Dayanıklı Olanı Hayatımızdan Silen: Planlanmış Eskime/Dr. Mutlu ASLANTÜRK

 

Fotoğraf: Şaziye CİN

Eskiden evlerimizdeki eşyalar, yalnızca bir araç değil; bir hikâye, bir hatıra ve çoğu zaman bir aile yadigarı idi. Annemin büyük babası Çilingir Duran Usta babasının teberiği bütün bakır kabı kacağı, kalaya gittiğinde başkalarının kaplarına karışmasın diye adının ve soyadının baş harflerinden oluşan “D.K” mührü ile markalamış. Bu sebeple bugün annemin hala kullandığı kalaylı bakır pilav tepsileri dedesinin baş harflerini taşımakta. Büyükannemin evinde hâlâ çalışan Tolon çamaşır makinesi, üç kuşağın yaşamına tanıklık etmiş sessiz bir şahit gibi. Her düğmesinde, vida yuvalarında, geçmişin emeği ve sabrı saklı. Annemin evindeki ilk Philips buzdolabı ve benim çeyizimdeki 31 yıllık derin donduruculu Beko ise, üretildikleri dönemin emeğe, vefaya, teknolojiye, dayanıklılığa ve kullanım ömrüne verdiği değerin simgeleri. Bugün artık bu bağlar kopuyor. Telefonlar, bilgisayarlar, mutfak aletleri evladiyelik üretilmiyor…Kapitalist düzenin üretim bantlarından planlanmış eskime felsefesi ile üretilmiş ürünler akıyor artık.

Global E-atık Monitörünün 2020 verilerine göre; 2020 yılında dünya, 53.6 milyon metrik ton ampul, otomobil, akıllı telefon gibi elektronik atık üretti ve bunun sadece %17.4’ü düzgün bir şekilde geri dönüştürülebildi maalesef…

BM Çevre Programının yaptığı araştırmalara göre Moda endüstrisi her yıl 92 milyon ton atık üretmekte ve 79 trilyon litre su tüketmektedir. Dahası, tüm tekstillerin %85’i her yıl çöpe gitmektedir.

Çevre bilinci üzerinde faaliyet gösteren derneklerin araştırmaları ev aletlerinin ortalama ömrünün 6-8 yıla kadar düştüğünü tespit etmiştir. Siz de farkında mısınız? Her şey çok alelacele ve özensiz üretiliyor sanki artık?

Ürettiğimiz her şey bir kum saatinin haznesinden akan kum taneleri gibi; zaman hızla akıyor, nesneler gözümüzün önünden kayıp gidiyor. Planlanmış eskime, sessiz bir felaket gibi hayatımıza sızıyor. Çevremizi, zihnimizi ve değerlerimizi aynı anda aşındırıyor.

Bu sadece çevreyi değil, zihnimizi ve ahlakımızı da tüketiyor. “Kullan-at” kültürü, bizi sürekli tatminsiz kılıyor. Elimizdekilerin değerini unutturuyor; ilişkilerimizi, hatta kendimize olan saygımızı bile aşındırıyor. Çünkü; bu kayıp yalnızca nesnelerle sınırlı değil. Sahip olduklarımıza gösterdiğimiz özen, ilişkilerimize ve kendimize olan saygımıza yansıyor. “Yeni, daha fonksiyonel ve daha iyi” her zaman peşimizde koşan bir hayalet gibi; elimizdekiyle yetinmenin değerini unutturuyor. Tatminsizlik bir döngü hâline geliyor.

Çocukluğumdan hatırımda kalan yaratana sevgiden kaynaklı üretilene saygı idi hayatın düsturu. Terziler kol evlerinden çıkardıkları kumaşları yamalık yapmaya uygun olduğundan biriktirir, insanlar bu parçaları yumurta süt yoğurt ile takas eder, aldıkları parçalar ile sünnet üzere yırtıklarını yamayarak eskilerini yeni yapardı. Hem öyle bir gelişmiştik ki bu hususta kırkyama, hanım dilendi bey beğendi gibi dikiş sanatları doğmuştu. Ayakkabılarımızı tamire yollardık, anne annelerimizin sabırla yamaladığı seccadelerde namaz kılar, bizden büyüklerin kullandığı ders kitaplarını onarır ciltler yeniden kullanırdık. Dirsek çürütmek boş bir tabir değildir, eskiyen okul önlüklerimizin kol manşetlerini değiştirir okul formalarımızın yıkanmaktan yorulmasından kaynaklı incelmesini altından giydiğimiz jüponlar ile telafi ederdik. Afiyetle yediğimiz karpuzların kabuklarından yaptığımız ilende tatlısının lezzetinin yeri hala damaklarda doldurulamadı. Kabak, salatalık kabuklarını kavurarak, tablanın dibinde biriken ev ekmeği kırıntılarından omaç yaparak yokluk günlerimizin ziyafetlerine dönüştüren öpülesi elleri vardı analarımızın.

Bir arızayı tamir etmek, aileyi bir araya getiren bir ritüele dönüşürdü. Büyükannemin çamaşır makinesi bozulduğunda, babam ve dayım onu söküp tamir eder; bu küçük arıza aile sohbetlerinin ve öğrenmenin vesilesi olurdu. Her çarkın yerine oturması, sadece makineyi değil, aileyi de bir arada tutan görünmez bir ip olurdu sanki. Bugün ise arızalı bir cihaz genellikle çöpe gidiyor; tamir etmek hem ekonomik hem de zaman açısından dezavantajlı sayılıyor. Bu tercihimiz ile yalnızca çevreye zarar vermiyoruz, aynı zamanda sabır ve emeğin değerini de kaybediyoruz.

Modern üretim anlayışı, her yeni model ürünle heyecan uyandırsa da kısa süreli bir tatminin ötesine geçemiyor. Yenisini almanın bir tercihten çok bir zorunluluğa dönüşmesini anlatan planlanmış eskime kavramını daha iyi anlamak için dünyada bıraktığı derin çevresel etkiye de bakmak lazım.

Kaynak Tükenmesi: Sık ürün değişiklikleri, hammadde talebini artırarak doğal kaynakların tükenmesini hızlandırır. Örneğin, akıllı telefon üretimi, nadir toprak metalleri gerektirir ve bunların çıkarılması çevresel olarak zararlıdır.

Atık Üretimi: Kısa ömürlü tasarlanmış ürünler, genellikle çöplüklere giden önemli miktarda atığa katkıda bulunur. Özellikle e-atık, toprağı ve suyu kirletebilecek tehlikeli maddeler içerir.

Enerji Tüketimi: Yeni ürünlerin üretimi önemli miktarda enerji gerektirir, bu da daha yüksek karbon emisyonlarına ve çevresel bozulmaya yol açar. Sürekli üretim döngüsü, yüksek bir karbon ayak izini sürdürür.

Bugün gerçek zenginliğe kavuşmamızı sağlayacak bir felsefe olarak, sahip olduklarımızı onarmak, onları korumak ve bir sonraki nesle aktarmanın en doğru bakış açısı olduğunu tüm çıplaklığı ile yaşıyoruz. Büyükannemin makinesi, annemin ve benim emektar buzdolabım yalnızca geçmişin teknolojisini değil, dayanıklılığın, emeğin ve sabrın değerini hatırlatıyor bana.

Planlanmış eskime, sadece çevreyi ve bireysel değerleri değil, toplumun kolektif belleğini de tehdit ediyor. Eskiden bir mutfak eşyası, bir giysi veya bir ev aleti, yalnızca işleviyle değil, hikâyesiyle de değer taşıyordu. Şimdi ise ürünler, kısa süreli tatmin için üretiliyor. Çocukluğumuzun, aile sohbetlerimizin ve emeğin izleri, modern üretim anlayışıyla siliniyor.

Peki bu yıkıcı döngüden nasıl çıkabiliriz? Belki de cevap, geçmişin bize bıraktığı mirasta saklıdır. Büyükannemin makinesine, annemin buzdolabına ve benim kendi çeyizimdeki eşyalara bakmak; onları tamir etmek, onlara sahip çıkmak ve “daha azla yetinme” ahlakını benimsemek, bu duruma karşı durmanın yolları olabilir.

Çünkü asıl zenginlik, sürekli yeniye sahip olmakta değil; sahip olduklarının kıymetini bilmekte ve onları onararak değer katmakta yatıyor. Her tamir edilen eşya, yalnızca çevreyi değil; sabrımızı, emeğimizi ve geleceğe dair sorumluluğumuzu da besliyor. Onarılan bir makine, bir nehir gibi; küçük çarkları döndürdükçe hayatı da akıtan bir güç hâline geliyor.

Bir eşyayı bir ömür boyu kullanmanın, onunla anılar biriktirmenin ve onu bir sonraki kuşağa aktarmanın ne kadar değerli olduğunu yeniden hatırlamanın vakti gelmiş de geçiyor bile. Dayanıklılık, sadece eşyalarda değil; insanın zihninde, ilişkilerinde ve ahlaki dünyasında da yaşatılması gereken bir değerdir. Gelecek, bugünün tüketim alışkanlıklarıyla değil, sahip olduklarımıza gösterdiğimiz özen ve onarıcı tutumla şekillenecektir. Üreticilerimiz de bu gerçeğin farkında olmalı üretim stratejilerini eskisi gibi emeğe, vefaya, teknolojiye, dayanıklılığa ve kullanım ömrüne verdiği değer üzerine yapılandırmalılar.

Ve unutmayalım: her tamir, her onarım, kaybolan değerleri geri getiren birer küçük mucizedir. Bir vida, bir düğme veya bir çarkın yerine oturması, sadece makineyi değil, geçmişimizi ve geleceğimizi de ahenkle bir araya getirir. Her onarım, hayatın küçük ritmiyle yeniden atan bir kalp gibidir; her tamir edilen eşya, bize hem zamanın hem de emeğin değerini hatırlatır.

Belki de en büyük zenginlik, sürekli yeniyi kovalamakta değil; elimizdekinin kıymetini bilmekte ve ona özen göstermekte gizlidir. Çünkü dayanıklı olan, unutulmadığında; eskimeyen, hatırlandığında; kaybolan değerler yeniden hayat bulur.


10.09.2025

faslanturk@hotmail.com

FİLİSTİN’DE BİR CUMA ÂMENTÜSÜ/Samet Yurttaş




Şakaklarından kan damlıyor,

Sen kanın açtığı yoldan yürüyorsun.

İnadına yürüyorsun

Tûr’a, Nuh’a ve Sûr’a...

Bütün kapıları kapatıyor dünya

Sana açılan denizleri dahi kapatıyor;

Akdeniz’i, Kızıldeniz’i.

Yüzünü kapatıyor gökyüzü,

Aldırmıyorsun ya

İnadına yürüyorsun.

Allah’ın bütün kapıları sana açtığı oluyor

Dudaklarının tekrarında Âmentüyü.

İnadına yürüyorsun,

Kalbin yeryüzü ayetleri gibi

Orada taşıyorsun kardeşlerini;

Adı Musa, adı Yakup, adı İsa...

Gözyaşlarını bir ipliğe dizip

Boynuna asıyorsun.

Orada yeşeren gülleri

Gülleri uzatıyorsun;

İbrâhim’e, İsmail’e ve İshak’a.

Sen o Cuma günlerinin güzelliği gibi

İnadına yürüyorsun


Bazen bir bitki çayı.../Muhammet Şaban Çiftçi



Birçok konuşma geçti aramızda,
Birçok kelime sarf ettim.
Her kelimede biraz daha yoruldum 
Biraz daha sustum...

— "Hasta mısın?" dedin.

Gözlerim hâlâ gözlerindeydi
Bir şey demedim.

— "İki bitki çayı lütfen." dedin.

KIPIRTI/ Hidayet BAĞCI













Gecenin serinliğinde başlıyor bu rüya,
Yeryüzü bir hazırlık içinde beklerken  
gün doğumunu,
Sen geliyorsun bu dünyaya…

Bir heyecan, bir kıpırtı var  
Çiçeğin dalındaki yeşil yaprakta…
Bunun adı ya bir rüzgar esintisi
Ya da mutlu bir müjdenin habercisi…

Bu yıl Eylül ayında geldin
Müjdelerle, kutlu haberlerle.
Hoş geldin, sefa getirdin,
Ya Resulallah!...


GÖÇ/Nurcihan KIZMAZ



Gökyüzünde bir hareket bir telaş,
Göç hazırlığında mı kuşlar?
Hangi ufuk çağırıyor sizi,
Ne aceleniz var?

Daha şiir yazacaktık eylülün gelişine.
Gecenin koynuna düşen ilk ayazı
Isıtacaktık hecelerle.

Gitmeyin, kalın biraz daha,
Hani ilk yağmur düşmedi ki toprağa.
Yapraklar henüz hazır değil ayrılığa.
Rüzgar türküsünü  bitirmedi  hâlâ.

Mektup yazarız birlikte,
Sıcak ülkelerdeki çocuklara.
Belki bir tutam umut
Bir tutam da serinlik koyarız zarfa.

Az bekleyin, oyalanın biraz daha.
Yarım kalan cümlelerimiz var,
Her seferinde bir şiir düşüyor zira
Ardınızda bıraktığınız boşluğa

Baktığımız Rüya Gördüğümüz Gerçek/ Sibel Kök

 


Yanlış zamandaydık belki
Yanlış iklimlerde
Bu yüzden denk gelmedi baharlarımız bile
Bir hikayenin ortasından böldüğü iki hayattık
Sen başka diyarda
Ben ezelden mahkum bir başka dünyaya

Saçlarının kıvrımında destanlar büyütürdün sen
Karanlığa değmeden doğardı bakışın
Şavkı vururdu yücelerden gülüşünün
Bir rüyaydı ki sesin gerçeğin ta kendisi

Bense kurbanlar verirdim cenk meydanlarında
Gürbüz sevdalar
Uykudan geçmeyen geceler
Serazat mısralara gebe güzelliğine
Bölük pörçük, darmadağın yahut;
Kınından sıyrılan yeminler

Sen ve ben dağları mahzun o şehrin
Mağrur çocuklarıydık
Kim görse başımızda esen rüzgarı
Deli bir poyraz sanardı
Halbuki biz aynı rüyaya doğardık her sabah yeni baştan
Yeni baştan başlardık
Dağılan yerlerini toplamaya hayatın
Bir kez bile denk gelmeden susuşlarımız

EMEKLE KUTSALLAŞAN SON KALEMİZ YUVAMIZ/Dr. Mutlu ASLANTÜRK


Kültürümüzde Meskenin Kutsiyeti;

Türk töresinde ev, sadece başımızı soktuğumuz bir yer değil; kimliğimizin aynası, huzurumuzun yurdu, ailenin yaşam enerjisinin buluşma noktasıdır. Bir çatının altına girmek, mülkiyetten çok daha fazlasıdır; ev, emeğin, güvenin ve huzurun ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

Dışarısı bazen soğuk, karmaşık, yabancı olabilir. Ama eve girdiğimizde, dört duvar arasında bizi saran şey sıcacıktır: güven, emek ve huzur. İşte bu yüzden ev, kalemizdir.

Ocağının Dumanı, Duanın Bereketi ile Ayakta Kalan Türk Yurdu;

Türk evinde kutsiyetin kalbi ocaktır. Alevleri yalnızca yemeği pişirmez, aynı zamanda gönülleri ısıtır. Buharı, birlikteliğin kokusunu zihinlere gönüllere taşır. Sevgi ve inanç ile ocağa konulan yemek günün duasıdır. Kolayca yapılsın, huzurla sağlıkla eksilmeden hep birlikte yensin duası ile “Sübhaneke’si okunur. Lezzeti yerinde olsun duası ile “İhlas’ı, bereketli olsun duası ile de “Tahiyyat” eklenir dua halkasına. Yemek yalnızca mideleri doyurmaz; aynı sofraya oturanları birbirine bağlayan bir tılsımdır.

Ev ve Emek;

Temiz bir çarşafın kokusu, anneannenin tarifiyle pişen bir kekin sıcaklığı, çocuk kahkahalarının duvarlarda yankılanması… Bunlar kapitalizmin süslü vitrinlerinde bulunmaz.

Bugün çoğumuzun mutfağı hazır yiyeceklerin hızına kapıldıysa da ocakta kaynayan bir çorbanın, fırında pişen bir kekin, kahvaltı masasındaki ev yapımı reçelin kokusu, yerini hiçbir şey tutamaz. Bu küçük görünen ayrıntılar, meskeni ev yapan, evi de kutsallaştıran tılsımlardır.

Evimiz ile ilgili uğraşlarımız azaldıkça, evimizin ruhu da eksilir. Meskenin kutsallığını yaşatmak için, ev işlerimizi yalnızca zorunluluk değil; emek, sevgi ve aidiyetin bir ifadesi olarak görmemiz gerekir.

Tüketim Kültürünün Evdeki Etkileri

Ne yazıkk ki; bugün evlerimiz birer tüketim vitrinine dönüşmüş, el emeğiyle hazırlanan yemekler yerin hazır gıdalara, evde geçirilen zaman ise yerini dışarıdaki süslü vitrinlere bırakmıştır. Evin ruhu, satın alınan eşyalarla değil, içinde verilen emekle, paylaşılan anılarla ve duyulan kahkahalarla beslenir. Bu nedenle, evimizi bir tüketim nesnesi olarak görmek yerine, onu sadelik, emek ve sevgiyle yeniden kutsallaştırmamız gerekir.

Evde Dayanışmanın Bereketi;

Bir evin sırrı sadece çatısında değil, içinde paylaşılan emektedir. Yemek pişirmek, sofrayı kurmak, evi toparlamak yalnızca “iş” değildir; aile fertlerinin birlikte yürüttüğü bir dayanışma halidir. Anne çorbanın tuzunu koyarken baba sofrayı hazırlayabilir, çocuklar masaya bardakları dizebilir. İşte o zaman yemek sadece karın doyurmaz, gönülleri de birbirine bağlar. Paylaşılan emek, aile ocağına siner, evin ruhunu besler. Bu dayanışma, evliliklerin devamlılığını güçlendiren görünmez bir harç gibidir. Çünkü sevgi, yalnızca güzel sözlerle değil; birlikte yapılan küçük işler, omuz omuza verilen emekle kalıcı olur.

Konuk ve Misafir;

Türk örfünde konuk, yalnızca eve gelen kişi değil, hane halkının onuru, töresinin sınavıdır. Konuğun geldiği evde ona en iyi yer ayrılır, yemeklerin en güzeli ikram edilir. Konuk ağırlamak, sadece cömertliğin değil, aynı zamanda yiğitliğin ve asaletin göstergesidir. “Konuğunu hor göreni, oba dışlar” anlayışı, göçebe yaşamın sert koşullarında insanın insana emaneti olarak görülmüştür.

Konuk kavramı, İslam’ın Anadolu’ya yerleşmesiyle birlikte, misafirlik kavramına dönüşerek daha da kutsal bir boyut kazanmıştır. “Tanrı misafiri” ifadesi, hiç beklenmedik bir anda kapıyı çalan, kimliği sorgulanmayan, yalnızca Allah rızası için ağırlanan kişiyi anlatır. Misafir, ev sahibine bir imtihan vesilesi, rızkın bereket kaynağı kabul edilmiştir. Bu anlayış, Anadolu irfanında şu cümleyle özetlenmiştir:

“Misafir on kısmetle gelir; birini yer, dokuzunu bırakır.”

Misafirlik, evin kutsiyetini en görünür kılan geleneklerimizdendir. Melih Cevdet Anday’ın “Bir Misafirliğe Gitsem” şiiri eve bereket taşıyan konuğun samimiyetle ağırlandığını fark ettiğinde nasılda sadrına şifa bulduğunu ne güzel anlatır.

Bir misafirliğe gitsem

bana temiz bir yatak yapsalar

herşeyi, adımı bile unutup

uyusam...

kalktığımda yatağım hala lavanta koksa

kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar

nerde olduğumu hatırlamasam

hatta adımı bile unutsam...”

Evin Belleği;

Ev, yalnızca bugünümüz değil, geçmişimizin hafızası, geleceğimizin duası ve umududur. Çocuk kahkahaları, bayram telaşları, hüzünlü günlerin sessizliği … Hepsi evin belleğine siner. İşte bu yüzden mesken, yaşayan bir varlık gibidir.

İslam inancında ev; imanla, emekle ve sevgiyle anlam kazanır. Evin çatısı erkeğin koruyuculuğunu, duvarları kadının emeğini, içindeki huzur ise Allah’ın rahmetini simgeler. Sofra bir okul olur, ocak bir dua mekânı, evin kendisi bir mescit gibi huzur verir.

Yaratılış gayesini bilen kadın, evinin mihenk taşıdır. Yemek pişirirken, temizlik yaparken, çocuk yetiştirirken, evini mamur ederken aslında Allah’ın rızasını arar. Kadının evine hizmeti şerefli bir vazifedir.

Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ev işlerine katkı sunarak müminlere örnek olmuştur. Bu bize, meskenin paylaşma ve dayanışma üzerine kurulduğunu gösterir.

Fahri kâinat efendimizin şehadetle müjdelediği Muaz, Muavviz ve Avf’ın anneleri Afra Validemiz gibi sahabe hanımlar, sofralarını sadece yemek yeme yeri değil, eğitim mekanları hâline getirmiş, çocuklarını iman ve sevgiyle büyütmüşler adanmışlar kervanının bir yolcusu yapmışlardır. Müslümanın evi, sadece barınak değil; aynı zamanda bir medrese, bir mescit, bir sevgi pınarıdır.

Son Kale Olarak Ev;

Modern çağda evler, çoğu zaman tüketim vitrinine dönüşmüş, gösterişin gölgesinde kutsallığını yitirmiştir. Oysa mesken, asıl değerini sadelik, emek ve sevgiden alır.

Evlerimizi yeniden “son kalemiz” mantığıyla korumalıyız. Çünkü hayat evde başlar, evden dağılır ve yine eve döner.

Mü’min Evin Yasası

Her evin kendi içinde yazılmamış ama ahalisinin gönüllerine nakşedilmiş maddeleri aşağıda ki sıralanabilecek bir anayasası olmalıdır:

Madde 1. İnanç, ocağı ayakta tutan harçtır; evin temeli imanla atılır.

Madde 2. Evde kılınan namaz, aile fertlerinin Rabbine yönelişidir; evin çatısındaki en büyük berekettir.

Madde 3. Mümin ev, meleklerin konuk olduğu evdir; kötü söz ve olumsuz duygulara yer yoktur.

Madde 4. Herkes yaratıldığı hâliyle kabul görmelidir; güzellik, kabiliyet ve mizaç Allah’ın takdiridir. Kadere rıza esastır.

Madde 5. Evdeki eşya ve imkânlar emanettir. Korunmalı, israf edilmemelidir. Tüketim zorunlu, gerekli, lüks sınıflarında üç ölçüyle sınıflanmalı. İsraf ve kör taklitten korunulmalıdır.

Madde 6. Kararlar istişareyle alınmalıdır; büyüklerin sözü, küçüklerin düşüncesi kıymetlidir.

Madde 7. Kadın ve erkek birbirinin rakibi değil, Rabbin kulu olarak eşittir. Zulüm evde en büyük haramdır.

Madde 8. Sıla-i rahim esastır; komşuluk hakkı korunmalıdır.

Madde 9. Zaman, eşyadan daha kıymetlidir. Vaktin israfına izin verilmemeli; her an kıymet bilinciyle yaşanmalıdır.

Madde 10. Mümin ev, bilginin beslendiği mekândır; öğrenilen her şey Allah rızası için taşınmalı ve aktarılmalıdır.

Madde 11. Evimizde helâl dairesinde eğlence, neşe ve muhabbet çoğaltılmaya gayret edilmelidir.

Yuva kutsaldır; çünkü onda emek, iman ve hatıra vardır. Ev, insanın kimliğini bulduğu, huzura kavuştuğu ve Rabbine en yakın olduğu yerdir.

Ocakta pişen çorbanın kokusu, temiz çarşafın ferahlığı, misafirle çoğalan bereket; hepsi evin kutsiyetini tamamlar.

Evlerimizi sadece barınak değil; birer huzur, iman ve umut yuvası hâline getirmek hem kültürel hem de dini mirasımıza sahip çıkmak demektir.

Çünkü ev, Rabbimizin bize verdiği en güzel nimettir; içinde sevgi, saygı ve emek varsa, dünya cennet olur

4/09/2025

Kahramanmaraş

BAKİ KALAN KUBBEDE HOŞ BİR ALEYH İMİŞ/Ömer Faruk GÜNAY

 


Alaiddin Küçükkürtül - Ömer Faruk Günay: Pirimiz, belagat üstadımız, semerkant türk'ü mehmet yaşar ağabey az evvel kıymetli kaynatası ve oğlu yusuf ile sahafa teşrif buyurdular. kendilerine sandalye gösterdik ve çay ikram ettik. bir müddet mülaki olduk, hoş sohbetinden feyizlendik. muhabbetin koyulaştığı bir ara yusuf'un dedesinin gözü raflarımızdaki kaya tuzu kandiline takıldı. tuz lambasının nefes darlığı ve benzerî hastalıklara iyi geldiğini izah ettik. kendileri ise, hatın analarının bu elim rahatsızlıktan şikayetçi olduğunu söylediler. derhal tavsiye ettik. tam sarıp poşetlemeye koyulacaktık ki mehmet yaşar araya girdi: "babacığım ben size 100, 200, 1000 MG'lı ilaçlar alırım, bunlar işe yaramaz." deyiverdi. tuz deryasının kıyılarından kırıp getirdiğimiz her derde deva kayalarımızı mehmet yaşar ağabeyimiz kapitalist, emperyal ve irfandan, ilimden, hikmetten yoksun tablet ilaçlarına tercih etti.

dükkandan ayrılırken yusuf'a bize kurt işareti yapması için salık verdi. yusuf kurt işaretini yaptı ve eczaneye gitmek üzere yola koyuldular.

biz de meyus bir halde klavyenin başına geçerek bu buruk hatırayı sizlerin vicdanına sunmaya karar verdik.

selam, hürmet..

Mehmet Raşit Küçükkürtül: derhâl idâm edilmesi nizâm-ı âlem ve adalet içün vaciptir. kaynatasından "-cığım" ekiyle söz ettiği için de malları müsadere edilip dârülacezeye muaccelen ve hükmün temyizine yer bırakmadan temlik edilmesi farzdır.

sizleri öğretisel bilinç ile selâmlar; anti-firavunist, anti-emperyalist, anti-siyonist, anti-kapitalist ve anti-faşist duyarlılıkları kuşanmış devrimci çizgiye çağırırım.

bir umuttur yaşamak - reis nuri pakdil

Ömer Faruk Günay: Ömrünüze Bereket üstadım.

Mehmet Yaşar: Ağyârın ithamından, yârin iftirası yeğdir.

Lakin yine de son arzum, tahkikatın idamdan sonraya bırakılmasıdır. Ne de olsa hadisenin vukû bulduğu mahalde şâhid-i sıddîk olarak bir Atsız kitabı vardı.

Kalsın benim davam divana kalsın...

Ömer Faruk Günay: …

Mehmet Yaşar: Mübarek kayınpederime zât-ı âlînizin iftirayı muhtevî metninizi aktardım. Kendileri de "Madem hükmün verilmiş, bâri idam sehpasına aç çıkma" buyurdular....

Ahmet Doğan İlbey: aziz dost ömer faruk günay'ın istihbaratı sağlamdır. olan zapt etmiş.

bu istihbaratı alan üdeba dostumuz hemen idamına ferman eylemiş.

fakat merhamet ve af etmesini dileriz. size göre "nizâm-ı âlem" şartlarını ihlâl sayılan bir "kusur" için semerkand türk'ü dostumuza kıyılır mı? kıyılmaz; affediniz.

selâm ve muhabbetle...

ahmet doğan ilbey

Ömer Faruk Günay: Allah razı olsun Ahmet abi. Biz de hem Raşit Abi'nin suç karşısındaki tereddüte yer bırakmayan tavizsiz duruşuna hem de Mehmet ağabeyin teslimiyetindeki yiğitliğine iman ettik. Böyle bir yiğidi asacak kürsü daha imal edilmemiştir sanıyoruz.

Selam.. hürmet..

Ahmet Doğan İlbey: aziz dost,

yârenlik güzeldir. iyi yapmışsın. yüreğine bereket.

selâm ve muhababetle


YA HEPSİ BİRDEN HAYKIRIRSA/Hasan EJDERHA

 


Hepsi birden haykırınca
Ay ve güneş ve yıldızlar
Utancından kaybolur
Kararır cümle âlem
Diye korkuyorum.

Lakin bunu yapıp da
Dünyayadaki diğer çocukların
Aydınlığına kıymıyor
Gazzeli çocuklar.


NEHRİN TERSİNE AKAN ŞİİR/Samet Yurttaş

 


Temize geçtiğim her şiir

Yeniden yazıyor kendini

Göğsüme mürekkep damlatıyor yıllar

Orada yeşeren mısraları yontuyorum ağzımla

Ağzım şiire duruyor yeniden

Aşka ve şiire olan inancım artıyor


Nehre iniyorum

Dudaklarımın kenarında mısralar

Nehre bırakıyorum onları

Su bulanıyor

Nehrin tersine akıyor mısralar

Şiir isyana dönüşüyor ağzımda yeniden

Aşka ve şiire olan inancım artıyor


Nehrin ahengine bırakıyorum kendimi

Kalbim ritmini buluyor

Şiir kendi sesini

Su yaratılışdaki sesi buluyor

Kendi sesinde

Kanıma su karışıyor

Suya şiir

Aşka ve şiire olan inancım artıyor yeniden


KÜL/Nurcihan KIZMAZ


Çığlık çığlığa sustu orman,
Kuşlar lâl oldu biteviye.
Ya gökten bir kıvılcım indi,
Ya da koskocaman bir ihmal.

Köyüm yandı çamların gölgesinde,
Bir de çocukluk salıncağım
Anılarımla birlikte.
Kanatları yanmış bir yusufcuk düştü
Ayaklarımın dibine,
Gözlerinde sitemle.

Bir geyik ölse dağ yetim kalır.
Dağların hıçkırığı,
İçimizdeki yeşili de alır.

Ey rüzgar sus biraz,
Gözyaşımız ulaşmıyor aleve.
Sen de ey insan öğren biraz!
Toprak bu acıyla nasıl analık yapar
Beşere, mahlukata, âleme

Diyar-ı Hamuş/Fatma Nur Kaya

 


Uzun bir aradan sonra
yeniden alıyorum kalemi elime.
Mürekkep değil, gönül deryamdan
dökülüyor sözcükler.

Bir an duraksıyorum—
belki de kafiye arıyorum.
Zira bilirim,
kafiye olmayınca söz yetim kalır,
Fakat bazen de
kafiyesiz sözün içinde
en hakiki melodi saklıdır.

Sahi, kime yazıyorum?
Ne için düşüyor kelimeler sayfaya?
Doğrusu, bilmiyorum.
Ama bilmemek,
bazen ilimden daha yüce bir lütuf,
cehalet değil,
bilgece bir sükût.

Bağışla beni—
ehli değilim bu işin.
O yüzden söze girmekte zorlanırım.
“Halin nasıldır?” diye sorsam,
cevap vermeye olur muydu mecalin?

Çünkü kelimeler,
senden kaçıyor.
Sen ise sessizliğe saklanıyorsun;
zannımca Diyar-ı Hamuş’tan geliyorsun.

Ve bilirim:
O hamuşluk, büyük mertebedir.
Zira susmak, binlerce sözden ağırdır.
Söz, gönle ulaşmazsa ses olmaktan öteye gidemez;
fakat suskunluk,
gönlüne iner de sırra ererse,
işte o vakit hakikatin kapısı aralanır.

Ne mutlu o yüce mertebeyi hakkıyla taşıyana,
ne mutlu susarak konuşana,
ve sükûtun dilinden
Rabbin kelâmını duyana.

 

GEÇMEYEN ZAMANLARA/Samet YURTTAŞ

 


Takvimlerde baş döndüren uzayışlar

Güneş çatlatıyor gövdemi

Zaman topuklarıma inen

Gecenin ağrısı

Yakamda adımın karşılığı:

Kırk iki, kırk iki...


Gece yüksek ateş, sancı

Ve gurbet söyleşileri.

Beynimde

Dinmeyen davul sesleri

Düğün değil kervan değil göç değil

Topuklarımı çatlatan yankı


Bir deli öfke:

Dirseklerimde mermerin sıcak iniltisi.

Dudaklarımda taze kan kokusu

Şiirin çeşmesine iniyorum

Yanaklarımda kuruyor

Tuz ve su


NE HABER/Nurcihan KIZMAZ



Ey gelecek nasılsın
Gülebiliyor mu çocuklar
El açıp şükre durdu mu analar
Yuvaya dönebildi mi babalar

Ağaçlar büyüyor mu
Yoksa tütüyor mu daha
Yine aynı betonla dolu mu dünya
Yıldızlara ulaşamadan 
Soldu mu yine her rüya

Kaldı mı şairlerin divitinde kelam
Şiir okunuyor mu oralarda hâlâ

Mustafa Cihan Alliş'e Mektup/Alaadin KÜÇÜKKÜRTÜL



Kıymetli kardeşim hikaye muharriri Mustafa Cihan Allişe

Yirmi birinci asırda bir mektuba nasıl başlanıyor, bilemiyorum. Yirmi birinci asırda mektup yazılıyor mu onu da bilemiyorum ama ben bu mektubu yazıyorsam bir örneği vardır diyebiliriz.

Yirminci asırda olsak gurbetteki birine (yani bu örnekte gurbetteki kişi sen oluyorsun en azından fiziken öyle oluyorsun) mektup yazıyor olsak “Evvela mahsus selam eder; büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.” diye başlardık.

 Uzun zamandır hikaye yazamıyorum. Ne kadar zamandır hikaye yazamadığımı hesaplayamayacak kadar süredir yazamıyorum. Acaba hikaye yazan biri değil miyim? Böyle bir yeteneğim yok mu? Daha önce yazdıklarım hikaye değil miydi? Sorularını soracak kadar hikaye yazamıyorum. Diğer yazarlarda bu durum olmuş mudur? Oluyor mudur?

Merhum ve mağfur hikaye üstadımız muharrir-i azam Ömer Seyfettin bu sıkıntıyı çekmemiştir sanıyorum. Zira kendisinin bilinen neşredilmiş 4 cilt eseri, neşredilmemiş onlarca da makale ve hikayeleri var. 36 yaşında vefat ettiğini biliyoruz. Okumayı öğrendiği günden ölüm gününe kadar yazdığını hesap etsek nefes aldığı her gün yazmış olma ihtimali yüksek diyebiliriz.

Türk Roman’ın Kartalı merhum ve mağfur muharrir Kemal Tahir’e ne demeli peki. Sancılı ve çalkantılı hayatına rağmen neredeyse yaşı sayısınca hacimli ve muazzam eserleri nasıl yazmış? Bütün bu sorulara bir cevap bulamıyorum.

Muharrir Sait Faik bir hikayesinde “Yazmasam deli olacaktım” diyor.

Yazmadığımda delirseydim belki yazabilirdim.

Hâl-i pür-melâlim böyledir aziz dostum.

Bu mektuba cevabını tütüne hasret bir tiryakinin ilk nefes tütünü ciğerlere çekmesi gibi bekliyorum.

Selam ve muhabbetle…

6 Ağustos Çarşamba

K.maraş