KAYISI MI GÖZLERİN / Hasan EJDERHA


Onunla her karşılaşmamda, yüzüne yaklaşır “Malatya Malatya bulunmaz eşin”derdim. İlk tanıştığımızda, daha doğrusu sekizinci koğuşa gardiyan eşliğinde geldiğimde, ilk o gelip, bana gösterilen yatağın kenarına ilişerek “hoş geldin” demişti. Sonraları çok sıkı ahbap olmuştuk ve O’na “bana Fethi Ağabeyi anlat bakalım kayısı gözlü kardeşim” dediğimde. “O da kim ağabey demişti yüreğimi cızlatarak. Azarlamıştım adeta. “Hem Malatya’lı olacaksın hem Fethi Gemuhluoğlu’nu tanımayacaksın korkarım sen Battal Gazi’yi de bilmezsin” demiştim. O da “etme ağabey ben nereden bilebilirim. İlkokulu bile dördüncü sınıfından bırakıp, kavgaya başladım ve işte buradayım. Şükürler olsun ki burada Kur-an öğrendim, namaza başladım, kitap okumaya alıştım da adamlığımı öğrendim” demişti üzüntüyle. Geçmiş gün, dostluğumuza dayanarak daha neler sayıştırmıştım bilemiyorum. Epeyce fazla şeyler söylemiş olacağım ki, bana uzun bir süre yaklaşmamıştı.

Bir gün, akşam geç saatlerde, hapis yattığımız koğuşun kapı önune çıkmış, kısa bağlaması ile yakıcı ezgiler çalıyordu. Dayanamadım, iskemlemi alıp yanına çıktım. Yavaşça yanına iliştim. Bana, bir tebessümlü bakıştan sonra, uzunca bir süre daha, yanında kimse yokmuş gibi çalmaya devam etti. Malatya türküleri ve Arguvan havalarından, Sivas türkülerine, oradan Yozgat sürmelisine “Dersini almış da ediyor ezber, sürmeli gözlerin sürmeyi neyler” ve “ziyanın atı” türküsüne başladı: “at üstünde kuşlar gibi dönen yar, kendi gidip ahbapları kalan yar” devamında “ziyamın atını pazara tutun gelen geçen ziyam ölmüş desinler” belki hapis olmanın hüznüyle, bu türkü boyunca daha çok göz-göze geldik. Sonra Kerkük’e geçti “altın hızma mülayim” arkasından “Ayrılık hasreti kâr etti cana, seher yeli sevdiğimden bir haber” dedikten sonra, ikimizde de hal kalmadı. Bir süre sazının üzerine abandı öylece kaldı. Bir dostumuzun gönderdiği çaylar gelince, doğruldu sazın üzerinden. Sessiz sessiz çaylarımızı yudumladık ve birer sigara yaktık. Sonra çayını yere koydu. Sigarasını, tezeneyi tuttuğu elinin parmakları arasına sıkıştırıp, tellere hafif hafif dokunmaya başlayarak “ hadi ağabey söyle bakalım, neyi çalalım?” “Kırmızı gül’ü çalar mısın” dedim. Uzun uzun tavana baktı. Bir süre düşündü kendi kendine ve “Ağabey sen ne diyorsun. Kırmızı Gül ha! Kırmızı Gül dedin değil mi ağabey. Kıyamıyordum, Kırmızı Gül’ü tek başıma çalmaya be ağabey. Onu zedelerim sanıyordum kendi başıma çalarsam. Dayanamam da başıma bir hal gelir diye korkuyordum. Ne iyi ettin ağabey. Çalalım ya. Çalalım ağabey. Seninle dinlenir Kırmızı Gül” diyerek sazın tellerine dokundu. Tabir uygunsa ikimiz de tam manasıyle telef olmuş, yok olmuştuk türkülerle. Dolayısıyla barışmamıza, daha doğrusu, o ilk vakaadan sonra, onun bana yaklaşamamasına sebep olan şeyi aramızdan silip atmıştı türküler.

O çok ilginç biri idi. Sırlarla dolu biri dense yeridir. Beşinci defa hapse girişinde, kendine gelmiş, kendi deyimi ile “adamlığının farkına varmış” kitap okumaya başlamış. O ilk okulu dördüncü sınıfına kadar okuyan insanın, nereye kadar tahsil yaptığını artık bilebilmek imkansızdı ve zaten manası da yoktu kendine göre. Aradığını bulmuştu O. Hatta okumayı öyle ilerilere götürmüştü ki, bir gün bir gazetenin verdiği Kur-an’ı kerim mealinde bir ayeti göstererek. “Ağabey be, şu ayet meali bir türlü içime sinmiyor, Sanki başka bir şey varmış gibi geliyor” demişti. Hapishane kütüphanesinde bulunduğum bir gün, kütüphanede bulunan; Beyzavi’den günümüze kadar birkaç meal ve tefsirde o ayeti bulup baktım. Şaşakalmıştım. Kitapları alıp koğuşa getirdim ve O’na gösterdim. Ayet mealine bakarken “hah, hah işte bu be ağabey” demişti. İkimiz de şaşırmıştık, o gazetenin verdiği mealin müellifine ve hayretler içinde gözgöze gelmiştik. Ben, “sen tekin bir adam değilsin aslanım senden korktum” demiştim de, kastımı anlayarak “estağfurullah ağabey, kim yitirmiş de biz bulalım” demişti tevazzu ile boynunu bükerek.

Bosna ve Çeçenistan’a, dışardaki bütün mallarını satarak gönderilmesini sağlamış, eşine de “eğer beni beklersen on iki yıl, babamın evi sana açık. Bekleyemezsen Allah razı olsun, senden daha fazla fedakârlık isteyemem” demiş, eşi de istediğini yapmıştı. Çok huzurlu bir hapis hayatı vardı. Ayda dört-beş gemi maketi yapıyor ve onları iki-üç memur maaşından biraz daha fazla bir paraya satıyor, üçtebirini kendine bırakarak, diğer bölümünü ailesine gönderiyordu. Tek hayali ve ideali ise; bana, “anlatmayı değmez ağabey” anlatma gereğini duymadığı, bir işten kendisine düşen pay olduğunu söylediği ve dışarıda bir yere (hapishane tabiri ile) zula ettiği, külliyatlı bir miktar altını, bir şekilde bir hayır kuruluşuna ulaştırmaktı. Ama altınlara, sadece kendisinin çıkması ile ulasılması mümkünmüş. Bir süre kaçma ve o işi yapıp geri dönme hayalleri kurdu. Hatta bu hayalle, Cezaevi idaresinin, cezasının çoğunu tamamlamış ve kaçması imkânsız olan mahkumlara, yakında bulunan kum ocağından, devam eden inşaatlar için kum getirtiliyordu. Şartları uyan mahkumlar, zor iş olsa da, dışarıyı görmek için bu göreve gönüllü gidiyorlardı. Sırf oradan firar edip üç günlük bir zamanda bu işi bitirip dönmek için, kuma gitmeye talip oldu. Ancak müdür, benim kefil olmam halinde izin verebileceğini ve bir de herhangi bir kötü niyetinin olmadığına söz vermesini istedi. Kuma gitti ve geri geldi. “Ah ağabey ahh” diyordu. Seni kefil vermeme aldırmıyordum. Çünkü sen biliyordun ne yapacağımı. Ama şu kurnaz adamın söz verdirtmesi yok mu. Yapamadım ağabey. Yapamadım. Bir de -sevdiklerinin ve değer verdiklerin için yemin et- demez mi”

Bazı günler; “Ağabey yum gözlerini ve görmeye çalış. Bir sahabe geliyor... Peygamber-i Ekber oturuyor... Sahabe O ‘na (s.a.v) -Eyy Allah’ın resulü- diye hitap ediyor. Düşün ağabey, gözlerinin önüne getirmeye çalış.” “Tamam getiriyorum” diyordum. Gerçekten de çok müthiş hallere götürüyordu bu rabıta beni. Ama o “hayır ağabey olmuyor. Biraz daha dikkat, ne olursun boyun damarların şişip, yüzün pembeleşmiyor” diyordu. Ben bu rabıta sonunda, halimi düşündükçe, Onu merak ediyordum, acep neler hissediyor diye.
“Ağabey sen nasıl adamsın böyle? beni her görüşünde -malatya malatya bulunmaz eşin-diyorsun. Gözlerinden çok şey okuyorum. Bu koğuştaki başka arkadaşlara da böylesin gerçi ama. Sen Malatya’lı değilsin, nereden geliyor bu ilgi, Gemuhluoğlu Üsdad’dan (Üstadı öyle öğrenmişti ki artık kendisi de üstad demeden konuşmaz olmuştu)mı kaynaklanıyor.” Ben, olur mu canım, kimi sayayım sana, Malatya’yı sevmeme sebep, o kadar kıymetli insan var ki... Bak Orhan ağa da, Cahit bey de Malatyalı değiller. Ama Orhan ağa bir başladı mı saymaya “Kardeşim, İsmet İnönu, Erdal İnönü, Özal kardeşler daha birçok kıymetli insan Malatya’lı nasıl sevmem ben Malatyı.” Sonra, Cahit Bey de Malatya’yı çok sever. O’da Malatya’dan bahsederken “Mübarek şehir kimleri yetiştirmemiş ki Battal Gazi, Fahri Baba, Gemuhluoğlu, Sait Çekmegil ve daha kimler kimler. Memleketimizde çok önemli bir şehirdir Malatya” derdi. “Görüyorsun benim de buna benzer bir sürü sebebim var. Sen Malatya’lısın, Somuncu Baba torunusun, yetmez mi” demiştim de mahcubiyetten pembeleşmişti yüzü.

Bir gün, yedinci koğuştan misafirlik dönüşü beni her gören, Onun ben aradığını söyledi. Çok önemli bir durum vardı ki ortalığı böyle telaşa vermişti. Beni görünce adeta koşarak nefes nefese yanıma geldi. Dehşet heyecan içindeydi. “Hatırladım ağabey hatırladım.” Ben merakla, “hayırdır, neyi hatırladın” dedim. Yarı sevinç yarı heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Hatırladım ağabey, Fethi Gemuhluoğlu üstadı hatırladım.”

“Ee hani tanımıyorum demiştin, benden bir sürü laf işitmek durumunda kalmıştın, nereden çıktı şimdi bu tanıma işi” Yarı kararsız. “Şey ağabey tanımıyorum şahsen de hatırladım. Şimdi bak ağabey ben bir gün... Çocuktum o zaman, babamla mal pazarına gitmiştik. Beni bir çayhaneye oturtup burada bekle demişti” sözünü kestim. “Yoo olmadı azizim. -mal pazarındayken- dediğin andan itibaren, orada Gemuhluoğlu olamaz.” O yine heyecanla “Ağabey Allah aşkına dinle hatırladım dedim sana. Şimdi bak. Ben orada oturuyordum. Kerim ağabey diye biri vardı. Emekli öğretmen. Mahalli gazetelerde yazı falan yazardı. Etrafına epeyce bir insan toplanmış ve konuşuyordu onlara” Ben dayanamayıp, “Yapma lütfen, zaten üstat daha çok İstanbul-Ankara da kaldı sen yanılıyorsun” dedim. Israrla. “Ağabey Allah aşkına dedim. Hele dinle bir. İşte o anlatıyordu. Boş boş orada oturuyordum ve ben de ister istemez dinledim. Çünkü herkes pür dikkat dinliyordu ve çayevinde çıt çıkmıyordu. Şöyle diyordu - bir gün Gemuhluoğlu üsdad ile Arapgir’den geliyorduk, üsdad yavaşlayan minibüsün penceresinden “işte, işte” diye heyecanla dışarıyı gösterdi. Yoldan bir grup köylü omuzlarında bir hezenle karşıdan karşıya geçiyorlardı. Kocaman bir hezen, uzun mu uzun, on beş yirmi kişi varlardı minibüs durdu ve onları seyretmeye başladık. Hezanin en kalın yerinden bir yiğit tutmuştu ki, ne yiğit, hezenin en kalın yerini uç tarafından kavramış, tınmıyordu bile. Hezenin diğer ucuna doğru gittikçe inceliyordu ve inceldikçe de zayıf, boyu kısa, güçsüz olanlar, sıralanıyordu. Ön tarafta yetmiş-seksen yaşlarında bir ihtiyar elinde bir nacak ile hezen taşıyanların önünde, onlara zarar verebilecek, onları engelleyebilecek çalı-çırpıları, birer vuruşta, temizleye temizleye ilerliyordu. En ilginci de en arkada, hezen taşıyanların en arkasında, yine aynı yaşlarda bir nine. Ama dimdik, tam bir Türkmen anası. Elinde su kapları, omuzunda bir çıkın, belli ki yemek yenen kapları taşıyordu. -işte, işte- diye adeta feryat ediyordu üstat. Bana dönerek -işte bu. bak azizim, bir memleket böyle yönetilmeli. Şu köylülerin burada kurmuş oldukları tabii sistemi kurduğumuz an memleket kurtulmuş demektir. Dikkat et, herkes kendi yapabileceği işi yapıyor. En başarılı olabileceği görevi almış. Bak hezenin en kalın yerini omuzlayanla, en ince yerini omuzlayana bak. Şu ak sakallı ihtiyara bak. Sonra nine, belli ki elindekiler su kapları, sırtına yüklendikleri de buradakilerin yemek kapları. Aman Allah’ım, ne harika bir sistem. Ne harika bir güç birliği. Ne bereketli birliktelik. Şükürler olsun Rabbim sana. Malatya’da, şu köylü kullarının başardığını, okumuş, bilmiş ve memleket yöneten insanlara da nasip et Allah’ım- demişti.”

“İşte bunları dinlemiştim ağabey. Gemuhluoğlu’nun adını o çayevinde, O adam anlatırken duymuştum. Sustun ağabey. Doğru mu orada duyduğum Gemuhluoğlu’dur değil mi?” “Haklıydı O. Gerçekten de bu anlatılan Fethi Gemuhluoğlu olmalıydı. Öyle bir görüntüyü ancak Üstat yakalayabilirdi. Evet azizim üstadın kıyısına kadar yaklaşmışsın. Kabul ediyorum, tanıyorsun Fethi Gemuhluoğlu’nu.” Çok sevinmişti. Şakayla karışık, “İmtihanı geçtim değil mi ağabey. Artık sana göre tam Malatyalıyım değil mi” “Estağfurullah sen zaten yiğit bir Malatyalısın dedim. Artık hapisten çıktığımızda, bunun hatırına mişmişlerimiz senden.” “Başım üzre ağabey ama, hani sen ısrarla kayısı derdin.” “Haksız mıyım peki, şimdi ben sana, kayısı gözlü kardeşim yerine mişmiş gözlü kardeşim desem olur mu” dedim. İkimiz de güldük, hasret ve hüzünle.

Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra, Onu ziyarete gittim. Hapishanede çok kıymetli olduğunu bildiğim için, saz teli de götürdüm. Başgardiyanın odasında, o, ayaküstü, görüşmeden sonra ayrılırken; kısa bir süre hapishaneden kurtulup yapmayı düşlediği işini bildiğimden, kulağına eğilip, muzipçe “ne zaman firar ediyorsun” dedim. Bu defa kendisi kulağıma eğildi ve “Geçen hafta hastaneye yattığımda, gidip-geldim hamdolsun” dedi. Şaşkınlıktan gözlerimin yerinden fırlayacakmış gibi olduğunu görünce, daha bir muzipçe kulağıma tekrar eğildi ve “beş saat evde kaldım, gelirken de kayısı getirdim dostlara” dedi. Çok huzurlu olduğu gözlerinden okunuyordu.

Ne zaman bir Malatya’lı ile tanışsam, aklıma önce üstad gelir, sonra da onu hatırlarım. Her karşılaştığım Malatyalı’ya halâ, Üstadı tanıyıp tanımadığını ve birkaç ünlü Malatyalı’yı sorduktan sonra, şakayla karışık onu da tanıyıp tanımadıklarını sorarım.. Malatya, Battal Gazi’dir, Somuncu Baba’dır, Fahri
Baba’dır ve Gemuhluoğlu ile bir hüzündür bende.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder