Bizim vesilemizle memlekete
ailelerimizde tanışıp ahbap oldular. Benim ailem Kahramanmaraş' in Döngel
Köyünde oturuyor, İbrahim’in ailesi Göksun'da yaşıyordu. Babam alışveriş için bazen
Göksun pazarına gider, pazarda bir sorunu olursa İbrahim'in babasının yanına
uğrardı. İbrahim'in babası Hacı Ali amca ise babamın sorununu derhal çözerdi.
Hacı Ali amca Göksun'da büyük bir esnaf, saygın ve kılıcı keskin bir insandı. Hiçbir
kimse onun bir sözünü iki etmezdi.
İbrahim'in annesi merhum Rabia
teyze benim de annem gibiydi. İbrahim’in annesi ağzı Kuranlı, dili dualı
mütedeyyin bir insandı. Hiçbir insan hakkında kötülük düşünmez, herkese dua
ederdi. Laf aramızda çocukları içinden de bizim İbrahim’i bir tık fazla
severdi. İbrahim’im dediğinde gözlerinin içi gülerdi. Nenesi Habibe Hatun benim
de nenem gibiydi. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşuna tanıklık etmiş tarihi bir şahsiyetti. Bana bir sıkıntın varsa Mehmet’e söyleyeyim de halletsin derdi. (Habibe nenenin oğlu
Mehmet sağlam o zaman Samsun On Dokuz Mayıs Üniversitesi Rektörüydü)
İbrahim’imin evine kendi evimiz gibi gider gelirdim. Tâbi İbrahim de bizim eve
kendi evleri gibi gidip gelirdi. İbrahim'in akrabaları bayramda seyranda
İbrahim'e verdikleri miktarda bana da harçlık verirlerdi. Allah razı olsun
ailelerinin tamamı birden hatırımı sayarlardı. İbrahim ile ben ayrı bedenlerde
yaşayan bir can gibiydik. İbrahim’le genel olarak da memlekete birlikte gider,
gelirdik.
Birinci sınıfın ilk yarıyılı
bitti. Yarıyıl tatili başladı. İbrahim
valizini memlekete götürmem için bana emanet etti. Kendisi yarıyıl tatilini
geçirmek için Antalya Gazipaşa’da Orman İşletme Şefi olarak görev yapan Yaşar
abisinin yanına gitti.
Ben ise valizleri alıp Niğde Otogarına
vardım. Niğde Otogarından bir otobüse binerek Yeşilhisar, İncesu üzerinden
Kayseri'ye gittim. Kar yağışı nedeniyle yolculuğumuz normalinden bir saat fazla
sürdü. Kayseri Otogarında Devran Firmasından Kahramanmaraş'a gitmek için bir
bilet aldım. Otobüs saat on ikide kalkacaktı. Otobüsün kalkmasına daha beş saat
vardı ama kar yağışı nedeniyle çarşıya pazara gitme imkânı yoktu. Kayseri şehir
merkezine kar kalınlığı bir metre vardı. Erciyes Dağı şehrin arkasında devasa
bir kardan adam gibi duruyordu. Otogara gelen otobüslere yer açmak için otogar
parkındaki karlar kamyonlarla dışarıya taşınıyordu. Şehrin ana caddeleri açık
olsa da ara sokaklara araçlar giremiyordu. Tipi nedeniyle otogarın kapılarının
açıldığı anda kar taneleri içerileri doluyordu. Valizleri yanıma alıp otogarın
bekleme salonunda bir kalorifer peteğinin dibine oturdum. Otogar büfesinden
yarım ekmek arası pastırma alıp akşam yemeğini geçiştirdim.
Valizimden Abdürrahim Karakoç' un
Vur Emri kitabını çıkartarak okumaya başladım. Kitap okurken çay alıp içmeyi de
ihmal etmiyordum ama vakit bir türlü geçmiyordu. Saat on civarında Erciyes
Üniversitesinde okuyan liseden tanıdığım iki arkadaş geldi. Onlarla bir saat
kadar sohbet ettik. Onlar bir arkadaşlarını İstanbul'a yolcu edip tekrar
evlerine gittiler. Bu sırada Kahramanmaraş' a gidecek Devran otobüsü perona
yanaştı. Valizleri yıldırım hızıyla dışarı çıkartıp otobüsün bagajına
yerleştirdim. Dışarının soğuk olması nedeniyle tekrar otogarın bekleme salonuna
geldim. Otobüsün kalkmasına beş dakika kala atıştırmalık bir şeyler almak için
büfeye gittim. Kasadaki yoğunluk nedeniyle otobüse binmek için bir dakika geç
kaldım.
Perona geldiğimde otobüsün
yerinde olmadığını gördüm. Otobüsün yerinde olmadığını görünce beyninden
vurulmuşa döndüm. Her zaman en az on dakika rötar yapan otobüs o gün beni
beklenmeden tam saatinde hareket etmişti. Otobüsü otogar nizamiyesinden çıkar
iken gördüm. Koşar adımlarla otogardaki taksi durağına gittim. En ön sıradaki
taksinin şoförüne “Abi otobüsüm gitti, beni otobüse yetiştir” dedim. Taksinin
şoförü derhal hareket etti. Taksi hafif araç olduğu için hız yapamıyordu.
Kilometresi seksene geldiğinde elektrik çarpmış alabalık gibi bir sağa, bir
sola kayıyordu. Otobüsün gittiği bir kilometre ileriden frene bastıkça arka
lambaların yanmasından fark ediliyordu. Taksici kaza yaparım endişesiyle beş
kilometre sonra durdu. Bana kardeşim” Ben bu otobüse yetişemem” diyerek geri
döndü. Otogara gelince de öğrenci olduğum için ücretin yarısını aldı. Ben ne
yapacağımı şaşırdım. Kendi valizime mi üzüleyim, arkadaşımın valizine mi
üzüleyim. Verdiğim otobüs, taksi ücretlerine mi üzüleyim diye otogarın bir
köşesine oturarak kara kara düşünmeye başladım. Beş dakika kadar düşündükten
sonra firma görevlilerinin yanına gittim. Devran otobüslerinin yazıhanesinde
çalışan bir gencin yardımıyla saat on iki buçukta Ankara’dan gelip
Kahramanmaraş’a giden Aksu otobüsüne bindim.
Valizlerimin Devran otobüsünde
gittiğini Aksu’nun şoförüne anlattım. Aksu’nun şoförü “Kanat takar uçarım.
Devran’ı Tekir’de yakalarım” dedi. Otobüs Kayseri’den çıkıp Bünyan’a doğru
ilerlemeye başlayınca kar yağışı iyice arttı. Karayollarının ekipleri karla
mücadelede yetersiz kalıyordu. Greyderlerin temizlediği yollar beş dakika
geçmeden tekrar kar ile doluyordu. Dağlarda aç kalan kurtlar bile köylerin
etrafına inmiş, otobüsün farları yandıkça gözleri ışıl ışıl ediyordu. Otobüsün
ortalama hızı atmış kilometre civarındaydı. Bütün yolcular horlayarak uyurken,
sıkıntıdan benim gözlerime bir damla uyku girmiyordu. Pınarbaşı Sarız arası
Sibirya gibi olmuştu. Kar kalınlığı iki metreyi geçmiş, sıcaklık eksi kırk
derecenin altına düşmüştü. Yoldan kayan kamyonların, tırların taksilerin
sürücüleri perişan haldeydi. Kıskaçlıdaki lokantalar ağzına kadar insan
doluydu. Bizim şoförün Dokuz dolambaç rampasından nasıl kaza yapmadan indiğini
halen merak ederim. Yoğun kar yağışının elektrik direklerini kırması nedeniyle
yol boyundaki birçok köyde elektrik yoktu ama köyler karın beyazlığı ile
aydınlanıyordu.
Geçtiğimiz gördüğümüz bütün
yerlerde hava muhalefeti nedeniyle durum çok vahimdi. Otobüsümüz Yeşil Kent’i
geçip Göksun’a doğru varınca kar yağışı biraz hafifledi ama rüzgârın etkisiyle
buzlanma başladı. Şoför otobüsü kaydırmamak için Göksun’a kadar kaplumbağa
hızıyla ilerledi. Göksun’da evlerin çatısından sarkan buzların uzunluğu üç
metre vardı. İyi ki kar yağışı nedeniyle Püren Geçidi kapanmamıştı. Püren
geçindeki ardıç ve sedir ağaçları tamamen karın altında kalmış, el kadar yeşil
renk görünmüyordu. Püren Geçidini geçip tünele varınca yolculuğumun biteceğini
anladım. Tüneli geçince Akdeniz iklimini etkisiyle hava kısmen yumuşadı. Otobüsü
Tekir’ de durdurdum. Otobüsten iner inmez Yayla Lokantasına koştum. Devran
otobüsünün ben varmadan on dakika önce gittiğini öğrenince dünyam yeniden
karardı. Canım sıkıldı. Eksi kırk derecelik havada sırtımdan terlemeye
başladım. Benim bütün kıyafetlerim valizdeydi. Bütünlemeye kaldığım derslerin
kitapları ve ders notlarımda valizin içindeydi. İbrahim’in valizi de ağzına
kadar doluydu. Valizler kaybolursa ben ne yapacaktım. İbrahim’e ne diyecektim.
Beynimde fırtınalar koparken, birdenbire ufuktan bir ışık görüldü.
Yayla Lokantasının sahibi benim
sıkıntımı öğrenince uydu telefonuyla otobüsün şoförüne ulaştı. Valizlere sahip
çıkmasını söyledi. Bana da bugün saat ikide gel valizlerini al hocam dedi. Bu
sözü duyunca nasıl mutlu olduğumu, nasıl sevindiğimi kelimelerle anlatamam. Sağ
olsunlar bu sırada beni lokantada misafir kabul ederek çay, çorba ikramında
bulundular. Heyecandan felç geçirmiş insan gibi, elimin titrediğinden kaşığı
tutamadım. Sevincimden gözlerimden yaş geldi. Ben orta okulu Tekir’de okuduğum
için lokantada çalışan herkesi tanıyordum. Hatta garsonların ikisi sınıf
arkadaşımdı. Lokanta personellerinin tamamının şahsıma gösterdiği alakadan çok
ama çok memnun kaldım.
Benim köyüm Döngel Tekir’ e beş
kilometre mesafedeydi. Gün ağarınca Tekir’ den bir minibüse binerek köyüme
gittim. Eve vardığımda annem kuzine sobayı yakmış çökelek böreği yapıyordu. Babam
ve kardeşlerim hala uyuyorlardı. Ben varınca babamda uyandı. Annemin ve babamın
elini öptükten sonra bir kedi gibi kıvrılarak sobanın arkasına yattım. Anneme
beni saat on ikide kaldırmasını tembih ettim. Soğuktan iliklerim buz tutmuştu.
Sobanın verdiği ısıyla başımı yastığa koymamla uyumam bir dakika sürmedi. Saat
on birde kendiliğimden uyandım. Elimi yüzümü yıkadım. Kahvaltımı yaptım.
Tekir’e gitmek için yola düştüm.
O günkü şartlarda bizim köyde
kimsenin özel otomobili yoktu. Köyümüzdeki motorlu vasıtalar iki traktör, üç
kamyon ve üç beş tane sepetli motosikletten ibaretti. Amca oğlu İbrahim’in de
bir sepetli motosikleti vardı. İbrahim abinin evinin kapısını çaldım. Vaziyeti
anlattım. Tekir’e gidelim dedim. Gocuğunu giyip, beresini takmasıyla birlikte
motosikletini çalıştırdı. Yerin kaygan ve buzlu olması motosiklete yolda
ilerleme imkânı vermiyordu. Yolun rampa kısımlarında biz motosikleti itiyoruz,
yolun iniş kısımlarında motosiklet bizi taşıyordu. Bir saat süren meşakkatli
bir yolculuğun ardından Tekir’e vardık. Tekir’deki kar kalınlığı bir adam
boyundan fazlaydı. Arabası kayan, otomobili arıza yapan, trafik kazası geçiren
yüzlerce yolcu Tekir’deki lokantalara sığınmıştı. Bizde Yayla Lokantasına
vardık. Soğuktan moraran ellerimizi ısıtıp, ikişer bardak çay içince ancak kendimize
gelebildik.
Saat iki oldu bizim valizleri
Urfa’ya götüren Devran Otobüsü gelmedi. Beni yine bir telaş bastı. Kaygılanmaya
başladım. Lokantada çalışan arkadaşlar otobüsün beş on dakika içinde geleceğini
söyleyerek beni telkin etmeye çalışıyordu. Öylede oldu. Saat ikiyi yirmi geçe
Devran Otobüsü önündeki silecekleri çalışır vaziyette Yayla Lokantasına girdi.
Ben otobüsün muavinin yardımıyla valizleri bagajdan indirdim. İbrahim abinin
motosikletinin sepetine jet hızıyla koydum. Valizlerin geldiğine hala
inanamıyordum. Sevinçten ağlamak istiyorum gözlerimden yaş gelmiyordu. Böyle
bir haleti ruhiye içinde lokanta çalışanlarına teşekkür ederek Tekir’de
ayrıldık. Karayolları yolları tuzladığı için gidiş yolunda sıkıntı yaşamadık.
Nihayet yitirdiğim valizleri bulup eve getirmenin sevinciyle evimize yeniden
varmış oldum.
İbrahim’in valizini salı günü
pazara giden bir minibüse binerek Göksu’na götürdüm. Annesine teslim ettim.
Böylece milyonlarca ton ağırlığı olan karlı bir dağ sırtımdan inmiş oldu.
Emaneti sahibine teslim edip, Rabia teyzenin hayır duasını almanın huzuruyla
aynı gün yeniden köyüme döndüm.
İbrahim Sağlam kardeşimle okuldan
sonrada dostluğumuz, arkadaşlığımız devam etti. O eğitim fakültesinden sonra
ziraat fakültesi okudu. Ziraat mühendisi, şube müdürü, ilçe tarım müdürü gibi
unvanlarla ülkemizin çeşitli illerinde çalıştı. Ben on bir yıl öğretmen olarak
milli eğitimde çalıştıktan sonra üniversiteye geçtim. Ben Gölbaşı Meslek Yüksekokulu
Sekreteri iken, İbrahim’de Gölbaşı İlçe Tarım Müdürlüğüne atandı. Sahabeler
şehri Adıyaman ilimizin şirin ilçesi Gölbaşın da altı yedi yıl birlikte
çalışmayı da Mevla’m bize nasip etti. Bütün Gölbaşı halkı ve protokol üyeleri
bizim arkadaşlığımıza gıpta ile bakardı. Arkadaşlığımızı kıskanıp aramızı açmak
isteyenler bile olurdu. İbrahim Gölbaşından Osmaniye’ye il tarım müdürü olarak
atandı. Ben Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine şube müdürü olarak geldim.
Böylelikle birbirimizden ayrıldık.
Ben şu anda emekli olup
memleketim Kahramanmaraş’a yerleştim. İbrahim Samsun’da il tarım müdürü olarak
görev ifa ediyor. Aramızdaki mesafe kilometre olarak uzak gibi görünse de gönül
mesafemiz aynı ortamda, aynı evde yaşayan insanlardan daha yakındır. Dost
dediğin ayağını kaydıran değil, kaydığında seni yerden kaldırandır diye
literatüre geçmiş bir söz vardır. Benim kırk yıldan beri ne zaman ayağım kaysa,
İbrahim elimden tutup beni ayağa kaldırmıştır. Allah ondan razı olsun. Allah
ona sağlıklı uzun ömürler versin.
Rabbim sizlere de ayağınız
kaydığı zaman, sizi yerden kaldırmaya çalışan arkadaşlarla, dostlarla
karşılaşmayı nasip etsin.
Fevkalade gerçek bir dostluk hikayesi. Sürükleyici bir anlatım. Allah dostları eksik etmesin.
YanıtlaSil