Melih Erdem ile Ferhat Ağca Hakkında Röportaj/ Zehra Boyraz

 


1- Ferhat Ağca ile nasıl tanıştınız, ilişkiniz nasıl şekillendi?

Aslında çocukluktan beri tanırım. Çok sık olmasa da bir araya gelirdik. Asıl meselemiz ben üniversiteyi kazandığımda başladı. Ben de bir ziraatçi ve akademisyenim. 2016 ocak ayında fakülte kantininde denk geldiğimizde sosyal medyada paylaştığım bir fotoğraf üzerine derinleşti muhabbetimiz. Ardından daha sık görüşmeye başladık. Beni Dükkân’la tanıştıran da Seher Yeli’dir. Fakat benim için en mânâlı zamanları son 2 senesidir. Çünkü kendisi de ben de hem lisansüstü eğitim aşamasındaydık hem de dertlerimiz, dilimiz, meramımız, yaşadıklarımız ve yüreğimiz neredeyse aynıydı. Üniversitede kendisinin bir odası vardı. Ben de odasının 2 kat yukarısında bölümün toplantı odasında bursiyerlik yapıyordum. Bir şeye huylandığımda o iki katı sinirle iner yanında bazen sadece bir tütün içer tekrardan o merdivenleri dua ederek bölüme çıkardım. En son konuşmamız 2 Şubat 2023’te Konya’dan Arş. Gör. Sınavından dönerken trende yaptığımız telefon görüşmesiydi. O bir dakikalık görüşmede sınavımın nasıl geçtiğini sormuş anlattıklarımın ardından “Hayırlı olsun o zaman” demişti. Ben de şu an “Hayırlı olsun o zaman” denilen kadroda görev yapmaktayım. Geçenlerde dostlardan biri “Abisini geç buldu, erken kaybetti!” demişti benim için. Tam olarak bu ifade ediyor aslında Ferhat Ağca’yla muhabbetimizi.

2- Sizce Ferhat Ağca’nın hayatını ve düşüncelerini şekillendiren en büyük etken neydi?

Birçok faktör sayılabilir ama bence en etkilisi dostlarıydı. Aile, aldığı eğitim ve mayası düşüncelerinin temelini oluşturuyor. Fakat dostları ve dostluğu aslında Ferhat Ağca için bir yaşam tarzıydı.

3- Ferhat Ağca’nın sizin için en belirgin özelliği neydi? Onu diğer dostlarınızdan ayıran şey neydi?

Meslektaş olmamız benim için temeli oluşturuyor. Mesleğe bakış açısı, gösterdiği emek aynı işi yapan diğer insanlardan oldukça farklıydı. Bölümünden ötürü “Bitki Doktoru” derdim ben ona. Sonradan “Çiçeklerin Şeyhi” oldu zaten. Bunun sebebi dünyevi arızaların ötesinde kişinin ruhunu tedavi edebilecek bir yapıya sahipti. Düşünce tarzı, fikir yapısı, inceliği, sadeliği özellikle minimalistliği onu diğerlerine nazaran ön plana çıkaran hasletleridir. Özellikle de sabrı, bana çok sabretti, Allah razı olsun.

4- Ferhat Ağca için Maraş sadece bir şehir miydi, yoksa onun ruhunda bambaşka bir anlamı mı vardı?

Maraş memleketiydi. Bizim buranın insanının milliyetçiliğini şimdi ben gurbette olunca daha iyi anlıyorum. Onun da ne kadar bağlı olduğunu yazdığı çiçek yazılarından, iş fırsatlarının dışarda daha fazla olmasına rağmen Maraş’ta kalmayı tercih etmesinden anlayabiliriz. Ki onun gibi bir Türk ziraatçisi daha gelir bu memlekete, işin içinde biri olarak hiç sanmıyorum. Buna rağmen hep Maraş’taydı. Biraz da Dükkân’ın etkisi var tabi.

5- Şehrin neresinde onun ayak izlerini, sesini, hatırasını en çok hissediyorsunuz?

Bu soruyu iki farklı şekilde cevaplamak istiyorum;

Ben ne yazık ki gurbetçiyim. İki senedir Konya’da yaşıyorum fiziki olarak. Fakat Maraş’a da her fırsat bulduğumda giderim. Abartmış olmayayım ama neredeyse Maraş’taki çoğu yerde bir hatıramız vardır. Ziraat Fakültesinin kantininden, Pınarbaşı’ndaki Çınar’a, Kılavuzlu’daki barajdan Çukurhisar’daki Kaya Mezarlığı’na kadar denk geleceğiniz her çiçeğe selam vermiş muhabbet etmişliğimiz vardır birlikte. Fakat üniversite özellikle de Ziraat Fakültesinin yeri ayrı oluyor. Her seferinde farklı daha önceden hatırlamadığım bir olayı hatırlıyorum oraya gittiğimde. İtiraf etmek gerekirse uzun zamandır da gitmiyorum üniversiteye bu sebepten. Ağır geliyor.

Diğer yandan kendimin barışık olduğu ama diğer insanların garip karşıladığı bir huy edindim kendime. Daha doğrusu bir çözüm. Ferhat Ağca’yla sık sık görüşüyorum. Arada rüyalara geliyor da epeydir uğramıyor. Yaptığım işleri ona anlatıyorum, muhabbetimi onla yapıyorum çoğunlukla. O yüzden hatırası sesi her şeyi hala tazedir bende.

6- Ferhat Ağca akademik çalışmalarını sadece kariyer için değil, “memleketin hayrına” diyerek sürdürüyordu. Onun ilme bakışı ve bu anlamda taşıdığı ideal neydi? Akademisyenliği sadece bir meslek değil, bir dava olarak mı görüyordu?

İlim Allah’ın ilmidir, ne biliyorsak, öğreniyorsak veya öğretiyorsak O’nun içindir. O’nu bilmek ve sevmek için okuyan bir insandı Ferhat Ağca. Yetiştiği kültür memleket için ne yaparsa Allah için de yapacağını öğrettiğinden akademiye bakış açısı orda yapacağı şeylerin memleketin de hayrına olacağı şeklindeydi. Ki bu mesleğime dair öğrettiği en önemli şeylerden biridir. Çünkü bu meslekte hem insan kalbine dokunmak var hem de hakkını verince hem memlekete faydalı olmak hem de milletin duasını almak var. O yüzden Ferhat Ağca da akademisyenliği rızkını teminden öte bir ideal haline getirdiği doğrudur.

7- Maraş’ın çiçeklerine sevdalıydı. Çiçeklerle kurduğu bağ sadece bir akademik ilgi miydi, yoksa içinde daha derin bir anlam mı barındırıyordu?

İnsan usulünü bildikten sonra her canlıyla iletişim kurabilme yeteneğine sahiptir. Çiçekler de Ferhat Ağca’nın dillerini kavradığı, gönüllerini okuyabildiği, dertlerini dinleyebildiği yegâne canlılardı. Akademik eğitimini alması da bunun üstüne süsü oldu tabi. Evvelinde Bitki Doktoruydu kendisi. Çiçeklerin dertlerine deva olurken işin ilmini iyice çözüp ardından gerçeğe tatbik edip onların şeyhi oluverdi. Ben onlarla konuştuğuna şahidim. Hatta onun selamını götürdüğümde nasıl selam aldıklarına da şahidim. Ki bunlara yazdığı yazıların satır aralarında rastlayabilirsiniz. Çiçek demek Ferhat Ağca demekti.

8- Ona “Tamburi Ferhat” deniyordu. Tambur, ince bir duygu dünyası gerektiren enstrüman… Onun müzikle kurduğu bağ nasıl bir şeydi? Onu dinlerken ne hissederdiniz?

Tamburla olan bağı çok sonraları gelişti. Ve kendini de bu konuda epey geliştirdi. Dinlerken dinlenirdiniz. Günün haftanın dünyanın tüm telaşını unutur Ferhat Ağca’nın tamburla anlattıklarını dinler ruhunuzun acılarına şifa bulurdunuz. Kendini bir işi yaptığında en iyi şekliyle yapmaya odaklamış bir insan olduğundan tamburu da en iyi Ferhat Ağca meşk ederdi zaten.

9- Ahmet Doğan İlbey’in tercümanıydı. Bu dostlukta nasıl bir derinlik vardı? Ferhat Ağca, Ahmet Doğan İlbey’e nasıl bir vefa gösteriyordu?

Günümüzde tercümanlık mesleği bir dilin başka bir dile çevrilmesiyle yürütülen bir meslek. Buradaki tercümanlık dostlukla çevrelendiğinden çevirisi yapılan şey sadece kelimeler değil, gönül ve hâlin tercümesidir. Yani Başkomutan ile Ferhat Ağca’nın arasındaki ilişki kelimelerin sadece bir araç olduğu asıl amacın yarenlik gönlün şifasını bulması, kişinin bizim gurbet dediğimiz dünya hayatında bir yoldaş, dildaş ve gönüldaş bulmasıydı. İkisi birbirine şifa idi. Şems ve Hz. Mevlana ile örneklendirsek abartır mıyız? Bilemedim. Ama o kadar olmasa da oldukça yakın ve benzerdi. Biri olmadan diğerini anlamak, açıklamak zor.

10- Deprem onu aramızdan aldı ama Maraş’ta, akademide, dostluklarda, şiirlerde ve çiçeklerde bıraktığı izler silinmeyecek gibi görünüyor. Sizce onu en çok hangi yönüyle hatırlamalıyız?

Onun insan oluşu, insanı en iyi şekliyle temsil edişi hâzâ insan dendiğinde onun akla gelişi hatırlamak için yeterlidir sanırım. Bir de çok güzel gülerdi. Gülüşünü unutmamak için her seferinde itinayla gülümsediğim doğrudur.


DİRGEN KEMAL/Seyfettin ALBAYRAM

 


   Senin işin olacak, olacak. Bin lira ver.

Abdullah hoca kafasını çevirdi, başında dikilen Kemali görünce irkildi. Bana döndü, kafasıyla işaret yaparak "Ne diyor bu, kim bu?" dedi.

   Bak, Kemal senin işin olacak, diyor ver adamın bin lirasını.

Abdullah hoca elini cebine attı (aylığını yeni almıştı)içinden bir binlik çıkarıp Kemal'e uzattı.

Kemal eski parayı almazdı, sonra bozuk parayı da almazdı.

 Yenisini ver, diyerek, binliği Abdullah Hoca’nın üstüne attı. Abdullah hoca çaresiz yeni bir binlik çıkarıp verdi.

 Abdullah (Abacıoğlu) hoca çilekeş birisiydi. Gazi Antep’ten hemşerimdi. Hanımı ve çocukları Gazi antep’te kalmış, kendisinin tayini Sarıkamış'ın bir dağ köyüne çıkmıştı. Bazen kardan yollar kapanır aylarca şehre inemezdi. Şehre geldiği zaman da mutlaka kaldığım otele uğrar, çay ocağında çay içer sohbet ederdik. Gazi antep’e tayin istemişti, ancak tereddüt içerisindeydi. Acaba tayinim çıkacak mı? Benim halim ne olacak? Kış şartlarında Gaziantep’e gidip gelmek kolay mı? Çocuklarım ne oldu, yoksa hastalar mı?

  İşte tam bu sırada Kemal çay ocağına girmişti. Kemal'in kıyafetleri standarttı. Başında sekiz köşeli eski bir şapka, sırtında eski bir ceket, altında elle örülmüş eski bir kazak veya eskimiş gömleğine takılı bir kravat, pantolonunun paçası çorapların içine sokulmuş, yine ayağında eski bir kundura, boynunda tuşları kırılmış bir akordiyon asılı , elinde yaklaşık elli santim uzunluğunda bir sigara emziği, ucuna takılı Samsun sigarası eksik olmazdı. Çakmağıyla yanan sigarayı durmadan yakarak etrafı süzerdi. Aslında amacı sigarayı yakmak değildi,(eğer varsa) çay ocağında daha iyi bir çakmakla değiştirmek için yapılan bir gösteri idi bu. Herkes Kemal'i tanıdığı için, çakmak değiştirme işi kolay olurdu.

 Kemal'in omzunda her zaman hiç kullanılmamış bir dirgen olurdu. Dirgenin demir ucunu kaldırımın kenarındaki taşlara vurur, kulağını da sap kısmına dayar, dirgenin titreşimine göre kendisi de titrer ve "Allah" diye bağırır yürür giderdi. Aldığı paraların hepsine ya dirgen ya da tırmık alırdı. Alırken parmaklarıyla demir kısmına fiske vurur, sesini dinler kalite kontrolü yapar, öyle alırdı. Kemal bazılarına göre bir “Ermiş”, bazılarına göre bir “Meczup”, bazılarına göre de bir “Deli” idi. Kızdırdıkları zaman “Karakurt yıkılsın diyem mi?” diye tehdit ederdi. (Karakurt Sarıkamış’ın nahiyesidir.) Durumun ciddiyeti hemen anlaşılır Kemali kızdırmaktan vazgeçerlerdi. Bazen omzunda dirgeni, çok uzaklara bakıyormuşçasına donuk gözlerle ciddi bir şekilde geçer giderdi. Ben Kemali hiç gülerken görmedim.

 Aslen Posofluydu Kemal. Yıllar önce bir şekilde yolu Sarıkamış'a düşmüş ve bir daha da gitmemişti. Küçük bir kulübede yalnız yaşıyordu. Görenler kulübenin dirgenle dolu olduğunu söylüyorlardı.

 Sarıkamış'ın iki caddesi vardı. Birisi Belediye diğeri Halk caddesiydi. Halk caddesi diğerine göre daha sessizdi. Genellikle köyden gelenler Halk caddesinde oyalanırdı. Kaldığım otel Halk caddesinde, altı çay ocağı ve köylülerin uğrak yeriydi. Genelde köylüler beni tanırdı. Oturur onlarla sohbet ederdim.

Kemal gibi "Sarıkamış'ın diğer gülleri "de Halk caddesinde gezer, genellikle de çay ocağına girer otururlardı.

 Sarıkamış'ın çilekeşlerinden Mehmet (Yıldız) ağabey otelin sahiplerinden birisiydi. Sarıkamış'ın gülleri yanına gelir, Mehmet ağabey onların elini yüzünü yıkar, saçı sakalı uzayanları tıraş ederdi.

  Hocam, deli kim, veli kim? belli olmaz. Bunlar Allah'ın bize emaneti, bunlara bakmamız lazım, derdi.

 Tıraşını olan çay ocağındaki boy aynasında kendine bakar, gülerek çıkar giderdi.

 Tıraşını olan Dede içeri girdi, aynada kendini süzerek mırıldanmaya başladı. Kulak kabarttım ölen arkadaşlarının hepsinin adını tek tek sayarak; "Hepsi de öldü, sen niye ölmedin Dede, sen ne zaman öleceksin ?"diyordu.

 Ramazan ayı gelince Kemal ortalarda pek dolaşmazdı. O elli santimlik sigara emziği de elinde olmazdı. Yani Ramazan boyunca iftara kadar sigara içmezdi. İftara yakın Karakelleler’in fırınının önüne gelir "Ekmeği kim vereceeek?" diye bağırırdı.

  İçerden Yakup Karakelle karşılık verirdi; "Yakup vereceeek".

 Kemal ekmeğini koltuğunun altına çalar, kulübesinin yolunu tutardı.

Merkez cami Sarıkamış'ın en büyük camisidir. Genelde teravih kılmak için büyük çoğunluk Merkez Camisine giderdi. Teravihten kaçanlar camiye yakın kahveye gider oyun oynardı. Kemal rahat durmaz, kahveleri tek tek dolaşır, cama vurarak bağırırdı "Orucu tuttunuz, teravihten kaçır siniz, hadi lan teravihe!" Kemal’in dokunulmazlığı vardı. Kimse bir şey diyemezdi. Bir kısmı Kemal’e görünmemek için kahvedeki sütunların arkasına saklanırdı.

Kemali ben hiç camide görmedim. Ancak, kaçakları takip ediyordu.

Kaldığım otel odasında yemeğimi hazırladım, aşağı indim. Çay ocağının önünde bir sandalyeye oturdum, ezanı bekliyorum. Yanımdan homurdana homurdana Dede geçti. Saçı sakalı yine birbirine karışmıştı. Aşağıdan da koltuğuna sıkıştırdığı ekmeğiyle Kemal göründü. Tam karşı karşıya gelince, Dede kollarını açarak "Kemaal ekmeği bana ver".

Kemal topukları kalçalarına değerek bir yandan koşuyor bir yandan da bağırıyordu "Tutun şu deliyi oruç yiyecek!"

 Abdullah Hoca’nın tayin işine gelince; üç gün sonra Abdullah hoca yanıma vedalaşmaya geldi; "Hocam tayinim Gazi Antep’e çıktı".


İbrahim Bayram ile Ağabeyi Fazlı Bayram Hakkında Röportaj/ Zehra Boyraz



1. Fazlı Bayram’ın şiire, yazıya olan ilgisi nasıl başladı? Bu istidadı ilk ne zaman fark ettiniz?

Ağabeyim daha ortaokul yıllarının başında tanıştığı hocası, hocamız Ali Yurtgezen’den edebi, ahlaki ve fikri değerler bakımından çok etkilenmiştir. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarında okul defterlerine ve şiir defterlerinin boş kısmına, ki yazısı çok güzeldi, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e ait “Otursun yerine bende her şekil; vatanım, sevgilim, dostum ve hocam” sözünü yazardı. Üstadın bahsettiği fikri değerleri yerine oturtmuş olmalı ki hocam kısmına Ali Yurtgezen hocamızı konumlandırdığını zaman zaman söylerdi. Bir derviş, bir fikir savaşçısı olarak bahsettiği hocasından çok etkilenmiş, sayesinde şiir, fikir ve yazı emekçileriyle ünsiyet kurmuştur. Bir hocası olmalı insanın hocam gibi derdi hep.

2. Çocukluk yıllarınızdan, birlikte büyüdüğünüz o günlerden, hatırınızda kalan en belirgin özellikleri nelerdi?

Yol göstericim olarak tanımladığım ağabeyimin beni büyüleyen, bana tesir eden önemli özellikleri mertliğidir, yürektenliğidir, merhametidir. Belirttiğim üç özelliğin haricinde iyiye, doğruya ve güzele dair tüm hasletleri yüreğinde barındırdığı ailevi ve içtimai hayatına hal lisanı ile de yansıttığını düşünüyorum. Vefatından sonra dostları, okul arkadaşları, çocukluk arkadaşları, mahalle arkadaşları, akrabalarımız, cemiyetten arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde insanların kalplerine ne de güzel dokunduğunu, ne güzel izler bıraktığını, insanların kendisini ne güzel yad ettiklerini gördüm işittim. Bir abisi olmalıymış insanın abim gibi… Çocuktum abim arkadaşları ile bir pazar sabahı baraj gölüne balık avlamaya gitmenin planını yapmış, evde hazırlık yapıyordu. Ben ısrar edince sözünü aldım beni de götürecekti. Sabahleyin erkenden kalktım. Heyecandan bayılacak gibi oldum. Arkadaşı eski Rus sandıklı motosikletle evin önünden bizi almaya geldiler. Arkadaşlarından biri “ Fazlı çocuğun ne işi var, çocuk mu avutacağız gelmesin” dedi. Abim de “söz verdim, sözünü tutmayandan abi mi olur” dedi ve beni götürdü. Sözünü tutmanın mertliğine o gün şahit oldum. Kendisini yeni tanıyan insanların kısa sürede kalbine dokunabilen, bir insandı abim. Kısa sürede insanları kendisine hayran edişi yürektenliğindendi. Teşvik edici, yol gösterici, insanı motive edici, farklı bakış açısıyla insanların hayat-memat meselesi yaptığı mevzuları basitleştirerek analiz edici özelliği kendisine iyi bir sırdaş, yoldaş ve dert babası niteliği katıyordu. Memleket meseleleri ile dertlenen, hüzünlenen, karınca kaderince gençlerin çirkin işlere ve fenalıklara bulaşmaması için “neler yapabiliriz” i düşünüp mücadele eden bir insandı. Herkes evinin önünü süpürse mahalle tertemiz olur düsturuyla yaşamış, bu uğurda mücadele etmiş, saf tutmuş bir insandı Fazlı Bayram.

3. Kendi tabirinizle, Fazlı Bayram’ın şiir ve edebiyat anlayışını nasıl tarif edersiniz?

Şiiri; Duygu durumlarının, yürek çırpınışlarının, kalp çığlıklarının ete kemiği bürünmüş hali olarak tanımlardı abim. Bizlere bıraktığı şiirlerinde mana derinliğine, hikmetli söyleyişe, ironik güzelliğe, kelime zenginliğine, tasvir etme yeteneğine, çok içli bir hissiyat öğelerine rastlıyoruz. İç dünyasında besleyip büyüttüğü hislerini, sıkıntılarını, öfkelerini, özlemlerini hasretlerini, sevdalarını ne varsa kağıda yansıtıyor adeta kalem ve kağıt ile dertleşen, kederleşen bir hal alıyordu. Şiirle haşır neşir olmanın, edebiyatla iştigal etmenin insan ruhuna iyi geldiğini, şiirin terapi edici özelliğinin olduğunu hemen hemen her sohbetlerinde dile getirirdi. Bir nevi ruh gıdası ve yürek antrenmanı olarak görüyordu şiiri ve edebiyatı.

4. Onun gönül dünyasını, maneviyatını yansıtan size dokunan bir hatırayı paylaşır mısınız?

Emniyet mensubu olarak 2008 yılında Hakkari Yüksekova’da şark hizmetimi yapıyordum. Terör örgütünün azgınlığının ve haince saldırılarının yoğun olduğu zor zamanlardı. İlçede personel yetersizliğinden 12-12 diye tabir ettiğimiz çalışma sistemiyle her gün görev yapıyorduk. Hemen hemen ayda 2-3 kere polis noktalarına, lojmanlara, ilçe emniyet binasına yahut ekip otolarına yönelik saldırı oluyor ve şehitler veriyorduk. Bu zor zamanlarda tedbirli davranarak tevekkül etmenin, Allah’ın iradesine teslim olmanın ne olduğunu, neyi ifade ettiğini yine abimden öğrendim. Sık sık telefon ile arayıp beni motive eder yol gösterirdi.

Bir gece polis lojmanlarının bulunduğu noktada uzun namlulu silahla bir görevli arkadaşımla birlikte nöbet tutuyordum. Balistik ince hafif çelik yelekler yoktu o zamanlar. İlçe emniyet envanterinde ağır seramik yelekler vardı ve bizi çok yoruyordu. Yük öyle ağır geliyordu ki dayanmak çok zordu. Dışarıda durulacak gibi değildi. Hava -20 derece civarıydı. Nöbet kulübesinde elektrikli sobayla ısınırken arkadaşımla birlikte uyuya kalmışız. 01.30 sıralarıydı, telefonun sesiyle irkilerek uyandık. Beni arayan kişi abimden başkası değildi. Sesinin rengine yavan bir ton katmış, benimle kafa bulan bir edayla “uyan ey gözlerim gafletten uyan, uyan ey gözlerim gafletten uyan hoooooo” dedi ve kapattı. Allah Allah hayrolsun inşallah dedik ve kulübeden dışarı çıktık. Hemen karşımızdan bize uzanan yol polis noktamızın önünden sağa ve sola çatallanıyordu. Sağ çaprazımızdaki müstakil evin dış istinat duvarının köşesinden gövdesi görünmeyecek şekilde kafasını çıkarmış bize bakan bir şahsın kendisine baktığımı görünce saniyeler içerisinde kafasını hızla çekti. Yanımdaki arkadaşıma çaktırmamasını, baktığım tarafa bakmamasını, soğuk kanlı davranarak diğer yönleri izlemesini söyleyerek uzun namlulu silahla yolun karşısına noktamıza doğru uzanan yoldan ilerleyerek müstakil evin arka kısmından dolanarak şahsın bulunduğu yere yöneldim. Binanın köşe kısmında noktamıza doğru bakma hazırlığı yapan köşeye sinmiş şahsı arkasından yaklaşarak yakaladım. Elinde fotoğraf makinası vardı gerekli tedbirleri alarak üst araması yapıp konuyu üstlerimize bildirdik. Terörle mücadele ve istihbarat ekipleri gelerek şahsı sorgulamak üzere aldılar. Şahıs terör örgütü mensubuymuş, saldırı planı hazırlığı içerisindelermiş ve noktayı izleyip fotoğraflama yapmak ve kroki çıkarmak üzere görevlendirilmiş bir teröristmiş. Tüm planları sorgucu görevli arkadaşlara itiraf etmiş. O gece şahsı görevli arkadaşlarımıza teslim ettikten hemen sonra kafama dank etti ve hemen abimi aradım. Telefonuna ulaşılamıyordu. Ertesi gün aradım ısrarla sordum meselenin hikmetini anlamak istememe rağmen konuyu değiştirdi. “Uykun geldiğinde, üşüdüğünde Yemen Türküsü ile Yemen’in çöllerine at kendini üşümezsin” dedi. Yıllar sonra konuyu tekrar sorduğumda bir rüyaydı geçti gitti diyerekten detay vermekten yine kaçındı.

5. Fazlı Bayram’ın vefatı sonrası sizde ve ailenizde nasıl bir boşluk oluştu?

Keşkelerle dolu kocaman bir boşluk. Hayrettiğimi ve hasretliğimi arttıran kangren bir yalnızlığın boşluğu, daha fazla vakit geçirememenin daha fazla zaman ayırıp nasiplenememenin pişmanlığı ile dolu boşluk. Dostları ile her bir araya gelişimizde aktarılan hatıralarında gönül dünyasının ne kadar da zengin olduğunu, “Hüviyet ve hamiyet sahipliğinin nasıl olunur” unu hayretle idrak etmeye çalışıyorum. Gönül dünyamı aydınlatan zihin dünyamı arındıran cilalayan tedavi eden böyle bir adamın ailesi ile göçüp giderek bizi kazıklaması derin yaralar, derin boşluklar oluşturdu bende ve ailemizde. Çekip gitmelere, hassas bir kalbe sahip oluşu sebebi ile antrenmanlıydı zaten. Kafasına yatmayan, gönlüne sindiremediği her yerden, her mekândan, hesapsızca, fütursuzca, pervasızca çekip gitmeleri meşhurdu. Hele yol yürüdüğü yoldaşları ile ağabeyi Ahmet Doğan, kardeş bildiği Ferhat Ağca, Kadim dostu Ahmet Avcı rahmetler olsun cümlesine “Nasıl çekip gidilir” i sanırım dostlarına çokça yaptığı işaret dili ile yaptı ve bizlere gösterdi. Gitti…

6. Fazlı Bayram’ın şiirlerinin, yazılarının, hatırasının yaşaması için neler yapılmalı?

Hali hazırda şiir antolojisinde geçmiş zaman paylaştığı şiirleri, dergilerde yer alan şiirlerine ek olarak depremde yıkılan evin enkazında görevli kardeşlerimiz ile birlikte arama kurtarma çalışmalarının sekizinci gününün sabahında ağabeyime ait özel evraklarını, resimlerini, mektuplarını arşivlediğini bildiğim siyah bont çantayı enkaz yığınları arasında bulduk. Abimi canlı bulmuşçasına sevindiğim bir hadise oldu bu çanta bulma konusu. İçerisinde yüzlerce, dostlarıyla ve yengem rahmetli ile olan mektupları, fotoğrafları ve en önemlisi tütün kağıdına küçük küçük yazdığı gün yüzüne çıkmamış şiirleri bulunuyordu. Kıymetli dostumuz Mehmet Yaşar’a bu konudan bahsedince gözleri yuvadan fırlayacak gibi oldu. Emaneti ehline geri almak için teslim ettim. Sağ olsun Mehmet Yaşar kardeşimiz başta olmak üzere cemiyetten dostlarımız abilerimiz ciddi bir emek ortaya koydular. Öyle zannediyorum ki önümüzdeki birkaç ay içerisinde heyecanla beklediğimiz şiir kitabı yayınlanacak.

(7 ve 8. sorular birlikte yanıtlanmıştır.)

7- Fazlı Bayram “Babamın Teknesi” şiirinde babanızı helal kazancın, sabrın ve hüznün timsali bir kahraman olarak anlatıyor. Sizce bu baba figürü Fazlı Bayram’ın hem şiir dünyasını hem de hayata bakışını nasıl şekillendirdi?

8- Fazlı Bayram için “Dükkan’ın türküdarı” denirdi. Siz, bir kardeş olarak, onun bu yönünü aile içinde nasıl yaşardınız? Evinizde de hep bir türkü, bir şiir havası taşır mıydı?

Hakikaten abimin tasvir ettiği gibi sabır, sebat ve hikmet ehli bir babamın oğluyuz elhamdülillah. Lokma tatlıcısı babamız 52 yıl bir fiil bu mesleği büyük bir sabırla sebat göstererek belki bir derviş halet-i ruhiyesi ile temayüz etmişçesine icra etmiştir. Gece 04.00’te kurulu saatin ziliyle uyanır, makinaya ihtiyaç duymadan leğen içerisinde hamurunu bir buçuk saat aralıksız yoğurur ve mayalanmaya bıraktığı hamuru olgunlaşırken kıyafetlerini değiştirip abdestini alır ve huzura durur, daha sonra yağ kazanlarına aktardığı kızgın yağ ile hamurunu buluştururdu. Bu buluşmaya Mahzuni’den ve Neşet’ten söylediği türküler şahitlik ederdi. Bağlamayla ve türkülerle hemhal olma bize babamızdan tevarüs etmiştir. Öyle yorucudur, öyle tempoludur ki işi sabır abidesi olmayan insanlar yapamaz. Yaptığı tatlıları 10-15 pastane dükkanına halka arz edilmesi için dağıtır. 10-15 kilo tatlıyı da kendisi satması için tabla aracına koyar ve çarşı merkezde bu kadar yorgunluğun üstüne yaklaşık 5 kilometre de tabla arabası ile yürümek sureti ile dolaştırır, satardı. Haftada bir gün dinlenen babamız rutininin arasına bir sürü etkinlik sığdırır Kuran-i Kerim hatimleri, ilmihaller, dergiler, kitaplar, avcılık ve atıcılık gibi yorgun ve bitkin bir halde evine gelen babamız abimin ifadesi ile “eşikte görünen kahramanımız” dır. “Ne zaman yorulsam babam gelir aklıma ve utanırım” derdi abim. Babam onu o babamı farklı severdi, alın terini, emeği, sabrı, helal ekmek savaşçılığını babamızdan öğrenmişti. Her sohbetinde babamızı anmayı ondan örnekler vermeyi ihmal etmezdi abim. Dertli dertli türküler söylemeyi, türkülerin hatıraları ile hüzünlenmeyi, türkülerle tedavi olmayı, ruhunu türkülerle cilalamayı, babamızdan öğrenmişti. Neşet Ertaş ustanın türkülerinin terennüm edilmediği bir günümüz olmamıştır evimizde. Dükkan’ın türküdarı olduğu gibi, evimizin de türküdarıydı.

9- Fazlı Bayram’ın mizacını, dostluğunu, insanlarla olan muhabbetini bize bir kardeşi gözünden anlatır mısınız?

Munis bir mizaca sahip abimin beşeri bütün münasebetlerinde ölçülü, dengeli kırıp dökmeyen kalp kırmaktan son derece çekinen yapısı vardı. Bunun yanında içinde fırtınalar kopan bir hoyratlığı da vardı. Kenar mahalle semtleri diye tabir edilen bir mahallede geçti çocukluğumuz. Karşılıklı küfürleşmeyi samimiyet sayan, el şakalarının havada uçuştuğu böyle bir ortamda kimse ona el şakası yapamaz, kimse ona küfür edemezdi. Çünkü insanlara bir ölçü ve bir set koymuş samimiliğin ve samimiyetin nasıl olacağını tatlı kelam ederek dil zenginliği ve lezzeti ile aktarmıştır tüm muhataplarına. Mahallede sokakta oyun oynarken bir arkadaşım bana küfür etmiş bende buna lakırtı yaparak gülerek mukabele etmiştim. Bizi uzaktan takip eden abim beni çağırarak kulağımı çekmiş “Sen arkadaşına mesafesiz olursan o da sana olur, sen küfredersen o da sana eder, sen nasıl hareket eder nasıl bir ölçü koyarsan arkadaşlarında öyle olur” diyerek bana kızmıştı. Hakikaten de bu böyle değil mi? Muhataplarımızla beşeri ilişki düzeyini kendimiz belirlemez miyiz? “Tatlı kelam ederek güzel söyleyerek de şakalar yapabiliriz” i, “usturuplu olarak nasıl adam olunur” u hal lisanıyla göstererek yolumuza ışık oldu abim.

10- Hasan Keklikçi, “Fazlı tatlıcı Ali Emmi’nin ‘başka’ oğlu” der. Sizce babanızın gözünde Fazlı Bayram’ın bu “başkalığı” neydi?

Hikmet ehli, kıble gönüllü, sabır timsali babamızın zihnindeki evlat tasavvurunun vücut bulmuş haliydi abim. Abim ve babam çok farklı bir gönül köprüsü kurmuş olmalılar ki sohbetlerinde mana derinliği, hikmetli söyleyişin izini sürmeye içli bir yüreğe hazır etmeden kendinizi anlamanız, sohbetin lezzetini yakalamanız mümkün değildir. Her daim içli bir yürekle memleket meseleleriyle iştigal ettiklerinden yüreklerinin yanma sıcaklıkları birbirleriyle hemen hemen aynı olduklarından babamdaki abime dair bu başkalık sanırım buradan gelmekteydi. İkisi de birbirlerindeki başkalığı fark etmiş bu sathın düzleminde farklı bakabilmeyi, farklı okuyabilmeyi, farklı anlamlar yüklemeyi bilen insanlar olduklarından böyle bir başkalık zuhur etti aralarında.

11- Sizce Fazlı Bayram’ın şiirlerindeki bu hüzün ve merhamet, hayatının neresinden süzülüp gelmekteydi?

Her daim kalbini zihin ve gönül dünyasını kitaplarla ve dostlarıyla fikir tezahürü yaparak zinde tutabilen bir yapıya sahipti abim. Hep antrenmanlıydı. Şiirle, kitapla, hoş sohbetlerle ve çok seviyeli ölçülü içeriği fikir yüklü muhabbetlerle iştigal eden hangi yazar ve şairimiz varsa aşırı hassasiyete sahip. Hüzünlü dertli çileli oluyorlardı gözlemlediğim kadarıyla. Abimde böyle bir insandı. Derdi olan, konforundan taviz veren, çileyi kendisine azık ederek dertlenen bir insandı. “Bir derdim var bin dermana değişmem” adlı türküyü çok severdi.

12- Fikir Dükkanı, Fazlı Bayram’ın hem nefes aldığı hem de şehre nefes aldırdığı bir yer gibi anlatılıyor. Sizin gözlemlerinizle Fazlı Bayram için “Fikir Dükkan”ı neydi?

Fikir dükkanı kalbini zihin ve gönül dünyasını zinde tutmak için antrenman yaptığı mekanın adıydı. Şah damarı türküler diye tabir ettiği Ziya’nın atı türküsü ile Ziya’nın atına biner, Yemen Türküsü ile kendini Yemen Çölüne atardı. Türküler ile “dükkan”da “adeta dağ lalelerinin, kaya diplerinde biten nergislerin kokusunu alıyor gibi oluyorum” derdi. Gönüldaşları ile bir araya gelip hasbihal ettiği fikir tezahürünü yaptığı şiirlerle ve türkülerle hemhal olduğu mekandı dükkan.

13- Son olarak, Fazlı Bayram’ın hiç tanımamış birine bir kardeş olarak nasıl tanıtmak istersiniz? Onun adını andığınızda yüreğinizde hangi cümle kendiliğinden dökülür?

Yazımda bahsettiğim hasletlerinden dem vurarak tanıtıyorum. Şiirlerini seslendirerek hatıralarını yad ederek tanıtıyorum. Adını andığımızda rahmetler olsun temennileri dökülür yüreğimizden. Rabbimiz depremde vefat eden tüm insanlarımıza rahmet eylesin. Ruhlarına ve kabirlerine yağmurlar gibi rahmetini, bereketini, mağfiretini yağdırsın. En güzel cennet bahçelerinde en güzel cennet meyveleri ile lutüf ve ikramlarda bulunsun inşallah. Amin…