KARPUZ KAMYONU (Anı Hıkâye) /Teyfik KARADAŞ

Kahramanmaraş Kayseri Karayolu bizim köyün sağ tarafından geçerdi. Karayolu Çağlayan Köyünü geçip bizim köye doğru doğru gelirken iki yüz-üç yüz metre kadar uzunlukta bir heyelan bölgesi karşılardı onu. Heyelan bölgesinden geçen yolu, karayolları her yıl tamir ederdi ama yol yıl bitmeden yeniden bozulurdu. Şoförler heyelanlı bu bölgeden geçerken analarından emdiği süt burunlarından gelirdi. Çok sıkıntı yaşarlardı. Heyelan bölgesinden hemen sonra önce sağa sonra sola doğru yılan gibi kıvrılan ardışık üç keskin virajla karşılaşırdınız. Bu virajlardan en tehlikelisi en sonda yer alan Baltacı Virajıydı. Yeşil Vadi Virajında ve Narlı Seki Virajında zaman zaman trafik kazası yaşansa da pek can ve mal kaybı olmazdı.  Baltacı Virajında meydana gelen trafik kazalarında ise her yıl onlarca insan canından, yüzlerce insan malından olurdu. Bu virajda meydana gelen her iki kazanın birinde mutlaka bir insan ölür, mutlaka can kaybı yaşanırdı. Özellikle Göksun istikametinden gelip Kahramanmaraş istikametine giden yüklü kamyonların, yüklü tırların rampaya aşağı inerken balataları ısınıp frenleri tutmazsa; şoförler ustalıklarıyla Yarma Virajını, Aşığın Deresi Virajını kurtarsalar bile, keskin olması nedeniyle Baltacı virajında kesin olarak takla atarlardı. Baltacıda Virajında takla atan arabalar genellikle yolun sol tarafındaki Tekir çayına doğru savrulurdu. Sağ taraftaki kayalık uçuruma çarpan arabalardan zaten kolay kolay sağ olarak insan çıkmazdı. Arabaların Tekir çayına düşmesi sonucu büyük bir can pazarı yaşanırdı. Kaza sesiyle birlikte Kötü Pınarda bağda çalışan, Ayvalıda hayvan otlatan, Kabir Üstünde ekin biçen ve Kovuk Çınarda bahçede uğraşan vatandaşlar kaza yerine koşar ilk müdahaleyi yaparlardı. Civardan toplanan insanlar kazaya müdahalede yetersiz kalırsa köye haber gönderirlerdi. Bizim köyün halkı yediden yetmişe kaza haberinin duyulmasıyla birlikte gönüllü bir kurtarma ekibi sorumluluğuyla Baltacı Virajına koşar, kazaya müdahale eder, kazazede insanları kurtarmaya çalışırlardı. Bazı insanlar kaza anında sağ olduğu halde; kazadan sonra Tekir çayının coşkun sularının içinde boğularak can verirlerdi. O günkü şartlarda kaza yerine güvenlik güçlerinin ve ambulansın gelmesi bazen bir bazen iki saati bulurdu.

Kaza yerine gelen köy halkı önce insanları kurtarıp, sonra kaza yapan araçları yola çıkarmaya gayret ederdi. O zaman bizim köyde traktör dahi yoktu. Köy halkı öküzlerini arabalara koşarak kazazedelere yardım etmeye çalışırdı. Kaza yapan araçların yükünü başka bir araca naklederler, bu hizmetlerinden dolayı ücret almaya ar ederlerdi. Baltacı Virajına bisküvi yüklü tırın, şeker ve salça yükü kamyonların devrildiğine canlı olarak tanıklık ettim. İnsanlar için coğrafya kaderdir. Bizim köyün arazisinin engebeli, dağlık ve taşlık olması nedeniyle standartlara uygun düzgün bir karayolu yapılamayacağını ilk görüşte anlarsınız zaten. Bu coğrafyadaki zorlukların bedelini bazı dikkatsiz şoförler bazen hayatlarıyla öderlerdi. Ben doğmadan öce bin dokuz yüz atmışlı yıllarda Çukurova’ya amele götüren bir kamyonun bizim köydeki Yarma Virajından evlerin üzerine doğru takla atması sonucu otuz üç yolcunun tamamının vefat ettiği kazayı, o günü yaşayan büyüklerimiz bizlere çocukluğumuzda ağlayarak anlatırlardı. Bizlerde destanlara konu olmuş bu büyük acıyı aynı hüzün ve aynı üzüntüyle kendi çocuklarımıza anlatmaktayız. Türkiye genelinde trafik kazasının yaşandığı bin üç yüz kara noktanın en az beş tanesi bizim köyün sınırları içinden geçen karayolundaydı desem mü bağla olmaz. Doktorun Lokantasının altındaki virajdan mezarlığa doğru takla atan arabaların onlarcasına ortaokula giderken bir zat şahit olmuş bir insanım. Ala cayırdaki Çukurhisar köyü yol ayırımındaki virajdan takla atan nice arabalara ilk müdahaleyi yapan insanlardan biriyim.

Köyümüzden geçen karayolundaki virajlar kazalara davetiye çıkartırken rampalarda trafiğin akışını olumsuz yönde etkilerdi. Afşin Elbistan Termik Santrali yapılırken iki tırla taşınan devasa parçaların nakli sırasında şoförlerin çektiği rezilliği bir ben, birde Allah bilir. Ağır yüklü kamyonlar Baltacı Virajını dönerken yavaşladığı için Alaçayır Rampası başlamadan birinci vitese, Yarma Virajına vardığında ise takviyeye düşerdi. Biz ortaokula giderken bu ağır yüklü kamyonlarla hızlı adımlarla yürüyerek yarış ederdik. Köyümüzden geçip Kayseri’ye ve Kahramanmaraş’a giden karayolu anlatmaya çalıştığımdan bile on kat vahim durumdaydı.

Ben bu yolun Döngel Köyü ile Tekir Köyü arasındaki altı kilometrelik kısmını ortaokulda okurken üç yıl süreyle her gün yaya olarak gittim geldim. Rampasını, virajını, menfezini, yokuşun, düzünü ve etrafındaki ağaçların çeşidini elimin içi gibi bilirim. Her metresinde, her virajında, her rampasında mutlaka tanık olduğum bir olay veya yaşadığım bir anı, bir hatıra vardır. Şimdi sizlere bu yolda yaşadığım hatıralardan birini anlatmak istiyorum.

Ortaokul birinci sınıfın son günleriydi. Ailem hayvanlarımızı otlatmak için Oymaklı Yaylasına göçmüştü. Ben köyde dedemin evinde kalıyordum. Nenem yaşlı bir insan olduğu için benim hizmetlerimi yeterince yerine getiremiyordu. Ben de bu nedenle bazen anne annemin yanına gidiyordum. Anne annem baba anneme göre daha genç ve evin hizmetlerin gören iki teyzemde anne annemle yaşıyordu. Teyzelerim ihtiyaç olması halinde elbiselerimi yıkıyor, kahvaltımı hazırlıyor ve beni saatinde okuluma gönderiyorlardı. Baba annem elinden geleni yapsa da yaşlı olması nedeniyle bazı hizmetlerimi zamanında yerine getiremiyordu. Baba anneme de anne anneme de Allah rahmet eylesin. Mekanları cennet olsun. İkisi de beni kendi çocuklarından daha çok severdi. Bir gün akşam anne annemin evine geldim. Anne annemin evinde akşam yemeğimi yedim. Yemekten sonra arkadaşlarımla saklambaç oynamak için köy meydanına gittim. İsimlerini hatırladığım kadarıyla Levent, Alper, Sefer, Oktay ve Taner’de köy meydanına geldiler. Köy meydanına bizi izlemek için gelen başka arkadaşlar da varsa bile şu an isimlerini hatırlamıyorum.

Köy meydanına gelen altı arkadaş üçer kişilik iki guruba ayrılarak saatlerce saklambaç ve uzun eşek oyunu oynadık. Ayın dolunay olması nedeniyle gece gündüz gibi aydınlıktı. Saat on bir olmuş eve gidip yatma saatimiz gelmişti. Ben arkadaşlara “Hayırlı geceler ben yatmaya gidiyorum” dedim. Alper bana” Hiçbir yere gidemezsin. Şimdi yola gidip kamyondan karpuz indirip yiyeceğiz” dedi. Ben ise “ben gitmem. Kamyondan karpuz indirip yemek hem ayıp hem de günah olur” dedim. Benim ağzımdan çıkan söz biter bitmez hep birlikte “Bizimle gelmezsen seni döveriz, öldürürüz” gibi sözlerle beni tehdit etmeye başladılar. Ben gitmezsem kendilerini annelerine babalarına şikâyet ederim diye korkuyorlardı. Bu nedenle beni mutlaka suça ortak etmeye çalışıyorlardı. Ben köyün ortaokul birinci sınıfta okuyan tek öğrencisi idim. Herkes bana gıpta ile bakıyor ve sevgi gösteriyorlardı. Bizim köyde o zaman ki ortaokul öğrencisinin sosyal saygınlığı bu günkü doktora öğrencisinden daha fazlaydı. Ben de karpuz çalmaya gittiğimiz duyulursa saygınlığıma leke gelir, babam beni evlatlıktan reddeder diye düşündüğümden dolayı arkadaşlarımla yarım saatten fazla tartıştım ama onları bir türlü ikna edemedim. Neticede baktım ki bu işten kurtuluş yok. Yaşları benden büyük olduğu için kaçsam tutarlar. Kavga etsem döverler. Çaresiz vaziyette “Sizinle gelirim ama çaldığınız karpuzdan yemem” dedim. Arkadaşlarda “Tamam. Bizimle gelmen yeter. Karpuz yemesen de olur” dediler.

Arkadaşlarla birlikte köy meydanından yürüyerek, Maraşlı Durdu’ nün evinin önünden geçip Yarma Durağına çıktık. Fırsat bulursam kaçarım endişesiyle arkadaşlar beni esir düşmüş asker gibi tam ortalarında yürütüyorlardı. Yarma Durağından Tekir istikametine doğru dönüp yolun kenarı sıra yavaş yavaş yürümeye başladık. Bu esnada gece yarısı olmuş, köyde ışığı yanan bir tane ev kalmamıştı. Köy ile yol arasındaki görüntüyü Alaçayır Deresinin kenarında yetişen çınarların dalları bir tül perde gibi kapatıyordu. O zaman köyümüzde elektrik olmadığı için aydınlatma gaz lambası ile sağlanırdı.  Televizyon olmadığı için insanlar yatsı namazını kıldıktan sonra hemen yatarlardı. Karayolu ile köyümüzün arasından geçen Alaçayır Deresinden akan bir değirmen yürütür büyüklükteki suyun çağıltısı ile köydeki köpeklerin havlama sesi, an itibariyle gecenin sessizliğini bozmaya yetiyordu. Biz ise yolun karşısında evleri bulunan İspir Ali, Çirkin Osman Apış Usta gibi büyükler sesimizi duymasın diye kendi aramızda konuşmadan işaret diliyle anlaşmaya çalışıyorduk. Bu arada köye tali olarak giren Gedik Oba yol ayırımına vardık. Burada arkadaşlardan kaçarak kurtulma şansı yakaladım ama mezarlıktan korktuğum için bu şansı değerlendiremedim. Gedik Oba yol ayrımından elli atmış metre ileride yolun sol tarafında köy mezarlığı vardı. Bende o yaşlarda mezarlıktan çok korkuyordum. O günlerde de mezarlığa yeni bir cenaze defnedilmişti. Bende yeni defnedilen adamın cenazesini yıkanırken gördüğüm için çok etkilenmiştim. Bu nedenle korkumdan mezarlık tarafına koşamadım. Çaresiz bir vaziyette arkadaşlarla yola devam ettim. Yol ilerledikçe rampanın eğimi artıyor, kamyonlar bu rampada iyice yavaşlıyordu. Bu arada yukarıdan aşağıya doğru gelen yolcu otobüsleri, aşağıdan yukarıya doğru giden yakıt tankerleri, çimento ve saman taşıyan kamyonların ışıklarını gördükçe rahatsız olmuyoruz desem yalan olur. Allah sizi inandırsın sıkıntıdan terliyorum, terledikçe üzerimdeki gömlek sırtıma yapışıyordu. Arıtaşı Deresinin suyunun aktığı menfeze vardığımızda katırlarına kereste yüklemeye çalışan üç-dört tane orman kaçakçısı bizi görmüş olmalılar ki “Kaçın. Ormancılar geliyor” diye bağırarak yıldırım hızıyla gözden kayboldular. Yarım dakika sonra hayvanlarının nal seslerini Kara Ömer deresindeki taşlık kesimde duydum. Kaçakçıların bağırma sesini duyunca bizde korkumuzdan kendimizi yolun şarampolüne atarak yattık. Adamların bölgeden uzaklaştığını fark edince toparlanarak tekrar ayağa kalktık.

Aşağıdan inleyerek gelen bir BMC kamyon bize doğru yaklaşınca üzerindeki yükün ağırlığıyla iyice yavaşladı. Kamyonun kupası kırmızı, karoseri mavi boyalıydı. Karoserin üzerinde yeşil renkli bir çadır çekiliydi. Alper bu kamyonu görür görmez “Karpuz kamyonu geldi” diye bağırdı. Ağaca tırmanmış bir sincap edasıyla arka taraftan kamyonun üzerine çıktı. Alper oldukça atik, atik olduğu kadarda korkak bir arkadaşımızdı. Sekiz yıl ilkokula gittiği halde okulu bitirememişti. Köyde başı boş gezerdi. Kamyonun üzerine çıkar çıkmaz geri indi. “Karpuzun üzerinde yatan bir adam var. Kunduranın topuğuyla başıma vurdu” dedi. Halbuki karpuzun üzerine insan yatamaz. Yatarsa karpuzların hepsi kırılırdı. Alper’in korkak olduğunu bilen Oktay sağ arka taraftan kamyona çıktı. Elinin biriyle dengesini sağlamaya çalışırken diğer eliyle çadırı açmak için kancadan kendiri boşandırmaya çalışıyordu. Çadırı tek başına açamayınca “Bir kişi daha gelsin” diye bağırdı. Oktay’ın bağırmasıyla Sefer orta taraftan kamyona çıkmak için koştu. Elini karoserin kapağından tutup ayakları yerden kesilir kesilmez dengesi bozuldu. Dengesi bozulunca da bir çuval un gibi ağzı üstü asfalt yola çakıldı. Yola çakılmasıyla birlikte “Ölüyorum anam” diye bağırmaya baladı. Ben aşağıdan gelen başka bir araba Seferi tepelemesin diye jet hızıyla koşup Seferi kucaklayarak yolun banketine çıkarttım. Seferin yaralandığını gören Oktay’da kamyondan indi. Sefer ölecek diye hepimizde çok korktuk. Kimsenin aklında karpuz kavun kalmadı. Seferin yüzündeki deriler çizilmiş, burnundan hafifçe kan akıyordu ama Sefer “Oy dizim, oy dizim ölüyorum” diye bağırıyordu. Eşek çamura çökerse sahibinden yiğidi olmaz diye boşa dememiş atalarımız. Sefer benim yakın akrabam olduğu için sırtıma alarak aşağıya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Bu sırada Sefer “Anam ölüyorum” diye hem bağırıyor hem de ağlıyordu. Bizde hep birlikte büyük bir telaşa kapılmıştık. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Aşağıdan yukarıya doğru gelen kamyonlar bize selektör yapıyor, el hareketleriyle ne yaptığımızı sormaya çalışıyorlardı.

Biz de bu esnada can havliyle karayolundan uzaklaşmaya çalışıyorduk. Yarma Durağına inmemize yüz metre kadar mesafe kalmıştı. Karakol Komutanı irfan Astsubay özel otomobiliyle yukarıdan aşağı gelmez mi. Bizi görünce frene bastı ama arkasından otobüs geldiği için duramadı. Ben Karakol Komutanını görür görmez Seferi birdenbire sırtımdan yere attım. Yarma Durağının üst kısmındaki patika yoldan “Karakol Komutanı” diyerek köye doğru koşmaya başladım. Diğer arkadaşlarda benim peşimden koşmaya başladılar. Karakol komutanını gören Sefer korkusundan iki yüz metrelik yolda depar atarak hepimizin önüne geçti. Biz patika yoldan koşarken Alaçayır Deresinde löküz ışığıyla balık avlayan bir adam” Kimsiniz ulan. Ne koşuyorsunuz” diye bağırsa da biz aldırış etmeden yolumuza devam ettik. Bize bağıran o adamın Muharrem Abi olduğunu tahmin ediyorum. Köy meydanına çıktığımızda evinin bahçesindeki tuvaletten çıkan Hamza Amcada bizi görünce irkildi. Karakol Komutanına yakalanmamamız büyük bir şanstı. Biz köy meydanında birbirimizden ayrılarak evimize giderek sessizce yataklarımıza yattık.

Ben sabahleyin erkenden yürüyerek Tekir Köyünde bulunan okuluma gittim. Okula giderken bizi görünce ormancı olduğumuzu sanıp hayvanlarıyla birlikte kaçan insanların bıraktığı keresteleri gördüm.  Kamyondan düşen Sefer’in dizine zeytin büyüklüğünde taş battığını ve bir hafta hastanede yatığını bir ay sonra Oktay’dan duydum. Ben o arkadaş gurubuyla ondan sonra hiç oyun oynamadım. Haram kapuz yemek ne bana nede arkadaşlarıma nasip oldu.

Devletimiz kamyonların gidemediği, arabaların takla attığı virajlı, heyelanlı, tehlikeli Kahramanmaraş Göksun Kayseri Karayolunu iki viyadük on bir tünelle geçerek duble yol haline getirdi. Yola da Edebiyat Yolu adını koydular. Her tünele, her viyadüğe Kahramanmaraşlı bir şairin ismini verdiler. Şehirler arası mesafeler kısaldı. Yeni yol açılınca eski yol viran oldu. Şimdiki duble yolda ne takviye düşen kamyonlar ne de yürüyen kamyonun üstünden karpuz çalan çocuklar kaldı.

Bayramda düğünde bu çocukluk arkadaşlarımızla karşılaştığımızda, yaşadığımız anıyı bana anlattırıyorlar, kendiler de kahkahayla gözleri yaşarıncaya kadar gülüyorlar.

Yatağa yatınca kimi zaman geçmiş günleri düşünüyorum. Geçmiş günleri düşündükçe bazen ağlıyor, bazen gülüyorum. Bir musibet bin nasihatten hayırlıdır diyorum. Hepinize huzurlu sağlıklı yarınlar diliyorum.

Maraba Adamlar Şiirden Ne Anlar/Ferhat ALTUN







Garnı ağrısın ağrıması gereken ne varsanın

Irak bir şeyden geliyor gibi ağlayanlar ve
Nasıllığını kaybettiğimiz dostlar 
Canımızın düştüğü yerde oyy 
Irak bir şeyden geliyorlar
Fal bakıyor anneleri kibirli kadınların 
Laf bu kadınlar topuklarıyla da kadındır
Irak bir şeye bakar gibi ölüyorlar

Şeyler ırak bir şeyden geliyorlar 
İçin ha bir kadının topuğuna değmiş
İğri bir ıraklığa bakmış ha gözlerin
Resmin artık çizilebilen bir şeydir
İsmi nasıl çiziliyorsa dostların

Onulmaz yaraları vardır tütün içinlerin
Kitabın ortasından konuşmak ne haddimize 
Ussal sancılar çekmezdik dil devrimi olmasa
Maraba adamlar da şiirden anlayacaktı
Ansızın kanlısı bağrından vurmasa

BEDDUA/Alirıza KARAKALE

Şehir, üzerine yapışan bu bedduanın ne zaman sonlanacağını sorgularken, ben mecalimi yitirdiğim bir gece; bir kitabın kapağının göz kapağıma galip gelmesine izin verdim. Daha önce okuduklarım gibiydi. Yaşanmadan yazılmış, samimiyetsiz. Oysa benim babam öyle bir adam değildi. Gideceği yeri bilmese de inadı haritayı sererdi önüne. Geç giderdi ama hedefi belliydi. Mesele de gitmek değil miydi ? 


Sonra, benim çıktığım yol da göz kapaklarımı uğruna astığım kitapta yazan gibi değildi. Yokuşları heybeme yük yükleyen, ayak bileklerime ağır gelen yollardı hep. Kabarcık mevsimi çıktığım bol çukurlu bir yolda; yürümek yerine otobüsü tercih ettiğim bir akşam, şoförün umursamaz unutkanlığı ve yerli yersiz haklı küfürleri eşliğinde lastik eskittik. 

 Pencerelerine kadar umudunu yitirmiş çok katlı binaların, sarı sokak lambalarıyla gölgelerinin daha da ürkütücü bir hâl alması, inmem gereken durakları erteletti. Vardığım durak az namazlı bir caminin önüydü ve içeriden Gazzeli çocukların şikayetleri yankılanıyordu. Duyduğum iniltilerin huzursuzluğuyla otobüsten inip, oğlumun şişe devirmece oyununda beni hep yendiği zeytin ağacının kuytusunda soluklandım. Birazdan 34 yıldır hiç yol yürümemişim edasıyla kapımı açacağım. Beyaz gömleğimde beyaz sabun kokusu, sabah çıkarken süründüğüm gül kolonyası, dilimde ‘Gufraneke ya Rahman!’  

Güneşe kalmadan ellerini yüzüme sürmeseydi Derya, bu rüyadan uyanamayacaktım ve göz kapaklarım kitabın kapağına galip gelecekti. 
Elimde değilmiş… Gelse miydi ? 

YİRMİ YEDİ YILLIK ANTİK ÇİVİ/Samet YURTTAŞ


Ve hiç sindiremedim

Cuma akşamları okuduğum şiirleri

Aç karnıma oturan bir yumruk gibi

Hep bir şeylere hazırlanırken

Çağlar öncesinden çağlar ötesinden

Zihnime çakılan

Yirmi yedi yıllık antik çivi:

“Putlar kendi insanlarını yaratıyor şimdi”

 

O balçık suratlıların

Yüzlerini hiç unutmadım.

Hafta sonları

Tiyatroda, sinemada, operada

Kendini adlandıran, tanımlayan, Konumlandıran

Sabahı hep ıskalayan

Akşam apartman boşluklarında

Kendini sallandıran

Putları dahi kıskandıran çağın insanı

 

Gökyüzünü şahit kılmak için

Açık havada

Tam üç kez okudum bu şiiri

Parmaklarımın arasındaki

Putlar dökülsün diye

Elimde çekiçle, balyozla okudum

Anladım

Elimdeki putmuş damıtan

Bu şiiri

AĞABEYLERİN AĞABEYİ D. MEHMET DOĞAN/ Hasan Ejderha

 


D. Mehmet Doğan ağabey gerçek bir ağabeydi. Herkesin, bütün dostların ağabeyi olduğu için yazımın başlığına "Ağabeylerin Ağabeyi" dedim. Aslında bizim sadece ağabeyimiz değil; baş öğretmenimiz, fikir babamız, yazının, kalemin, kültürün haysiyetini öğreten güzeller güzeli bir adamdı D. Mehmet Doğan ağabey.

Kahramanmaraş'ta gerçekleştirdiğimiz bütün kültürel etkinliklere davetlerimizin hiç birine hayır demedi. O Maraş'a gelince, Türkiyr Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi (Dükkân) 'nde olağanüstü sevinçli bir gün olurdu. 

Her program sonrası Dükkân'da sohbet etmekten çok hoşlanır, TYB Kahramanmaraş Şubesinin mütavazi hâlini çok sever, bizimle gece saat 02-03' lere kadar oturur, orada dönen muhabbetin yıllardır içindeymiş gibi hiç bir kopukluk olmadan süregelen sohbete katılırdı.

En son gelişi biraz acıydı. Zira Dükkândan; Ahmet Doğan İlbey ağabeyi, Güzel adam Ferhat Ağca'yı ve Başkan Fazlı Bayram'ı depremde kaybetmiştik. Mezarlık ziyareti yaptık. Mezarlıkta dostlarımızı D. Mehmet Doğan ağabeyle birlikte ziyaret ederken, Şube Başkanımız Enver Çapar, Şube Yönetim Kurulu üyemiz H. Ahmet Eralp dâhil hiç birimizin ağzını bıçak açmıyordu. Hepimiz dostlarımızı o gün kaybetmişiz gibi acılar içindeydik.

Asla unutamam D. Mehmet Doğan ağabeyin 6 Şubat Depreminde gün boyu aralıklarla arayarak nasıl çırpındığını. Ahmet Doğan İlbey Ağabey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram enkaz altındaydılar ve D. Mehmet Döğan ağabey nerdeyse saatte bir arayıp enkaz altında olan dostlarımız ile ilgili haber almaya çalışıyordu. Telefonda konuşurken nasıl çaresizce çırpındığı telefonla konuşulurken bile anlaşılıyordu. Baba gibi, öz ağabey gibi feryat ediyordu. O depremin il gününde D. Mehmet Doğan ağabey telefonu kapatır kapatmaz TYB İstanbul Şube Başkanımız Mahmut Bıyıklı dostum arıyordu ve o da Mehmet ağabey gibi İstanbul'da çırpınıyordu Maraş ve dostları için.

Hemen sonra anladık ki 6 Şubat günü bizim için Kahramanmaraş için çırpınan D. Mehmet Ağabeyin de hastalığının ilk zamanlarıymış. Tedavisi başladı hemen sonra da. Bazı zamanlar iyi olduğu ve iyi olacağı haberini aldık, bazen de hastalığının ilerlediği haberini. Tedavisi boyunca elimiz kalbimiz üstünde dua edip, şifasını bekledik. Bekledik ama Rab'bim son zamanlarda güzelleri hep yanına alıyor ve D. Mehmet Doğan Ağabey'i de aldı. Rahmetler olsun. Mekanı cennet olsun. Ağabeylerin ağabeyinin.


ARKADAŞIM ENES VE ESKİŞEHİR / Teyfik KARADAŞ



Köyümüz doğal güzellikleri bakımından dünyanın saklı cennetlerinden bir köşe olduğu halde; dağlık, taşlık ve ormanlık bir coğrafyada yer aldığı için geçim kaynakları bakımından oldukça fakir bir yerdi. Bizim köyün, bizim yörenin insanlarının bu zor şartlardan kurtulup, rahat bir ortamda yaşayabilmesi için okumaktan başka çaresi yoktu. Babam beni ilkokuldan sonra ortaokula kayıt ettirerek, güzel Döngel’in zor şartlarından kurtulmam için bana büyük bir şans tanımıştı. Köyümüzdeki diğer çocukların çoğunun şartları benden daha kötüydü ama onların aile büyükleri arkadaşlarıma bu şansı tanımamışlardı. Benden daha zeki çocukluk arkadaşlarım aileleri tarafından Döngel’in zor ekonomik şartlarında yaşamaya adeta mahkûm edilmişlerdi. On iki yaşında arkadaşlarımın kimisi çobanlığa kimisi ırgatlığa başlamıştı. Gaz lambasının ışığında ve ekmek tahtasının üzerinde ders çalışsam da altı kilometrelik yolu yürüyerek ortaokula gitsem de   köyümüzün eğitim konusunda en şanslı insanı bendim. Ben ortaokula giderken köyümüzdeki herkes beni parmağı ile gösterir, gıpta ile bakardı. Zor şartlar altında acı zulüm komşu köyümüz Tekir’de ortaokulu bitirdim. Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesine kayıt yaptırdım. Lisede okumak için köyden şehre geldim. Köyden şehre lise okumak için geldiğim yıllarda evinde kalabileceğim ne amcam nede dayım vardı. Birinci derece akrabalarımın tamamına yakını köylerde yaşıyordu. Şehirde olanlarında beni evlerinde barındırma imkanları yoktu. Okuduğum lisenin yatılı olarak kalacak pansiyonu da bulunmuyordu. O tarihlerde halkın imkânları kısıtlı olduğu gibi devletimizin olanakları da çok yetersizdi.

Lise birinci sınıfta okurken Karamanlı mahallesinde iki katlı bir evin bodrum katındaki bir odalık yerde kaldık. Ev arkadaşım Abdurrahman’la aynı ortaokulda okumuştuk. O benden bir sınıf üsteydi ve dünyadaki en iyi insanlardan biriydi. Ev sahibimizden, komşularımızdan ve mahalle halkından çok memnunduk ama kaldığımız evin rutubetli olması nedeniyle o yıl çok büyük sıkıntılar yaşadık. Köyden getirdiğimiz tonlarca odununu yaktığımız halde evi bir türlü ısıtamadık. Nemden etkilenerek ev arkadaşımla ikimiz birden rahatsızlandık. Doktorunun yazdığı İlaçları kullanarak, bitkisel çayları içerek hastanede yatmadan ayakta tedavi olduk şükür. Evi değiştirmek için Maraş kazan biz kepçe her tarafı sokak sokak, cadde cadde dolaştık ama kış ortasında kaldığımız evden daha iyi bir ev bulamadık. Hastalandığımız günlerde okula gidemediğimiz için derslerden geri kaldık. Yaşadığımız bu kötü şartlar altında ikimizde bütünlemeye kalmadan sınıfı geçtik. Kronik bir hastalığa yakalanmadan, bütünlemeye kalmadan öğretim yılını başarıyla bitirdiğimiz için yine de şanslı sayılırdık. Karnemizi aldığımız gün ev sahibimiz ve komşularımızla helalleşerek nemli olsa da bir yıl boyu bize kucak açan, bizleri bağrına basan ve bize birçok güzel anılar yaşatan evimizden göz yaşları arasında ayrıldık. Kaldığımız evin nemli olması nedeniyle ayrıldığımız Karamanlı Mahallesinin sıcak kanlı insanlarıyla halen irtibatım devam etmektedir. Abdurrahman yaşasaydı onun irtibatı da devam ederdi diye düşünüyorum.

Lise ikinci sınıfa geçince birinci sınıftaki ev arkadaşım dünyalar tatlısı kıymetli insan Abdurrahman ile ayrılmak zorunda kaldık. O ekonomik şartlar nedeniyle şehre yakın Kumaşır Köyündeki tanıdıklarının evinde kalmaya başladı. Abdurrahman tanıdıklarının evine gidince bende kendime kalacak başka bir yer araştırmaya, aramaya başladım.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kahramanmaraş Meslek Yüksekokulun motor, elektrik gibi bazı bölümlerinin öğrencileri uygulama derslerini bizim okulun tesviye atölyesinde görüyorlardı. Birinci sınıfın son günleri tesviye atölyesinde Enes isimli Kütahyalı bir öğrenci ile tanıştım. Enes Meslek Yüksekokulunun motor bölümünde okuyordu. Öğle arası beni evine yemeğe götürdü. Evde gidince Enes’in Zübeyir ve ihsan isimli ev arkadaşıyla da tanıştım. Evleri Uzunoluk Caddesindeki Çınarlı Cami civarında tarihi ahşap yapılı bir konaktı. Yemek esnasında benim nerede kaldığımı sordular. Ben ise Karamanlı mahallesinde bodrum katı, nemli bir evde kaldığımı söyledim. Benim kaldığım evin sağlıksız olduğunu öğrenince üçü birden kendileriyle birlikte kalmamı teklif ettiler. Bu tekliflerinden çok memnun oldum ama an itibariyle Abdurrahman’ı yalnız bırakmamak için tekliflerini kabul etmedim. Kendilerine teklifleri için teşekkür edip dönem sonuna kadar gelme şansım olmadığını, önümüzdeki yıl için burada kalmayı düşündüğümü söyleyip tekliflerine açık bir kapı bıraktım. Yaz tatilinde Abdurrahman köyde kalmaya karar verince, bende kabul etmeleri durumunda birinci sınıftayken tanıştığım üniversitede okuyan öğrencilerle aynı evde kalmaya zihnimde karar verdim.

 Enes bana yaz tatilinde Mimar Behzat Beyin ofisinde desinatör olarak çalıştığını söylemiş ve çalıştığı ofisin yerinde kaba taslak tarif etmişti. Kendileriyle birlikte kalmak istediğimi söylemek için Enes’in çalıştığı ofise gittim. Ofisin yerini elimle koymuş gibi buldum. Enes beni ofiste muhabbetle sevgiyle karşıladı. En iyi en güzel şekilde ağırladı. Ben Enes’e “Uygun görürseniz bu sene sizinle kalmak istiyorum” dedim. Enes’te bana “Ben bugün arkadaşlara telefonla görüşeyim, yarın sana haber veririm” dedi. Ben Enes’in beni aramasına fırsat vermeden sabah erkenden yanına gittim. Enes “Kardeş tamam. Ben arkadaşlarla görüştüm. Bizimle kalabilirsin” dedi. Enes’ten bu cevabı duyunca nasıl mutlu olduğumu, nasıl sevindiğimi sizlere kelimelerle anlatamam, izah edemem.  Enes’in yanında bir çay içip hazırlık yapmak için izimin üzerine köye geri döndüm.

Birinci sınıftan tecrübeli olduğum için yatak, yorgan, kıyafet, kitap, defter çanta gibi ihtiyacım olan tüm eşyaları iki gün içinde eksiksiz olarak hazırladım.  Eşyaları hazırlarken anamın o kadar iş içersin de benim için gösterdiği gayreti hiç unutamam. Hazırladığım eşyaları usta bir tezgahtar edasıyla paketledim. Eşyaları paketlerken de küçük kardeşim Adem’in yardımı da çok oldu. Paketlediğim eşyaları cumartesi günü yakın akrabam Hacı Polat Amcanın otobüsüyle şehre getirdim. Otobüsün yol darlığı nedeniyle kalacağım konağın olduğu sokağa girme imkânı yoktu. Otobüsteki eşyalarımı Eski Halde sepetli bir motosiklete yükleyerek kalacağım eve götürdüm. Enes’in yardımıyla eşyalarımı kalacağım odaya nizami bir şekilde yerleştirdim. Kalacağım odadaki daha önce hiç görmediğim kaliteli çam tahtasından yapılmış gömme ahşap dolap eşyaları yerleştirirken işime çok iyi yaradı. İki gecede konaktaki odamda yatıp hem eve alıştım hem de ev arkadaşlığı yapacağımız Enes’i yakından tanıma imkânı buldum. Enes’in babası yokmuş. Kendisi yaz tatilinde ve hafta sonları tuğla fabrikasında yaşı küçük olduğu için kaçak olarak çalışarak ailesini geçindirmeye çalışıyormuş. Maraş ’tada okulun olmadığı gün ve saatlerde Mimar Behzat Beyin Ofisinde proje çizimi yaparak harçlığını çıkartıyormuş. Enes’in durumu öğrenince ben kendi halim için Yarabbi şükür dedim. Okulun açılmasına iki hafta zaman olduğu için tekrar köye döndüm. Köyde aileme yardım etmek için harman, hasat, bağ ve bahçe işlerinde tekrar çalışmaya başladım. Ben köyde çalışmaya devam ederken Tekir Ortaokulundan yakın arkadaşım Bekir Akçadağ bir gün yanıma geldi. Biraz muhabbet edip çay kahve içtikten sonra bana “Maraş’tan bir ev kiralayıp, bu sene birlikte kalalım” dedi. Ben ise Bekir’e “Ben kalacak yer ayarladım” dedim. Ben kalacak yer ayarladım deyince lisanı halinden Bekir’in üzüldüğünü fark ettim. Bekir’e “Kardeş benim kalacağım yer iki katlı, haramlık ve selamlık olmak üzere iki bölümden oluşan, altında kullanılmayan müştemilatı bulunan devasa bir konak. Bizimle birlikte kalmak istersen senin için Enes ile konuşayım” dedim. Benim bu teklifi duyunca Bekir’in gözlerinin içi güldü. Bana “Bir konuş bakalım ortağım” dedi ama sevinçten uçacak gibiydi. Bekir ile bir gün sonra şehre gittik. Enes’i ziyaret ettik. Enes diğer arkadaşları ile görüştükten sonra Bekir’inde bizimle kalabileceğini söyledi. Bekir bu cevap için çok mutlu oldu. Hemen köye gitti. İki gün sonra eşyalarını getirip konağa yerleştirdi. Aynı gün birlikte köye döndük. Bindiğimiz otobüsten ben Döngel’de indim, Bekir kendi köyü Tekir’e gitti.

Okullar açılmadan bir gün önce Bekir ile kalacağımız konağa geldik. Bekir Ticaret Meslek Lisesinde okuyordu. Enes yaz tatilinde Maraş’ta çalıştığı için zaten konakta kalıyordu. Meslek Yüksekokulu açılmadığı için diğer arkadaşlar gelmemişti. Enes, Bekir ve ben meslek yüksek okulu açılıncaya kadar iki hafta birlikte kaldık. Bu iki haftalık süreçte Enes Bekir’i tanıdı. Bekir Enes’i tanıdı. Ben daha önceden ikisinde tanıdığım halde iki haftalık süreçte onları daha yakından tanıma imkânı buldum. Birbirilerimizin zayıf ve güçlü yönlerini öğrendik. Ailelerimizin sosyolojik yapıları ve maddi imkanları hakkında bilgiler edindik. Anlayacağınız iki hafta içerisinde birbirilerimizle horasan harcı gibi kaynaştık. Ayrıca Çınarlı Caminin müezzini Ökkeş Hoca sayesinde Postane kavşağından başlayıp Uğrak Pastanesine kadar uzanan Uzunoluk Caddesindeki bütün esnaflarla baştan sona kadar tek tek tanıştık.

Bizim kaldığımız konağa komşu bir evde kalan Ökkeş Hoca bizim üçümüzün birden akşam namazı için camiye geldiğimizi görünce nasıl mutlu oldu, nasıl sevindi anlatamam. Çünkü camide üçümüzden başka genç yoktu. Cemaatin yaş ortalaması elli yaşın üzerindeydi. Ökkeş Hoca namaz biter bitmez caminin içinde bizimle tanıştı. Üçümüzün birlikte kaldığımızı öğrenince sevinci bir kat daha arttı. Bizi Uzunoluk Caddesinde faaliyet gösteren fırın, bakkal, manav, berber gibi alışveriş yapacağımız esnaflarla tanıştırmaya götürdü.  Ökkeş hoca bunlar benim komşum, bunlar öğrenci diye bizi esnaflara takdim ettikten sonra, “Paraları olmasa bile bu gençlerin ihtiyaçlarını karşılayın. Kendiler ödemezse ben öderim” şeklinde tembihte buluyordu.  Esnafları hepsi de “Baş üstüne Hocam. Ödemeseler de olur Hocam” şeklinde cevap veriyorlardı. Zaten esnafların kapısından içeri girerken Ökkeş Hocaya olan saygı, sevgisi ve muhabbetleri ilk bakışta hissediliyordu. Ökkeş Hocanın bu naif davranışı karşısında nasıl bir duyguya kapıldığımı, gözlerimin nasıl dolduğunu görseydiniz inanıyorum ki hepiniz birden hüngür hüngür ağlardınız. Ökkeş Hocanın bizi esnafla tanıştırması pozitif manada önemli bir kazanımdı.

Meslek Yüksekokulunun açılmasına bir gün kala Zübeyir ve İhsanda memleketlerinden geldiler. Onların memleketten gelmesiyle beş kişilik kocaman bir aile olduk. Aramızda hiçbir ayrılık olmadı. Doğduğundan beri bir arada yaşayan kardeşler kadar birbirimize saygılı davranıyorduk. Ev işlerinin düzenli bir şekilde yürümesi için kendi aramızda görev taksimi yaptık. Yaptığımız görev taksiminde bana alışveriş yapma işi düştü. O günden itibaren kahvaltıda yiyeceğimiz ekmekten tutunda akşam yemeği yapmak için kullanacağımız ete kadar her türlü ihtiyacı ben almaya başladım. Ökkeş Hoca sayesinde fırıncıdan ekmeği yarı fiyatına manavdan sebze meyveyi indirimli olarak almaya başladım. Tatlıcı Mehmet Abinin yarım kilo lokma istediğim zaman bir kilo lokma verdiği o günleri hiç unutamam. Tamirci Şevket Amcanın ayakkabılarımızı beleş kadar ucuza tamir ettiğini hatırladıkça hüzünlenirim. O konakta kaldığım iki yıllık süreçte Uzunoluk Caddesindeki esnaflardan yardımını görmediğimiz hiçbir insan yoktur desem yalan olmaz. Ökkeş Hocanın camide okunan mevlitlerde, mahallede sakinleri tarafından verilen cenaze ve nikah yemeklerinde bizleri nasıl himaye etmeye çalıştığı aklımdan hiç çıkmaz. Babaoğlu Bakkalın sahibi Mehmet Abinin dükkânın önünden geçerken onurumuzu rencide etmeden elime verdiği içi gıda maddesi dolu poşetler hafızamdaki canlılığını o günkü gibi korumaktadır. Mahallenin o günkü esnaflarından bugün bir elin parmakları kadar azda olsa yaşayanlar bulunmaktadır. Ben zaman zaman bu esnafların ziyaretine giderim. Beni gördüklerinde kırk yıldır hasret kaldıkları bir evlatları gelmiş kadar mutlu olurlar. Onlarla geçmiş günleri yad ederiz. Ölenlerinde ruhuna Fatiha okuruz. Allah hepsinden de razı olsun.

Üniversite öğrencileriyle birlikte kaldığımız için evdeki sosyal yaşantımız oldukça disipliniydi. Sabah namazından sonra ben hemen ekmek almaya giderdim. Zübeyir çayı pişirir, kahvaltıyı hazırlar. Nöbetçi olan arkadaş bulaşıkları yıkardı. Kahvaltıdan sonra ben Sütçü İmam Çeşmesinin yanından Kahramanmaraş Kalesinin arkasından geçer Dükkân Önü Çarşından Batı parktaki okuluma giderdim. Okulda öğle yemeğini yedikten sonra Cezaevinin önünden geçer, Karacaoğlan Halk Kütüphanesin yanından Uzunoluk Çarşısına gider bakkaldan, manavdan akşam yemeği için gerekli malzemeleri alır eve bırakır, izimin üzerine yeniden okula giderdim. Bütün arkadaşlarda evle ilgili görevlerini eksiksiz olarak yerine getirirdi. Akşamları herkes dersine çalışır, ders çalışırken kimsenin ağzından çıt çıkmazdı.

Ev ortamımız oldukça huzurluydu. Başlangıçta beş kişi olarak başladığımız ev arkadaşlığı iki yıllık süreçte ayrılanlar yeni gelenlerle birlikte on kişiyi geçmiştir. Bu arkadaşlarla benim hiç küslüğüm veya gönül kırgınlığım olmadı. Diğer arkadaşlarında kendi aralarında husumet yaşadıklarına tanık olmadım. Kardeşlik ortamı içerisinde geçindik gittik. Evimize ders çalışmaya veya ziyarete gelen arkadaşlarımızın arkadaşlarıyla da güzel dostluklar kurduk. Günlerimiz yaşadığımız zor ekonomik şartlara rağmen mutlu bir şekilde geldi geçti. Ev arkadaşlarımızın hepsiyle temeli sağlam kalıcı dostluklar kurduk. Bunlar arasından Enes ile olan muhabbetimiz biraz daha fazlaydı. Enes’i bazen ben bazen Bekir köye götürürdü. Bu nedenle Enes bizim annemizi, babamızı, kardeşlerimizi hatta yakın akrabalarımızı bile tanıdı. Ailemizin bir bireyi gibi oldu. Anlayacağınız Enes Bekir ile benim manevi kardeşi oldu. Bu nedenle Enes yarıyıl tatilinde mezun olup memlekete giderken bana” Ben sizin çok yardımınızı gördüm. Evinizde kaldım. Tuzunuzu ekmeğinizi yedim. Sizde Bekir ile birlikte üniversite ikinci basamak sınavına Eskişehir’de girin. Bende sizleri Kütahya’da ağırlayayım misafir edeyim” dedi. Ben de” Kısmet ise olur kardeşim” dedim. Enes’i soğuk bir kış günü Aksu Otobüsüne bindirerek memleketine uğurladım.

Enes’in mezun olup memlekete gittiği yıl biz lise son sınıf öğrencisi idik. Nisan ayında yapılan üniversite basamak sınavını kazandık. O zaman Kahramanmaraş’ta ikinci basamak sınavı yapılmadığı için ikinci basamak sınavı için Eskişehir’i tercih ettik. Sınav giriş belgelerimiz gelince sınava Eskişehir’de gireceğimiz kesinleşti. Durumu telefonla Enes’e haber verdim. Enes haberi duyunca çok sevindi. Dünyalar kendinin oldu. Ümmi bir insan olan babama sınav için Eskişehir’e gideceğimi söyleyince “Bu devletin işine akıl yetmez. Bu çocuk için Adana’da, Ankara’da, İstanbul’da sınav için yer olmasında ta Eskişehir’de olsun. Ben bu işi anlayamadım arkadaş” diye tepki göstermesini hiç unutamam. Babam sert şekilde tepki gösterince tercihi benim yaptığımı bile söyleyemedim. Sınava gitmek için hazırlıklarımızı tamamladık. Harçlığımızı ayarladık. Eskişehir’e gitmek için gün saymaya başladık. Yola çıkmamıza iki gün kala köy meydanında köyümüzün öğretmenlerinden Yusuf Bey’le karşılaştık. Yusuf Bey’le dostluğumuz iyi olunca ayak üstü muhabbet etmeye başladık. Yusuf Bey’in abisi Hanefi Demirkol Eskişehir Valisiydi. Yusuf Bey’e “Hocam üniversite sınavı için Eskişehir’e gidiyorum. Abinize göndereceğiniz bir şey varsa götüreyim” dedim. Yusuf Bey ise “Göndereceğim bir şey yok ama bir mektup yazayım da size baksın” dedi. Eliyle benim orada beklememi işaret edip kendisi evine çıktı. Beş dakika sonra bana sarı bir zarf getirip” Bunu götür abime ver” dedi. Bende “Teşekkür ederim hocam” diyerek Yusuf Bey’den ayrıldım.

O zaman Kahramanmaraş’tan Eskişehir’e direk otobüs yoktu. Çarşamba günü akşamı arkadaşım Bekir ile otobüse binip Kayseri Kırşehir üzerinden Ankara’ya gittik. Ankara Otogarında otobüsten indikten sonra Kızılay, Gençlik Parkı, Ulus gibi merkezi yerleri gezdik dolaştık. Öğle yemeği için gittiğimiz lokantada hesap öderken su parası almaları çok tuhafımıza gitti. O zaman Maraş’taki lokantalarda ne şişelenmiş su, nede su için alınan ücret vardı. Herkes sürahilere doldurulmuş musluk suyunu istediği kadar içerdi. Sürahide su biterse garson yeniden su getirirdi. Ankara’da böyle bir durumla karşılaşınca kelimenin tam anlamıyla şok olduk. Yemekten sonra Ankara’ya geldiğimizi Şeref abiye haber verdik. Şeref Abi arabasıyla gelip bizi Ulustan aldı. Aile dostumuz olan Eczacı Şeref Yetkin Abi akşam bizi evinde misafir etti. Şeref Abi akşam yemeğinden sonra da bizi çarşıya gezmeye götürdü. Atatürk Orman Çiftliği, Anıtkabir, TBMM gibi yerleri arabayla gezdirip dolaştırdı. Böylelikle yıllarca hayalimizde yaşattığımız başkentimiz Ankara’yı ana hatlarıyla tanımış olduk. Cuma günü sabah saat sekizde bir otobüse binerek Eskişehir’e hareket ettik.

Ben o güne kadar gittiğimiz yerlerden sadece Kayseri’yi görmüştüm. Bekir ise Maraş dışına hiç çıkmamıştı. Otobüsün geçtiği yerleri öğrenmek için gözlerimizi camdan ayıramıyorduk. Okumakla görmek arasındaki farkı öğrenmiş oluyorduk. Sivrihisar’daki Nasrettin Hoca Heykelinin yanından geçerken nasıl etkilendiğimi anlatamam. Dört saatlik zorlu bir yolculuğun ardından Eskişehir’e vardık. Eskişehir’e girerken gördüğüm fabrikalar, fabrikalardan sonra gördüğüm modern binalar dikkatimden kaçmıyordu. Eskişehir’in modern ve kalkınmış bir şehir olduğunu ilk bakışta ele veriyordu. Eskişehir otogarında otobüsten indik. Zaman kaybetmeden bir belediye otobüsüne binerek valilik binasına gittik.

Valilik binası kesme taştan yapılmış tarihi bir yapıydı. Kapıdaki güvenlik sorgulamasından geçerek Vali Beyin makamına çıktık. Özel kalemde Vali Beyle görüşmek için çok sayıda insan vardı. Hatta bunlardan iki tanesi milletvekiliydi. Normal şartlarda Vali Beyle görüşmek için bize sıra gelmeye bilirdi. Ben Vali Beyin sekreterine “Hanım Efendi biz Kahramanmaraş’tan geldik. Vali Beyin tanıdıklarıyız. Kendisine mektup getirdik. Al bu mektubu kendisine takdim et. Görüşmeyi kabul ederse görüşürüz. Yoksa çeker gideriz” diyerek Yusuf Bey’in yazdığı mektubu verdim. Sekreter mektupla içeri girdi. Bir dakika kadar sonra dışarı çıkarak “Vali Bey sizi bekliyor” diyerek bizi içeri aldı. Vali Hanefi Demirkol bizi ayakta karşıladı. Bizleri kucaklayarak “hoş geldiniz yeğenlerim” dedi. Hâl hatır sorduktan sonra misafir olarak yanında bulunan Bilecik Valisine bizi tanıttı. Bilecik’te yaşanan bir olayla ilgili istişarede bulunuyorlardı. Hanefi Bey bunlar yabancı değil dedi ve istişareye devam ettiler. Hanefi bey konuyla ilgili mevzatı ve uygulamayı baştan sona kadar anlattı. İstişare bitince bana “Buraya ne için geldiniz” diye sordu. Bende “Efendim pazar günü üniversite sınavına gireceğiz” dedim. Üniversite sınavı için geldiğimizi duyunca çok memnun oldu. Valilikte görevli bir müdürü yanına çağırdı. Yanına çağırdığı müdürü bizi ağırlamak ve rehberlik yapmak üzere görevlendirdi. Bana da “pazar günü sınavdan sonra eve gelin bir kahvemi için “diye talimat verdi. Müdür Bey bizi modern bir otele yerleştirdi. Otelin yanındaki bir lokantada karnımızı doyurdu ve pazar gününe kadar bu lokantada yiyip içeceksiniz dedi. O lokantada yediğim çiğböreğin tadı damağımdan halen silinmedi. Emrimize resmi plakalı bir araç tahsis etti. Müdür Bey yemekten sonra bizden ayrıldı. Şoför bizi iki saat kadar Eskişehir’in tarihi mekanlarında dolaştırdıktan sonra otele bıraktı. Aradan yıllar geçmesine rağmen Kurşunlu Cami ve Alâeddin Camiyi daha dün görmüş gibi hafızamda canlılığını korumaktadır.  Şoför bana “Yarın saat kaçta geleyim efendim” dedi. Bende “saat ikide gelirsen yeter” dedim. Cumartesi günüde Eskişehir’in Porsuk Çayı etrafındaki parklarını, Odunpazarı Semtindeki konaklarını ziyaret ettik. Bu sırada Vali Beyin yakın ilgisi ve sağladığı imkanlar nedeniyle mutluluktan uçuyorduk sanki. Sınav öncesi moralimiz zirveye çıkmıştı. Pazar günü sınava gireceğimiz için cumartesi erkenden otele geldik. Pazar günü sınava gireceğim Eczacılık Fakültesi binasının olduğu kampüse girerken bekçinin diğer araçları durdurup kontrol ederken benim bindiğim araca selam durması gururumu okşamadı desem yalan olur.

Pazar günü Enes bizi karşılamak üzere Eskişehir’e geldi. Sınavdan sonra Enes’i otogardan aldık. Vali Beyin evine ben, Bekir ve Enes üçümüz birlikte gittik. Allah var Vali Bey bizi evinde de en iyi şekilde, en üst seviyede ağırladı. Memleket üzerine güzel sohbetler ettik. Kahvemizi içtikten sonra Kütahya’ya gitmek üzere konuttan ayrıldık. Görevli şoför bizi Eskişehir Otogarına götürdü. Allah razı olsun biz Kütahya otobüsüne bininceye kadarda yanımızdan ayrılmadı.

Otogardan bir otobüse binerek Kütahya’ya hareket ettik. Kütahya’ya girerken çiniden yapılmış devasa bir vazo karşıladı bizi. Kütahya Kalesi karşımızda selam durdu. Enes’in kalenin eteğindeki evlerine gittik. Enes’in annesinin bizi karşısında görünce ne kadar mutlu olduğunu anlatamam. Enes bizi Kütahya’da on gün misafir etti. On günlük sürede Afyon Kazlıgöl Kaplıcalarında, Kütahya Yoncalı Kaplıcalarında sıcak suya girdik. Yürüyen merdiveni ilk defa Kütahya’da gördük. Çinili camiyi ziyaret ettik. Kaledeki döner gazinoda çay içtik. Tavşanlıda görev yapan ortaokul matematik öğretmenimiz Necati Alpay’ı ziyaret ettik. Bir gece evinde misafir olduk. Kütahya’da dondurmacılık yapan Recep Karsıkan (şişman) Ustayla tanıştık. Kütahya’da her biri diğerinden güzel geçen on gün geçirdik. Onuncu günün sonunda arkadaşımız Enes ve Enes’in aile fertleriyle vedalaşarak gözyaşları arasında Kütahya’dan ayrıldık.

Sınav sonuçları açıklandı. Eskişehir’de girdiğim üniversite sınavını kazandım.  Hiç beklemediğim halde Vali Beyin bizi misafir etmesi bir anda moral ve motivasyonumuzu yükseltti. Sınavı kazanmamda Vali Beyin bize göstermiş olduğu ilgi ve alakanın önemli ölçüde katkısı oldu diye düşünüyorum. Eskişehir ve Kütahya içinde yaşayan insanlar farkında olmasalar da ruhu olan şehirlerdir. Ben bu iki şehirde de bu ruhu gördüm. Bu ruhtan etkilenerek gönlümün manevi derinliklerinde Kahramanmaraş’tan Eskişehir’e, Eskişehir’den Kütahya ya ayakları sağlam bir gönül köprüsü kurdum. Bu köprünün üzerinden bugüne kadar nice temiz kalpli, yüce gönüllü güzel insanlar geldi geçti. Ben ölünceye kadarda sayıları artarak geçmeye devam edeceklerdir.

 

SON GAYRI/Nurcihan Kızmaz

Götürüp ummana döktüm cümlelerimi

Lal oldu dillerim söylemem gayrı.

Bir garip molla kasım sığaya çekti beni,

Şiirle gönlümü eğlemem gayrı


Yazıma gam, sözüme gem vurdular,
Şair idim kalemimi kırdılar,
Yunus misali dergahtan koğdular,
Bu aleme meyil bağlamam gayrı.


Meydan sizin olsun, ben er değilim.
Hüner sizde kalsın, mahir değilim.
Batıniyim , kula zahir değilim.
Yoruldum, duruldum, çağlamam gayrı.

ÜLKÜMÜZ BİZİM/ Samet Yurttaş









Güneş batar

Gece çöker üstümüze

Gökte parlayan hilâl

Ülkümüz bizim

 

Kar yağar

Kapanır bütün yollar

Beyaz örtüde siyah iz

Ülkümüz bizim

 

Yağmur yağar

Pas tutar bulut

Kınımızda paslanmaz çelik

Ülkümüz bizim

 

Rüzgâr eser

Sallanır ağaçlar

Toprağa tutunan kök

Ülkümüz bizim

 

Sular çekilir yeryüzünden

Gürül gürül akan ırmaklar kurur

Damarlarımızda akan kan

Ülkümüz bizim

 

Kader ağlar

Kara yazgımızdan

Alnımıza vurulan nişan

Ülkümüz bizim

 

Gurbet bize uzak

Gurbet bize soylu hak

Gözlerde tüten ocak

Ülkümüz bizim

 

İBRAHİM SAĞLAM, BEN ve BİR YOLCULUK SERÜVENİ / Teyfik KARADAŞ

 

Üniversite birinci sınıfa kayıt olduğum sene, okulun açıldığı İlk gün, İbrahim Sağlam isimli bir arkadaşla tanıştım. İbrahim Sağlam hem benim hemşerim hem de okuduğum okulda benim gibi birinci sınıf öğrencisiydi. İbrahim Sağlam'ın lisanı halinden güvenilir bir insan olduğu anlaşılıyordu. Oda benim gibi yağız bir Anadolu delikanlısıydı. Sohbetlerindeki ciddiyet, soyadı gibi sağlam bir insan olduğunu hemen ele veriyordu. Bana ilk aşamada Kredi ve Yurtlar Kurumundan yurt çıkmayınca, İbrahim beni kendi kaldığı eve aldı. İbrahim ile aynı evde kalmaya başladık. Ev arkadaşı da olduk. Birkaç ay sonra diğer ev arkadaşlarımızla anlaşamayınca ikimiz birlikte yurda gittik. İbrahim ile okulda ayrı sınıflarda okusak da her teneffüs arasında bir araya gelir kantinde çayımızı birlikte içerdik. Birlikte yer, birlikte gezerdik. Anlayacağınız İbrahim benim okuldaki en yakın arkadaşımdı.

Bizim vesilemizle memlekete ailelerimizde tanışıp ahbap oldular. Benim ailem Kahramanmaraş' in Döngel Köyünde oturuyor, İbrahim’in ailesi Göksun'da yaşıyordu. Babam alışveriş için bazen Göksun pazarına gider, pazarda bir sorunu olursa İbrahim'in babasının yanına uğrardı. İbrahim'in babası Hacı Ali amca ise babamın sorununu derhal çözerdi. Hacı Ali amca Göksun'da büyük bir esnaf, saygın ve kılıcı keskin bir insandı. Hiçbir kimse onun bir sözünü iki etmezdi.

İbrahim'in annesi merhum Rabia teyze benim de annem gibiydi. İbrahim’in annesi ağzı Kuranlı, dili dualı mütedeyyin bir insandı. Hiçbir insan hakkında kötülük düşünmez, herkese dua ederdi. Laf aramızda çocukları içinden de bizim İbrahim’i bir tık fazla severdi. İbrahim’im dediğinde gözlerinin içi gülerdi. Nenesi Habibe Hatun benim de nenem gibiydi. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık etmiş tarihi bir şahsiyetti. Bana bir sıkıntın varsa Mehmet’e söyleyeyim de halletsin derdi. (Habibe nenenin oğlu Mehmet sağlam o zaman Samsun On Dokuz Mayıs Üniversitesi Rektörüydü) İbrahim’imin evine kendi evimiz gibi gider gelirdim. Tâbi İbrahim de bizim eve kendi evleri gibi gidip gelirdi. İbrahim'in akrabaları bayramda seyranda İbrahim'e verdikleri miktarda bana da harçlık verirlerdi. Allah razı olsun ailelerinin tamamı birden hatırımı sayarlardı. İbrahim ile ben ayrı bedenlerde yaşayan bir can gibiydik. İbrahim’le genel olarak da memlekete birlikte gider, gelirdik.

Birinci sınıfın ilk yarıyılı bitti. Yarıyıl tatili başladı.  İbrahim valizini memlekete götürmem için bana emanet etti. Kendisi yarıyıl tatilini geçirmek için Antalya Gazipaşa’da Orman İşletme Şefi olarak görev yapan Yaşar abisinin yanına gitti.

Ben ise valizleri alıp Niğde Otogarına vardım. Niğde Otogarından bir otobüse binerek Yeşilhisar, İncesu üzerinden Kayseri'ye gittim. Kar yağışı nedeniyle yolculuğumuz normalinden bir saat fazla sürdü. Kayseri Otogarında Devran Firmasından Kahramanmaraş'a gitmek için bir bilet aldım. Otobüs saat on ikide kalkacaktı. Otobüsün kalkmasına daha beş saat vardı ama kar yağışı nedeniyle çarşıya pazara gitme imkânı yoktu. Kayseri şehir merkezine kar kalınlığı bir metre vardı. Erciyes Dağı şehrin arkasında devasa bir kardan adam gibi duruyordu. Otogara gelen otobüslere yer açmak için otogar parkındaki karlar kamyonlarla dışarıya taşınıyordu. Şehrin ana caddeleri açık olsa da ara sokaklara araçlar giremiyordu. Tipi nedeniyle otogarın kapılarının açıldığı anda kar taneleri içerileri doluyordu. Valizleri yanıma alıp otogarın bekleme salonunda bir kalorifer peteğinin dibine oturdum. Otogar büfesinden yarım ekmek arası pastırma alıp akşam yemeğini geçiştirdim.

Valizimden Abdürrahim Karakoç' un Vur Emri kitabını çıkartarak okumaya başladım. Kitap okurken çay alıp içmeyi de ihmal etmiyordum ama vakit bir türlü geçmiyordu. Saat on civarında Erciyes Üniversitesinde okuyan liseden tanıdığım iki arkadaş geldi. Onlarla bir saat kadar sohbet ettik. Onlar bir arkadaşlarını İstanbul'a yolcu edip tekrar evlerine gittiler. Bu sırada Kahramanmaraş' a gidecek Devran otobüsü perona yanaştı. Valizleri yıldırım hızıyla dışarı çıkartıp otobüsün bagajına yerleştirdim. Dışarının soğuk olması nedeniyle tekrar otogarın bekleme salonuna geldim. Otobüsün kalkmasına beş dakika kala atıştırmalık bir şeyler almak için büfeye gittim. Kasadaki yoğunluk nedeniyle otobüse binmek için bir dakika geç kaldım.

Perona geldiğimde otobüsün yerinde olmadığını gördüm. Otobüsün yerinde olmadığını görünce beyninden vurulmuşa döndüm. Her zaman en az on dakika rötar yapan otobüs o gün beni beklenmeden tam saatinde hareket etmişti. Otobüsü otogar nizamiyesinden çıkar iken gördüm. Koşar adımlarla otogardaki taksi durağına gittim. En ön sıradaki taksinin şoförüne “Abi otobüsüm gitti, beni otobüse yetiştir” dedim. Taksinin şoförü derhal hareket etti. Taksi hafif araç olduğu için hız yapamıyordu. Kilometresi seksene geldiğinde elektrik çarpmış alabalık gibi bir sağa, bir sola kayıyordu. Otobüsün gittiği bir kilometre ileriden frene bastıkça arka lambaların yanmasından fark ediliyordu. Taksici kaza yaparım endişesiyle beş kilometre sonra durdu. Bana kardeşim” Ben bu otobüse yetişemem” diyerek geri döndü. Otogara gelince de öğrenci olduğum için ücretin yarısını aldı. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Kendi valizime mi üzüleyim, arkadaşımın valizine mi üzüleyim. Verdiğim otobüs, taksi ücretlerine mi üzüleyim diye otogarın bir köşesine oturarak kara kara düşünmeye başladım. Beş dakika kadar düşündükten sonra firma görevlilerinin yanına gittim. Devran otobüslerinin yazıhanesinde çalışan bir gencin yardımıyla saat on iki buçukta Ankara’dan gelip Kahramanmaraş’a giden Aksu otobüsüne bindim.

Valizlerimin Devran otobüsünde gittiğini Aksu’nun şoförüne anlattım. Aksu’nun şoförü “Kanat takar uçarım. Devran’ı Tekir’de yakalarım” dedi. Otobüs Kayseri’den çıkıp Bünyan’a doğru ilerlemeye başlayınca kar yağışı iyice arttı. Karayollarının ekipleri karla mücadelede yetersiz kalıyordu. Greyderlerin temizlediği yollar beş dakika geçmeden tekrar kar ile doluyordu. Dağlarda aç kalan kurtlar bile köylerin etrafına inmiş, otobüsün farları yandıkça gözleri ışıl ışıl ediyordu. Otobüsün ortalama hızı atmış kilometre civarındaydı. Bütün yolcular horlayarak uyurken, sıkıntıdan benim gözlerime bir damla uyku girmiyordu. Pınarbaşı Sarız arası Sibirya gibi olmuştu. Kar kalınlığı iki metreyi geçmiş, sıcaklık eksi kırk derecenin altına düşmüştü. Yoldan kayan kamyonların, tırların taksilerin sürücüleri perişan haldeydi. Kıskaçlıdaki lokantalar ağzına kadar insan doluydu. Bizim şoförün Dokuz dolambaç rampasından nasıl kaza yapmadan indiğini halen merak ederim. Yoğun kar yağışının elektrik direklerini kırması nedeniyle yol boyundaki birçok köyde elektrik yoktu ama köyler karın beyazlığı ile aydınlanıyordu.

Geçtiğimiz gördüğümüz bütün yerlerde hava muhalefeti nedeniyle durum çok vahimdi. Otobüsümüz Yeşil Kent’i geçip Göksun’a doğru varınca kar yağışı biraz hafifledi ama rüzgârın etkisiyle buzlanma başladı. Şoför otobüsü kaydırmamak için Göksun’a kadar kaplumbağa hızıyla ilerledi. Göksun’da evlerin çatısından sarkan buzların uzunluğu üç metre vardı. İyi ki kar yağışı nedeniyle Püren Geçidi kapanmamıştı. Püren geçindeki ardıç ve sedir ağaçları tamamen karın altında kalmış, el kadar yeşil renk görünmüyordu. Püren Geçidini geçip tünele varınca yolculuğumun biteceğini anladım. Tüneli geçince Akdeniz iklimini etkisiyle hava kısmen yumuşadı. Otobüsü Tekir’ de durdurdum. Otobüsten iner inmez Yayla Lokantasına koştum. Devran otobüsünün ben varmadan on dakika önce gittiğini öğrenince dünyam yeniden karardı. Canım sıkıldı. Eksi kırk derecelik havada sırtımdan terlemeye başladım. Benim bütün kıyafetlerim valizdeydi. Bütünlemeye kaldığım derslerin kitapları ve ders notlarımda valizin içindeydi. İbrahim’in valizi de ağzına kadar doluydu. Valizler kaybolursa ben ne yapacaktım. İbrahim’e ne diyecektim. Beynimde fırtınalar koparken, birdenbire ufuktan bir ışık görüldü.

Yayla Lokantasının sahibi benim sıkıntımı öğrenince uydu telefonuyla otobüsün şoförüne ulaştı. Valizlere sahip çıkmasını söyledi. Bana da bugün saat ikide gel valizlerini al hocam dedi. Bu sözü duyunca nasıl mutlu olduğumu, nasıl sevindiğimi kelimelerle anlatamam. Sağ olsunlar bu sırada beni lokantada misafir kabul ederek çay, çorba ikramında bulundular. Heyecandan felç geçirmiş insan gibi, elimin titrediğinden kaşığı tutamadım. Sevincimden gözlerimden yaş geldi. Ben orta okulu Tekir’de okuduğum için lokantada çalışan herkesi tanıyordum. Hatta garsonların ikisi sınıf arkadaşımdı. Lokanta personellerinin tamamının şahsıma gösterdiği alakadan çok ama çok memnun kaldım.

Benim köyüm Döngel Tekir’ e beş kilometre mesafedeydi. Gün ağarınca Tekir’ den bir minibüse binerek köyüme gittim. Eve vardığımda annem kuzine sobayı yakmış çökelek böreği yapıyordu. Babam ve kardeşlerim hala uyuyorlardı. Ben varınca babamda uyandı. Annemin ve babamın elini öptükten sonra bir kedi gibi kıvrılarak sobanın arkasına yattım. Anneme beni saat on ikide kaldırmasını tembih ettim. Soğuktan iliklerim buz tutmuştu. Sobanın verdiği ısıyla başımı yastığa koymamla uyumam bir dakika sürmedi. Saat on birde kendiliğimden uyandım. Elimi yüzümü yıkadım. Kahvaltımı yaptım. Tekir’e gitmek için yola düştüm.

O günkü şartlarda bizim köyde kimsenin özel otomobili yoktu. Köyümüzdeki motorlu vasıtalar iki traktör, üç kamyon ve üç beş tane sepetli motosikletten ibaretti. Amca oğlu İbrahim’in de bir sepetli motosikleti vardı. İbrahim abinin evinin kapısını çaldım. Vaziyeti anlattım. Tekir’e gidelim dedim. Gocuğunu giyip, beresini takmasıyla birlikte motosikletini çalıştırdı. Yerin kaygan ve buzlu olması motosiklete yolda ilerleme imkânı vermiyordu. Yolun rampa kısımlarında biz motosikleti itiyoruz, yolun iniş kısımlarında motosiklet bizi taşıyordu. Bir saat süren meşakkatli bir yolculuğun ardından Tekir’e vardık. Tekir’deki kar kalınlığı bir adam boyundan fazlaydı. Arabası kayan, otomobili arıza yapan, trafik kazası geçiren yüzlerce yolcu Tekir’deki lokantalara sığınmıştı. Bizde Yayla Lokantasına vardık. Soğuktan moraran ellerimizi ısıtıp, ikişer bardak çay içince ancak kendimize gelebildik.

Saat iki oldu bizim valizleri Urfa’ya götüren Devran Otobüsü gelmedi. Beni yine bir telaş bastı. Kaygılanmaya başladım. Lokantada çalışan arkadaşlar otobüsün beş on dakika içinde geleceğini söyleyerek beni telkin etmeye çalışıyordu. Öylede oldu. Saat ikiyi yirmi geçe Devran Otobüsü önündeki silecekleri çalışır vaziyette Yayla Lokantasına girdi. Ben otobüsün muavinin yardımıyla valizleri bagajdan indirdim. İbrahim abinin motosikletinin sepetine jet hızıyla koydum. Valizlerin geldiğine hala inanamıyordum. Sevinçten ağlamak istiyorum gözlerimden yaş gelmiyordu. Böyle bir haleti ruhiye içinde lokanta çalışanlarına teşekkür ederek Tekir’de ayrıldık. Karayolları yolları tuzladığı için gidiş yolunda sıkıntı yaşamadık. Nihayet yitirdiğim valizleri bulup eve getirmenin sevinciyle evimize yeniden varmış oldum.

İbrahim’in valizini salı günü pazara giden bir minibüse binerek Göksu’na götürdüm. Annesine teslim ettim. Böylece milyonlarca ton ağırlığı olan karlı bir dağ sırtımdan inmiş oldu. Emaneti sahibine teslim edip, Rabia teyzenin hayır duasını almanın huzuruyla aynı gün yeniden köyüme döndüm.

İbrahim Sağlam kardeşimle okuldan sonrada dostluğumuz, arkadaşlığımız devam etti. O eğitim fakültesinden sonra ziraat fakültesi okudu. Ziraat mühendisi, şube müdürü, ilçe tarım müdürü gibi unvanlarla ülkemizin çeşitli illerinde çalıştı. Ben on bir yıl öğretmen olarak milli eğitimde çalıştıktan sonra üniversiteye geçtim. Ben Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Sekreteri iken, İbrahim’de Gölbaşı İlçe Tarım Müdürlüğüne atandı. Sahabeler şehri Adıyaman ilimizin şirin ilçesi Gölbaşın da altı yedi yıl birlikte çalışmayı da Mevla’m bize nasip etti. Bütün Gölbaşı halkı ve protokol üyeleri bizim arkadaşlığımıza gıpta ile bakardı. Arkadaşlığımızı kıskanıp aramızı açmak isteyenler bile olurdu. İbrahim Gölbaşından Osmaniye’ye il tarım müdürü olarak atandı. Ben Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine şube müdürü olarak geldim. Böylelikle birbirimizden ayrıldık.

Ben şu anda emekli olup memleketim Kahramanmaraş’a yerleştim. İbrahim Samsun’da il tarım müdürü olarak görev ifa ediyor. Aramızdaki mesafe kilometre olarak uzak gibi görünse de gönül mesafemiz aynı ortamda, aynı evde yaşayan insanlardan daha yakındır. Dost dediğin ayağını kaydıran değil, kaydığında seni yerden kaldırandır diye literatüre geçmiş bir söz vardır. Benim kırk yıldan beri ne zaman ayağım kaysa, İbrahim elimden tutup beni ayağa kaldırmıştır. Allah ondan razı olsun. Allah ona sağlıklı uzun ömürler versin.

Rabbim sizlere de ayağınız kaydığı zaman, sizi yerden kaldırmaya çalışan arkadaşlarla, dostlarla karşılaşmayı nasip etsin.


 [W11]

Gönülle Hasbihâl/Ali Küçükkürtül



Deli gönlüm gahirlenme

Elbet bulun sen şahını

Boş mu kalır er meydanı

Sakın çekme eyvahını



Dünya dönecek serâba

Karışacaksın turâba

Çevirseler de sevaba

Unutma ha günahını



Haktan bir güzel bahtın var

Sultana andın ahdın var

Dostlar içinde tahtın var

Bil kıymetli ilâhını



Kul Ali’ye yeter gahrin

Bak yıkıldı yurdun şehrin

O vermezse akmaz nehrin

Bitir artık nizahını





Haziran 2024 (Haziran Sonu)

Kahramanmaraş