GİDİYORUZ/Hasan EJDERHA


Hasan KEKLİKCİ'ye


Ah be emmi
Dünya, dünya dediklerini
Gördük de gidiyoruz.
Bize kalmayacağını bile bile
Bir sürü dünyalığı sepet gibi
Ördük, ördük de gidiyoruz.

Bırak bilmesin muhannet
Yüreğimizi cümle âleme
Serdik de gidiyoruz.
Yürekten sergi olursa
Tepelenir sırrına erdik de gidiyoruz
Bir yüreğimiz vardı verecek
Verdik de gidiyoruz.

İstikamet üzre yürümekti hedefimiz
Büyükler bilir dediler, başüstüne
Büyüklere sorduk da gidiyoruz.
Ah emmi ne yollar yürüdük bunca ömürde
Yolları yorduk da gidiyoruz.

Yürüsün kalan yolcular
Borcumuz yok kimseye
Alacağımız vardı felekten
Alacağımızı aldık da gidiyoruz.
Daha çıkmadan yola
Yar'e selamı beş vakit
Saldık, saldık da gidiyoruz.

Boş, bom boş gidilmez sevgiliye
İnşallah dolduk da gidiyoruz.
Hamlığımız aşikâr cümle âleme
Onca sarı sıcaklar yedik
Yazıda yabanda olduk da gidiyoruz.
Bir makama eremedik
Hiç ise bize çok uzak
Biz de bilmeyiz makamımızı
Nolduk da gidiyoruz.

Toprağımız çorak düştü
Çöller varmış nasipte
Susuz bahçeler gibi
Solduk da gidiyoruz.
Hiç şikâyet etmedik
Başkaydı aradığımız
Bulduk da gidiyoruz.

Irgat çocukluğumuzda nice aç uyuduk
Ah emmi, en zor da ekmeği bulurduk
Bulunca ekmeğimizi böldük de gidiyoruz.
Çile de çabuk geçermiş, sefa da
Ne kıymeti var ki dünyanın
Aha bak öldük de gidiyoruz.

ANNE ORUCU/Samet YURTTAŞ




Anne benim işte hayırsızın biri oğlun

Hani tosunum diye severdin bazen

Sen üzülme ama

Laf aramızda bir deri bir kemik şimdi

Karakavruk bir oğlan

Yemekten önce elli iki buçuk

Yemekten sonra elli üç

Geçen ellinin altı ölüm dediler

Hiç korkmadım ama

"Anne orucundayım" dedim ben

Hani nasıl söylesem

Ramazan orucuna da benzemiyor ki hiç

İftarda açsın sahurda aç

Ve ödüm kopuyor

Yanlışlıkla anne dersem orucum bozulacak.


Hani nasıl desem

Hastane yüzü de görmedim henüz

Bilirsin en son senin yüzünü görmüştüm orda

Öyle yüzüstü bırakıp

Zemzem almaya gitmiştim de

Dönemedim henüz

Benim işte hayırsızın biri oğlun

Hep geç dönerdim eve de.


Anne benim işte hayırsızın biri oğlun

Hani cezaevine gitme demiştin

Dört yıldır cezaevindeyim

Sen yine de kimseye söyleme

Geçen elli bin kişi çıktı

Ama ben çıkmadım

-Anne sözü dinlemeyenlerin yatarı çokmuş-

Hem açlık orucunu öğrendim burda

Öldürmez dediler

Ama "anne orucu" öldürürmüş

"Olsun" dedim göğsümü gere gere


Anne benim işte hayırsızın biri oğlun

-Sen daha uyumadın mı bu saatte-

Mezarına çiçek almaya gitmiştim de

Çiçekçi mezarını gösterince vazgeçtim

Hem ödüm kopuyor

Mezarına diktiğim çiçekler

Açmaz diye


Anne benim işte hayırsızın biri oğlun

Daha ölmedim

Ama ciğerlerim sönmüş dediler

"Annemi görmeyen çiçekler solmuş" dedim

Sen yine de kimseye söyleme

Yazmanı da fotoğrafının önüne koydum

Yazmandaki çiçekler doysun hasretine

Hem ödüm kopuyor anne

Fotoğrafına bakmadan uyursam

Orucum bozulur diye


Bir Çift Göz/G. Hasan EJDERHA





Ebu Ubeyde'ye



Bir çift göz gördüm, ölürken bile parlayan

Bakıslar sert, kalp aşk ile dolu

 Ebu Zer gibi haykıran bir yiğit

Dillerde tekbir, kalp iman ile dolu 


Milletler aç kurt, üstümüze dadanmış

Aksa'yı verme küfrün ellerine

Şehadet en çok sana yakışmış

Ümmet şahit parlayan gözlerine


Sana yakışır Seyfullah diye anılmak

Bak, Halid bin Velid çağırıyor seni

Nasip olmadı Aksa'da namaz kılmak

Bayrağı diktigimiz gün anacağız seni



DÜŞLERİN DEHLİZİ/Azize BATİ

 

Fotoğraf:Yasin MORTAŞ


Aylar sonra Yaşlı Bilge’nin son gün dedikleriyle uyandı günün rüzgârlı sabahına. Yıllar önce yaşadığım kasabandan ayrılmış olmanın ağırlığı birkaç saat içinde bütün bedenini ve zihnini etkisi altına almıştı. Bilgenin evinden ayrılmadan önce posta kutusuna bıraktığı iki satırlık mektupla hayatında yeni bir pencere açılmıştı. Çocukluğu boyunca merak ettiği bir sırrın kapısı yeniden aralamış gibiydi.

“Neyi istemediğini bilirsen istediğin yerde kendini bulursun.”

                                                                     Yaşlı Bilge

Oyun arkadaşlarımla oynarken sıkılınca bir kenara geçip onları izlerdim. Birkaç saat içerisinde kendi başıma oturduğum köşede hangi oyunu arkadaşlarımla oynamayı daha çok istediğimi belirledikten sonra onları sıkılmayacağım bir oyuna nasıl daha kolay bir şekilde ikna edebileceğimi düşünürdüm. Nihayetinde her akşamüzeri güneş battıktan sonra eve giderken mutlu dönmeyi başarır yüreğimde mutluluğun bütün renklerini taşıyarak evime dönerdim. Yıllar sonra büyüdüğümde istediğim yerde kendimi bulmam gerektiğini Yaşlı Bilge sayesinde hatırlamıştım. Niçin çalıştığımı bilmeden geçirdiğim bir gün ayakkabımın acımasız saldırısına uğradığımdan ayak tabanlarımın altında acı bir sızıyla evin yolunu bulmaya çalışıyordum. Durakta indikten sonra zamanın geçmek bilmeyen on dakikasından sonra artık yürüyemez halde olduğum için köşede duran bankın üzerine yığılır vaziyete oturunca bütün sabah boyunca Bilge’nin gitmeden önce evimin posta kutusuna bıraktığı tek satırlık mektubunu hatırladım. İrkilerek bunun için olmalıydı üzerinden yıllar geçmesine rağmen ayakkabımın bana bütün gün çektirdiği bunu hatırlatmak içindi. Düşünceler beynimin içerisinde birbirini kovalarken çocukluğumun oyunları mutluluğuma yeniden ilham olmuştu.

Güneşin doğuşuyla, yeniden tek düze hayatıma uyandıktan sonra çalıştığım kurumun üniformasını giyinip saçlarımı her zamanki gibi ensemin altında siyah bir toka yardımıyla esir ederken bir önceki günün etkisinden çıkmaya çalışıyordum. Tanımadığın bir şehirdeysen kurallara uymak zorunluluğunu bilmeliydim. Şayet saçları dağınık açık olan bir personellin verdiği mücadeleye şahit olduğumdan siyah kelepçeye benzer tokayı saçlarıma vururken onları rüzgârın esintisinden mahrum bıraktığım için üzülür bir yandan da özgürlüğe imtiyaz olmadığı için bütün kural koyuculara kızardım. Bir yanda da fikirler hür olduktan sonra toplu veya dağınık olmanın bir farkı olmadığına inanırdım. Yeter ki dağınık olan fikirler olmasın yoksa gayet düzgün görünenlerin zararlarını da görmüştü. İşe gitmeden önce sabah rutinin tamladıktan sonra artık günün yapılacak olan işleri düşünmeye gelmişti. Yıllarca hiçbir noktası bile değişmeyen düşünceler sabahın ilk saatlerinde güneşin ufuktan yükselişini izlerken korkunç hissettiriyordu. Diğer çalışanların günlük iş raporları, yapılacaklar ve yapılmaması gerekenler... Sanki bugün son okuduğum romandaki kurgunun içinde hayatımı geçirdiğimin farkına varmış ve buna karşı savunmasız kalmıştım. Her yerden gözetleyen birisinin varlığı bitmeyen kurallar dizgesi ruhumu sarsıntıya uğratıyordu. Niçin diyebilmeyi yeniden öğrenmiş olmalıydım. Niçin insanların tek bir şekilde varlığını sürdürme çabası içerisinde olduklarını merak ediyorken kendime yaşantımın griliğine rastladım. Önce kendinden başlamam gerektiğini fark edince çaresiz bir kabullenişle iki gündür aklımdaki her şeyi tekrar bertaraf edercesine kapının koluna uzanarak kendimi dışarı atarak soluklanmıştım. Sabahın serin rüzgârı yanaklarımı okşarken bir önceki günün ağrılarını da ruhumdan yok ediyordu. Her sabah evden çıkarken kafamın içerisinde aynı tiyatro sahnesi, herkes çoktan oynanacak perdede yerini almaya başlamıştı. Pastanenin kasasında erkenden uyandığı için kafasını masanın üzerine koymuş olan on yedi yaşındaki çırak uyuklar vaziyetteyken hemen köşede ki marketin reyonlarına yeni gelen ve raflarda tükenen ürünleri yerleştiren sarı saçlı kız ve durağın içerisindeki benim gibi üniformalılar. Oyuncular değişme uğramadıkları gibi buradaki herkes her gün aynı tiyatro sahnesinde birbirlerinden habersiz birlikte oynuyordu.

Bilge seninle konuşmayı ve dünyada henüz hiç bilmediğim konular hakkında şaşırmayı özledim. Bazen bildiklerim hakkında da hiçbir şey bilmiyormuşum gibi davranırken acemice suskunluğa teslim olmayı. Ben, Hasan’ın çektiği yabancılığı çektiğimi yeniden öğrenirken sen ağzındaki çivilerle ayakkabılarımı tamir ediyordun. Konuşmak istiyorken çoğu zaman susmanın hikmetini öğretiyordun. Ayakkabımı tamircisi Hasan’a gurbette olduğunu unuttururken senin varlığın ruhumun bana seslenişini duyururdu. Hasan’ın garipliği şu an bütün ruhuma nüfuz etmişken bu gün ayakkabı tamircisini bulmak için sokakları dolaşırken karalar ve griler içinde insan suretlerini görüyorum. Tepelerindeki güneşin etkisiyle çölde susuz kalmış bedevileri, divaneleri andırıyorlar. Renklerinin farklı oluşu beni korkutmuyordu ayrıca konuştuklarında ağızlarından çıkan sözler de beni korkutan hepsi aynı düşüncelere biat etmesiydi. Düşlerin hiçbir anlam taşımadığı koca bir dehlizin karanlığında hep aynıydılar. En korkunç olanı da benim zaman içerisinde saati tersine akan biri olarak çaresiz kabullenişimi fark etmemiş olmamdır. Hatta kimi zaman farklı sözcüklere meyil ederek kendi özgürlüğümü esarete sürüklememdir.

Mihra’nın yeniden kaçışı başlamış olacak ki saatin geç olduğunu ve herkesin evlerine dağılmak için toparlandığını fark etmesiyle masasında duran dosyaları aynı hizaya getirdi. Hızlı adımlarla düşüncelerinden kaçarcasına elindeki anahtarların şıngırtısıyla odasının kapısını kilitleyip yeni bir yaşama adım atmıştı. Günlerce ruhundaki rahatsız edici uyarışlara kulaklarını tıkayarak yaşamını sürdürürken bir sesin onu rüyasından uyandırmasını bekledi ama ondan başka aynı sızıyı çeken kim varsa sessizliğe bürünmüş olduğundan aradığı her yerde kendisinden başka kimseyi bulamadı. Elindeki yaşamı ile kaybettiği arasındaki renkleri yeniden arama telaşına girmişti. Kolundaki saatini hangi zamana doğru aktığını bir türlü çözemiyorken rastlantıların ve tesadüflerin hayatın bir armağanı olarak gördüğünü tekrar edip duruyordu. Kalbindeki saati ile kolundaki saatinin akrep yelkovanı aynı zamanı gösterip aynı yöne akmadığı sürece kendini bulamayacağını da biliyordu. Yaşlı Bilge’ye adresini unutmuş muydu? Huzur sokak ama sonrasını bir türlü çıkaramıyordu. Hafızası ona oyun oynarcasına her düşündüğünü reddedip yeni bir adrese yönlendiriyordu. Adresin yanlış olmasını korkması cesaretini kırıyor onu sessizliğe hapsediyordu.

Rüzgârın ona Yaşlı Bilge’nin sözlerini fısıldadığı sabah ayağındaki ayakkabılarının canını daha az acıttığının farkına varmıştı. Nisan ayının son sabahında yıllarca misafiri olarak yaşadığı evin kapısından evin sahibesi olarak çıkmıştı. Bir hafta öncesinde müdüriyet görevine yükselmiş olduğu işinden istifasını vermiş olması yıllarca kaybettiği zamanı yeniden bulmuştu. O gün maviliğini unuttuğu denizin ve gökyüzünün ahengini aynı dakikalarda yakalamış olmanın verdiği mutlulukla yürüdü tüm kaldırımlardan. Gözlerinin gördüğü gri taşlar bu sefer yere serilmiş bir gökkuşağı rengindeydiler. Düşlerini dehlizin karanlıklardan kurtarmış olması yüreğinin yeni bir ritimde seslenişini duyuyordu. Zamanla sıradanlaşan hayatı griden rengârenk bir kartpostaldaki renklere kavuşmuş olacaktı ki yağmur bulutlarının geldiğini görmeseydi.

Sayın Bilge burada herkes aynı kaygı içerisinde kutu gibi evlerde yaşama korkusundan dolayı yaşama olan tutkularını kaybetmiş. Sanki hepsi bir idam mahkûmunun bir suçlunun hayatını sürdürmekle yükümlülermiş gibi davranıyorlar. Denizin ve göğün benim gördüğüm renkte onlarında görüp sevineceğini düşünerek hata yapmış olduğumu farkına vardım. Gri kimliklerle hep aynı döngüde yer alanların birbirlerine olan saygı duruşlarına benim duruşumun aykırı kaldığını aldığımda içimi burkan bir anlaşılmazlık doğdu. Kafka’nın bulantıları ben hissederken onlar örümcek ağlarına asılı duruyorlar. Zaman sevgili Bilge kimliklerimizi her gün yeniden şekillendiriyor. Vadilerde yok oluşlarımızı izlerken küllerimizden yeniden doğmamıza izin veriyor. Bu kente geldiğimden ilk günden bu güne kadar sayısız suretin içinde ruhların esir oluşunu izliyorum. Kalabalıklar ürkütürdü ilk başlarda fakat şimdi alışmış olmalıyım bütün yabancı seslere ki zaman zaman ben de rengini kaybeden bulutlara benzediğimi fark ediyorum. Gökkuşağını sadece çocukların gülüşlerinde ve suretlerinde buluyorken onların saf tertemiz duruşları renkleri unuttuğumda bana kimliğimi hatırlatıyorlar. Belki de ben her zaman onların yaşlarında olduğum günleri özlüyorum. Göğün maviliğini, onların siyah, kahverengi, yeşil gözlerinde ve gülüşlerinde bulurken suretleri ışıklı ufuklar seriyor önüme o anlarda dünyanın en mesut insanı oluyorum sanırım.

Ağaçların dallarında toplu gezen kuşlar da aynı döngü içerisinde midir? Geçen hepsinden uzakta kahverengi bir pervazın önünde tek başına duran sürüden ayrılmış bir kuş gördüm. O da benim gibi renklerin keşfine çıktı diye düşünürken onların dünyasını merak ettim. Pazar günü sekiz kırk beş vapuruyla adaya seni ziyarete geleceğim lütfen bana kuşları anlatır mısın? Bu sefer sadece seni dinleyeceğime ve sözünü kesmeyeceğime söz verebilirim. Çünkü bu konu kaç gündür zihnimdeki bütün meselelerin önüne geçmiş durumda ruhumu gıdıklıyor.

Mektubunu özenle zarfın içerisine yerleştirdikten sonra çekmecenin ilk gözüne yerleştiren Mihra artık hayatındaki renklerin anlamını bulma çabasıyla çırpınıyordu. Sadece kendinden başlayarak çıktığı bu yolculukta kimleri tanıyacak yahut hangi insanlardan vazgeçecekti. İşinden ayrılması onun için ilk günlerde zorluklara neden olsa da artık alışmış olsa da çözemediği bir durum vardı. Bütün alışılmışların dışında bir hayatın varlığı mümkün olabilir miydi? Düşleri saatlerin zamanla olan kavgasına o da katılmıştı.

Bilge’ye gönderilen mektup soluk sarı zarfın içerisinde geri geldiğinde Mihra yağmurun pencerelere vurduğunu hissetmişti. Çocukken oynadığı oyunlar değişmişti artık Bilge’den sonra nereye hangi rotaya gitmesi gerektiğini belirlemek için sessizce koltuğunun üzerine oturdu. Yıllarca hiç yağmadığı kadar yağmur yağmıştı o akşam bir yandan şimşekler bir taraftan da akşamın karanlığı her şeyi sessizliği ile örtüyordu. Kutu gibi gri evlerin duvarlarını aydınlatan lambalar yanıp sönüyorlardı. Sabahın ilk ışıkları penceresinden yüzüne vurunca yüreğindeki sızıyı tekrar hissetmişti. Masasında yarım kalmış kitabının sayfalarında kaybolmak isterken dışarıda süren hayatın bir parçası olma zamanın tekrar geldiğini fark etmişti. Sahte seslerin ve yüzlerin soluk renklerini kabul etmek ona yeni olan neyi verebileceğini düşünürken bu sefer düşlerine takılmıştı. Ayaklarının sızısı henüz yeni geçmişken merdivenlerden yeniden çıkıp bilmediği yollarda yürümesi gerekecekti. Bu sefer neyi istemediğini bildiğinden gelecek ile geçmiş zaman arasında kaybolmayacağı umuduyla tekrar hayat sürgününe çıkma zamanını geldiğini anlamıştı. Bulacağı her köşe gideceği her yolda adımları olmak istediği yere vardıracaktı. Bilge’nin sesi onun içerisinde oyun oynarken hep var olmuştu ve yıllar sonra yine buğulu pencereler arkasında sıkışmış ruhu yeniden sesini duyurmuştu. Akrepler ve yelkovanlar aynı zamanı göstermeye başlamış gibiydi. Mihra için yağan yağmurdan sonra güneşin ışıkları yeniden doğarken Bilge’nin üzerine de gün yeniden doğmuştu.



                                                                                                        


KUŞADASI SERÜVENİ / Teyfik KARADAŞ

 



Çocukluğumdan beri seyahat etmeyi, gezmeyi ve görmeyi çok severim. İlkokul çağlarımda güreşmek için arkadaşlarımla birlikte komşu köylerdeki düğünlere giderdik. Ortaokulu komşu köyümüz Tekir’de okudum. Tekir’de okurken ders çalışmak için Gösteren, Hacıveliler ve Kurucaova gibi yakın köylerde oturan arkadaşlarımın evlerine misafir olurdum. Tabi ki arkadaşlarımda kimi zamanlar bizim eve misafir oldular. Tekir- Döngel yolunda gidip gelirken yaşadığım maceralar, tanık olduğum olayları anlatsam gözyaşlarınız sel olur akar. Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinde okurken okulun güreş takımına girdim. Okulun güreş takımında iken bölge şampiyonalarına katılmak birçok farklı şehre gitme imkânım oldu. Güreş müsabakası için gittiğim şehirlerin tarihi ve turistik yerlerini gezme şansı yakaladım. Erciyes Dağını, Harput Kalesini bunlar arasında sayabilirim.

Niğde’de üniversite okudum. Bu vesileyle İç Anadolu Bölgesinin kadim şehirlerini bir seyyah misali baştan sona dolaştım. Kapadokya Bölgesini ve Ihlara Vadisini onlarca kez ziyaret etme imkânı buldum. Konya’daki Mevlana Külliyesini ve Bor’daki Şeyh Kudüs’ü türbelerini ziyaret ederek dualar okudum. Hasan Dağından çiçek topladım. Okulumuzun düzenlediği “Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgesi Tarih ve Coğrafya İnceleme Gezisine” katılarak Samsun’dan Sarp Sınır kapısına kadar Karadeniz Bölgesinin bütün şehirlerini dolaştım. Dönüş yolunda Çıldır Gölü kıyısındaki Alparslan Hanın yazlık tahtını görünce içim büyülendi. Erzurum’daki Aziziye Tabyalarını, Sivas’taki Çifte Minareli Camiyi nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Mensubu olduğum sivil toplum kuruluşlarının organize ettiği toplantılara katılmak için Ankara, Kayseri, Tokat gibi şehirlere yaptığım seyahatlerin sayısını hatırlamıyorum. Anlayacağınız öğrencilik yıllarım sosyal ve kültürel geziler bakımdan oldukça verimli geçti.

Memuriyet hayatına öğretmen olarak serhat şehri Van ilimizin yeşil Erciş ilçesinde başladım. Erciş’te öğretmen iken Hakkâri’den Kars’a, Gaziantep’ten Erzurum’a Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki şehirlerimizin tamamını gezdim, dolaştım. Şanlı Urfa’nın Balıklı Gölü, Van’ın Akdamar Adası, Ahlat’ın Selçuklu Mezarlığı hafızama unutamadığım eserler arasında yer alır.

Van’dan Adıyaman’ tayin olunca göreve Nemrut Dağını ziyaret ederek başladım. Ülkemizin önemli eserleri arasında yer alan Atatürk Barajı Hidro Elektrik Santralini inceledim. Cendere Köprüsün üzerinden geçtim. Gölbaşında bulunan İnekli, Azaplı ve Gölbaşı Gölleri uğrak yerim oldu. Tatil için Akdeniz ve Eğe kıyılarını tercih ettim. Hizmet içi eğitim kursları nedeniyle Ankara başta olmak üzere pek çok şehri ziyaret ettim. Katıldığım kurslarda birçok yeni dostlar, kıymetli arkadaşlar edindim. Üniversiteye intisap ettikten sonra seminer, panel ve benzeri etkinlikler kapsamında Antalya ve Adana başta olmak üzere onarca şehir dolaştım ama çok istememe rağmen o güne kadar Aydın Kuşadası’nı görememiştim.

Sütçü İmam Üniversitesinde satın alma müdürü olarak görev yaparken kurum yöneticilerimiz tarafından iş arkadaşım satın alma şefi Osman Karpuz ile birlikte Aydın Kuşadası’nda düzenlenecek olan satın alma seminerine katılmak üzere görevlendirildik. “Kulun istediği bir göz Allah verdi iki göz” atasözümüz misali bu görevlendirme işine çok sevindim. Çünkü hem mesleki alanda yeni bilgiler öğrenecektim hem de görmeyi çok arzu ettiğim Kuşadası’nı görecektim. Görevlendirme onayımız otobüs ile olsa da biz Kuşadası’na hususi otomobil ile gitmeye karar verdik. Yolculuk esnasında uğrayacağımız yerler, ziyaret edeceğimiz kişilerle ilgili bir plan hazırladım. Hazırladığım planı Osman Beyle paylaştım. Planda Osman Beyle mutabık kalınca hazırlık yapmaya başladık. Hafta sonu yola çıkacağımız için bir günde valizlerimizi hazırladık. Ziyaret edeceğimiz kişilere takdim etmek için hediyelerimizi aldık. Cumartesi günü sabah namazından sonra benim arabaya binip hareket ettik.

Gün doğmadan evvel Nurdağı’na ulaştık. Nurdağı’ndan otobana girip rotamızı Adana ‘ya çevirdik. Viyadükleri geçip, rampaları çıktıktan sonra Gâvur Dağının zirvesine çıktık. Dağın zirvesinde sessizce dönen rüzgârgülleri karşıladı bizi. Zirveden aşağıya doğru inip, tünelleri geçtikten sonra Osmaniye’nin Bahçe ilçesine ulaştık. Bahçe’yi geçtikten biraz sonra sağ tarafımızda kalan Düziçi ilçesindeki dostlara uzaktan el sallayıp, Dumanlı Yaylasını selamladık. Yolumuzun solunda kalan Osmaniye’ye yaklaşırken Çukurova’nın nemli havası bütün gücüyle üzerimize çöktü. Ceyhan’dan geçerken bir anda can kardeşim, yakın arkadaşım Mutlu Toygar’ı hatırladım. Evine uğrayıp bir bardak çayını içmek istedim ama vakit çok erken olunca düşüncemden vaz geçtim. Adana’ya varınca Balcalı Hastanesinde amcamın oğlu Celal’in başında refakatçi olarak kaldığım günler geldi aklıma. Yeniceden sonra sağ tarafa Toros Dağlarına doğru kıvrıldı yolumuz. On dakika sonra Çukurova’nın bunaltıcı ikliminden kurtulup Toros Dağlarının temiz havasını teneffüs etmeye başladık. Yolculuk esnasında bir taraftan gittiğimiz yolun çevresinde kalan güzellikleri seyrederken bir taraftan da muhabbet etmeyi ihmal etmiyorduk. Osman Karpuz nüktedan bir insan olduğu için yolculuğumuz coşkulu geçiyordu.

Pozantı’ya varmadan önce Gülek Geçidi yakınlarında yakıt ikmali için durduğumuz tesislerde acıktığımızı hissederek kahvaltımızı da yaptık. Toros Dağlarının derinliklerinde gelen buz gibi su ile yüzümüzü yıkayarak yolumuza kaldığımız yerden devam ettik. Pozantı’ya varınca gençlik yıllarım geldi hatırıma. Birden bire duygulandım. Yaşar Sağlam Abi ve Pozantı’da misafir olarak geçirdiğimiz geceler geldi gözümün önüne. Biz İbrahim Sağlam ile Niğde’de okurken Yaşar Abi Pozantı’da Orman İşletme Şefi olarak görev yapıyordu. İbrahim Pozantı’ya abisinin yanına giderken bazı hafta sonları yanında beni de götürüyordu. Pozantı da Yaşar Abi bizi en iyi şekilde ağırlıyor, harçlığımızı da vererek Niğde’ye uğurluyordu bizi. Anlayacağınız her gelişimizde Pozantı’dan mutlu olarak ayrılıyorduk. Şeker Pınarına varınca su içmek için arabayı sağ tarafa çekip durdum. Şeker Pınarından suyumuzu içtik. Yanımızdaki boş şişeleri doldurduk. Şeker Pınarından ormanların içine bir hançer gibi saplanan Çamardı karayolunun beni Yavuz Soyluya götüreceğini biliyordum ama zaman darlığı nedeniyle kalbim o tarafa doğru dönse de arabayı o yöne döndüremedim. Bitmek tükenmek bilmeyen Çakıt geçitleri bittikten hemen sonra Çiftehan Kaplıcalarına ulaştık. Dışarıdan baktığımda Çiftehan Kaplıcaları her zamanki gibi yine kalabalık ve haraketli görünüyordu.

 Zaman darlığı nedeniyle Çiftehan Kaplıcalarında da mola verip şifalı sularında banyo yapma imkânımız olmadı. Zamanımız dar olduğu gibi yolumuz da çok uzaktı. Çiftehan’ı geçtikten sonra Hasangazi Köyü yakınlarında sağ taraftan kuzeye doğru Niğde yolu ayrıldı. Niğde levhasını görünce birdenbire duygulandım. Gözlerim yaşardı. Osman Beye üniversite öğrencisi iken Niğde de yaşadığım hatıralardan bir tanesini anlattım. Osman Bey üzülüp başladı ağlamaya. Benim ağlamam gerekirken ben Osman Beyi teselli etmeye başladım. Ulukışla’ya vardığımızda Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiiri geldi hatırama. Osman Beye Han Duvarları şiirini baştan sona kadar ezbere okudum. Hikâyesini anlattım. Hikâyeyi bitirdiğimde Ereğli’ye vardığımızı fark ettim. Ereğli’den sonra Konya yolu bitmek tükenmek bilmedi. Yolun kenarındaki elma bahçeleri ve pancar ekili yerler yeşil, buğday tarlaları sarıydı. Karapınar’a varınca Konya’da öğretmen olarak görev yapan sınıf arkadaşım Tamer Küçüksüle’yi aradım. Tamer “Konya Otogarı civarında bulunan bir kafede seni bekliyorum Teyfik” dedi ve telefonuma randevu yerinin konumunu attı. Karapınar Konya arasında gittiğimiz yol bir saatten fazla sürdü. Öğle namazının ezanı okunurken Selçuklunun payitahtı Konya şehrine giriş yaptık. Şehre girerken Mevlana hazretlerinin ve aziz şehitlerimizin ruhları için Fatihalar okuduk. Tamer ile buluşacağımız yeri elimizle koymuş gibi bulduk.

Tamer bizi kafenin önünde karşıladı. Birbirimize sarıldık. Mezuniyetten otuz yıl sonra yüz yüze ilk karşılaşmamız olunca o ağladı ben ağladım. Birlikte öğle namazımızı eda ettik. Yemek yedik. Çay içtik. Öğrencilik yıllarımızı yâd ettik. Konya’da bir buçuk saat kadar zaman geçirdikten sonra Tamer ile vedalaşıp yolumuza devam ettik.

Konya şehir merkezinden çıktıktan sonra yönümüzü Afyonkarahisar tarafına çevirdik. Osman Bey bana Tamer’den ayrıldıktan sonra ” Hocam Kuşadası’ndan dönerken de bu lokantada bir öğün yemek daha yiyelim ”dedi. Ben ise “ Niçin yiyelim Osman Bey “dedim. Osman Bey “Hocam siz sırtınız dönük olduğu için görmediniz. Lokantacı yemekleri kuyumcu terazisinde tartarak verdi. Ayrıca yemekler çok lezzetliydi” dedi. Ben de “ Olur Osman Bey” dedim ve yolumuza devam ettik. Ilgın’ı geçip Nasrettin Hocanın diyarı Akşehir’e intikal ettik. Nasrettin hocanın mayaladığı Akşehir Gölünü gördük. Akşehir’i çıkınca yolun sağında ve solunda yer alan kiraz bahçelerinin bereketi dikkatimizden kaçmadı. Kiraz bahçelerinden toplanan binlerce kasa kiraz traktörlerle yol kenarındaki toplama alanlarına getiriliyor, toplama alanındaki kirazlar ise soğuk hava zinciri bulunan tırlara yükleniyordu. Akşehir’den Afyonun Çay ilçesine kadar kiraz yükleyen yüzlerce tır ile karşılaştık. Gördüğümüz manzara karşısında bu memleketin bir evladı olarak hem sevindim hem de gururlandım.

Konya il sınırından sonra düz ovaların yerini dağlar ve engebeli araziler almaya, coğrafi şekiller değişmeye başladı. Afyon'un Çay ilçesini geçer geçmez sol taraftan Denizli’ye döndük. Afyon'un Dinar ilçesinden geçerken Dinar depremini çağrışım yaptı zihnimde. İlçe merkezine girerek binaları, evleri ve yolları can alıcı gözle inceledim. İlçede depremden eser kalmamıştı. İlçede can veren deprem şehitlerimiz için üzülürken şehrin yeniden modern bir tarzda imar edilmesine sevindim. Dinar'dan sonra yolumuza devam ederken sol tarafımızda kalan Acıgöl’deki tuz üretim tesisleri dikkatimi çekti. Gölün çevresine tuzdan yapılan tepeler ve bu tuzları mamul hale getiren tesislerin olduğu yere vardım. Tuz fabrikasındaki yetkililerden tuz üretimi konusunda bilgi aldım. Denizli’nin Bozkurt ilçesinden geçerken yolun çevresinde gördüğüm insanları bozkurt selamıyla selamdım. Akşam ezanı okunurken Denizli’ye vardık. Denizli’nin girişinde devasa bir horoz heykeli karşıladı bizi.

Denizli’de mola vermeden şehrin batısında yer alan Pamukkale bölgesine geçtik. Arkadaşım Necmettin Günder Pamukkale’deki askeri bir kaplıcada görev yapıyordu. O gece Necmettin Günder çalıştığı tesiste misafir etti bizi. Yemekten sonra tesisin bakır kokulu kaplıcasına girince sıcak su günün bütün yorgunluğunu üzerimizden attı. Necmettin Bey ile Adıyaman’daki hatıralarımızı yâd ettik. Sabahleyin erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Sarayköy istikametine doğru yolumuza devam ettik. Nazilli Aydın üzerinden Söke’ye gittik. Programımızda Söke Kaymakamı Tahsin Beyi ziyaret etmekte vardı. Tahsin Bey bizim vardığımız saatte Bafa Gölü civarında bir açılış programında olduğu için görüşemedik. (Sağ olsun sonra kendisi seminer yaptığımız otele gelerek bizi ziyaret ederek onurlandırdılar.) Tahsin Beyi bulamayınca Söke’den Kuşadası’na geçtik. Kalacağımız otele giderek odalarımıza yerleştik. Otelin lobisinde otururken seminer için Sivas’tan gelen bir gurup arkadaş ile tanıştık. Onlarla muhabbet ederek öğle yemeğine kadar zaman geçirdik. Öğle yemeğimizi yedikten sonra Kuşadası’ndaki tarihi ve turistik yerleri görmek için gezmeye çıktık.

O gün önce Güvercin Adayı, Efes Antik Kentini ve şu anda ismini hatırlayamadığım birkaç tarihi mekânı ziyaret ettik. Kuşadası sahilindeki plajlarda yüzen binlerce insanın yanından geçtik Karadeniz’den Akdeniz’e, Akdeniz’den Karadeniz’e doğru hareket eden Türk ve yabancı bayraklı devasa büyüklükteki yüzlerce gemiyi aynı anda görme şansımız oldu. Güvercin Adadan çıplak gözle görünen Yunan adalarını içimiz burkularak temaşa ettik. Hava kararınca biraz mutlu, biraz hüzünlü şekilde otelimize döndük. Duşumuzu alıp yemeğimizi yedikten sonra yorgun olmamız nedeniyle erkenden yattık.

Sabahleyin seminer başladı. Seminer salonu ağzına kadar kursiyerlerle doluydu. Maliye Bakanlığından emekli olmuş üst düzey yöneticiler seminere eğitimci olarak gelmişlerdi. Eğitimciler ihale mevzuatı, taşınır kayıtları, iş sağlığı ve güvenliği gibi konularda sunum yapıyorlar, kursiyerler ise kurumlarındaki uygulamalarla ilgili örnekler vererek konunun daha iyi anlaşılması hususunda katkı sağlıyorlardı. Bizim Osman Karpuz ortaya attığı aykırı görüşlerle seminere ayrı bir renk katıyordu. Bu şekilde seminer amacına en iyi şekilde ulaşmış oluyordu.

Seminerde günlük altı ders saati eğitim veriliyordu. Eğitim blok ders olarak yapıldığı için saat birde bitiyordu. Biz de eğitimden arta kalan zamanı gezi ve ziyaretlerle değerlendiriyorduk. Bu kapsamda bir gün Osman beyin Selçuk’ta yaşayan ilkokul öğretmeni Senem Gencay Hanımefendiyi ziyaret ederek elini öptük. Senem Gencay Hanım Kurtuluş Savaşı kahramanlarımızdan Senem Ayşe’nin torunuymuş. O yaşlı haline rağmen bize yemek hazırlaması bizi o kadar minnettar bıraktı ki anlatamam. Bir gün Söke Kaymakamı değerli büyüğümüz Tahsin Kurtbeoğlu Bey ziyaretimize geldi. Kaymakam Bey ile güncel aktüel konular üzerine iki saat kadar muhabbet ederek vakit geçirdik. Bir gün Esma halamın Milas ve Bodrumda yaşayan oğullarını ve torunlarını ziyarete gittik. Bu vesileyle Bodrum ve Milâs’ın tarihi ve turistik yerlerini görme imkânımız oldu. Diğer günlerde Kuşadası’nın plajlarında denize girerek zaman geçirdik. Denizde yüzerken gördüğümüz martılar, güvercinler ve ilk defa gördüğümüz adını dahi bilmediğimiz kuşların Kuşadası’ndan Eğe Denizindeki diğer adalara doğru uçmaları dikkatimizden kaçmadı. Osman Beye kuşların hareketliliğini göstererek “Şefim şu kuşlara bak. Bir plan dâhilinde bir ileri bir geri uçuyorlar. Demek ki buraya boşuna Kuşadası dememişler” dedim. Osman Bey de “Benim de dikkatimi çekti müdürüm” dedi.

Bir haftalık seminer için gittiğimiz Kuşadası’nda bir yandan görev alanımızla ilgili bilgi birikimimizi artırırken, bir yandan da yeni insanlarla tanışarak dostluklar kurduk. O yörede yaşayan tanıdıklarımızı ziyaret ederek silahı rahim görevimizi yerine getirdik. Ayrıca da Kuşadası ve civarındaki turizm merkezlerini gezerek merakımızı giderdik.

Seminer cuma günü sona erdi. Seminer sürecin de bilgi, dostluk ve kültür gibi konularda önemli kazanımlar elde ederek cumartesi günü erkenden Kahramanmaraş istikametine hareket ettik. Kuşadası’na giderken Konya da öğle yemeği yediğimiz lokantada dönüş yolunda da mola vererek öğle yemeği yedik. Bu vesileyle yol arkadaşım Osman Karpuz’un arzusunu yerine getirmiş olduk.

Konya’dan sonra Toros Dağlarını Gülek Boğazından geçerek Adana’ya intikal ettik. Adana’da yakıt ikmali yaptıktan sonra memleketimiz kazasız ve belasız bir şekilde yolculuğumuzu tamamlamanın huzuru içinde memleketimiz Kahramanmaraş’a kavuştuk.

Kuşadası’nda yedi yıldız bir otelde bir hafta günlerimiz çok güzel geçse bile Kahramanmaraş’a geldiğimizde “Bülbülü atın kafese koymuşlar vatanım demiş” atasözümüzün haklı olduğuna inandım. Kahramanmaraş il sınıra girdiğimizde hava kararmış, göz gözü görmüyordu. Aksu Köprüsünü geçerken Abdülhamit Caminin minarelerinin ışıkları gözüme çarptı. Minarelerin ışıklarını gördüğüm anda, gayri ihtiyari içimi baştan sona kadar güzel bir mutluluk kapladı. Sevinçten gözlerim yaşardı.

Rabbim kimseyi sılasına hasret bırakmasın.


HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI:BÜYÜLÜ GERÇEKCİ BİR HİKÂYE/ Hasan KEKLİKCİ




            -İyi günler.

            -İyi günler. Hoş geldiniz.

            -Burada hikâye satılıyormuş.

            -Buyurun. Şöyle rahat buyurun da konuşalım. Bizimki hikâye satmaktan ziyade, bir hikâyeye konu olabilecek bir olayı ücret, yani akçe-i hikâye karşılığında isteyenlere anlatmaktan ibarettir. Yer, zaman, kahramanların isimleri, alıcılar tarafından değiştirilebilir. Anlattığımız olaylara ekleme ve çıkartmalar yapılabilir.

            -Peki, hangi tür hikâyeler ya da ne bileyim olaylar var elinizde? Bir hikâye türü listeniz var mı? Durum, olay, gotik, modern vesaire gibi.

            -Hayır. Öyle bir listemiz yok. Zaten bir hikâyenin hangi türe girdiği, hikâyeyi yazandan veya anlatandan ziyade, eskilerin münekkit dediği eleştirmenlerin işi değil midir? Biz size anlatırız, siz yazarsınız -ha bu arada anlattığımız hikâye malzemesini kullanmayanlara ikinci defa malzeme vermiyoruz- eleştirmenler onu uygun buldukları bir gruba dâhil ederler.

            -Modern, yenilikçi hikâyeler seviyorum ben. Büyülü Gerçekçi. Dünya dışı varlıklar filan.

            -İşin doğrusuna bakarsanız, yenilikçi dediğiniz insanlar da nihayetinde hayal mahsulü şeyler yazıyorlar. Rahmetli halam da bize cin ve peri hikâyeleri anlatırdı. Düşününce aynı kapıya çıkıyor aslında. Halamın okuma yazması yoktu, sadece anlatıyordu. Şimdilerde de yazılıyor. Hepsi o kadar.

            -Teşekkür ederim. Haklısınız. O kadar çok kitap yazılıyor ki birçoğunun okuyucusu eminim, halanızın hikâyelerinin dinleyicisi kadar yoktur. Bu arada ben şu sizin listeye de göz atıyorum. Burada Büyülü Gerçekçi Bir Hikâye Denemesi yazıyor. Gerçekte öyle bir hikâyeniz var mı bize anlatabileceğiniz?

            -Elinizdeki hikâye listesi zaten hayal mahsulü şeylerdir. Fakat geçenlerde sizin gibi iki arkadaşla da böyle bir sohbetimiz olmuştu, burada. O arkadaşlar gittikten sonra kendi kendime madem soruluyor, bugün Büyülü Gerçekçi Bir Hikâye yazayım, dedim. Eve gittim, düşündüm düşündüm olmadı. Hikâyemin kahramanı yapacağım insana bir isim bulamadım. Bütün isimler kullanılmış. Sonunda raflardaki kitapları karıştırdım. Zar zor bir isim buldum. Kucaklayıp indirdim raftan. Nihayetinde başkasının hikâyesinin kahramanı. Ne yapayım, derken aklıma geldi. Raftan aldığım Ecmel Barın’ın önüne Toprak’ı ekledim. Bizimki üç isimli bir hikâye kahramanı oldu; Ecmel Barın Toprak. Kim bilir belki benim gibi biri de kahraman bulamamış, Ecmel’in önüne Barın’ı ya da Barın’ın başına Ecmel’i eklemiştir.

            Hayalî, mayalî sonuçta bir insan. Üç gün misafir edeyim diye düşünüyorum, Ecmel B.Toprak’ı. Evi, ailemizi ve çevreyi tanısın bir kere. Gerisi kolay. “Evimize hoş geldin Ecmel Barın Toprak,” dedim. Sihirli lambadan çıkmış bir cin gibi etrafına dik dik baktı. Gözü tabletin bulunduğu sehpada olduğu halde, “Hoş buldum, “dedi. Eyvah! Dakika bir gol bir. Ben bu “hoş buldum” lafına gıcık olurum. Hiçbir insan tek başına bir insan değildir, her insan bir dünyadır. Hele hele bir hikâye kahramanı; bir insandan daha fazlası, bir dünyanın daha büyüğüdür. “Hoş gördük” ya da “Hoş bulduk” demesini beklerdim. Bakmayın siz insanın tek göründüğüne; insanoğlu bir insan yığınıdır. Sonra cinleri, şeytanları, melekleri, ruhları, perileri vardır; her daim hayalinde kendisiyle birlikte gezdirdiği dostları; eninde sonunda her insana lazım olacak olan küfür tecrübesinin artmasına katkıda bulunan, sövüp saydığı kötü adamları, düşmanları vardır. Ve sırları… İçinde kalbinin en derin yerinde bulunan sırları. “Buldum” diyen bir insan, insana verilmiş bunca güzellikten, sınanması için şart olan bu kadar kötülükten sıyrılıp çıkmış olmaz mı?   

            Akşamüstü kapı çaldı. Açtım. Karşımda üniformalı, kasketli, eldivenli bir genç. Elinde çantadan bozma bir poşet. Beni soruyor. “Benim,” dedim. Poşeti elime tutuşturup gitti. İçeriden bir ses geldi, “Ben söyledim.” E. Barın Toprak’ı unutup gitmişim. Yanına vardım yüzüme bakmadan, “Ben istedim,” dedi. Poşeti açtı. İçindeki değişik değişik şeyleri çıkartıp bir kenara koydu. Bir kenardaki şeylerin aşağı yukarı yarısını biliyorum; televizyon reklâmlarında görmüşlüğüm var. Acılı, tatlılı, gevrekli şeyler. Fakat diğer yarısını ömrüm billah görmedim.

            Üç günü doldurduk. Misafirlik bitti. Bizim kahramanda “tık” yok. Geçiyorum bilgisayarın başına bakıyorum adama, adamda insana ilham verecek en ufak bir macera yok. Nereden bulduysa bir berber bulmuş oturmuş koltuğuna. Berber bunun kafasına bir tas koymuş tasın dışında kalan saçlarını kesmiş. Sonra almış eline usturayı sol kaşının üzerinden arkaya doğru ince bir çizgi çekmiş. Ense ve kulaklarının üzerindeki kısalmış saçları da bir güzel yülümüş. Kafasında kalan saçları usturayla çektiği çizginin sağına ve soluna toplayıp, taramış. En sonunda cıvık ve parlak bir şeyle yapıştırmış.

            Bugün cumartesi arka caddeye pazar kuruldu. “Kalk,” dedim, “evde hiçbir şey kalmamış, pazara gidip alışveriş yapalım. Parayı sen al ve önden git. Ben arkandan takip edeyim. Dükkânda da hikâye malzemesi ihtiyacı var, biraz malzeme toplayayım. Anlarsın işte önce caddeye bir göz atarım. Meyve ve sebzelerin üzerine kurulan çadırlara bakarım. Biraz detaya girer; çadırların iplerinin rengini, iplerin kazıklara ve direklere bağlanış şeklini, üzerlerindeki düğümleri, çadırların üzerine düşen apartman gölgelerinin şekillerini yazarım. Meyve seçen insanların yüzlerini tasvir ederim. Ucuz sebze kasalarının başına doluşan insanların dolmalık patlıcanları nasıl seçtiklerini not alırım. En sonunda sana gelirim. Saçından, şu çenenin ucundaki sakalından, derken bir sürü malzeme çıkartırım.” dedim. Sağ elimin işaret parmağıyla omuzuna dürttüm. Elindeki tableti bıraktı. Yüzüme dik dik bakarak, “Ben o işleri yapamam!” dedi. “Yapamam,” diye tekrar etti. “Ben üç üniversite diploması sahibiyim.” dedi tekrar tablete gömüldü. Gören de önemli bir yazı okur zanneder. Yok! Bizimki o videodan öteki videoya gezip duruyor. Bazen aklını kaybetmiş gibi gülüyor. Bazen sövüyor. Evet, evet. Benim yanımda sövüyor. Kan beynime sıçradı. Aldım elindeki tableti fırlattım bir kenara. “Bana bak lan,” dedim, “ben seni şu çirkinliklerini seyretmek için çıkartıp almadım o kitapların arasından. Üç üniversite bitirmiş! Sen kıçını kaldırıp bir şeyler yapacaksın, ben de o yaptıklarını yazacağım. Sonra da geldiğin yere geri göndereceğim! Bu kadar basit! Slogan biliyor musun? Yok! Türkü, saz, halay, güreş, töre, âdet, gelenek? Yok! Âşık Kerem, Dadaloğlu, Karacoğlan nanay! Galatasaray yeniliyor üzülmüyorsun, milli takım gol atıyor sevinip bağırmıyorsun. Başlatma senin üniversitelerinden. Sen hebili bile bilmesin.” Çıldırdım!.. “Ben evden çalışacağım. Fenomen olacağım. Reklâm alacağım. Evden satış yapacağım.” Zerre kadar bir ifade bulunmayan yüzünü pencereye döndü. Nefes alışverişi değişti. Küstü.

“Bak aslan oğlum,” dedim. “Ben seni yaşına, boyuna, ne bileyim kıyafetlerine bakarak, bir hikâye kahramanı olarak aldım. Ne olur ne olmaz eski kalem ustaların seni tanıyamasın, onları gördüğün zaman utanma diye isimlerine bir isim daha ekledim. Sen çarşıda pazarda yaşına, tahsiline ve yetişmiş olduğun ailenin vermiş olduğu terbiyeye göre bir takım işler yapacaksın, ben de yazacağım. Bundan kolay ne var? Seni Çin’e, Lâçin’e gönderen oralarda dağlı bayırlı zahmetli maceralara iten yok. Adam öldürtülüp, şapkanı önüne düşürecek suç işletip mahpus damlarına düşüren yok. Birini sevdirip aşk oduna yandıran yok. Bir adaya düşürüp tek başına aç susuz bırakan yok. Yok oğlu yok. Elin kahramanları, cinleri, perileri, ruhları, devleri ne işler yapıyor. Bırak onu bunu padişahların oğulları o kadar ihtişamın içinde, tek başlarına gidip başka diyarlarda ev yapıp geliyorlar. Ve hem de kılıçlarının önü de arkası da kestiği zamanlar. Babaları sorduğunda; büyük oğlu, yaptığı evi tarif ediyor, ortancıl oğlu abisinden daha büyük ve gösterişli bir ev yaptığını anlatıyor. Küçük oğlu cin gibi; zeki. ‘Ben öyle bir tane ev yapıp gelmedim baba,’ diyor. ‘Ben uğradığım her yere bir saray yaptım. Her uğradığım diyarda, evini kendi öz evim gibi kullanabileceğim dostlar kazandım.’ diyor, diye bir bir anlattım. Tarihten beri herkes ne yapıyorsa o yoldan devam etmek gerekir,” dedim. “Ahmet Mithad Efendi, duymamışsındır, eminim. Üç üniversite bitirmişsin ya. Beş tane bitirseydin belki duyardın, İnsanlarla beraber yürümek lazım, önlerinden veya arkalarından gittiğiniz zaman insanlıktan çıkmış olursunuz.’ demiş, zamanın behrinde,” diye eskilerden misaller getirdim.

            Evden satış yapacakmış. Neyin var da neyi satıyorsun, aslanım yiğidim? Elindeki tablet benim, üzerine oturduğun koltuğu milyon ay taksitle ben aldım, kristal gibi insanın gözünü alan şu saçını benden aldığın parayla yaptırdın. Fenomen olacakmış! Sen zaten fenomensin, influencersin; her akşam bir kafla kız ve bir kafla oğlanla kafe, kafe geziyorsun. Seni tanımayan ne bir garson ve seni bilmeyen ne bir getir götürcü var. Şu tipe bir bak; gerçeküstü akım temsilcisi acemi bir ressam elinden çıkma, eciş, bücüş bir insan resmi.

            -Teşekkür ederim. Bu tam benim aradığım gibi bir anlatım oldu. Şu akçe-i hikâyeniz, buyurun. Ben, bunun üzerinde biraz daha çalışır güzel bir eser ortaya çıkartırım. Peki, bu sizin kahraman Ecmel Barın Toprak’a ne oldu?

            -Ne olacak ki? Otur, otur kilo aldı. Ceviz kurdu gibi, raftan aldığım yere sığmıyor şimdi. Başıma bela oldu. Öğleye doğru birlikte dükkâna geliyoruz; ben etrafı silip süpürüyorum, ortalığa düzen veriyorum, çayı demliyorum. Bizim E. B. Toprak efendi kendine, benim dilimin dönmediği yabancı yabancı isimleri olan bir maşrapa dolusu kahve yapıyor, karşıdaki parka gidip oturuyor. Madem hikâyesini beğendiniz alın götürün hikâyenin kahramanını da size hediye edeyim. İsimlerinin arasına yeni bir isim eklediniz mi iş tamam.           

Bakın karşıda kankalarıyla oturuyor. Şu, kafasında kocaman bir kulaklık var.

           

_____________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir

DABAZ/Seyfettin ALBAYRAM




  Allah yırağ eyliye “ Dabaz” olmuş anam bu oğlan, dedi komşu kadın. Allah yırağ eyliye lafını duyunca hastalığımın ne kadar ağır olduğunu anlamıştım. Genelde ölümcül hastalıklar için kullanılan bir ifadeydi. O yıllarda en ağır hastalık verem’ di. Vereme yakalanan kısa sürede ölürdü. Veremden ölen genç kızlarla ilgili bir sürü destan dinlemiştim. Acı bir olaydan (deprem, sel, yangın, verem, terör vb.) dolayı vefat edenler için destanlar yazılır. Bu destanlar bir kasete acıklı ses tonuyla okunur ve sokak sokak dolaşarak, beş veya on kuruşa matbaada kâğıda basılmış hali satılırdı. Mahallenin bütün çocukları destancının arkasında dolaşır destanı dinlerdik. En çok kadınlar rağbet gösterirdi. Çok acıklıymış diye, dinlerken ağlarlardı.

  Annem bir yandan kolumdan tutmuş vücudumdaki kızarıklıklara bakıyor, bir yandan da” hele bir baksın diye” çağırdığı uzman kadınla konuşuyordu.

 Ne yapmak lazım bacım buna?

 Şişinen dağlamak lazım.

Annem kolumu bırakıp kaçmayayım diye tek odalı evimizin kapısını kilitledi, her ihtimale karşı da anahtarı koynuna sakladı. Benimle ilgili kötü bir şeyler döndüğünü anlamıştım. Daha çok bağırıp ağlamaya başladım.

 Annem gaz ocağını gözeneğin altından çıkardı, çanağına biraz ispirto dökerek kibritle yaktı. Hava tahliye vidasını gevşeterek, gaz ocağının memesinin ısınmasını bir müddet bekledikten sonra tahliye vidasını sıktı, pompalayarak yaktı. Şişi ocağın üstünde ısıtmaya başladılar. Durumun ciddiyetini anlamıştım, daha çok bağırmaya başladım. Kaçacak yer yok kendimi gözeneğe attım. İçeride bir top olmuştum. Bir yandan ağlıyor bir yandan da( sanki dabaz’ı ben icat etmişim gibi )"ana ne olur yapmayın, vallahi bir daha dabaz olmayacağım "diye bağırıyordum. Tek korkan ben değildim, dabaz bile korkusundan geçmeye, vücudumdaki kızarıklıklar sönmeye, kaşıntım azalmaya başlamıştı. Şiş nar gibi kızarınca ayağımdan tutarak delikten kedi çıkarır gibi beni sürükleyerek sığındığım yerden çıkardılar. Annem omuzlarımdan beri kollarını atarak gömleğimi sıyırıp karnımı açtı.

 Komşu kadın; aman bacım sıkı tut diyerek anneme komut veriyordu. Karnımda ilk sıcaklığı hissettim, bağıracak halim bile kalmadı. Sıkı tut, bir daha dağlamamız lazım, diyordu komşu kadın. İkinci sızıyı da karnımın değişik bir bölgesinde hissettim.

  Tamam, bırak artık.

 Annem beni bıraktı, kımıldayacak halim kalmamıştı. Dağlanan yerler cayır cayır yanıyordu.

  Tamam, artık geçer, dedi, uzman.

Kurtuldum diye sevinirken, Uzman çenemden tutarak yüzüme baktı; "Vışşş bacım bu oğlanın yüzünde bir kaşık kan kalmamış, bu oğlanda nazar da var, kurşun var mı? Olmaz olur mu? Bizim evde tüm nazar malzemesi her zaman hazırdı. Oldum olası zayıf, cılız bir çocuktum. Etim ne budum ne. Öyle boylu poslu bir çocuk ta değildim. Benim neyime nazar değecek. Gıdasızlıktan dese belki doğruluk payı vardı, üstelik mahallede nazar değecek en son çocuk bendim. Soğuk kış ayları üşütsem de annem nazar var diye kurşun dökerdi. Omzum Osmanlı arması gibiydi; örgülü iple bağlı küçük bir iğde dalı, ortasında timsah dişleri gibi dizilmiş boşluklardan oluşan beyaz düğmemsi bir şey(tazı boncuğu), hemen ona bitiştirilmiş boncukla örülü şep, yanına mutlaka mavisinden nazar boncuğu. Şep bazen tuz gibi dağılır, bu nazarı savuşturduğunuz anlamına gelir, sevinin. Bu bölümü anlamayanlar için; bakırcılar çarşısında tüm Attarlarda nazar malzemesi satılmaktadır. Nazar malzemesi lazım derseniz, gerekli tüm malzemeyi onlar size satarlar.

 Bir kepçede kurşun eritildi, başımın üstüne annemin eşarbını örttüler. Eriyen kurşunu başımın üstünde tuttukları içi su dolu bir leğene aktardılar. Çoss, diye bir ses ve üstüme sıçrayan su. Eriyen kurşun soğuk suyun içinde dikit gibi olmuştu. Arkasından yorumlar başladı; aha şu Şişko Heyriye'nin dili, bak bak aha bu da Nurgana’lı Aşşe 'nin dili. Allah boyunuz devrile. Bacım senin oğlanı iflah etmez bunlar, acı bu oğlanı fazla sokağa bırakma. Meğer ben neymişim, herkes beni konuşuyormuş da haberim yokmuş. Tabi bu işlem iki sefer tatbik ediliyor sonuç kesin olsun diye. Sonra bu kurşun suyu ile beraber sokağa serpiliyor.

Tedavi etkisini hala sürdürüyor, o günden sonra bir daha hiç dabaz olmadım.


ADAM BİZİ DUMAN ETTİ/Hasan KEKLİKCİ

 -HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-




 -Demek öyle ha!

 -Vallahi aynen öyle.

 -Selamünaleyküm. Ne öyle mahallelim?

 -Aleykümselam. Ya Hu neredesin? Gel, gel. Yalan gırla gidiyor.

 -Amma yaptın ha! Dünya âlem bilir ki bizde yalan olmaz.

 -Tabii canım sizde yalan olur mu? Vicdansız, o gün adamı duman etmişsin. Garibim şuraya geldi oturdu, eline bir çay verdim. Şöyle baktım çayın şekerini karıştırmaya mecali kalmamış. Hayırdır, dedim “Adam bizi duman etti.” dedi.

 -Yok, yok! Yok! Bundan korkulur. Eee anlat bakalım ne öyle?

 -Ya, şu İnci Saat’in arkasındaki sokak yok mu? Hani Adana’daki Büyük Saat’in oradaki sokak gibi çaycıların, kebapçıların olduğu yer. Fırın var! Odun yığılı. Geçenlerde orada bir arkadaşla çay içiyorduk, yan tarafımızda da iki kişi sohbet ediyorlardı. Gayri ihtiyari kulak misafiri oldum heriflerin sohbetine.

 -Gayri, ihtiyari!?

 -Valla gerçekten öyle oldu, gayri ihtiyari. Sonra baktım laf kibar kulak verdim. Ne yalan söyleyeyim bizim adamın Hikâye Malzemesi Dükkânı’na gider, hem iki çay içerim ve hem de bu lafı anlatırım, dedim. Lafın başını bilmiyorum kulak kabarttığım yeri güzeldi çünkü.

 -Eee, neyse. Anlat bakalım şu güzel lafı da dinleyelim. Yine bizim hanımın temizlik hastalığı tuttu. Deterjan kokusundan bugün akşama kadar eve girilmez. Bari akşamı burada edelim. Ha, bak yalan yok ha! Keklik cücüğü gibi vık vık etmeye başladın mı bil ki yalan söylüyorsun.

 -Tamam. Tamam. Suç size laf anlatanda: “Kapı çalındı. Açtım. Yan taraftaki büroda çalışan gençlerden biri. Birkaç gün önce takılan kameraların çalışıp çalışmadığını soruyor. Sistemin çalıştığını, apartmanın merdivenlerinden tut, bizim tüm odalarda görüntü kaydı yapıldığını söyledim. Selami Ustanın ayağını hastanede, bizim sınıf arkadaşlarından birine denk gelip, bir güzel sardırıp, cebine yarım aylık kadar para koyup, şantiyeden bir arabaya bindirip evine yolladığımız günün ertesi günüydü işte. İçeri girdik delikanlıyla. Bilgisayarı açtık. Kırk dakika önce alınmış bir görüntü: Biri komşunun kapısının mermer eşiğine bir cüzdan bırakıp gidiyor. Eyvah! Dedi delikanlı. Utandı. Ben de utandım. İkimiz de tanıyorduk çünkü cüzdanı bırakanı. Lafı ben açtım. Hadi gel kimseye söylemeyelim, dedim. Sen sadece kendisine söyle, diye ilave ettim. Delikanlı gitti. Ben ne zamandır uğraştığım dosyanın içine tekrar gömüldüm. Yarım saat geçti geçmedi telefon çaldı. Biri bizim büroda kamera olup olmadığını soruyor. Var, dedim! Hı, dedi telefonu kapattı.

 Hani var ya, kitabın ortasından başlamak; benimki de öyle oldu. Bir sabah patron gelip ‘Hadi şu büroyu kameralarla donatın.’ demedi tabiî. Kameraya giden bir yol vardı onu tamamen unuttum.

İlk zamanlar birkaç günde bir değişik değişik adamlar gelmeye başladı büroya. Sonra sonra adamların gelişi sıklaştı. Bazı bazı birkaç kişi içeri giriyor, üç beş dakika duruyor sonra çay bile içmeden sessiz bir şekilde çekip gidiyorlardı. Bir sabah bizimki ‘Birazdan iki kişi gelecek. Konuşmalarını kayıt altına almak istiyorum.’ dedi. Çelik kapının zili çalar çalmaz bir cep telefonunu ses kayıt sistemini açarak, ortada bulunan sehpanın altına bıraktık. Ben diyeyim on beş, sen de yirmi dakika sonra içeriden beni çağırdılar. Bizimki ‘Şuradan bir ses geliyor.’ dedi, telefonun olduğu yeri göstererek. Gözleri donmuş, yüzü komşunun yeni filizlenmiş ekin tarlasının içinde yakalanmış tor dana yüzü gibiydi.

Dosya bitmiyordu. Bitiyordu bitmesine de her gün yeni bir şeyler ilave ediliyordu. Tek klasörle başladığımız hesap iki klasör olmuştu. Ve devam ediyordu. Bir gece telefonum çalıyordu. Saat iki! Karşımda bizimki. ‘Uyuyor muydun?’ Yok, canım daha saat gecenin ikisi! Bu saatte uyunur mu? Bir not yazdırıyordu, dosyaya girmesi için. Bir Pazar günü oluyordu. Bir elimde tuz, cin biber ve kekikle avcarlanmış bir topak et, öbür elimde bir Adana kebap şişi. Telefonum çalıyor. Çocuklardan biri elindeki bıçağı salata tabağının üzerine bırakıyor. Telefonu açıp kulağıma tutuyor. ‘Şunu yazıp dosyaya koydun mu?’ Bir sabah işyerine varıyorum kapıda bizim ustalardan biri, elinde bir tomar kâğıt…

Selami Usta karşımdaki koltuğa kuruldu, oturdu. Başımı dosyadan kaldırdım kapıya doğru baktım. Olmadı. Yerimden kalkıp koridora doğru etrafı kolaçan ettim. Yok! Selami Usta öyle bir geliş geldi ki aklım durdu. Elinde bir değnek. Değneği bir adım kadar ileri koyuyor. Sonra onu yere geçirmeye çalışıyormuş gibi iki eliyle tüm gücünü değneğe veriyor. Ardından bir ayağını da değneğin yakın bir yerine sabitliyor. Daha sonra sanki bir timsah tarafından ısırılmış da, timsahı ayağıyla çekiyormuş gibi zorlanarak, yüzüne milyon çeşit şekiller vererek o ayağını da diğerinin yanına getiriyor. Şu eski Türk filmlerinde; sırtında yeşil bir elbise, elinde boyu kadar tespih, başında ne idüğü belirsiz bir bez, suratına yapıştırılmış bir kucak eğreti kılla, imam veya şıh taklidi yaptırılan; kimi topal, kimi çolak şebek kılıklı tipleri hatırlatan bir yürüyüşle girdi içeri. Ola ki, adam bir video filan çekiyordur diye etrafa bakma gereği duydum. Yok! Ortalıkta ne kamera, ne ışık ve ne de ayna tutan kimse var. Uzun lafın kısası; abi, diyor, geçen şantiyede beton dökerken ayağımın üzerinden kepçe geçti ya. Eee! Ayağım daha iyileşmedi. İşe gidemiyorum. Bana para ver. Allah! Allah! Lan oğlum seni hastaneye götüren benim. Ayağını sardıran, ilaçlatan benim. Hiçbir şeyi yok, birkaç güne kadar iyileşir, dediklerini ikimiz de duyduk. Eee! Daha ne parası? Git işine devam etsene. ‘Şey abi, hani o zaman sigortam yoktu ya. Orada götürmediler buraya özel hastaneye gönderdilerdi ya. Şimdi orada hastaneye gitsem size sıkıntı olur diye...’ Tamam anlaşıldı. Şimdi akan sular durur.

Klasör üç oldu. Üç yıl önce yapılmış hesap üçe katlandı. Öyle mükemmel bir hesap çıktı ki ortaya, bırak ortağı, merteği, beribenzer maliye müfettişi bile itiraz edemez. Her sayfasına kaşesini basar onaylar valla. Yalnız, üç yıldır kâğıtların arasında sıkışıp kalmış gariban bir “1”, daha dün oraya girmiş bir “3”ün göz kamaştıran canlı rengini kıskanır mı ola diye de düşünmeden edemiyor insanoğlu. Akşamüstü iki kişi geldi. Biri geçenlerde gelen adam. Hani şu telefona sesini çektiğimiz adamlardan bıyıksız olanı. Takım elbiseli. Kravatsız. Telefonun hafızası dolmuş, aldığı sesleri dışarı vermeye başlamıştı da bizimki partutuş olmuştu. Karatahtaya dönmüştü suratı. Şehrin en işlek caddesindeki bir binanın yedinci katında bulunan işyerimizin kuzeye bakan pencerelerinden Ahır Dağı görünüyordu. Güneş şehrin gürültüsünden kurtulmuş dağın tepesine doğru gidiyordu. Mesai bitmiş sekiz beş çalışanlar çoktan evlerini bulmuşlardı. Yine de caddenin Ahır Dağı yönüne giden tarafı zaman zaman tıkanıyordu. Ara sıra bir ambulans sesi caddede çınlıyor, sonra binaların arasında kaybolup gidiyordu. İşyerimizin bulunduğu binanın kapısından çıkan ve elinde bir poşetin içerisinde üç klasör taşıyan otuz beş, kırk yaşlarında, kısa boylu, etine dolgun, gözleri velfecri okuyan gözlüklü adam belki de kimsenin dikkatini çekmemiştir. Önünden giden iki kişiye de kimse aldırış etmemiştir Alla hu âlem.

Selami Usta arıyor. ‘Abi ben büroya geldim de sen ne zaman geleceksin?’ Geliyorum çay verdiler mi? Sen çayını içene kadar oradayım, dedim. Yine değneksiz gelmiş, fakat ben içeri girince oturduğu koltuktan kalktı topallayarak başka bir koltuğa oturdu. Bizimkini aradım, böyle böyle dedim. ‘Ver’ dedi. Abi, dedim, bu adam filan ayın filanından beri gelip gidiyor. Bugün filan ayın sonu. Şu kadar ay olmuş. Tekrar ‘Allah Allah.’ dedi telefonu yüzüme kapattı. Telefonu boş masanın üzerine bıraktım. Bak Selami Usta, dedim, Zopur Menderes diyor ki, dedim; abi o gelip senden parayı alıyor, diyor dedim. Sigortasını sen yatırıyorsun, o gidip Kelce Mevlüt’ün yanında şu kadar paraya çalışıyor, diyor, dedim. Evinde her akşam bir çeşit kebap yapıyor, mahalleyi dumana veriyor, diyor, dedim. Mahalleli Zopur Menderes’e diyormuş ki, dedim, seninki ya gömü, ya da iyi bir enayi bulmuş herhalde, diyorlarmış, dedim. Kaldırana kadar ‘Zopur Menderes kendine baksın,’ dedi. ‘O mahalleli mangalı yakıp üzerine iç yağ ve kuzu kuyruğu atarak etrafı duman etmeyi, kebap yapıyor havası vermeyi Zopur Menderes’in babasından öğrendi. Anam bacım olsun; o, zengin Tosak Mustafa’nın kızını öyle ede ede almadı mı, onun babası? Kime sorsan he, der.’ dedi.

Bizim klasörler gitmişti. Geceli gündüzlü hesap yapma, yazma, çizme işlerinden kurtulmuştuk. Fakat büroya gelip gidenlerde bir eksilme olmamıştı. Hatta eskisinden daha çok gelip giden oluyordu. Gelenlerin birçoğunu tanıyorduk. Tanıyorduk tanımasına da ne onlar bize güler yüz gösteriyor, ne de biz onlara tebessüm ediyorduk. Kapıdan bir zemheri yeli gibi giriyorlar kar fırtınası gibi çıkıp gidiyorlardı. Onlar gelip gittikçe arkalarından bin çeşit laf ediyorduk. Ortaklıkla ilgili ne kadar atasözü ne kadar deyim varsa hepsini ezberlemiştik. Kimin dedesi bu konuda ne der, kim, kimin babasından ne duymuş hepsini öğrenmiştik.

Bir sabah odamın kapısını açtım. Bizim klasör poşeti masamın üzerinde. Boğazlanmış, organları kesilmiş bir kız çocuğunun cesedini görür gibi oldum, poşetin içerisinde. Tüylerim diken diken oldu. Biraz sonra bizimki geldi ‘Hesap kapandı o klasörleri arşive kaldırın!’ dedi. Yüzünden düşen bin parçaydı. Selami Usta’dan sonra bu işten de kurtulmuştuk. Gelemezdi artık Selami. Bürodan çıktıktan sonra balkondan takip etmiştik. Keklik gibi sekerek gidiyordu kaldırımda cebindeki avanta parayla. Videosunu çekmiştik. Bir daha gelirse o görüntüyü gözüne sokacaktık.”

-Eee, diline sağlık da ben bu hikâyeyi birine sattığımda benden klasör işinin nasıl sonuçlandığını da sorarlar, o iş nasıl bitmiş orasını anladın mı?

-O arada lafı anlatan adamın telefonu çaldı. İkisi bir kalkıp gittiler. Laf da öyle bitmiş oldu.

-Tamam, da öyle biterse hikâye olmuyor.

-Canım sen de bir şey uydur artık. Ne bileyim, adamın dili ağzındaki namlunun ucuna değince hesap bitmiş, poşeti sırtlanıp gelmiş, de çık işin içinden!

___________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir


Bir Sayfanın Eşiğinde “ALTI ÜSTÜ ŞİİR” / Hidayet BAĞCI




“Her ömür bir şiirdir. Acısıyla, tatlısıyla, bütün muhtevasıyla… Bazen bir dizeyle anlatılabilecek kadar sade, bazen de sayfalar yetmeyecek kadar derin bir şiir…”

Bu metin Kahramanmaraş’lı şaire hanım Nurcihan KIZMAZ’ın hayat ve gönül tecrübelerini şiirselleştirdiği kitabına ait 2025 yılı ilk baskısının belki de ilk kitap tahlili olacaktır. Kitap yedi bölümden oluşmaktadır. İlk bölümün ilk şiirine başlamadan önce sizi kapı eşiğinde misafirini bekleyen bir hanımın evine buyur etmesi gibi bir sunuş metni karşılar. Bu metni okumadan sayfanın eşiğini geçemezsiniz. Elbetteki ilk bölüm su üstüne değil gönül üstüne yazılan yirmiiki şiirden oluşmaktadır. Bir gönüle girmenin ilk adımı sevgidir. Sevgi üstüne yazılan şiirlerin yer aldığı bu ilk bölümde iklim şiiri bu gönül hanesinin atmosferini tasvir eder gibidir. Sanki sayfanın eşiğinde küçük bir kız çocuğunun neşesini duyumsarsınız. Kızmaz’ın şiirlerinde her şiirin içeriği kadar şiirlerinin başlığı dikkat çekmektedir. Özellikle A.Ş.K. şiiri sanki Amine Şuara Kızmaz’ın bir aşk hikayesinin çocuğu olduğunu okuruna fısıldar.

İkinci bölümde tabiat üstüne yazılan şiirler mevcuttur. Bu bölümde Kızmaz, kitap okuma dünyasında etkilendiği yazar ve şairlerin isimlerine atıfta bulunmuştur. Özellikle Bahar, Nergis, Babam ve Biz şiiri Kızmaz’ın dünyasında model olan babasının izlerini görürsünüz. Nergise olan sevgisi Kızmaz için baharı ve babasını anımsatmaktadır. Tabiat üstüne yazılmış şiirlerin çoğunda hatırların yer aldığı aşikardır.

Üçüncü bölümde Beşer üstüne yazılmış şiirler mevcuttur. Bu bölümün ilk sayfa eşiği ise cemreyle başlar. Cemre bir dönemecin sonu diğer yeni dönemecin ise başlangıcıdır. Bu şiir de okuyana yeni bir nefes aldıracak ve yeni bir başlangıçlara adım attıracak türdendir. Bir sonraki sayfanın eşiğinde ise Kahramanmaraş’ın 6 Şubat depremine vurgu yapan bir zaman dilimini anlatır. Bu şiirde herkesin bir hikayesi vardır. 4.17 şiiri enkaz altında kalan vatandaşlarımızı yad edecek türdendir. Dünya üstünde her ne varsa ve onu tanımlayan nesnelerin üzerine yazılmış şiirler size Anadolu’nun kokusunu duyumsatacaktır. Bu bölümün son şiiri Bir Zamandan önce yine bir geçmiş, yine bir hikaye ve yine bir nefes sahibinin dünyadan gidişini sözcüklerle fısıldayacaktır.

Dördüncü bölümde Kızmaz artık misafirliğinizin yavaş yavaş gitme vaktinin olduğunu söyler. Onun şiirlerinde siz mi onu dinlersiniz yoksa o mu sizin hikayenizi dinler ? Evet, misafirlikler böyle başlar. Eğer arada sevgi ve vefa varsa her iki kişi de bu duygulara and içmişcesine birbirleriyle yaren olur, dost olur. Dördüncü bölümün sayfaları birer birer parmaklarınızın arasından kayıp giderken bir bakmışsınız beşinci bölüme gelmişsiniz. Anlatacak hikayesi olan insanlar gibidir sayfalar … Ne siz gitmek istersiniz bu gönül hanesi olan dünyadan ne de o sizin gitmenize izin verir.

Beşinci bölüm dualar üstüne yazılmıştır. Dualar ve umutlar üstüne yazılmış bir üretkenlik bir yaratılış vardır. “İlla Hu” üstüne yazılmış bir şiir O’nun varlığını bir kez daha hatırlatır. Ve size Amenna ve Sadakna! ‘yı içtenlikle söyletir. Mihman şiiriyle taçlandırır dostluğunuzu. Kızmaz’ın şiirlerini okurken hüzünlerinizi dökersiniz bir ummana, o da akıp gider dünyanızdan, bir su misali…

Altıncı bölümde ise Kızmaz’ın bu şiir kitabını kimler için basıma verdiğini, onlara bir hatıra bırakmadaki niyetini hissedersiniz. Yine babası ve annesini yad etmiştir. Komşu kızının hikayesini dahi şiirlerine iğneli bir şekilde konu etmedeki kelime işçiliğini alkışlamalısınız. Yedinci bölümde şiire adını veren şiirini saklamıştır. Bu şiirde şiir yazma hevesini aşk edenleri ve etmeyenleri yine perdeli bir dille ifade eder. Bu şiir kitabı onun hayattayken çıkardığı ilk kitabıdır.

“velhasıl bu kitap, yalnızca kelimelerden ibaret değil. İçinde hayatımdan izler var. Belki bir satırında çocukluğunuza rastlayacaksınız, belki bir dizesinde eski bir hatıra canlanacak. Ama en çok da yüreğinize dokunmasını dilerim. Sevgiyle.”

Sevgili Şaire hanım Nurcihan Kızmaz’a hayırlı ömürler diliyorum. Şiirlerin baki olsun ve okurunu bulsun.


Döş Cebi Üzerine Küçük Bir Tetkik/Burak ÇIRAK

 


Mehmet Yaşar'ın Döş Cebi Köşesine Hürmeten


Efendim, şu “döş cebi” dedikleri müessese, insanın göğsüne en yakın duran, fakat çoğu zaman aklına en geç gelen bir cevher mahfazasıdır. Ceb-i sadr da diyebiliriz ama öyle deyince işin tadı kaçar; biz yine mahalle ağzıyla konuşalım: döş cebi.


Hani bir hocam, Tekel 2000 kırmızı uzun cuarasını aheste aheste çıkarıp bir meddah edasıyla çakmak çakmadan önce göğsüne şöyle hafifçe vurur ya… İşte o cebi söylüyoruz. Oraya konan şeyin hükmü ayrıdır efendim. Oraya konan kâğıt, “kâğıt” olmaktan çıkar;bir vasiyet, bir sır, bir mahcup hatıra kesilir.


Bir vakit biz de bir yazıyı ıslak ıslak kaleme almıştık da, “Bunu aman ha, döş cebime koyayım da sesi güzel bir abiye okuturum,” diye saklamıştık. Çünkü diğer ceplerin hepsi “harcıâlem”dir; ama döş cebi, insanın kendi kendine edep dairesi kurduğu tek yerdir.


Mustafa Çiftçi ağabeyin anacağzını camız yoğurduna benzetmesi misali,
bizim şu döş cebi de öyle mübarek, öyle kendine has bir benzetmeyi hak eder.

Camız yoğurdu nasıl kaşığı dik tutarsa,
döş cebi de insanın gönlünde dik tutulan hatırayı taşır. Yani döş cebi biraz yoğurt küpü, biraz hatıra mahzeni, biraz da gönlün kendine ayırdığı mahrem bir raf gibidir.


Oraya giren şey, kolay kolay dışarı çıkmaz; kimini yıllarca taşır, kimini bir ömür saklar. Bazılarımızın gönlü döş cebinden büyüktür ama bazılarımızın döş cebi gönlünden daha sadıktır o da ayrı mesele.


Velhasıl efendim, döş cebi dediğiniz,
pantolon cebinin delikli hâlinden, arka cebin unutkanlığından, çantanın izdihamından bıkan insanın, hatırasına “yer” olarak seçtiği mütevazı bir sığınaktır.


Kimine sigara, kimine kalem,
kimine gönül yarası taşır.
Ama her ne taşırsa taşısın,
kendine göre bir vakarı vardır.


Zira döş cebi, insanın üzerindeki en küçük yer, ama içindeki en büyük yükü taşıyan tek cüzdür

YILDIZLI GÖKYÜZÜ/ G. Hasan EJDERHA







Sobaları tütüyor karlar altında kalmış bir şehrin

Bembeyaz örtülmüş bütün suçlar, yalanlar ve günahlar

Noeli bekliyorlar bir gökdelenin üst katlarında

Küçük çocuklar gökyüzüne bakıyorlar 

Bütün kurduğu hayalleri getirecek birine

Babalarını bekliyor bazı cocuklar

Onlar da bakıyor aynı gökyüzüne 

Aynı gök fakat yıldızlar farklı

Birinde kayan yıldız, birinde savaş uçağı

Hepimizin göğü aynı gök fakat

İçimizdeki temiz duruyor mu ?

Yasa mıdır icimizdeki yoksa başka mı ?

Nedir gökyüzünden bomba yağdıranın içindeki ?

Kimdir yasayı koyan ve kimdir koruyacak olan?


Paris'te bir sanat müzesindekiler

Ya da Vegas'ta renkli ışıklarda kör olanlar

Hiç gördüler mi Vegas'ın altında, Paris'in sokağında yatanları

Duydular mı hiç karanlık sokakta silah seslerini ?

Ellerindeki Aristo kitabını okudular, fakat anladılar mı ?

Bayat bir ekmeğin kokusunu duydular mı?

Bayatlamış yüreklerinin içinde 


Üstümde yıldızlı gökyüzü fakat içimizdeki ne?

Yasa yürektedir, kara kalplilerde  ise nefiste

Gökyüzüne İbrahimce bakar yüreğiyle görenler

Diğerleri ziyan içindekiler...


Anlamasaydım yıldızları belki bir silah alnımda

Tetiği çekecek parmaklar benimkilerdi

Barınamazdım bu kadar adaletsizlikle

Boş bakardım göğümdeki yıldızlara

Eyerleri bağlanmış kırbaç vurulan bir at

Ona sarılır yok olurdum belki de

Dudaklarımda "Vel Asr" olmasa.


Günahkâr Dişliler/Samet YURTTAŞ

 



Bak

Dışarda güz yağmurlarından bir çember

İçinde yalnızlık dönüyor

Er kişi niyetine hazırlanmış

Hüzünlü bir kalabalık

Döndükçe gözümde büyüyor

Bir ihtiyar yürüyor önümde

Ağır ağır ve aksayarak

Diz kapaklarında bitmeyen sancıyı

Kasıklarında dünyayı kaldırıyor

Bir adım

Bir adım

Bir adım daha

Gelip duruyor ölümün genç kapısında

Kasketinin kıskacında hâlâ yağmur damlaları

Islatmıyor kibrini

Ve saçlarını

Gelip duruyor pişmanlığın son kapısında

Kulak veriyor nefsine

İçinde yıllardır pas tutmayan

Günahkâr dişliler

Dönüyor dönüyor dönüyor



Yeni Dünya Hikâyesi/Hasan EJDERHA




Ufuklar prangalara haykırmıştı

O gün bir daha koparılmıştı çiçekler

Tarihten öcünü almamış kılıçların

Pasları akar kan diye şakaklardan

Baharın ortasında yağan kardan

Arınmamış yağmurdan murdar sokaklar

Bataklık şimdi ortasında yüreklerin.


Bir daha çağır,

 gelirler mi ey 

siyah-beyaz resim.

Herkesin heybesi yaralı

Anı olsun diye saklananların

Anlam bilgisi kayıp

Ayıp ne varsa tarihe dair

Sergi salonlarında kutlu belge

Gevele ey spiker sunduğun haber

Kekre bir ihanet ağzında

Ey dünya!

Bende artık

Kışın da bir yazın da.


Ağzında korkuluk olmuş doğru kelimeler

Eğriltir insanını çağın

Karanlığın ortasındaki aydınlığın

Farkına bile varmadan kaynadı şehirler

Ve nehirler köpük köpük göğe merdiven

Seven ve sevmeyen bir şimdi kentlerde

Taylar ve anneleri şiirlerde bile yok

Varlık içinde karışmış yok yoka

Var varlığın içinde yok

Yok yokluğu içinde çok.


Bugün Yürekler Yere Değil, Göğe Kalktı/Burak ÇIRAK

 




Bugün öyle yüzler gördüm ki…
Hiçbiri konuşmadı,
ama her biri sessizliğiyle dünyayı susturuyordu.
Bir tabut geçerken kalabalığın arasından,
insan bir anlığına zamanı unutur:
Çünkü o an, ömrün bütün gürültüsü çöker de
yalnızca haysiyet ayakta kalır.

Bazıları “şehit oldu” der,
bazıları “gitti” der;
ama ben bugün anladım ki
şehadet, gitmek değilmiş.
Biz kalanlarmışız aslında.

Her adımda bir anne gördüm…
Eli titremiyor, sesi çözülmüyor,
ama yüreği toprağa işliyordu sanki.
O bakışta acı vardı elbet,
fakat acının üstüne örtülmüş küçük bir gurur
her şeyi bambaşka kılıyordu.

Her köşede bir baba gördüm…
Dik durmak için değil,
evladının ardında eğilmemek için çabalayan.
Bir insanın içindeki yangın
bu kadar belli olurmuş da
yine de etrafını ısıtmazmış meğer.

Bir de yaşlı gözler vardı…
kimisi dua ediyordu,
kimisi nefeslerini tutmuş bekliyordu;
çünkü bazı acılar
kelime ile anlatılmaz,
nefesle taşınır.

Bugün anladım ki
bir milletin en yüksek yeri
dağ başı değil,
evladını toprağa verirken düşmediği yerdir.

Ve biz her ne kadar yara almış görünsek de
o cenaze saflarında duran insanların
birbirine dokunmadan duruşu bile
toprağın altından daha güçlü bir şey söylüyordu:

“Biz ayaktayız.”

Rahmet isteyen dudaklar çoktu,
ama rahmetin değdiği yüzler daha çoktu.
Ve ben bugün,
bir ulusun nasıl dimdik kaldığını
bir kez daha gördüm.


Ahamet Özmen KILIÇ'ın AŞK ARASI ŞİİR MOLASI KİTABI/Hasan EJDERHA

 











Aşk Arası Kitap Molası şair Ahmet Özmen KILIÇ'ın şiir kitabı. Morene Yayıneni'nden çıkmış. Kitap nefis bir kapak ile seksen altı sayfa ve güzel bir şiir kitabı formatında okuyucuya sunulmuş.


"Ne zaman yalnızlığa dokunsak,/Yaralarımızda donuyoruz.  Kitabın ilk şiiri LÂL YALNIZLIK şiirinden mısralar ile başlıyoruz Ahmet Özmen KILIÇ'ın şiir kitabına.

Ahmet Özmen KILIÇ gönlü olan, şiirlerini hayatın tam ortasında, her şeyi yaşayarak söyleyen bir şairdir. Şiirlerinin her mısraının yaşanmışlıkları olan, gerçeklerin şairi diğer taraftan... çocukluğundan beri yakından tanıdığım için daha nice güzel şiirlerle şiir kitaplarına yürüyeceğine inancım tamdır.

"Acı bir fren sesi gelir içinden/Tam yaklaştım derken/Geriye dönersin içindeki onmaz bir seferden." YARISI KALMIŞ AŞKLARA şiirinden beni "zank" diye frenleten mısralar oldu bu mısralar. Ahmet Özmen KILIÇ şiirlerini rahat bir kurgu ile gözlerini budaktan sakınmadan yüreğinin sesiyle şöyleyen bir şair oldu her zaman.

GİTME şiirinde "Ömür boyu gidersen;/Hayat acır/Kahve daralır/Yaşam bunalır/Çay kırılır." Çay kırılır mısraı ne güzel değil mi. Sevgili giderse "Çay kırılır" daha neler olmaz ki.

"Bekler vardiyalı/Aşkın koperılan yarası" mısraları ile son buluyor Şair Ahmet Özmen KILIÇ'ın AŞK ARASI ŞİİR MOLASI kitabı.

Edebiyatımıza bu güzel kitabı kazandırdığı için yürekten tebrik ediyorum şair Ahmet Özmen KILIÇ'ı