KADERİN CİLVESİ/ Hidayet BAĞCI


Uzun zaman bir şeyler yazmak için ne elim kaleme gitti ne de bilgisayarın tuşlarına. “Yazmak ama neyi?” der gibi durdum bir süre bilgisayarın ekranı karşısında. Zamana diz çökmüş sonbahar yaprakları dudakları çatlatan soğuk rüzgarla, bir yandan diğer yana savrulurken kalbim gürül gürül akan bir çeşmenin önünde topraktan bir testiydi sanki. Toprak, testi olana dek kaç aşamadan geçti ki elime düşen bir testi oldu. Testideki suyun berraklığını görebilmek için su, vazonun dibinde var olan dalından koparılmış çiçeklere can mı olmalıydı ya da bilemiyorum…

Elimdeki kalem dile gelseydi: “Su’daki berraklık, insanın dudaklarından yol alıp bedenine hayat vererek düşünce dünyasını harekete geçiren güzel bir davranış olurdu.” derdi belki de. Testideki suyun berraklığını göremesem de vazonun dibinde, dalından koparılmış bir çiçeğe can verdiğini hayal ettim. Çeşmeden gürül gürül akan berrak ve saf olan bu soğuk suyu testiye doldurdum. Çeşmeden son damla da düştü testinin içine. Bu, Fuzuli’nin su kasidesinden bir beyitti:

dest-bûsı arzûsiyle ger ölsem dostlar
kûze eylen toprağım sunun anınle yâre su

Bir süre çeşmenin başında bu son damlada durdum. Çınar ağacından düşen sonbahar yapraklarıyla çevrili, soğuktan üşümüş taşa yavaşça oturdum. Testiyi de ayağımın ucuna değil kırılmasın diye yanı başıma bıraktım. Oturduğum taşın üstünde ellerim çenemde, kol dirseğim dizimde öylece bir süre düşüncelere daldım. Aynı zamanda düşünce dünyamda gereksiz olan ne varsa her şeyi de temizliyordum. Bu sonbahardan kışa geçiş temizliği gibi bir şeydi.

Çeşmenin havuzundan taşan suyun sesini dinlediğim bir anda Yusufçuk kuşu kondu çeşmenin başına. Çeşmenin havuzundan yere damlayan suyu belli aralıklarla başını kaldıra kaldıra, doya doya, yudumlayarak içti. Yiyecek aradı bir süre ama bulamadı. Uçtu yeniden kondu gökyüzünden yeryüzüne, hem de yanı başıma. Soğuktan üşüyen ellerim istemsiz bir hareketle kabanımın ceplerini yokladı. Dünden kalma fındık fıstık kırıntıları vardı, onları da buldum. Bu kırıntıları yem niyetine avucumda ufalayarak Yusufçuk kuşunun konduğu taşın üzerine bıraktım. O yemini yerken aklıma Feridü'd-dîn Attâr’ın Mantıku't-Tayr’ı geldi. Hüdhüd kuşu gibi uçup gitmek istediğim o kadar güzel hane-i kalpler vardı ki sanırım onlar da benim saraylarımdı. İbn-i Arabî der ki:

“ Allah, bir kuluna rahmet indireceği vakit o rahmeti, o kulun kalbinde kimi bulursa ona da indirir. Allah cömerttir.”

Bu yüzden Fuzuli önemliydi o yüzden Feridü'd-dîn Attâr kıymetliydi ve bu yüzden İbn-i Arabi’yi anlamak zaman istiyordu. Yusufçuk kuşu yemini yedikten sonra kanatlanarak uçup gitti. Çeşmenin başındaki serinlik ve oturduğum taşın soğukluğu yumuşayınca yol almak için bulunduğum yerden doğruldum, ayağa kalktım. Testiyi aldım elime ve onu bir anlık hamlede kaldırır kaldırmaz o, elimde tuzla buz oldu. Testinin kulpu kaldı avuçlarımda. Su düştü yere, testi kırıldı. Sanırım düşüncelerimin ağırlığından olsa gerek bu testi bu rüyaya fazla geldi. Sonrasında “Kaderin cilvesine bak, nereden nereye…” dedim ve uyandım. Meğer hepsi dünyaymış.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder