Allah bilir ya, haddimi bilme çabalarına yenik düştüğüm çoktur. Daha geçen gün danışmanımın nazik uyarı ve ikazlarına aldırış etmeyip, kendimi altından kalkılması hayli çaba isteyen bir işin içinde buldum. Bereket versin, tevhidle başlayan bir işin ötesinin de berisinin de hayır olacağı bilincindeyim. Dayanağım ise yüzyıllar öncesinde şiirleştirilmiş bir müjde:
Allah adın zikridelim evvelâ
Vâcib
oldur cümle işte her kula
Allah
adın her kim ol evvel ana
Her
işi âsân ide Allah ona
Bir’liğin şüphe ve şekk kabul etmez
kesinliği ve ikiliğin kat’i reddiyle başlayıp sonsuza uzanan bir âlemin içindeyim.
Ağır ağır fark ediyor ve kavrıyorum ki âlem içinde âlem gizli. Bu âlemlerin önü
de sır sonu da. Sır fâş olmaz elbet. Lakin yere göğe sığmayanın sığdığı yerde,
yine O’nun izniyle, ilhamlar doğar.
Gönül gözümün görmeye ruhsatı olmasa da
görür gözümün şahit olduğu kadarıyla, kâinat muazzam bir düzene tâbi. Dokuz kat
merdiveni andıran göklerde on iki burç vardır ve etrafında -eskilerin
tabiriyle- şeş cihet. Göklerin altı yedi iklim, yedi deryadır. Bunların da altı
yedi kat yerin dibi, cehennem-misal. Yer ve gök arası insanlara bağışlanan
güzelliklerle müzeyyen; en önemlisi dört unsur: Hava, su, ateş ve toprak.
Bildiren’in bildirdiği üzere, kâinatı
şereflendirmiş yirmi dört bin peygamber, yirmi dört binin eteğine tutunup medet
uman yetmiş iki millet, bunlar ve nicelerinin yeri yurdu olsun diye var edilmiş
on sekiz bin âlem… Zahir ve batın, yeryüzüne halife olarak gönderilmişlerin
şeçilmiş olanlarıyla her daim ma’mur. Nitekim yirmi dört binin göçüp gittiği
dünya kırklara emanet edilmiştir. Ve dahi yedilere, üçlere…
Aklın sınırlarında yaşayanlar için
zahirin ötesi, gaybdır. Ancak bildirileni bilmek, bildim ve kabul ettim demek
iman tekâmülü için şarttır. Nitekim dört melek vardır, dört de kitap. Dördün
şerefi melekler ve kitaplardan da ziyade. Bu sayı, âlemlerin sevgilisine
sevgili dört mübareği de simgeler: Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali.
Bir artısı ehl-i beyte işaret eder.
“Fatma’nın eli” diye bilinir ve kiminin evinin duvarında nazara karşı, kiminin
boynunda ziynet olarak asılır. Ancak o parmaklar esasen Fahr-i Alem’dir,
Fâtımâ’dır, Ali’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir.
Bu, sevgisi cemalullahı bağışlayan temiz
soyun sevenleri için konak olarak yaratılmış, merhamet menbaı olan cennet,
sekiz katlıdır. Sekiz ise merhametin timsali. Nitekim yedi kat tamuya karşı
heşt behişt yaratılır. Ve Yaradan’ın müjdelerinden bir müjde daha kullarına
ulaşır: Rahmetim gazabımı geçti. Böylece cennetin cehenneme üstünlüğü şükür
vesilesi kılınır.
Küçük âlem olarak tanımlanan insan da bir
ile başlar. Sonra iki gelir, ardından üç… Yedide yetişir, birkaç yıl sonra
muhatap kabul edilir. Kırkta olgunlaşır ve sonrasında yetmiş sınırına ulaşır.
Bu âlemler, varlıklar, oluşlar arasında
kendimi unutup yaşamı bir savruluşa indirgediğim bir demde gördüm ki; âlemleri
yaratan bugünkü takvim yaprağında, şu elinde kalem tutan acize yirmi beşi
bağışlamış. Lütfedip Bir’i bilsin istemiş, ikiden sakındırmış.
O halde önce tövbe, sonra mağfiret
umuduyla af, acizlik durumunda şükür ve aldığım nefes sayısınca rıza talebi…
Ağzıma çalınan bir parmak balda tattım ki sayılar bir tamama ulaşır. Kesret,
vahdete gider. Öyleyse bu tamama kavuşmak için sayıları aşarak sonsuza meyledip
muhabbet istemek gerek. Bu muhabbet, lütuf ve ihsan hak edilir şeyler değil,
amenna. Ancak kul, havf ve reca arası bir duyguya bürünmekle mükellef. Korku ve
umut arası bir ince yol ki beşer burada attığı adımdan da, aldığı nefesten de,
yan yana sıraladığı kelimelerden de mesul. Bu mesuliyetin altında şu elimde
duran kaleme rızaya mugayir bir söz söyletti isem dilim bağlansın.
Estağfirullah…
kalemine yüreğine sağlık
YanıtlaSil