BU TOPRAK; VATAN TOPRAĞIDIR / Teyfik KARADAŞ


Bizim öğrenci okuduğumuz yıllar halkında, devletin de yoksul olduğu yıllardı; köylerde elektrik, içme suyu şebekesi, telefon gibi alt yapı hizmetlerinin hemen hemen hiçbiri yoktu. Okul olarak kullanılan binaların birçoğu köy halkı tarafından çamur ve taş ile yapılmış eğreti yapılardı. Okulların yakacak ihtiyaçları veliler tarafından karşılanır, temizliği öğrenciler tarafından yapılırdı. Şehirdeki okullar da köydeki okullardan çok farklı değildi.

Öğrenciler okula üç dört kilometre mesafeden yaya olarak gider-gelirlerdi. Öğrencilerin şimdiki gibi ne babalarının lüks otomobilleriyle, nede son model servis minibüsleriyle okula gitme imkânı vardı. Ancak büyük şehirlerde okuyan öğrenciler kısmen de olsa okula belediye otobüsüyle gidip gelme şansına sahiptiler. Öğrenciler kitabı bulsa, defteri bulamaz, defteri bulsalar kalemi bulamazlardı. Yapıştırıcıyı çiriş adı verilen doğal bir bitkiden, silgiyi altı kauçuk eski terlikleri keserek yapardık. Çanta olarak gübre torbalarını kullanırdık. Dersi akşamları gaz lambalarının ışığında çalışırdık ama bütün bu çaresizlikler içinde mutluyduk.

Köylerde ne öğretmenlerin oturacağı lojman, nede kiralayacağı boş ev vardı. Öğretmenler köydeki müsait olan bir evin bir odasında otururlardı. Öğretmenler asli görevleri olan eğitim öğretim işlerinin yanı sıra sağlık, tarım, hayvancılık gibi hizmetlerinin düzenli yürütülmesi için köy halkına rehberlik yaparlardı. Düğün, nişan, cenaze törenlerinde baş rolde yer alırlardı. O günkü öğretmenler yetişme şartları gereği akademik yönden tam donanımlı olmasalar dahi sosyal yönden idealist insanlardı. Öğrencilerinin başarılı olması, bir yerlere gelmeleri için her türlü cefa kârlığı, fedakârlığı yaparlardı.

Ben de kendi köyümde Amerikan hibesi baraka bir binada zor şartlar altında ilkokulu bitirdim. İlkokul öğretmenim çok aydın bir insan ve değerli bir eğitimciydi. İlkokul Öğretmenimin yoğun gayretleri sonucu, ekonomik yönden şehirde okuma imkânım olmadığı için babam beni köyümüze altı kilometre mesafedeki komşu köyde bulunan ortaokula kayıt ettirdi. Okuduğum Ortaokulun kendi binası yoktu. Ortaokul köy camisinin bodrum katında bulunan küçücük dersliklerde eğitim faaliyetini yürütüyordu. Okulda iki matematik, iki sosyal bilgiler, bir fen bilgisi, bir Türkçe ve bir din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmen ile bir kâtip ve bir müstahdem olmak üzere toplam dokuz personel vardı. Din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenimiz okul müdürü, sosyal bilgiler öğretmenlerimizden biri de müdür yardımcısı olarak görev yapıyordu. İngilizce, resim, müzik, beden eğitimi gibi derslerimizde okulumuzdaki diğer öğretmenlerimiz okutuyorlardı. Öğretmenlerimiz birbirlerinden farklı dünya görüşüne sahip olsalar da hepsi de idealist çalışkan insanlardı.

Okulda toplam elli civarında öğrenci vardı. Okul idarecilerimiz velilerimizle sık sık toplantılar yaparak anne ve babalarımızı aydınlatmaya gayret ediyorlardı. Bizlerin başarılı, emsallerimize göre bir adım önde öğrenciler olmamız için gecelerini gündüzlerine katıyorlardı. Okulumuz köyde olduğu halde başarımız il merkezindeki ortaokulların fevkindeydi. Allah öğretmenlerimizden razı olsun bizlerin ahlaklı insanlar olarak yetişmesinde önemli katkıları oldu. Okulumuzdaki öğretmenlerin bizler için yaptığı fedakarlıkların liseye başlayınca farkında olduk.

Türkçe Öğretmenimiz Mehmet Bey okulumuzdaki diğer öğretmenlerden biraz daha farklı bir insandı. Bizlerin pozitif bilimlerin yanı sıra sosyal yönden de gelişmiş mücadeleci insanlar olarak yetişmesi için gecesini gündüzüne katıyordu. Günlük olarak hikâye ve roman gibi kitaplar okuyarak ufkumuzu genişletmemiz için büyük emekler sarf ediyordu. Bize şiirler ezberlettiriyor, okuduğumuz kitapların özetlerini çıkarttırıyordu. Bazen de okuduğumuz hikayeleri sınıfta anlattırıyordu. Ortaokul ikinci sınıfta okuduğumuz yıl Mehmet Bey bir gün derse girdi. Bugünkü konumuz münazara dedi. Başladı anlatmaya. İki karşıt düşüncenin, iki grup arasında bir jüri önünde tartışıldığı konuşmalara münazara denir.” Diye konuya giriş yaptı. Münazarayla ilgili tez, antitez, jüri, münazara konusu, grup, grup sözcüsü, münazara kuralları gibi hususları örnekler vererek anlattı. Dersin sonunda ise “Arkadaşlar! Konunun daha iyi anlaşılması için iki-üç hafta sonra üçüncü sınıflarla sizin aranızda bir münazara yarışması yapacağız” dedi ve masanın üzerindeki kitabını ve defterini alarak hızlı adımlarla öğretmenler odasına gitti.

Öğleden sonra ilk derste müstahdem Ali abi sınıfımızın kapısını çalarak resim öğretmenimize Teyfik, Şakir ve Neriman’ı Mehmet Bey’in öğretmenler odasına çağırdığını söyledi. Öğretmenler odası dedimse müdür, müdür yardımcısı ve öğretmenlerin tamamı aynı odayı kullanıyorlardı. Arkadaşlarımla birlikte öğretmenler odasına gittik. Öğretmenler odasına vardığımızda üçüncü sınıflardan da üç öğrencinin bizden önce oraya geldiğini gördük. Ben bu öğrencilerin münazara yarışmasında bizim muhtemel rakiplerimiz olduğunu düşündüm. Arkadaşlarımda benimle aynı şeyi düşündüklerini bana sonradan söylediler. Türkçe öğretmenimiz Mehmet Bey biz öğretmenler odasına girer girmez “Arkadaşlar! Sabahleyin derste de söylediğim gibi ikinci sınıflarla, üçüncü sınıflar arasında bir münazara yarışması düzenleyeceğiz. Bu yarışmada ikinci sınıfları sizlerin, üçüncü sınıfları da bu abilerinizin temsil etmesini uygun gördük. Bu nedenle münazara konusunu belirlemek üzere sizleri buraya davet ettik” diyerek söze başladı. Müdür ve müdür yardımcısı da Mehmet Bey’in sözlerini baş sallayarak onaylamış oldular. Bir saatten fazla süren tartışmalar sonunda yüzlerce konu arasından “Ülkemizin kalkınması için sanayimi mı önemli, tarım mı?” konusunu münazara konusu olarak kabul ettik. Çekilen kurada üçüncü sınıflara sanayi, bize tarım konusu çıktı. Üçüncü sınıflar sanayi konusunu tez olarak savunacaklar, ikinci sınıflar yani biz ise tarım konusu antitez olarak savunacaktık. Her gurubun konuşma süresinin on dakika, soru cevaplama süresinin beş dakika olmasını da karara bağladık. Münazarayla ilgili diğer hususları da görüşüp, heyecanlı bir şekilde öğretmenler odasından çıkıp ders saati bittiği için evlerimize gittik.

Sabahleyin okula geldik. Sınıf öğretmenimiz Kâmil Bey öğle arası bizim gurubu sınıfta topladı. Yapılan toplantıda gurubumuzdaki arkadaşlarımızdan Neriman araştırmacı, Şakir yazman ve bende de konuşmacı olarak görev aldım. Kâmil Bey münazaraya nasıl hazır hazırlanmamız gerektiği konusunda bize bir yol haritası çizdi. Münazarayı kazanacağımıza inandığını söyledi. Sınıf öğretmenimizin verdiği coşkuyla biz çalışmalarımıza ilk günden başladık. Araştırmacı olarak seçtiğimiz Neriman arkadaşımızın babası orman muhafaza memuruydu. Bu arkadaşımız babasının yardımıyla bir gün sonra orman şefliğinden aldığı bir sürü dergiyi, beş-altı tane kitabı ve bir ansiklopediyi alıp sınıfa getirdi. Üçümüz bir o gün akşama kadar işimize yarayacak konuları tespit etmek üzere tarama yaptık. Ansiklopedi, kitap ve dergilerdeki işimize yarayacak yerlere hem ayraç koyduk hem de hangi sayfada olduğunu not aldık. Bizim elimizdeki bu kadar kaynağı gören üçüncü sınıftaki rakiplerimiz ilk gün itibariyle bizden çekinmeye başladı. An itibariyle psikolojik üstünlüğü sağlamış olduk. Kaynağımız yeterli olduğu için yazman arkadaşımız hemen özet çıkarmaya başladı. Başarılı olmamız için hazırlık aşamasında sınıfımızdaki bütün arkadaşlarımız bize destek oluyordu. Münazara gurubundaki arkadaşlarımızla her gün teneffüs ve öğle yemeği arasında bir araya gelip çalışmalarımıza devam ediyorduk. Grup arkadaşlarımızdan Şakir her teneffüste “Oğlum iyi hazırlanalım. Münazarayı kaybedersek Kâmil Hoca bizi bu okuldan mezun etmez. O zaman ben size ne yapacağımı biliyorum” diyerek tehditler savuruyordu. Bu tehditleri duyan Neriman’ın morali bozuluyor, Şakir’in yüzüne hışımla bakarak “Ulan! Erkek falan demem, seni gebertirim. Kaybetmek ne demek. Yarışmayı biz kazanacağız.” Diyerek Şakir’e tepki gösteriyordu. Ben ise alttan alarak tartışmanın dozajının yükselmemesi için çaba sarf ediyordum. Bir nevi arkadaşlar arsında uzlaştırıcılık görevi yapıyordum

Akşamları eve vardığımda profesyonel bir spiker edasıyla aynanın karşısına geçip münazara tezini tane tane okuyordum. Münazara tezini okurken nerede sesimi yükselteceğimi, nerede yarım nefes, nerede tam nefes alacağımı ayarlamaya çalışıyordum. Ayrıca konuşmaya başlarken nasıl hitap edeceğimi, konuşmayı hangi cümleyle bitireceğimi tespit etmeye gayret ediyordum. Münazara yarışması vaktimi, zihnimi ve bedenimi hiç durmadan meşgul ediyordu. Gece uyurken rüyamda münazara yarışmasına katılıyorduk. Rüyamda girdiğimiz münazara yarışmasını kazanıyorduk. Uyandığımda elde ettiğimiz başarının rüyada olduğunu anlayınca madalyası elinden alınmış bir şampiyon gibi derinden derine kılcal damarlarımın ucuna kadar üzülüyordum. Sabahleyin okula vardığımızda münazara çalışmalarına kaldığımız yerden tekrar başlıyorduk. Teneffüsler, öğle arası dahil bulduğumuz her boş vakitte münazara çalışması yapıyorduk. Bir hafta içinde konumuzla alakalı yüze yakın kaynağı tarayarak beş sayfalık münazara tez savunmamızı yazdık. Savunmamız uluslararası bir dergide makale olarak yayınlanacak kadar bilimsel verilere dayanıyordu. Beden Eğitimi dersinde hocadan izin alarak münazaranın provasını yaptık. Provadan sınıf öğretmenimiz Kâmil Bey dahil bütün arkadaşlarımızdan yüz üzerinden yüz puan aldık. Sınıf öğretmenimiz tez savunmamızla ilgili bilgilerin dışarıya sızdırılmaması ve diğer öğrencilerle ilgili paylaşılmaması hususunda sınıf arkadaşlarımıza sıkı sıkı tembihte bulundu. Bilgi vereni duyarsa ayaklarını kıracağını söyledi.

İkinci hafta pazartesi gününden itibaren biz yine gurup çalışmamıza devam ettik. Cuma günü yaptığımız provada Kâmil Hocanın bize tam puan vermesi yüreğimize bir miktar serin su serpmişti ama yine de üzerimizdeki heyecanı atamıyorduk. Neriman ile Şakir önceki haftaya göre daha sakindiler. Tansiyonları düşmüştü. Bir haftalık çalışma sonunda gurup üyelerimiz arasında kolektif ruh oluşmuştu. Ben ise cuma günü yapılacak münazara yarışmasında kimsenin önceden haberdar olmadığı sürpriz bir eylem yapmak istiyordum. Nasıl bir eylem yapacağımı iki gün düşündüm aklıma bir şey gelmedi ama ikinci günün gecesi akıma bir fikir geldi. Münazara günü cebime koyacağım bir salatalık ile bir demir parçasını konuşmamın sonunda izleyicilere göstererek dikkatleri üzerime çekeceğimi düşündüm. Bu mutlulukla o gece rahat bir uyku uyudum. Münazara yarışması cuma günü yapılacaktı. Perşembe günü benim için geçmek bilmedi. Jürinin, öğretmenlerin ve okulun bütün öğrencilerinin huzuruna çıktığımda heyecanlanıp dilim dilime mi dolaşacaktı yoksa sunumumu usta bir hatip edasıyla mı yapacaktım. Münazarayı kazanırsak ödül olarak ne alacaktık. Beni kimler alkışlayacak gibi bir sürü soru aklımdan gelip geçiyordu.

Ben dokuz on yaşlarında iken harmana dedemle birlikte giderdim. Dedem öküzlerle gem sürerken bende ona Kasımoğlu pınarından kabak testi ile su getirirdim. Dedem imanlı ve yardım sever bir insandı. Köyün fakir fukara insanlarına çuval, çuval buğdayları verirdi ama harmandaki buğday hiç eksilmezdi. Bir gün dedemin duasının anında kabul olduğuna tanık olmuştum. Olay şöyle gelişmişti. Dedem yabayla harman savuruyor, ben ise bir çam ağacının gölgesinde oturuyordum. Birdenbire rüzgâr kesildi. Dedem harman savuramaz oldu. Dedem çamın dalları engin olduğu için benim kendini gördüğümün farkında bile değildi. O durgun havada ellerini semaya kaldırıp “Yerleri ve gökleri yaratan büyük Allah’ım! Beni darda koyma. Rüzgâr ver.” Diye dua etti. Dedem duasını bitirir bitirmez harman yerine garbi yeli esmeye başladı. Harmandan biraz ilerideki taş armudun yanına vardığımda oraya garbi yelinin esmediğini gördüm. Dedemin duası anında kabul olduğu için garbi yeli sadece ve sadece harman yerine esiyordu. Dedemin bu manevi sırrının ifşa olması hoş olmaz düşüncesiyle, dedem ölünceye kadar kimseyle paylaşmadım. Dualarının kabul olduğunu bildiğim için perşembe akşamı dedem yatsı namazından gelince yanına gittim. Dedeme “Yarın bir yarışma yapacağız. Kazanmamız için bize dua et dede” dedim. Dedem de “inşallah kazanırsınız güzel oğlum” diyerek sırtımı sıvazladı. Dedemin sırtımı sıvazlamasıyla anamdan yeni doğmuşçasına rahatladım. Ruhumda taşıdığım bütün cevapsız sualler bedenimi terk etti. Heyecanım yatıştı. Nenemin getirdiği ceviz, üzüm, bastık gibi ikramlardan da biraz yiyerek o manevi huzur içerisinde evimize geldim. Ben dedemin yanına gidince cefakâr anamın törende giyeceğim elbiselerimi ütüleyerek hazırladığını, ayakkabılarımı boyadığını görünce nasıl sevindiğimi anlatamam. Münazara kelimesini telaffuz bile edemeyen anam benim kazanmam için elinden gelen her şeyi yapıyordu.

Cuma günü gün doğmadan evvel kalktım. Tarhana çorbası, pekmez ve yufka ekmekle kahvaltımı yaptım. Bizim köye altı kilometre mesafedeki okuluma her gün olduğu gibi yine yaya olarak gittim. Okulda münazara hazırlıklarımızı son kez gözden geçirdik. Her şey tamam, eksiğimiz yoktu. Öğle yemeği için çarşıya gittiğimde Berber Mehmet’e ensemi düzelttirdim. Bakkal Remzi’den bir at nalı alıp sağ arka cebime, bir salatalık alıp ceketimin sol iç cebine koydum. Yemeğimde yedikten sonra koşar adımlarla okula döndüm.

Okula geldiğimde münazara salonuyla ilgili çalışmalar tamamlanmıştı. Okulun bütün masaları üç sıra halinde büyük sınıfa dizilmiş, jüri üyelerinin orta sıranın önündeki masada, öğretmenlerin kenardaki sırların ön tarafında oturması kararlaştırılmıştı. Münazara gurupları karşı tarafa konan, yönü izleyicilere dönük masalarda oturacaklardı. Masaların üzerindeki kartonlara isimlerimiz bile yazılmıştı. Okulumuzun kıt imkanlarına göre yapılan hazırlıklar güzeldi.

Zil çaldı. Okulun bütün öğrencileri münazara salonuna alındı. Biz de münazara salonundaki yerimizi aldık. Okulumuzun öğretmenleri, memurları gelerek ön sıradaki yerlerine oturdular. Jüri masasına Müdürümüz, Müdür Yardımcımız ve Türkçe öğretmenimiz Mehmet Bey vardı. Münazara yarışması üçüncü sınıf öğrencilerinden Nalan’ın Müdür Beyi açılış konuşmasına davet etmesiyle başladı.

Münazaracılardan ilk söz hakkı” Ülkemizin kalkınmasında sanayi önemlidir” tezini savunacak olan üçüncü sınıfların gurubuna verildi. Gurup tezinin savunması cılız bir sesle Ali yaptı. Ali’nin söylediği cümleler bile kendi arasında çelişiyordu. Tezlerinde bir bütünlük yoktu. Gurup sözcüsü öğrenci arkadaşlarımızın sorularını cevaplamada yetersiz kaldı. Kelimenin tam manasıyla okulun öğretmenleri ve öğrencilerine rezil oldular.

Konuşma sırası bizim guruba, gurup sözcüsü olmam münasebetiyle bana gelmişti. Sunucunun anonsuyla ayağa kalktım. Salonda bulunanları selamladıktan sonra Aşık Veysel’in Kara Toprak şiirinden aldığım;

Karnın yardım kazmayınan belinen

Yüzün yırttım tırnağınan elinen

Yine beni karşıladı gülünen

Benim sadık yârim kara topraktır.

Dörtlüğüyle sözlerime başladım. İlk insan, ilk nebi hazreti Adem’den günümüze kadar geçen süreçteki tarımsal gelişmeleri anlattım. İnsanoğlunun doğduğu gün belenmek için, ondan sonra yaşamak için, öldüğünde gömülmek için toprağa, dolayısıyla tarıma muhtaç olduğunu ifade ettim. Konuşmamı tamamlarken pantolonumun arka cebindeki at nalıyla, ceketimin iç cebindeki salatalığı çıkartarak; arkadaşlar! Açlıktan ölmek üzereyken bu nal ile, bu salatalık elinize geçse yaşamak için hangisini tercih edersiniz? Elbette ki salatalığı tercih edersiniz. O halde ülkemizin kalkınması için önce tarım, sonra sanayi önemlidir. Hepinizi saygıyla selamlıyorum diyerek sözlerimi bitirdim. Salonda bulunan bütün izleyiciler benim şahsımda gurubumuzu dakikalarca ayakta alkışladılar. Alkış sesinden bulunduğumuz sınıfın camları zıngırdıyordu. Jüri üyelerinin mimiklerinden de savunmamızı beğendikleri anlaşılıyordu. Savunmamız bittikten sonrada gurubumuza yöneltilen soruları akli ve mantıki delillerle itiraza mahal vermeyecek şekilde cevaplandırdık.

Jüri üyeleri değerlendirmelerini yapmak üzere sınıfın bitişiğindeki kâtip odasına geçtiler. Kısa bir süre sonra münazara sonucunu ilan etmek üzere sınıfa yeniden geldiler. Okul Müdürümüz sonuç tutanağını okuması için sunucuya verdi. Sunuculuk yapan Nalan arkadaşımız “Münazara yarışmasını; ülkemizin kalkınmasında tarım önemlidir anti tezini savunan ikinci sınıf öğrencilerimizden Neriman, Şakir ve Tevfik’in oluşturduğu gurup kazanmıştır. Arkadaşlarımıza başarılar diliyorum. Arkadaşlarımızı alkışlamanızı istiyorum” diye anons yaptı. Sonucun açıklanmasıyla bütün sınıf arkadaşlarımızla birbirimize sarılarak sevgi yumağı oluşturduk. Neriman ve Şakir sevinçlerinden göz yaşlarını tutamadılar. Bizim başarımız sınıfımızın başarısıydı. Bütün sınıf arkadaşlarımızın mutluluğu yüzlerine sirayet etmişti. Sevincimizden kaynaklı gürültü birazcık yatışınca ödül törenine geçildi.

Sunucu ödüllerimizi almak üzere Neriman’ı Şakir’i ve beni sahneye davet etti. Okulun katibesi ödül olarak kenarı nakışlı bir tepsinin içinde üç tane tükenmez kalem ile içinde ne olduğu bilinmeyen dışı ambalaj kağıdıyla kaplanmış ve kırmızı kurdeleyle bağlanmış üç adet küçük kutu getirdi. Müdür Bey ödüllerimizi verdi. Eve gidinceye kadar kutuları açmamızı tembih etti. Böylelikle münazara yarışması bitmiş oldu. Salondan dışarı çıktık. Cuma günü olması nedeniyle Bayrak törenine katıldık. Bayrak töreninden sonra koşar adımlarla evimizin yolunu tuttum. Eve giderken yolda şeytan beni dürtüklese de Müdür beye verdiğimiz söze sadık kalmak için kutunun ağzını açmadım. Kutunun içinde ne olduğunu merak eden yol arkadaşlarımın beni sana küseriz, beraber gelip gitmeyiz tehditlerine rağmen kutunun ağzını yine açmadım. Kutuyu eve vardığımda açacağım için bizim köylü öğrenciler benimle bizim eve kadar geldiler. Kutunun içinde ne olduğunu merak ediyorlardı çünkü.

Arkadaşlarımla evimizin kapısından doğruca içeri girdik. Misafir odasındaki yer minderlerine oturduk. Annem ve kardeşlerimde misafir odasına geldiler. Ben önce çantamdan usta bir tezgahtar edasıyla kutuyu çıkarttım. Sonra kutunun üzerinde sarılı kurdeleyi çözdüm. Daha sonra kutunun üzerindeki ambalajı soydum ve kutunun kapağını açtım. Kutunun içi kiremit rengi toprakla doluydu. Toprağın üzerinde yarım etiket büyüklüğünde bir parça kuşe kâğıt vardı. Kâğıdın ürerinde “Bu toprak; vatan toprağıdır” diye yazıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder