Eskiden evlerimizdeki eşyalar, yalnızca bir araç değil; bir hikâye, bir hatıra ve çoğu zaman bir aile yadigarı idi. Annemin büyük babası Çilingir Duran Usta babasının teberiği bütün bakır kabı kacağı, kalaya gittiğinde başkalarının kaplarına karışmasın diye adının ve soyadının baş harflerinden oluşan “D.K” mührü ile markalamış. Bu sebeple bugün annemin hala kullandığı kalaylı bakır pilav tepsileri dedesinin baş harflerini taşımakta. Büyükannemin evinde hâlâ çalışan Tolon çamaşır makinesi, üç kuşağın yaşamına tanıklık etmiş sessiz bir şahit gibi. Her düğmesinde, vida yuvalarında, geçmişin emeği ve sabrı saklı. Annemin evindeki ilk Philips buzdolabı ve benim çeyizimdeki 31 yıllık derin donduruculu Beko ise, üretildikleri dönemin emeğe, vefaya, teknolojiye, dayanıklılığa ve kullanım ömrüne verdiği değerin simgeleri. Bugün artık bu bağlar kopuyor. Telefonlar, bilgisayarlar, mutfak aletleri evladiyelik üretilmiyor…Kapitalist düzenin üretim bantlarından planlanmış eskime felsefesi ile üretilmiş ürünler akıyor artık.
Global E-atık Monitörünün 2020 verilerine göre; 2020 yılında dünya, 53.6 milyon metrik ton ampul, otomobil, akıllı telefon gibi elektronik atık üretti ve bunun sadece %17.4’ü düzgün bir şekilde geri dönüştürülebildi maalesef…
BM Çevre Programının yaptığı araştırmalara göre Moda endüstrisi her yıl 92 milyon ton atık üretmekte ve 79 trilyon litre su tüketmektedir. Dahası, tüm tekstillerin %85’i her yıl çöpe gitmektedir.
Çevre bilinci üzerinde faaliyet gösteren derneklerin araştırmaları ev aletlerinin ortalama ömrünün 6-8 yıla kadar düştüğünü tespit etmiştir. Siz de farkında mısınız? Her şey çok alelacele ve özensiz üretiliyor sanki artık?
Ürettiğimiz her şey bir kum saatinin haznesinden akan kum taneleri gibi; zaman hızla akıyor, nesneler gözümüzün önünden kayıp gidiyor. Planlanmış eskime, sessiz bir felaket gibi hayatımıza sızıyor. Çevremizi, zihnimizi ve değerlerimizi aynı anda aşındırıyor.
Bu sadece çevreyi değil, zihnimizi ve ahlakımızı da tüketiyor. “Kullan-at” kültürü, bizi sürekli tatminsiz kılıyor. Elimizdekilerin değerini unutturuyor; ilişkilerimizi, hatta kendimize olan saygımızı bile aşındırıyor. Çünkü; bu kayıp yalnızca nesnelerle sınırlı değil. Sahip olduklarımıza gösterdiğimiz özen, ilişkilerimize ve kendimize olan saygımıza yansıyor. “Yeni, daha fonksiyonel ve daha iyi” her zaman peşimizde koşan bir hayalet gibi; elimizdekiyle yetinmenin değerini unutturuyor. Tatminsizlik bir döngü hâline geliyor.
Çocukluğumdan hatırımda kalan yaratana sevgiden kaynaklı üretilene saygı idi hayatın düsturu. Terziler kol evlerinden çıkardıkları kumaşları yamalık yapmaya uygun olduğundan biriktirir, insanlar bu parçaları yumurta süt yoğurt ile takas eder, aldıkları parçalar ile sünnet üzere yırtıklarını yamayarak eskilerini yeni yapardı. Hem öyle bir gelişmiştik ki bu hususta kırkyama, hanım dilendi bey beğendi gibi dikiş sanatları doğmuştu. Ayakkabılarımızı tamire yollardık, anne annelerimizin sabırla yamaladığı seccadelerde namaz kılar, bizden büyüklerin kullandığı ders kitaplarını onarır ciltler yeniden kullanırdık. Dirsek çürütmek boş bir tabir değildir, eskiyen okul önlüklerimizin kol manşetlerini değiştirir okul formalarımızın yıkanmaktan yorulmasından kaynaklı incelmesini altından giydiğimiz jüponlar ile telafi ederdik. Afiyetle yediğimiz karpuzların kabuklarından yaptığımız ilende tatlısının lezzetinin yeri hala damaklarda doldurulamadı. Kabak, salatalık kabuklarını kavurarak, tablanın dibinde biriken ev ekmeği kırıntılarından omaç yaparak yokluk günlerimizin ziyafetlerine dönüştüren öpülesi elleri vardı analarımızın.
Bir arızayı tamir etmek, aileyi bir araya getiren bir ritüele dönüşürdü. Büyükannemin çamaşır makinesi bozulduğunda, babam ve dayım onu söküp tamir eder; bu küçük arıza aile sohbetlerinin ve öğrenmenin vesilesi olurdu. Her çarkın yerine oturması, sadece makineyi değil, aileyi de bir arada tutan görünmez bir ip olurdu sanki. Bugün ise arızalı bir cihaz genellikle çöpe gidiyor; tamir etmek hem ekonomik hem de zaman açısından dezavantajlı sayılıyor. Bu tercihimiz ile yalnızca çevreye zarar vermiyoruz, aynı zamanda sabır ve emeğin değerini de kaybediyoruz.
Modern üretim anlayışı, her yeni model ürünle heyecan uyandırsa da kısa süreli bir tatminin ötesine geçemiyor. Yenisini almanın bir tercihten çok bir zorunluluğa dönüşmesini anlatan planlanmış eskime kavramını daha iyi anlamak için dünyada bıraktığı derin çevresel etkiye de bakmak lazım.
Kaynak Tükenmesi: Sık ürün değişiklikleri, hammadde talebini artırarak doğal kaynakların tükenmesini hızlandırır. Örneğin, akıllı telefon üretimi, nadir toprak metalleri gerektirir ve bunların çıkarılması çevresel olarak zararlıdır.
Atık Üretimi: Kısa ömürlü tasarlanmış ürünler, genellikle çöplüklere giden önemli miktarda atığa katkıda bulunur. Özellikle e-atık, toprağı ve suyu kirletebilecek tehlikeli maddeler içerir.
Enerji Tüketimi: Yeni ürünlerin üretimi önemli miktarda enerji gerektirir, bu da daha yüksek karbon emisyonlarına ve çevresel bozulmaya yol açar. Sürekli üretim döngüsü, yüksek bir karbon ayak izini sürdürür.
Bugün gerçek zenginliğe kavuşmamızı sağlayacak bir felsefe olarak, sahip olduklarımızı onarmak, onları korumak ve bir sonraki nesle aktarmanın en doğru bakış açısı olduğunu tüm çıplaklığı ile yaşıyoruz. Büyükannemin makinesi, annemin ve benim emektar buzdolabım yalnızca geçmişin teknolojisini değil, dayanıklılığın, emeğin ve sabrın değerini hatırlatıyor bana.
Planlanmış eskime, sadece çevreyi ve bireysel değerleri değil, toplumun kolektif belleğini de tehdit ediyor. Eskiden bir mutfak eşyası, bir giysi veya bir ev aleti, yalnızca işleviyle değil, hikâyesiyle de değer taşıyordu. Şimdi ise ürünler, kısa süreli tatmin için üretiliyor. Çocukluğumuzun, aile sohbetlerimizin ve emeğin izleri, modern üretim anlayışıyla siliniyor.
Peki bu yıkıcı döngüden nasıl çıkabiliriz? Belki de cevap, geçmişin bize bıraktığı mirasta saklıdır. Büyükannemin makinesine, annemin buzdolabına ve benim kendi çeyizimdeki eşyalara bakmak; onları tamir etmek, onlara sahip çıkmak ve “daha azla yetinme” ahlakını benimsemek, bu duruma karşı durmanın yolları olabilir.
Çünkü asıl zenginlik, sürekli yeniye sahip olmakta değil; sahip olduklarının kıymetini bilmekte ve onları onararak değer katmakta yatıyor. Her tamir edilen eşya, yalnızca çevreyi değil; sabrımızı, emeğimizi ve geleceğe dair sorumluluğumuzu da besliyor. Onarılan bir makine, bir nehir gibi; küçük çarkları döndürdükçe hayatı da akıtan bir güç hâline geliyor.
Bir eşyayı bir ömür boyu kullanmanın, onunla anılar biriktirmenin ve onu bir sonraki kuşağa aktarmanın ne kadar değerli olduğunu yeniden hatırlamanın vakti gelmiş de geçiyor bile. Dayanıklılık, sadece eşyalarda değil; insanın zihninde, ilişkilerinde ve ahlaki dünyasında da yaşatılması gereken bir değerdir. Gelecek, bugünün tüketim alışkanlıklarıyla değil, sahip olduklarımıza gösterdiğimiz özen ve onarıcı tutumla şekillenecektir. Üreticilerimiz de bu gerçeğin farkında olmalı üretim stratejilerini eskisi gibi emeğe, vefaya, teknolojiye, dayanıklılığa ve kullanım ömrüne verdiği değer üzerine yapılandırmalılar.
Ve unutmayalım: her tamir, her onarım, kaybolan değerleri geri getiren birer küçük mucizedir. Bir vida, bir düğme veya bir çarkın yerine oturması, sadece makineyi değil, geçmişimizi ve geleceğimizi de ahenkle bir araya getirir. Her onarım, hayatın küçük ritmiyle yeniden atan bir kalp gibidir; her tamir edilen eşya, bize hem zamanın hem de emeğin değerini hatırlatır.
Belki de en büyük zenginlik, sürekli yeniyi kovalamakta değil; elimizdekinin kıymetini bilmekte ve ona özen göstermekte gizlidir. Çünkü dayanıklı olan, unutulmadığında; eskimeyen, hatırlandığında; kaybolan değerler yeniden hayat bulur.
10.09.2025
faslanturk@hotmail.com