarının kaleme aldığı yazıları okuyunca anladım ki, bir yazar, bir mütefekkir, bir fikir adamı olmasının yanı sıra -Hasan Ejderha hocamın da deyimiyle- Tam anlamıyla dostluk kavramının karşılığı Ahmet Doğan’dır. Yirmi küsur yıllık ömrümde bu mefhumun yüceliğini, ağırlığını ve herkese kolayca nasip olmayacağını—biraz şaşkınlık, biraz hüzün, çokça şükürle—kavramış oldum. Bin şükür.

Elhamdulillah; okuyup araştırdıkça, şükürlerimiz yalnızca dostluğun mahiyetini kavramakla nihayetlenmedi tabii. Bir dostluk abidesi Ahmet Ağabey’in hüzün, türkü, fikir ve sohbet ehli kimse olduğunu, hayatını bu yol üzere çizdiğine muttali olduk. Hüzün denilince bu hususta kaleme aldıkları hatırıma düşer: “Acizâne benim “hüzün” den anlamaklığım kelimenin düz anlamından, şahsî dertleri ifade eden mânâsından farklıdır. Dar ve düz anlamlarının ötesinde, Müslüman Türk irfânında bu kelimeye kazandırılan maveraî bir duygu ve düşünceyi ihata eden ve ferdî - mistik yaşayış ile bu dünyadaki varoluşun sebep ve imtihanlarını vahiy merkezli bir ıstırap ve derinleşmeyle geçirmek yahut "içeride" yoğunlaşmak anlamlarıyla kullanıyorum… Hüzün, Yunusleyin Anlamaktır.

Belki enteresan gelecektir, acizane ben hüzünde buldum hakikat aşkını, yaşamaklığımı, yaşama sevincimi ve bu kirli çağda yeniden “diriliş” gücümü. Hayatımın motivasyonudur hüzün. Hiçbir vakit kasvet olmamıştır. Hep aşktır, sevgidir, gözyaşıdır fakat yeis değildir. Güzellikleri ve hayatı hüznün şirâzesinde tutmaktır…”

Hüzün evvelce zihnimde bir iç sıkıntı, buhran anlamlarına tekabül ederken, Ahmet Ağabey’in satırlarında bambaşka bir mânâ kazandı. Ne vakit yüreğime bir ağırlık çökse, hep dert hep keder demekten hâyâ eder oldum. Belledim; hüzün ruhun terennümüdür, hakikate çağıran bir nidâdır, bir tefekkür menzilinin adıdır, inancın ve iradenin mistik bir meşrepteki kamçısıdır. Bir de, yüreğimizi lime lime eden, gönlümüzü vecd ile meftun kılan; hele ki bin miligramlık olan türkülerle mevzubahsi mündemiç vaziyette düşündüğümde -Türkülerle de Hüznümüz Allah’adır Bizim” yazısını okuyunca- hepsi birbirine yâren oldular gönlümde.

Burada yine hatırıma düşen, H. Ahmet Eralp Ağabeyimizin bir röportaj sırasında ifade ettiği, hülasa kabilinden kelâmını zikretmek isterim: “Kendi içimde düşündüm; Ahmet Abiyi bu kadar seviyor olmak, imanım açısından bir sıkıntı olur mu diye. Ama sonra fark ettim: Onu sevmek, türküyü sevmek, türküyü sevmek hüznü sevmek, hüznü sevmek ise -ki Hz. Hüzün Sünnetlerin Efendisidir başlıklı bir yazısı var- sünneti sevmek demek. Sünneti sevmek de Resulullah’ı, âlemlerin efendisini sevmek… O zaman dedim ki, ben Ahmet Abiyi severek Seni severim.” Sözlerini sarf etmişti. Buradan hareketle Ahmet Ağabey’e duyulan sevgi, türkü ve hüzün aracılığıyla sünnete ve Resûlullah’a uzanıyor; Resûlullah’a duyulan muhabbet ise hâliyle Allah’a yönelen bir istikameti işaret eder. O halde sevmek dahi bir ibadet makamıdır –hele ki menzili Allah ise…–

Hatırımıza düşenleri anımsadık, bir röportaj üzerinden misal verdik. Şimdi ise sözlerimi olayların peşi sıra gelişen seyrine doğru taşıyayım izninizle.

Ferhat Ağca’dan bahsederken, bir “boyun borcu” ifadesini kullanmıştım. Aynı meclisin müdavimlerinden olan Ahmet Ağabey’i ve Fazlı Bayram’ı da gönül dünyama nakşeyleyince, yüreğim bir vecd haliyle kabardı. Öyle bir kabardı ki bu vecd hali, şehadetlerinin ardından yalnızca rahmet dileyerek yâd edilemezdi. Mutlaka, muhakkak bir şekilde devam etmeliydi; okumak, araştırmak, tamam. Fakat dahası olmalıydı, ne olabilirdi…

Lisans sürecimin üçüncü yılını tamamlamıştım. 2024 haziran ayının son günlerinde bir sebeple okula gitmem gerekiyordu. Bölümümüzdeki hocalarımızın odalarının bulunduğu kata çıktığımda panoda, dördüncü sınıfa geçmiş öğrencilerin lisans bitirme tezlerini hangi alan ve hocadan aldıklarını gösteren bir tablo asılı olduğunu gördüm. Bir yandan ismimi arayıp bir yandan alanımın Yeni Türk Edebiyatı olmasını umarken çok şükür Zehra Boyraz kısmının karşısında Prof. Dr. Kemal Timur–Yeni Türk Edebiyatı açıklamasını gördüm. Heyecanım benden öylesine bağımsız bir vaziyete bürünmüş olacak ki, gözlerimi panodan ayırmamla birlikte direkt tez danışmanım Prof. Dr. Kemal Timur’un odasına yöneldim. Kısa bir hal hatır faslından sonra hocama mevzuyu açtım.

“Hocam, bu yıl bitirme tezimi sizden alıyorum. Gönlümde uzunca zamandır yer ettiğim bir konu var. Uygun görürseniz, depremde vefat eden üç edebiyatçı üzerine bir tez yazmak isterim. Ahmet Doğan İlbey, Ferhat ağca ve Fazlı Bayram. Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi müdavimleri…”

Hocam, “Tabii, biliyorum… Epey anlamlı bir konu düşünmüşsün, olur elbet. Ahmet Doğan Bey, doktora öğrencimiz Bilge hocanın babası. Hatta yakın zamanda Büyükşehir Belediyesi tarafından basılan kitabı çıktı. Şu kitap… bu kitabı kendine rehber edinebilirsin. Aynı zamanda Bilge hocanla da iletişime geçebilirsin… Şimdi tezinin adını belirleyelim: Depremde Kaybedilen Kahramanmaraşlı Şair ve Yazarlar Üzerine Tahlili Bir Çalışma: Ahmet Doğan İlbey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram.”

Şeklinde belirlemişken birkaç gün sonra Bilge Doğan hocamı ziyarete gittim. Kendisiyle o vakte kadar yalnızca programlar vesilesiyle bir araya geliyorken o gün babası üzerine bir bahis ziyareti tecelli etti.

Bilge hocam, acının eşiğinde bile vakarını muhafaza eden, her hadiseyi rıza penceresinden tefekkür eden bir gönül insanı. Bir şiirinde şöyle diyordu Sibel Kök hocam: “İnsanız a canım, onurlu yaralar taşıyor gövdemiz, yağmalanmış ruhlarımıza ruh üflüyoruz yeniden taze bahar çiçekleriyle” mısraları Bilge Doğan hocamın gönül iklimine ne de güzel tercüman olur. Zira o, imanının asaletiyle “onurlu yaralar”ını teslimiyet nişanesi gibi taşıyan, yüreği yanında bir gönül eridir. Babasının vefatının ardından “Allah-u Ekber!” nidalarıyla, gözyaşları içinde “Elhamdülillah benim babam şehittir!” diye haykırdığını yazısında okuyunca, teslimiyetin böylesine celî bir tezahürüne şahit oldum; şükürler olsun.

Hocamla birkaç hoş sohbet girizgâhının ardından asıl konuyu kendisine açtım. Babası ve dostları üzerine bir tez yazma muradımı arz eyledim. Vâr olsun, kıymetli aracılığı ve yönlendirmeleriyle birlikte adım attım. Bu vesileyle ilk süreçte Memduh Atalay, İsmail Göktürk, Enver Çapar ve Hasan Ejderha hocalarımla hem tanışmış oldum hem şahitliklerinden istifade ettim; çok şükür.

Öncelikle Ahmet Ağabey’in, sonra Ferhat Ağca’nın, daha sonra ise Fazlı Bayram’ın eserleri üzerinden bir tahlil çalışması yapmaya Bismillah diyerek başladım. Ardından dostlarının mevcut hatıra yazılarıyla devam ettim. Sonrasında ise, kelâmı yüreğinde kalanlarla birlikte bir röportaj sürecine adım attık. Ama ne süreç ya Rabbi! Anlatana bin hançerin saplandığı, dinleyenin ondan az kalır yanının olmadığı… Bu doğrultuda pek çok kıymetli isim hatıralarıyla çalışmanın yüreği oldular. Kıymetli hocam Mehmet Yaşar’ın aracılığıyla Mehmet Raşit Küçükkürtül, H. Ahmet Eralp, Fatin Rüştü Kayıran, Osman Gedik, Beyhan Yeter, İbrahim Bayram, Melih Erdem, Ayşe Ağca Erayman ve Ömer Faruk Ağca’nın şahitlikleriyle nasiplendik.

Röportaj esnasında tezahür eden bir sızı, ses kaydını çözümlerken de metne döküp revize ederken de her bir aşamada dirildi, dirildi. Nihayetinde bin miligrama erişti. Bakıldığında akademik bir gaye ile dile getirilen bu şahitlikler ve hatıralar, yalnızca ilim sahasına hizmet etmekle kalmadı tabi. Hüzünle başlayan, vefa ile yoğrulan, teslimiyetle olgunlaşan bir iç yolculuğa evrildi.

Onlarla dünya hayatında tanışmak, vakur duruşlarından feyz almak, istifadelenmek kaderde yokmuş. Fakat şehadetlerinden sonra ardında bıraktıkları hatıraların ruhuma işlenmesi, düşünceleri, idealleri ve ahlaki vakarlarıyla bütünleşmeme vesile oldu.

Süreci naklederken, her bir gelişmede “şükür” demeyi ihmal etmemeye gayret ettim. Zira her safha, kendi içinde bir hikmet taşıyordu. Fakat sözün hâsılı; asıl şükür, onların ardından kalan bu izlerle hemhâl olabilme nimetine olmalıdır.

Rahmetler olsun…

Fikir ve irfan ehli mümtaz bir şahsiyet Ahmet Doğan İlbey’e

Tercümanı, Maraş’ın sekizinci güzel adamı Ferhat Ağca’ya

Türküdârı, dünyaya çelme üstüne çelme takan efsane başkan Fazlı Bayram’a

ve tüm şehitlerimize…

Bin rahmet


Hüseyin Burak Us'un Şiir Kitabı "GÖMLEĞİM ŞURADA KURUSUN"/Hasan EJDERHA

 


   

"GÖMLEĞİM ŞURADA KURUSUN", Hüseyin Burak Us'un beşinci şiir kitabı. Şiirin yanında tiyatroya da gönül vermiş bir sanatçı Hüseyin Burak Us. Onca zor şartlar altında ÇAĞIN Tiyatrosunu kurup, sahneleyeceği oyunların oyuncularına bizzat kendisi tiyatro dersleri vererek, hem oyunları yönetti hem de oynadı. Bir şair olarak şiir tadında oyunlar sergiledi.


"Bir Çocuk Tutar Ellerimden" "Kim Geldi Penceresi" "Kapıyı Tekrar Çal" "Maraş Gözeli" ve "Seçkin Şairler Antolojisi" eserleri ile tanınan Hüseyin Burak Us, GÖMLEĞİM ŞURADA KURUSUN şiir kitabıyla her kitabında olduğu gibi yeni bir zirveye çıkıp oturmuş. Kitap BİRNOKTA Kitaplığı şiir serisinin 49. kitabı olarak çıkmış. Yetmiş dört sayfa; Şiir Tamircisi, Tebessüm Molası ve Z Harfi isimleri altında üç bölümden oluşuyor.

Hüseyin Burak Us'un GÖMLEĞİM ŞURADA KURUSUN adlı şiir kitabında otuz nefis şiir okuyacaksınız. Şairin mısralarındaki zekice söyleyiş buluşlarını farkettikçe şiir okumanız zevkine varacak, imgelerinde kendi yaşamış olduğunuz hayatınızın izlerini bulacaksınız. Söyleyiş zenginliğinin hazzını yaşarken, "Beni Yazmış" diye bir duygu gelip geçecek yüreğinizden.

"Kendini bir unutsa yanımda
Gurbette olsa büyük A gibi
Yaşarım satırının başında"


Hayırlı İşler Ramazan Şiiri'nden:

Böyle dolup taşınca bu çağın çeşmesinden
Ölüm mü desem tütün mü bu içimde biriken
Reklâm arası iman yakışmazmış mümine
Anladım seher vakti nefsimi süpürürken


Tebessüm Molası:
(...)
II.
Elleri cebinde ütülü mevsimlere
Sevdirirken çizgili yüzünü
Dudaklarında ayağını uzatmış
Dinleniyordu dünü


Gitme:

(...)
Gidip de bozma gönlümün hizasını
Ummadığı yerden yorar şehirler insanı
Kıyamet gibi kopar dalından çiçekler
Haritada durduğu gibi durmaz şehirler

(...)

"Dünyada söylenmedik söz kalmadı" der büyükler. Böyle bir durumda ne söylemeli öyleyse? "Ne söylediği değil, nasıl söylendiği önemli" sözünü de yine büyükler söyler.

Birbirini tekrar eden, hatta taklit eden, başkasını taklit ederken bile kendi içinde tekrara düşen insanların kendisine şair, yazdıklarına da şiir dediği bir ortamda Hüseyin Burak Us tertemiz söyleyişi ve kendi üslubuyla remz bir şair.

Her kitabının yayınlandığında, her mısraını okuduğumda iftihar ettim onunla. Bundan sonra da nice nefis şiirlere ve kitaplara imzası ne kadar da yakışacak. Ben ise onu bu zamana kadar olduğu gibi muhabbetle takip ederek duacısı olacağım.

HARMAN YELİ/Samet YURTTAŞ

 









Bu iğde kokularını geç

Mayısları ve nisanları da

Ellerini ısırgan otlarından sakın

Onların gece kaşıntılarından da

Ansızın bastıran haziran yağmurlarında dur

Kalbini çıkar ve avuçlarında ıslat

Biraz afet biraz tufan sonrası

Açılan yeryüzüne bak

Toprak atarken üstünden haziran yangınını

Bir sigara yak

Dumanı dağıtsın kara bulutları

Ve köylülerin dinmeyen korkularını

Yüzünü güneşe kat

Ve gülümse

Bir çiftçinin alın teriyle nemlenen

Buğday sarısı yüzüne

Harman yeli eser onların göğüslerinde

Sen savrulan samanları görürsün

Bunları atla

Kırlara koş

Kırlarda açan gelincikleri topla

Nasılsa eşdeğer rızka


Ordugahtan Namazgâha/Aziz Can KARAKOYUN



Şehr-i İstanbul’a intikal ve ikamet edişimin ilk ayında, gaziler diyarı ve evveli başkentimiz Bursa’daki dostları görmek maksadıyla; başkumandanımız Ahmet abinin dostluk tabirlerini ve nasihatlerini sırtıma, başka başka ama hepsi de bambaşka şehirlerdeki dostları gönlüme, Emre Acıharap’ı da yanıma kattım. Cihanda bize ağabeylik eden Cihan Alliş’in, yar gibi yarenlik eden Kadir Aydın’ın ve sessizliğiyle bizlere yoldaşlık eden Davud’un yanına “kaçak dükkân” eylemeye gittik.

Evvela, Cihan Alliş’in bizi epeyce dolandırmasından sonra (sanıyorum ki şehir hakkında önceden bilgimiz olsun diye), nihayet yalnızca iki gurbetçinin gözünde yanan dükkân mumunu görüp kucaklaştık. Dostluk gibi karnı da aç olan Emre Acıharap’ı doyurmak için Cihan abi, kollarımıza girerek biz iki fakiri götürdü. Amma velakin bizi dosta götürdüğünü, sokak başından bir mumla daha gelen Kadir Aydın’ı görünce anladık. Onunla da kucaklaştıktan sonra, hemen yanı başımızda olan Ulu Camii’nde namazımızı eda eyledik. Mülkü cihan olan Osman Gazi ve Orhan Gazi’ye selam durup dua ettik.

Taşı toprağı, ilim medreseleri ve camileriyle bereketli olan sokakları geçerek Haraççıoğlu’nda Osmanlı çayı, doğal sahlep ve çay eşliğinde ilk “kaçak dükkân”ımızı gerçekleştirdik. İkindi namazını ise evveli başkentin ilk camisi olan Alaaddin Camii’nde kıldık. Dualı dillerimiz ve abdestli adımlarımızla aziz dost Davud’a vardık. Kısa bir hasbihalden sonra Cihan Alliş’in evine intikal ettik. Demli ve dükkân kokulu çay ve tütünlerimiz eşliğinde nihayet ertesi tatil olan dükkânımızın mumunu Bursa’da da yaktık.

Sabahleyin, Cihan abimizin bizlere Göçmen Parkı’nda gurbetçi dostlara ısmarladığı ecnebi kahvesiyle Bursa’dan İstanbul’a geri döndük.


Bursa Adamı Çok Büyütüyor/Osman Emre HACIARAP

 

                                Fotoğraf: İstock

aziz dostla yağmurlu istanbuldan yağmurlu bursaya bir saatte gittik. yan yana oturduk yanyanadan hiç bahsetmedik. sadece paçadan bahsettik.

bursa'ya vardıktan sonra metroda cihan abiyle buluştuk. biraz gergindi, bizi gördükten sonra geçti. çarşıda biraz adımladıktan sonra cantıkçıya gittik. yuvarlak formdaki bir pide çeşidiydi. garsonları iri göbekli, nostaljik bir mekandı. cantıklar geç geldi ama güzeldi. cantıklardan daha güzeli kadir de geldi. kadir tarz değişikliğine gitmiş. deri ceket giyiyor. artık sadece kafası salaş.

içinde havuz olan camiiye gittik. namazları kılmanın mutluluğuyla yere çömdük ve biraz sohbet ettik.

çok yağmur yağıyordu ve biz bursanın şehir planını konuşmak adına yüksek bir tepeye çıktık. kadir ve cihan abinin sohbeti bizi derinden etkiledi. azizle beraber evlenmekten ve büyümekten korktuk. bursada yaşamaktan da korkmuş olabiliriz. dediğim gibi çok yağmur yağıyordu.

sakin bir yerde sıcak bir şeyler içtik. o soğukta sıfır kollu giyen bir evliya gördük.

dükkandan adını sık duyduğum davut'la tanıştım. büyük ve sessiz biriydi. bize çay ısmarladı buradan teşekkürlerimi iletiyorum.

namaz kılmak için cihan abinin sık gittiği camiye vardık. cihan abi bize günlük rutinlerinden bahsetti. bunları bahsederken ona karşı daha samimi hissettim. namaz sonrası apar topar camiyi terketti. sebebi hâlâ bilinmiyor.

yemeğin ardından evine geçtik. tütsü adında kedisiyle tanıştım. kendisi british. rahip bronson olayının ardından türkiyeye iltica etmiş. ırkçılık yaşamadığını dile getirdi. hikayesini dinlerken karnını kaşıdım.

gece boyunca epey sohbet ettik. davutla yeniden tanıştım. kadir'i daha çok sevdim. cihan abinin çok büyük biri olduğunu farkettim. aziz dostum azizle artık telepatik yollarla anlaşabildiğimizi farkettim.

bolca lezzetli yemekler yedim. bolca güldüm. dostlarıma ve tütsüye selam ederim.


Kuşakları Buluşturan Bir Edebiyat Yürüyüşü: Yoldaki Kalemler/Mehmed YAŞAR


Kelimelerin de bir ruhu, bir asaleti olduğu kanaatindeyim. Bazı kelimeler bunu fazlasıyla hissettirir. Dile gelince ya da yazılınca fark edersiniz hemen. Merâmınız sarihleşir, bereketlenir… Yol kelimesi de bunlardandır. Güzel Türkçemizin en zengin tedailere sahip, en asil kelimelerinden biridir. Gerek yalnız kullanıldığında, gerek türetildiğinde, gerekse başka bir kelimeyle yan yana geldiğinde bir yönü, bir kaderi, bir seyri, bir hedefi asil bir şekilde fısıldar kulaklarınıza.

İşte internet ortamında yayımlanan Yoldaki Kalemler isimli edebiyat dergisi de ismini bu asalet ve zenginlikten alır. Yoldaki Kalemler, bir internet dergisi olmanın çok ötesinde, farklı kuşakların ve tecrübelerin buluşup kalem yoldaşlığı ettiği; edebiyatın nizâsız bir yürüyüş, diriltici bir nefes, birleştirici bir güç olduğunu yeniden hatırlatan özel bir mekân ya da zeminin adıdır aslında. 2012 yılında değerli büyüğümüz Şair-Yazar Hasan Ejderha tarafından ve kendisinin yayın yönetmenliğinde kurulan Yoldaki Kalemler, 13 yıllık yolculuğunu bütün zarâfetiyle devam ettiriyor.

Her yeni kalem, edebiyat yolculuğuna çıkarken genellikle yalnızdır. Ve doğal olarak karşısında, edebiyat yayıncılığının muhkem kalelerinin görkemli ve korunaklı kapılarını ya da ticari kaygıların edebi hassasiyetleri gölgede bıraktığı popüler kültür çukurlarını bulabilme ihtimali yüksektir. Yoldaki Kalemler, bu vaziyetin bilinciyle genç kalemlere bir "sığınak" ve bir "fidanlık” olmuştur. Hasan Ejderha gibi gönlü dağlardan yüce ve deryalardan engin bir adanmış adamın emeğiyle yürütülen bu çaba, edebiyata, yani Türkçe’ye duyulan saf sevginin en güzel şahitlerinden biridir. Bu vesileyle Yoldaki Kalemler, edebiyatın bir inanç, bir adanmışlık meselesi olduğunu da vurgular.

Bu nokta-i nazarla bakınca görülüyor ki Yoldaki Kalemler’in en önemli özelliği, edebiyat dünyasına yeni adım atan kalemlere rehberlik etmesidir. Şöhretli dergilerin ve yayınevlerinin kapılarını çalmaya cesaret edemeyen genç yetenekler için bir başlangıç noktası sunar. Onların ilk ürünlerini, ilk heyecanlarını ve ilk hatalarını paylaşabilecekleri güvenli bir liman görevi görür. Bu, aynı zamanda kuşaklar arası bir köprü işlevi de taşır. Genç yazarlar, sayfalarında eserlerine yer verilen daha tecrübeli yazarların derinliğinden ve inceliğinden ilham alırken, usta kalemler de genç kuşakların dinamik ve yenilikçi bakış açısıyla tazelenirler. Geçmişin birikimiyle geleceğin enerjisini buluşturan bu tavır, Yoldaki Kalemler'in en büyük muvaffakiyetidir. Tabi bu karşılıklı etkileşim, dergiyi sadece bir yayın organı olmaktan çıkarıp, adeta bir "edebiyat okulu"na dönüştürmektedir. Yeni başlayanlar için bir tecrübe alanı, tecrübeliler içinse gençliğin nabzını tutabildikleri bir mecra sunarken edebiyatın birikimini ve geleceğini aynı sayfada buluşturarak nesiller arası diyaloğu canlı tutmaktadır.

Yoldaki Kalemler'in bir blogspot adresi üzerinden varlığını sürdürmesi, onu, hem erişilebilir hem de samimi kılmaktadır bence. Bu tarafıyla bir internet dergisi olarak sadece güncel edebiyat ürünlerini sunmakla kalmaz, aynı zamanda bir dönemin kaygılarını, beklentilerini, hassasiyetlerini de belgeleyen arşiv vazifesi görür. Her yayımlanan metin, aslında bir yazarın o anki ruh halinin, hayallerinin ve düşüncelerinin bir izidir. Bu izler bir araya geldiğinde, ortaya bir dönemin edebî ve fikrî hafızası çıkar. Yıllar sonra bu sayfalara dönüp bakıldığında, belirli bir dönemin ruhunu, genç kalemlerin umutlarını veya hayal kırıklıklarını görmek mümkün olacaktır. Yoldaki Kalemler, edebiyatın geleceğini inşa ederken, aynı zamanda o geleceğe anlamlı bir geçmiş de bırakır.

Yazımızın başlığında Yoldaki Kalemler’i, kuşakları buluşturan bir edebiyat yürüyüşü olarak tavsif ettik. Yoldaki Kalemler’in bu vasfı, elbette bir tesadüfün neticesi değil. Taammüden yapılmış bir şey. Ki yayın yönetmeni değerli büyüğümüz Şair-Yazar Hasan Ejderha, “Yoldaki Kalemler” bağlamında kendisiyle yapılan bir söyleşide bu durumu şöyle açıklıyor: “Bir gün, liseyi bitirdiğim yıllarda, iki kıtalık bir şiirimi, Cemil Meriç’in yazısının bittiği sayfanın altına koymuşlardı. Dergide Cemil Meriç’in adı da yazıyordu orada. O kadar mutlu olmuştum ki! Cemil Meriç’in yazısının yanında, koynunda benim iki mısralık şiirim duruyordu. Kendi kendime dedim ki: “Öyle bir dergi olsun ki, ilk defa şiiri yayınlanan bir gençle, herkesin tanıdığı meşhur bir yazar yan yana dursun. Hiç mizanpajla uğraşmadan, hangi yazı gelirse onu yayınlayalım, ardından gelen bir sonraki yazıyı da hemen koyup yan yana durduralım.” Ünlü bir şair ya da hikâyeci olabilir; onun hemen arkasına genç bir şairin yazısını koyalım, yan yana dursunlar. Hani benim bir mısram var ya: “Melâikelerin çektiği yeryüzü resimlerinde yan yana çıkmalıyız ikimiz.” İstedim ki melâikelerin çektiği yeryüzü resimlerinde, Yoldaki Kalemler’de yazanlar yan yana çıksın. Çünkü ben o zaman çok sevinmiştim. Sonraları da ünlü yazarların, şairlerin yanında bir yazım, bir şiirim yayınlanınca o çocukça sevinci hep yaşadım, gençler de bu sevinci yaşasın istedim. Bir de şu vardı: Kendi yazısı yayınlanınca, o yazıyı gönderen genç, oradaki ustaların yazılarını da okuyacaktı. Böyle bir sistem oturtalım dedik.”

İşte değerli büyüğümüz Hasan Ejderha’nın bu niyeti, doğru eylemlerle de buluşunca ortaya Yoldaki Kalemler gibi bir okul çıkmış oldu. Hoca-talebe, usta-çırak, abi/abla-kardeş, büyük-küçük ne derseniz deyin, nasıl tesmiye ederseniz edin, bu mecra edebiyat üzere ve dahi dostluk üzere insan yetiştiren bir mecra olmuştur. Bu mecra etrafında sadece eserler değil, nice hatıralar, nice dostluklar da husûle gelmiştir. İlk ürünlerini burada yayımlayan ya da yazdıklarını ilk defa burada paylaşan pek çok dostumuzun şimdi kitaplarını okuyor olmak nasıl bir mutluluktur anlatılması zor. Burada Hasan Ejderha Bey’in yeri geldiğinde bir abi, bir baba, bir arkadaş gibi, yeri geldiğinde de ketum ve acımasız bir editör gibi davranarak yoldakileri hasbî bir alaka ile yönlendiriyor olması bu yolculuğun en bereketli tarafıdır bence.

Yoldaki Kalemler’de farklı kuşakların buluşması aynı zamanda farklı coğrafyaların, farklı kültürlerin de buluşması anlamına gelir. Değerli büyüğümüz Hasan Ejderha Bey’in her ne kadar şimdi emekli olsa da uzun yıllar boyunca Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesinde vazife yapmış olması, hem de üniversitenin kütüphanesinde Şube Müdürü olarak vazife yapmış olması, bu kapsamda şiire, edebiyata ilgi duyan ve farklı şehirlerden ya da ülkelerden gelen pek çok üniversite talebesiyle dostluk kurması, doğal olarak Yoldaki Kalemler’e de azımsanmayacak derecede katkı sunmuştur. Yol’da şiirler, yazılar okurken bozkırın yalnızlığını, Karadeniz’in şirinliğini, Akdeniz’in sıcak nefesini, Tuna’nın sızılarını, Doğu Türkistan’ın çaresizliğini, Bosna’nın nazlı bekleyişini, Somali’nin hayallerini, Halep’in matemini, Doğu’nun hüznünü, Batı’nın samimiyetini de okursunuz. Dolayısıyla bin yıldır yetmiş iki millete beşik olmuş, yuva olmuş Anadolu’nun cesametini ve gözünü bu topraklardan ayırmadan bekleyen gönül coğrafyamızın melâlini de okursunuz burada.

Yoldaki Kalemler, 2012 yılında başlattığı bu kutlu yürüyüşü aynı samimiyetle devam ettiriyor. Duamız, dileğimiz nice 13 yıllar daha bu yürüyüşün devam etmesi, nice Hasan Ejderha’ların daha böyle yolculuklara öncülük etmesidir.

Yol’a girenlere, Yol’da olanlara selam olsun


Taşın Ürküttüğü Resim/ Sibel Kök

 


Sonra...
Sonrası sanrılar
Kabuslar ve boşluklar
Hayatla aramıza çizilen keskin çizgi
Uçurum yahut
Yokluğa yakınlık varlıktan çok
Sonrası ihanet panayırları
Yangın yeri köhne vicdanların
Bilenmiş öfkeler
Haykırışlar yeryüzünün küçük ve sevimsiz tanrılarına
İbrahim'iniz nerede,
İbrahim'iniz nerede?
Nerede karıncanın yuttuğu deniz,
Kimsenin aldırmadığı ateş?
Siz ve diğerleri
Hani şu varlığıyla kimliğinizi inşa ettiğiniz
Bir başkası
Veya öteki
Ufalmış ruhlarınız geldiği yerden habersiz
Ve nefis
Ve iktidar hırsı
Ve iblisten ödünç aldığınız kibir
Modası geçmiş bir kamburun
Sarsılmaz kalesi gibi sırtınız
Yalanlar ve yanılgılar çağının
Açık büfe günahları
Nasıl da kabartıyor iştahınızı
El ovuşturduğunuz kazançlar mesela
Hangi kalburun üstüne çıkarıyor sizi?
Söyleyin de bilelim
Hangi dağın zirvesinde eteğinizin çamura bulanmış yüzü?
Siz, siz, siz
Kör şeytanın fal taşı gibi açıp gözlerini
Hayretle izlediğisiniz:
Heyhat!
Heyhat!
Bunca putu nasıl taşıyor kemiksiz gövdeniz?

EVLAT SEVGİSİ / Teyfik KARADAŞ

 


Memuriyete serhat şehri Van ilimize bağlı, Emrah ile Selvi’nin diyarı yeşil Erciş ilçesinde öğretmen olarak başladım. O yıllarda terör olayları yüzünden Doğu ve Güneydoğu illerimizde can güvenliği yoktu. Devletimiz bölgede olağanüstü hal ilan etmişti. Olağanüstü hal bölgesinde görev yapan memurlara olağanüstü hal tazminatı adı altında fazladan bir para ödüyordu. Buna rağmen Olağan üstü hal bölgesine tayin olan memurların birçoğu göreve başlamıyordu. Ailemin ekonomik durumu iyi olsa belki bende göreve başlamazdım. Bölgedeki şartlar nedeniyle memleketim Kahramanmaraş’tan Erciş’e giderken ağlayarak gittim.

Erciş’te dört yıl görev yaptım. Orada görev yaparken Doğu Anadolu’nun birçok ilini ve ilçesini bir seyyah edasıyla adım adım dolaştım. Erzurum’daki Aziziye Tabyaları, Doğubayazıt’taki İshak Paşa Sarayı, Ahlat’ta ki Selçuklu Mezarlığı, Van’daki Akdamar Adası daha dün görmüşüm gibi hafızamdaki tazeliğini korumaktadır. Van Gölünün sodalı sularında bir dalgıç gibi yüzdüm. İlkbahar mevsiminde olta ile inci kefali avladım. Otlu peyniriyle kahvaltı yaptım. Serde şairlik olunca Ercişli Halk Ozanlarının Dergâhına intisap ettim. Onların çaldığı sazı, söylediği türküleri dinledim. Erciş’teki her günüm bayram coşkusunda geçti. Ağlayarak gittiğim Erciş’ten dört yıl sonra ağlayarak ayrıldım.

Erciş’ten sonra benim isteğim üzerine atamam sahabeler şehri Adıyaman vilayetimizin Gölbaşı ilçesine yapıldı. Atalarımız “Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur” diye boşa söylememiş. Belören İlköğretim Okulunda üniversiteden okul arkadaşım Mesude Çalık ile karşılaştık. Kendisi üniversitede tanıdığım en değerli insanlardan birisiydi. Eşi Adnan Menderes Beyde bir o kadar kıymeti bir insanmış. Onlarla aynı okulda çalışmak benim hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu.

Göreve başladığım ilk yıllarda tanık olduğum mutsuz evlilikler ve mutsuz evlilikler yüzünden ortaya çıkan dramatik hadiseler nedeniyle evlenmemeye karar vermiştim. Vermiş olduğum bu karar yüzünden altı yıl bekâr olarak çalıştım. Belören’e gelince Mesude Hanım beni evlenmeye ikna etti. Gölbaşı’nın Belören Kasabasında göreve başladıktan bir yıl sonra Mesude Hanımın yardımlarıyla Belören Sağlık Ocağında hemşire olarak görev yapmakta olan Safiye Hanım ile evlenmeye karar verdik. Törelerimize uygun şekilde nişan ve düğün törenlerimizi yaparak evlendik. Evlendikten iki yıl sonra nur topu gibi bir kız çocuğumuz oldu. Çocuğumuz dünyaya gelince yaşamış olduğum manevi huzuru ve mutluluğu ifade edecek sözcük bulamıyorum. Çocuğumuzun adını istikbali aydınlık olsun diye Damla Nur koyduk. Damla Nur’um bir çınar fidanı gibi büyümeye başladı. Beş yaşına gelince anaokuluna kayıt ettirdik. Damla Nurun çantasını sırtına alıp anaokuluna gittiği ilk gün, nasıl sevindiğimi hiç unutamıyorum. Damla Nur beş yaşında iken ikinci çocuğumuz Hilal Filiz doğdu. Hilal Filiz altı yaşında iken en küçük evladımız Elif Şeyda dünyaya gözlerini açtı. Hilal Filiz ve Elif Şeyda’nın doğumlarında da en az Damla Nur’un doğumunda yaşadığımız sevinç ve huzuru yaşadık. Elif Şeyda’nın doğumundan sonra beş kişilik çekirdek ailemiz tamamlanmış oldu.

 Belören İlköğretim okulunda yedi yıl müdür yardımcısı olarak çalıştım. Bu sırada Gölbaşına Gaziantep Üniversitesine bağlı iki yıllık bir meslek yüksekokulu açıldı. Ben Gölbaşı Meslek Yüksekokuluna Yüksekokul Sekreteri olarak atandım. Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Gölbaşı Gölünün güney kıyısında yer alan saklı cennetlerden bir köşeydi. Gölde yüzen turnalar, avcıların mermisine hedef olan karabatak kuşları, kıyıdaki kamışları arasında saklanan yaban ördekleri ve arada bir su üstünde takla atan yayın balıkları bana ilham kaynağı oluyordu. Odamın balkonunda bir taraftan çayımı ve sigaramı içiyor, bir taraftan da Gölbaşı Gölündeki yaban hayatını saatlerce seyrediyordum. Yaban hayatını seyrederken bazen tanık olduğum küçük bir görüntü yazacağım bir şiirin konusu olabiliyordu. Kalemi elime alıp şiir yazmaya başlıyordum…

Mesai bitiminden sonra eve gitmeden önce çarşıya gidiyor esnaflarla muhabbet ediyordum. İlçede görev yapan bütün memurlarla dostluk kuruyordum. Gölbaşı’n da hâkim, savcı, kaymakam gibi üst düzey memurların görev süresi üç yıldı. Gölbaşı’nda on sekiz yıl çalışınca onlarca kaymakam, hâkim ve savcı ile tanışma imkânım oldu. Ben Gölbaşı’nı, Gölbaşı halkıda beni sevdi. Günlerim Gölbaşı’n da mutlu ve huzurlu bir şekilde gelip geçiyordu. Ben bu şirin ilçede en azından emekli oluncaya kadar çalışmak istiyordum ama eşim benimle aynı düşüncede değildi. Eşim Gölbaşı’nı benim kadar sevmiyordu. Ailesi Adıyaman’dan Kahramanmaraş’a göç ettiği için kendisi de Kahramanmaraş’a gitmek istiyordu. Bu düşüncesini arada bir bana söylüyordu. Ben ise eşime “Bir üniversiteden, başka bir üniversiteye geçmenin zor olduğunu” söyleyerek vaziyeti idare etmeye çalışıyordum. Benim ailemde kahramanmaraş2a gelmemi istiyordu. Gölbaşında çalışmaktan memnun olduğum için Kahramanmaraş sütçü İmam Üniversitesine atanmak için hiçbir girişimde bulunmuyordum. Girişimde bulunsam atamamın yapılma olasılığı, yapılmama ihtimalinden daha yüksekti. Eşimde benim tayinimin olmayacağına inanıyor, kaderine boyun eğip Gölbaşı’n da yaşamaya devam ediyordu.

Güzel kızım Damla Nur artık on dört yaşamış sekizinci sınıfta okumaya başlamıştı. Damla Nur sekizinci sınıfın sonunda gireceği liseye geçiş sınavında başarılı olmak için gecesini gündüzüne katarak ders çalışıyordu. Bizde kızımızın başarılı olması için elimizden gelen çabayı sarf ediyorduk. Gölbaşında başarılı öğrencilerin okuyacağı üst düzey bir lise yoktu. Ben kendisiyle paylaşmasam bile Damla Nur’un Kahramanmaraş Süleyman Demirel Fen Lisesini kazanmasını istiyordum. Altıncı ve yedinci sınıftaki puanları oldukça başarılıydı. Damla Nur sekizinci sınıfta Liseye Geçiş Sınavına girdi. Sonuçlar açıklandı. Geçmiş yıllardaki puan ve yüzdelik dilimlerini incelediğimde Damla Nur Süleyman Demirel Fen Lisesini kıl payı kaybedeceğini fark ettim. Gaziantep Fen Lisesine girme şansı hiç yoktu. Almış olduğu puan Adıyaman ve Şanlıurfa Fen Liselerini kazanmaya yetiyordu.

Biz ilk sıraya Adıyaman Fen Lisesini mi, Şanlıurfa Fen Lisesini mi yazalım diye istişare ederken bizim okulun Türk Dili Okutmanı Burak Telli Kahramanmaraş Anadolu Öğretmen Lisesini tercih etmemizi tavsiye etti. Burak Hoca okutman olmadan önce Kahramanmaraş’ta dershane müdürlüğü yaptığı için konuya vakıftı. Kahramanmaraş’taki liselerin başarı durumlarını elinin içi gibi biliyordu. Burak Hoca bana “Abi Kahramanmaraş Anadolu Öğretmen Lisesi, Fen lisesinden daha başarıl bir okul. Çocuk kazanırsa pişman olmazsınız” dedi. Burak Hocanın tavsiyesine uyarak Kahramanmaraş Anadolu Öğretmen Lisesini tercih ettik. Damla Nur Kahramanmaraş Anadolu Öğretmen Lisesini kazandı.

Damla Nur’un okul kaydını yaptırdık. Kahramanmaraş’taki akrabalarımızın kalacak münasip bir evi olan olmayınca, kendini okulun pansiyonuna paralı yatılı öğrenci olarak yerleştirdik. Damla Nur hafta içi okulun pansiyonunda kalıyor, hafta sonları babaannesinin evine, evci iznine çıkıyordu. Bizde Damlanın hasretine dayanamayıp cumartesi günleri Kahramanmaraş’a gelip, pazar günü Gölbaşı’na gidiyorduk. İki gün Damla Nur ile zaman geçiriyorduk. Biz Damla Nur’u el bebek, gül bebek büyüttüğümüz için ben lisanı halinden pansiyonda kalmaktan memnun olmadığını hissediyordum. Bu hissimi eşimle dahi paylaşmıyordum. Bütün aile Damla Nur’un hasretiyle Gölbaşı Kahramanmaraş kara yolunda mekik dokumaya başladık.

Kırk yaşını geçmiş elli yaşına merdiven dayamış bir insan olarak benim dayanamadığım bu hasrete Damla Nur’un hiç dayanma gücünün olmadığını tahmin ediyordum. Her hafta sonu Kahramanmaraş’a geldikten sonra tekrar Gölbaşı’na dönerken gözlerim nemleniyor, için için ağlıyordum. İçimde yanan bu hasret ateşi her hafta biraz daha artarak bedenimin her tarafını kaplıyordu. Platonik aşkım Gölbaşı’nda huzurum kaçmaya başlamıştı. Duygusal bir insan olduğum için yemek saatlerinde Damla Nur’un sandalyesinin boş kalması bile beni ağlatmaya yetiyordu.

Eylül ve Ekim aylarında Gölbaşı’ndan Kahramanmaraş’a gidip gelirken pek bir sıkıntı yaşamıyorduk. Kasım ayı gelince bölgede kar yağışı başladı. Kar yağması sonucu yollar, bazen buzlanmaya bazen de yoğun kar yağışı nedeniyle kapanmaya başladı. Mevsim şartları nedeniyle yolculuk zorlaştı. Kasım ayının üçüncü haftası karlı bir cumartesi günü Kahramanmaraş’a gitmek için yola çıktık. Haydarlı Köyündeki rampada meydana gelen buzlanması vesilesiyle iki tane tırın kayması sonucu yol kapandı. Biz bir saatlik yolu dört saatte ancak gidebildik. Yoluculuk süresinin uzamasını boş ver bir kamyonun kayarak üzerimize doğru gelmesiyle canımızdan oluyorduk. Yaptığımız bir iyilik mi karşı geldi Rabbim bizi çocuklarımız için mi bağışladı bilemiyorum kamyon bize çarpmasına beş metre kala sağ tarafa yan tarafa devrildi.

Akçalar Yokuşunu indikten sonra buzlanma bitti. Pazarcık’tan geçip Narlıdan geçtikten sonra Kahramanmaraş’a vardık. Damla Nur bizi okulun giriş kapısında karşıladı. Geç kaldığımız için üzüldüğü lisanı halinden anlaşılıyordu. Damla Nur’u okuldan alıp çarşıya gittik. Çarşıda birlikte gezip dolaştık. İhtiyaçlarını aldık. Yemek yedik. Birlikte üç- dört saat güzel zaman geçirdik. Damla Nur konuşmalarında durmadan pansiyondaki sorunları anlatıyor, yatılılıktan memnun olmadığı yönünde mesaj veriyordu. Ben de konuyla ilgili yorum yapmadan Damla Nur’un kısa süre sonra bu yaşama uyum sağlayacağını düşünüyordum.

Çarşıdaki alış veriş işlerini bitirince akşamüzeri kayın pederin Namık Kemal Mahallesindeki evine gittik. Geceyi orada geçirdik. Pazar günü öğle namazını kıldıktan sonra damla Nuru okuluna götürüp oradan da Gölbaşı’na gitmek için kayın babamdan izin istedik. Kayınım Talat “Siz geç kalmayın Gölbaşı’na gidin. Damla Nur’u ben okuluna bırakırım” dedi. Bunun üzerine bizde valizlerimizi alıp arabaya binmek için dışarı çıktık.

Kayın babam, kayın validem, kayınlarım, baldızım Bahriye ve kızım Damla Nur bizi yolcu etmek için sokağa çıktılar. Sokağa bizi yolcu etmek için çıkan herkesle ayrı ayrı vedalaştıktan sonra arabayı çalıştırıp hareket ettim. Sokağın caddeyle birleştiği yerde beklerken gayri ihtiyari olarak dikiz aynasına baktım. Dikiz aynasından bizi uğurlamaya çıkan herkes içeri girdiği halde Damla Nur’un boynu bükük bir vaziyette bize arkadan bakmak için dışarıda beklediğini gördüm. Bir evden cenaze giderken erkekler tabutu omuzuna alıp hareket eder, kadınlar arkadan bakar kalır ya Damla Nur’um da o vaziyette bize bakıp kalmıştı. Damla Nur’u mu o vaziyette görünce yüreğimin başı cız etti. Tarifi mümkün olmayacak derecede canım acıdı. Gözlerim yaşardı. İçim burkuldu.

Böyle kederli psikojik durum içinde Gölbaşı’na gitmek için yola revan olduk. Arabanın kaloriferini çalıştırdım. İçeri ısınınca Hilal ile Şeyda Kapı Çam’a varınca arka koltuğun üzerine uyudular. Anneleri üstlerini örttü. Çocuklar uyanmasın diye biz eşimle kısık bir sesle muhabbete devam etmeye başladık. Muhabbete devam ederken güzel kızım Damla Nur’un arkamızdan bakarak kalması hiç aklımdan çıkmıyordu. Ben zihnimde Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine tayin istemeye karar verdim. Narlıya varınca düşüncemi eşim ile paylaştım. Eşim “Daha önce ben söylediğimde tayinim başka yere olmaz. Benim kadrom çakılı kadro diyordun” dedi. Ben ise “Bundan sonra olur” dedim. Geldiğimiz gibi yolda buzlanma ve kapanma olmayınca bir saat süren yolculuk sonunda Gölbaşı’na vardık.

Akşam yemeğinden sonra Osmaniye’de il tarım müdürü olarak görev yapmakta olan yakın arkadaşım İbrahim Sağlam’ı aradım. Durumu anlattım. Sütçü İmam Üniversitesine atanmak istediğimi söyledim. İbrahim Sağlam’ın amcası Prof. Dr. Mehmet Sağlam o zaman milletvekiliydi. Aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili olarak görev yapıyordu. Daha öncede YÖK Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı için üniversite camiasında sözü geçen, saygınlığı olan bir insandı. İbrahim bana” Kurban bayramının ikinci günü Göksun’a gel. Seni amcamla görüştüreyim” dedi. Ben bir özgeçmiş dosyası hazırlayıp kurban bayramının ikinci günü Göksun’a gittim. Hem İbrahim’in ailesiyle bayramlaştım hem de Mehmet Sağlam Abi ile görüştüm. Mehmet Sağlam Abi dosyamı elimden alıp şoförüne teslim etti. Bu dosyayı meclise gittiğimiz ilk gün benim odama getir dedi. Mehmet Abi Ankara’ya hareket ettikten sonra bende Göksun’dan ayrılıp köyüme gittim.

Ben Mehmet Abi ile görüştükten on gün sonra İbrahim beni aradı. Bana” Kardeş amcam Sütçü İmam Üniversitesi Rektörü ile görüşmüş. Kahramanmaraş’a git. Dilekçeni ver ”dedi. Ben gerekli evrakları tedarik ettikten sonra dilekçe vermek üzere Kahramanmaraş’a gittim. Üniversite Kütüphanesinde şube müdürü olarak görev yapan şair ve yazar Hasan Ejderha Abimin yanına gittim. Hasan Abi dilekçemi inceledi. Güzel olmuş dedi. Dilekçeyi Hasan Abinin yanında çalışan Mehmet isimli bir görevliyle rektörlük yazı işlerine gönderdik. Mehmet Bey dilekçeyi teslim edip kayıt numarasını da alarak kısa sürede geri geldi.

Hasan Abinin yanında çay içip biraz muhabbet ettikten sonra izimin üstüne Gölbaşı’na gittim. Bekleme süreci başladı. Aradan bir ay kadar bir süre geçtiği halde olumlu veya olumsuz olarak bir cevap gelmedi. Umudum azalmaya başladı. Ben bu arada tayinimin yapılması için Kahramanmaraş’ta tanıdığım bütün insanları devreye soktum. Bunlardan değerli arkadaşım Murat Çakıroğlu’nun bu konudaki iyiliğini hiç unutamam. Tayinimin yapılması için Rektör Beyin evine kadar gitti. İki aydan fazla süren bir bekleme sürecinden sonra Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine şube müdürü olarak tayin oldum. Ocak ayının karlı bir cumartesi günü evimi Gölbaşı’ndan Kahramanmaraş’a taşıdım. Üniversitenin İdari ve Mali İşler Dairesindeki göreve başladım.

Ailem, eşim ve arkadaşlarım Kahramanmaraş’a tayin olmamı çok istediği halde ben on sekiz yıl boyunca Gölbaşı’nda çalışmayı tercih ettim ama kızımın hasretine dayanamayıp dört ay içinde platonik aşkım Gölbaşından ayrılıp memleketim Kahramanmaraş’a geldim. Be kızım Damla Nur’a, kızım Damla Nur’da ailesine kavuşmuş oldu.


İç Acıların Toplamı/Nurcihan KIZMAZ



Gazze,
yeryüzünün açık yarası.

Bakışları zonkluyor çocukların,
mideleri de.

Dualar yanık kokuyor.
Dünya susuyor.

Bir ekmek parçası kadar bile
eşit değil hayat.

Ve insanın iç acılarını toplasan,
sonuç:
Gazze çıkıyor.


Türkünün Demini Bulmak/Burak Çırak

 


Dutun gölgesinde,
“Nasıl yar diyeyim ben böyle yare” derken
Kaç dem geçti, ağabeyim…

Mağaralarda demlenen türküler nerede şimdi?
Demli türküsüyle yanına oturan dost,
Yemen yollarına gidip gelirken
Dizinize şöyle tok bir şelpe çalıyor musunuz?

Ahmet ağabey,
Her şelpe bir kahkaha mıydı,
Yoksa türkünün içinden kopan bir dem mi?

Biz hâlâ dut gölgesindeyiz,
Ama türkünün demini
Bulamıyoruz…

Türkünün Demi

Dut gölgesinde
“Nasıl yar diyeyim” dedik,
Dem tükendi, ses sustu.

Mağaralarda demlenen türküler
Şimdi yetim…

Ahmet ağabey,
Bir zamanlar dizine şelpe çalardın,
Şimdi biz,
Türkünün demini arar olduk.



AŞK ARASI KİTAP MOLASI/Hasan Keklikci


İnsan dostların kitapları çıktıkça seviniyor ve severek okuyor. Bu sıralar etrafımız baharda açan çiçekler gibi, yeni çıkan kitaplarla dolmaya başladı. Ahmet Özmen Kılıç da ilk kitabını çıkartmış. Adını Aşk Arası Kitap Molası koymuş. Elli üç yıldır şehirdeyim. Ne zaman elimi bir şeye atsam, o şeyin köydeki karşılığı, ya da köydeki ismi geliyor gözümün önüne. Yine öyle oldu. Köyde isim koymazlar, “ad vururlar.” Birinin bir çocuğu olsa, biri bir kedisine, köpeğine isim verse, “adını ne vurdun?” derler. İlk bakışta kitabın ismi biraz uzun gibi gelmişti bana. Fakat kitabı okuyup bitirince, ismi ile içindeki şiirlerin çok güzel uyum sağladığını gördüm. Böylesine güzel şiirlerin bulunduğu kitaba, böyle güzel bir ad vurulmuş.


İsminden de anlaşılacağı gibi şiirlerin bir kaçı dışında çoğunluğu aşk şiirleri. İnsan Aşk Arası Kitap Molası’nı okuyunca Fuzuli’nin de aşk yeteneğini sorgulayası geliyor. Hani Fuzuli “Bendeki aşk yeteneği Mencûn’dan fazladır. Oysa âşık diye onun adı çıkmış bir kere.” demiş ya. Hallâc-ı Mansûr’a da sormuşlar “Ey Hallaç aşk nedir? Yani aşk şu demektir: Yolda giderken uyursun.” Hallâc mı önde Fuzuli mi bilemeyiz. Ahmet Özmen Kılıç “Nice aşk vurgunu yedim/Yine de sevdim” diyor ve bir kitap dolusu aşk şiiri yazıyor…

Gurbet şiirleri, hele gurbetteki bir hastanede veya hastane bahçesinde yazılmış şiirler her kalbe dokunur. “Ortak acıyım ben/Gökyüzüne uzanan köprüden…” diyor, şair Meryem Yardımcı Küçük. Hastane hepimizin ortak acısı, ortak umudu olduğu için değil midir bu şiirlerin kalbimize dokunması? Ahmet Özmen Kılıç “Hemşirelerin antibiyotik verme saatleri,/Bir türlü zamanı gelmeyen ziyaret vakitleri” diye yakınırken, şair Hasan Ejderha Hasta Anneler Ülkesi şiirinde “Annemin hasta kartına notlar alan hemşireyi/Kaç mısra ile yazabilirdim ki?” diyor. Afşinli şair Kul Hamit Allah’tan İstek Şiirinde hastalar için “Hastanelere girsem/Dertlilerin halin sorsam/İki araba ilaç versem/Bir kamyon da hapım olsa” diyerek, dileklerini sıralıyor.

Aşk Arası Kitap Molası, Morena Yayınevi’nden çıkmış. Seksen altı sayfalık kitapta altmış dört, birbirinden güzel şiir bulunuyor. “Şiir yazmak, haremini ele güne açmaktır.” diyor Behçet Necatigil. Şiirlerini dikkatle okunduğunuzda şair Ahmet Özmen Kılıç’ın gönlünü, gönlündeki güzelliği fark ediyorsunuz.

 Duamız odur ki; Aşk Arası Kitap Molası, şairin diğer eserlerinin de müjdecisi, habercisi olur.


MALUMUN İLANI/Nurcihan KIZMAZ

 


Çiçekli basma fistanımız vardı,bir de susma hakkımız.


Ne yorulduk ,
ne dinlendik-
yoktu kendimize vaktimiz.

Çamaşır suyuyla çitiledik,
soldu gitti hayallerimiz.

Sabrımızdı akan,
gözlerimizden,
Yanağımızda kurudu talihimiz.

Yavru muyuz,
ana mıyız?
Varmıydı ki bir adımız?

Cennet mi ayağımızın altında,
biz mi ayaklar altındayız?

Sahi, dünya kim içindi?
Kaç bucaktı, ne biçimdi?

Kim vercek hesabını,
geçen ömrümüzün şimdi

GURBET KERVANLARI/Samet Yurttaş

 


Gecenin bir yerinde durup

Dostların kutlu meclisinden yola çıkan

Kervanları gözlüyorum

O kervanlar ki muhabbet suyu taşıyor çöllere

O kervanlar ki türküler aşılıyor beldelere

Dostlar yürüyor kervanların önünde

Onları elimde bir tespih gibi çekiyorum

Otuz üç şiir, otuz üç türkü

Otuz üç tütün yakıyorum

Bitmiyor gece

Gurbet

Göğsümde bir çarpıntı gibi büyüyor


Dostların ehline denk gelmiş

Göçmen kuşlar geçiyor üstümden

Belki bir muhabbet kırıntısı düşer de

Kuşların ağzından ağzıma diye

Ağzımı açıyorum gökyüzüne

Maraşî bir kuş gelip

Dudaklarımda gurbeti soluyor

Onu gözlerinden öpüyorum

Gurbet

Göğsümde bir çarpıntı gibi büyüyor