YAĞMUR SONRASI TOPRAK KOKUSU/Meltem KIZMAZ


Birden bire bastıran sağanak, bulutların ardına gizlediği sabahı haber vermek istercesine pencerenin camına vuruyordu. Dışarda yeni yeni dökülmeye başlayan yapraklar ve damlalar, uyuyan tabiatı canlandırmaya niyetliydi belli ki. Nihayetinde odanın içine sızan damlaların pıtırtısı ve yaprakların hışırtısı, muhabbet kuşlarının -çoğu zaman vazgeçilmez kimi zaman çekilmez- ötüşleriyle öylesine harmanlandı ki Fatih bu çağrıya daha fazla kayıtsız kalamadı. Ağırlaşan göz kapaklarını hafifçe araladı. Zaten uzun zamandır çalar saatin hükmü yoktu Fatih’in odasında. Birden bire uyanıyor ve bu uyanış genellikle rutinleşen kalkış saatinin bir hayli öncesine denk geliyordu. Bir hamlede yataktan kalktı. Perdeleri iki yana sıyırıp pencereyi açtı. Bulutların kasvetini, yağmurun serinliğini ve sabahın tazeliğini bir nefeste ciğerlerine doldurdu. 

Sonra adımlarını sürüklercesine banyoya doğru yöneldi. Bir avuç suyla uykudan arta kalan mahmurluğu yüzünden giderdi. Askıdaki havluyu düşürdüğünü bile fark etmeden koridorun diğer ucunda bulunan mutfağa geçti. Tezgahın en uç kısmındaki, dedesinden kalma, eski değil de kadim, bir o kadar da değerli olan radyoyu açtı. Çalan ilk şarkıyı mırıldanmaya başlarken ocağın altını yakıp kahvaltılıkları dolaptan çıkardı ve masaya yerleştirdi. Nihayetinde zeytin, peynir, reçel ve ekmeğin bulunduğu sofrayı yeni demlenmiş bir bardak çayla tamamladı. 

Kahvaltısını bitirdikten sonra hazırlanmak üzere odasına geçti. Kıyafet dolabının karşısında geçirdiği birkaç dakikadan sonra ne giyeceğine karar vermişti. Gömleğini giyindikten sonra kol düğmelerini -Zeynep’in onları kendisinin koluna taktığı ilk günkü titizlikle- gömleğin manşetlerine geçirdi. Yana kaymış kravatını düzelttikten sonra artık hazır sayılabilirdi. 

Gözleri, görünmeyenin eksikliğini hissedince, aynaya yansıyan aksinin yanına Zeynep’in hayalini yerleştirdi. Gülkurusu elbisesi, dalgalı saçları, denizle gökyüzünün bütün mavisini barındıran derin ve sonsuz gözleriyle Zeynep, Fatih’in en yakışıklı yanıydı… 

Zaman, zamanın içinde evrildi ve bu üç beş saniye beraberinde üç beş seneyi getirdi. Fatih Zeynep’i ilk gördüğü anda buluverdi kendini. Kelimenin tam anlamıyla, Fatih, Zeynep’te buldu kendini… Bir hafta önce market reyonları arasında gördüğü, dönüp tekrar tekrar baktığı, bakıp da doyamadığı kızı ikinci kez fakültenin geniş koridorlarında, bir grup arkadaşın arasında görünce dünyalar bağışlandı Fatih’e. Oysa bu sevinç zamansızdı, erkendi. Delikanlının muhabbetine güzelim kız bir kez olsun iltifat etmemişti. Neden sonra, kalpleri elinde bulunduran ‘ol’ deyince, aynı tılsım güzelim kızın gönlünde de parıldadı. En sonunda parlayan, iki gencin sağ ellerinin yüzük parmağına takılı bir çift alyans oldu. 

Soyut olanın sonsuzluğunda geçirdiği dakikalar birbirini ardalarken Fatih, bir an önce gitmesi gerektiğini hatırladı. Alelacele ayakkabılarını giydi ve apartmanın dar merdivenlerinden indi. Sokak kapısından çıktıktan sonra caddenin solundan koşar adım ilerlemeye başladı. Öyle ya, Zeynep’e gitme fikri Fatih’in omuz başlarında iki kanat… 

Bir zaman, başının üstündeki gökten habersiz yürüyen bir yığın insan gibi, kalabalıkları yara yara yürüdü. Neden sonra bozuk bir kaldırım taşının altına birikmiş yağmur damlalarının üzerine sıçramasıyla yavaşladı. Karşı çaprazda bulunan çiçekçiden her zamanki gibi bir buket sarı kasımpatı aldı. Uzun uzun çiçeklere baktı. Zeynep’e aldığı ilk buketin içerisinde beyaz, kırmızı, turuncu, pembe, sarı kasımpatılar vardı. Zeynep şöyle bir baktı çiçeklere, sarı olanı eline alıp kokladı. Bu, dedi. “Diğerlerinin yanına hiç yakışmamış. Renginden hüzün bulaşmış bu çiçeğin kokusuna.” O günden sonra sarı kasımpatıların buket içerisinde bir yeri olmadı. 

Fatih, karşı kaldırıma geçip az ilerdeki duraktan sağa vurdu. Kapıya geldiğinde paçalarının biraz ıslanmasından başka tek sorunu yoktu. Sonrasında bir nefes ve bir adım… 

Bu kapının ardında ‘öteki’ hükmünü yitirir, yalnızca ‘ben’ kalır.
Buradan sonrası dış değil içtir.
Özge değil özdür.
‘Öteki’nin anlatıları yalnızca görünenden ibaret. Oysa kim görebilir içinde kopan fırtınaları, kim anlatabilir senin ismini bile koyamadığın duygularını, alnında yazanı kim, hangi kalemle kopya edebilir? Hem dışarıdakiler derininde çağlayan denizi bilmezler de gözden akan üç beş damla yaşı görürler. Bunların hangisi hüzün, hangisi umut, hangisi acı, hangisi aşk… Gerçi ben de ayıramıyorum birbirinden. Solumda yaşadığım her duygunun, gözümden akıttığım her damlanın adı, Zeynep… 

Üç kişinin yan yana geçemeyeceği yoldan bir hayli ilerledim. Yürüdükçe uzayan bu yolun sonu hem hasret hem vuslat. Şimdi Zeynep bir adım kadar daha yakın ve her adım kadar uzak. 

Ayaklarım birbirine dolanmaya, aklım bulanmaya, ruhum daralmaya başlayınca Zeynep’e geldiğimi anladım. Yolun ilk kıvrımından geçince karşıma çıkan çeşmenin ardındaki kayadan sonra birkaç adım daha attım. Dizlerimin üzerine çöküp avuçladığım toprağı soludum. Zeynep bugün yağmur sonrası toprak kokusu… 

Her zamanki gibi, Zeynep’e ait en soğuk ve en zevksiz vazonun içine kasımpatıları yerleştirdikten sonra başucundaki fidanın köklerini kontrol ettim. Kenarlara dağılan toprağı düzenledim. Boy vermeye başlayan çiçeklerin dibinde biten otları temizledim. Bir dizi düzenin ardından dizlerimi kırıp ben de eylemsizleştim. Çevremdeki her şey gibi… 

Burada sessizliğe halel getirecek her fiil yasaklanır. Bunca zamandır ne itirazımı bildirebildim göklere ne ahımla avunabildim. Her defasında kafamı kaldırıp bakınca anladım, alın yazımızın son satırı hep ölüm. Kabullendim. 

Ama bu kabulleniş dindiremedi yangınımı. Yanında olmak ama ellerini tutamamak, gözlerinde kaybolamamak ve en kötüsü sıcacık nefesini yüzümde hissedememek kahrediyor beni. İşte, tam acının göğsümü sıkıştırdığı sırada ona ulaşmak için tek bir ümidim olur. Bütün hüznümü nefesime yükleyip imkansızı mümkün kılarcasına, ruhumu onun ruhuna değdiren sesim, Yasinleşir…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder