ADAM BİZİ DUMAN ETTİ/Hasan KEKLİKCİ

 -HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-




 -Demek öyle ha!

 -Vallahi aynen öyle.

 -Selamünaleyküm. Ne öyle mahallelim?

 -Aleykümselam. Ya Hu neredesin? Gel, gel. Yalan gırla gidiyor.

 -Amma yaptın ha! Dünya âlem bilir ki bizde yalan olmaz.

 -Tabii canım sizde yalan olur mu? Vicdansız, o gün adamı duman etmişsin. Garibim şuraya geldi oturdu, eline bir çay verdim. Şöyle baktım çayın şekerini karıştırmaya mecali kalmamış. Hayırdır, dedim “Adam bizi duman etti.” dedi.

 -Yok, yok! Yok! Bundan korkulur. Eee anlat bakalım ne öyle?

 -Ya, şu İnci Saat’in arkasındaki sokak yok mu? Hani Adana’daki Büyük Saat’in oradaki sokak gibi çaycıların, kebapçıların olduğu yer. Fırın var! Odun yığılı. Geçenlerde orada bir arkadaşla çay içiyorduk, yan tarafımızda da iki kişi sohbet ediyorlardı. Gayri ihtiyari kulak misafiri oldum heriflerin sohbetine.

 -Gayri, ihtiyari!?

 -Valla gerçekten öyle oldu, gayri ihtiyari. Sonra baktım laf kibar kulak verdim. Ne yalan söyleyeyim bizim adamın Hikâye Malzemesi Dükkânı’na gider, hem iki çay içerim ve hem de bu lafı anlatırım, dedim. Lafın başını bilmiyorum kulak kabarttığım yeri güzeldi çünkü.

 -Eee, neyse. Anlat bakalım şu güzel lafı da dinleyelim. Yine bizim hanımın temizlik hastalığı tuttu. Deterjan kokusundan bugün akşama kadar eve girilmez. Bari akşamı burada edelim. Ha, bak yalan yok ha! Keklik cücüğü gibi vık vık etmeye başladın mı bil ki yalan söylüyorsun.

 -Tamam. Tamam. Suç size laf anlatanda: “Kapı çalındı. Açtım. Yan taraftaki büroda çalışan gençlerden biri. Birkaç gün önce takılan kameraların çalışıp çalışmadığını soruyor. Sistemin çalıştığını, apartmanın merdivenlerinden tut, bizim tüm odalarda görüntü kaydı yapıldığını söyledim. Selami Ustanın ayağını hastanede, bizim sınıf arkadaşlarından birine denk gelip, bir güzel sardırıp, cebine yarım aylık kadar para koyup, şantiyeden bir arabaya bindirip evine yolladığımız günün ertesi günüydü işte. İçeri girdik delikanlıyla. Bilgisayarı açtık. Kırk dakika önce alınmış bir görüntü: Biri komşunun kapısının mermer eşiğine bir cüzdan bırakıp gidiyor. Eyvah! Dedi delikanlı. Utandı. Ben de utandım. İkimiz de tanıyorduk çünkü cüzdanı bırakanı. Lafı ben açtım. Hadi gel kimseye söylemeyelim, dedim. Sen sadece kendisine söyle, diye ilave ettim. Delikanlı gitti. Ben ne zamandır uğraştığım dosyanın içine tekrar gömüldüm. Yarım saat geçti geçmedi telefon çaldı. Biri bizim büroda kamera olup olmadığını soruyor. Var, dedim! Hı, dedi telefonu kapattı.

 Hani var ya, kitabın ortasından başlamak; benimki de öyle oldu. Bir sabah patron gelip ‘Hadi şu büroyu kameralarla donatın.’ demedi tabiî. Kameraya giden bir yol vardı onu tamamen unuttum.

İlk zamanlar birkaç günde bir değişik değişik adamlar gelmeye başladı büroya. Sonra sonra adamların gelişi sıklaştı. Bazı bazı birkaç kişi içeri giriyor, üç beş dakika duruyor sonra çay bile içmeden sessiz bir şekilde çekip gidiyorlardı. Bir sabah bizimki ‘Birazdan iki kişi gelecek. Konuşmalarını kayıt altına almak istiyorum.’ dedi. Çelik kapının zili çalar çalmaz bir cep telefonunu ses kayıt sistemini açarak, ortada bulunan sehpanın altına bıraktık. Ben diyeyim on beş, sen de yirmi dakika sonra içeriden beni çağırdılar. Bizimki ‘Şuradan bir ses geliyor.’ dedi, telefonun olduğu yeri göstererek. Gözleri donmuş, yüzü komşunun yeni filizlenmiş ekin tarlasının içinde yakalanmış tor dana yüzü gibiydi.

Dosya bitmiyordu. Bitiyordu bitmesine de her gün yeni bir şeyler ilave ediliyordu. Tek klasörle başladığımız hesap iki klasör olmuştu. Ve devam ediyordu. Bir gece telefonum çalıyordu. Saat iki! Karşımda bizimki. ‘Uyuyor muydun?’ Yok, canım daha saat gecenin ikisi! Bu saatte uyunur mu? Bir not yazdırıyordu, dosyaya girmesi için. Bir Pazar günü oluyordu. Bir elimde tuz, cin biber ve kekikle avcarlanmış bir topak et, öbür elimde bir Adana kebap şişi. Telefonum çalıyor. Çocuklardan biri elindeki bıçağı salata tabağının üzerine bırakıyor. Telefonu açıp kulağıma tutuyor. ‘Şunu yazıp dosyaya koydun mu?’ Bir sabah işyerine varıyorum kapıda bizim ustalardan biri, elinde bir tomar kâğıt…

Selami Usta karşımdaki koltuğa kuruldu, oturdu. Başımı dosyadan kaldırdım kapıya doğru baktım. Olmadı. Yerimden kalkıp koridora doğru etrafı kolaçan ettim. Yok! Selami Usta öyle bir geliş geldi ki aklım durdu. Elinde bir değnek. Değneği bir adım kadar ileri koyuyor. Sonra onu yere geçirmeye çalışıyormuş gibi iki eliyle tüm gücünü değneğe veriyor. Ardından bir ayağını da değneğin yakın bir yerine sabitliyor. Daha sonra sanki bir timsah tarafından ısırılmış da, timsahı ayağıyla çekiyormuş gibi zorlanarak, yüzüne milyon çeşit şekiller vererek o ayağını da diğerinin yanına getiriyor. Şu eski Türk filmlerinde; sırtında yeşil bir elbise, elinde boyu kadar tespih, başında ne idüğü belirsiz bir bez, suratına yapıştırılmış bir kucak eğreti kılla, imam veya şıh taklidi yaptırılan; kimi topal, kimi çolak şebek kılıklı tipleri hatırlatan bir yürüyüşle girdi içeri. Ola ki, adam bir video filan çekiyordur diye etrafa bakma gereği duydum. Yok! Ortalıkta ne kamera, ne ışık ve ne de ayna tutan kimse var. Uzun lafın kısası; abi, diyor, geçen şantiyede beton dökerken ayağımın üzerinden kepçe geçti ya. Eee! Ayağım daha iyileşmedi. İşe gidemiyorum. Bana para ver. Allah! Allah! Lan oğlum seni hastaneye götüren benim. Ayağını sardıran, ilaçlatan benim. Hiçbir şeyi yok, birkaç güne kadar iyileşir, dediklerini ikimiz de duyduk. Eee! Daha ne parası? Git işine devam etsene. ‘Şey abi, hani o zaman sigortam yoktu ya. Orada götürmediler buraya özel hastaneye gönderdilerdi ya. Şimdi orada hastaneye gitsem size sıkıntı olur diye...’ Tamam anlaşıldı. Şimdi akan sular durur.

Klasör üç oldu. Üç yıl önce yapılmış hesap üçe katlandı. Öyle mükemmel bir hesap çıktı ki ortaya, bırak ortağı, merteği, beribenzer maliye müfettişi bile itiraz edemez. Her sayfasına kaşesini basar onaylar valla. Yalnız, üç yıldır kâğıtların arasında sıkışıp kalmış gariban bir “1”, daha dün oraya girmiş bir “3”ün göz kamaştıran canlı rengini kıskanır mı ola diye de düşünmeden edemiyor insanoğlu. Akşamüstü iki kişi geldi. Biri geçenlerde gelen adam. Hani şu telefona sesini çektiğimiz adamlardan bıyıksız olanı. Takım elbiseli. Kravatsız. Telefonun hafızası dolmuş, aldığı sesleri dışarı vermeye başlamıştı da bizimki partutuş olmuştu. Karatahtaya dönmüştü suratı. Şehrin en işlek caddesindeki bir binanın yedinci katında bulunan işyerimizin kuzeye bakan pencerelerinden Ahır Dağı görünüyordu. Güneş şehrin gürültüsünden kurtulmuş dağın tepesine doğru gidiyordu. Mesai bitmiş sekiz beş çalışanlar çoktan evlerini bulmuşlardı. Yine de caddenin Ahır Dağı yönüne giden tarafı zaman zaman tıkanıyordu. Ara sıra bir ambulans sesi caddede çınlıyor, sonra binaların arasında kaybolup gidiyordu. İşyerimizin bulunduğu binanın kapısından çıkan ve elinde bir poşetin içerisinde üç klasör taşıyan otuz beş, kırk yaşlarında, kısa boylu, etine dolgun, gözleri velfecri okuyan gözlüklü adam belki de kimsenin dikkatini çekmemiştir. Önünden giden iki kişiye de kimse aldırış etmemiştir Alla hu âlem.

Selami Usta arıyor. ‘Abi ben büroya geldim de sen ne zaman geleceksin?’ Geliyorum çay verdiler mi? Sen çayını içene kadar oradayım, dedim. Yine değneksiz gelmiş, fakat ben içeri girince oturduğu koltuktan kalktı topallayarak başka bir koltuğa oturdu. Bizimkini aradım, böyle böyle dedim. ‘Ver’ dedi. Abi, dedim, bu adam filan ayın filanından beri gelip gidiyor. Bugün filan ayın sonu. Şu kadar ay olmuş. Tekrar ‘Allah Allah.’ dedi telefonu yüzüme kapattı. Telefonu boş masanın üzerine bıraktım. Bak Selami Usta, dedim, Zopur Menderes diyor ki, dedim; abi o gelip senden parayı alıyor, diyor dedim. Sigortasını sen yatırıyorsun, o gidip Kelce Mevlüt’ün yanında şu kadar paraya çalışıyor, diyor, dedim. Evinde her akşam bir çeşit kebap yapıyor, mahalleyi dumana veriyor, diyor, dedim. Mahalleli Zopur Menderes’e diyormuş ki, dedim, seninki ya gömü, ya da iyi bir enayi bulmuş herhalde, diyorlarmış, dedim. Kaldırana kadar ‘Zopur Menderes kendine baksın,’ dedi. ‘O mahalleli mangalı yakıp üzerine iç yağ ve kuzu kuyruğu atarak etrafı duman etmeyi, kebap yapıyor havası vermeyi Zopur Menderes’in babasından öğrendi. Anam bacım olsun; o, zengin Tosak Mustafa’nın kızını öyle ede ede almadı mı, onun babası? Kime sorsan he, der.’ dedi.

Bizim klasörler gitmişti. Geceli gündüzlü hesap yapma, yazma, çizme işlerinden kurtulmuştuk. Fakat büroya gelip gidenlerde bir eksilme olmamıştı. Hatta eskisinden daha çok gelip giden oluyordu. Gelenlerin birçoğunu tanıyorduk. Tanıyorduk tanımasına da ne onlar bize güler yüz gösteriyor, ne de biz onlara tebessüm ediyorduk. Kapıdan bir zemheri yeli gibi giriyorlar kar fırtınası gibi çıkıp gidiyorlardı. Onlar gelip gittikçe arkalarından bin çeşit laf ediyorduk. Ortaklıkla ilgili ne kadar atasözü ne kadar deyim varsa hepsini ezberlemiştik. Kimin dedesi bu konuda ne der, kim, kimin babasından ne duymuş hepsini öğrenmiştik.

Bir sabah odamın kapısını açtım. Bizim klasör poşeti masamın üzerinde. Boğazlanmış, organları kesilmiş bir kız çocuğunun cesedini görür gibi oldum, poşetin içerisinde. Tüylerim diken diken oldu. Biraz sonra bizimki geldi ‘Hesap kapandı o klasörleri arşive kaldırın!’ dedi. Yüzünden düşen bin parçaydı. Selami Usta’dan sonra bu işten de kurtulmuştuk. Gelemezdi artık Selami. Bürodan çıktıktan sonra balkondan takip etmiştik. Keklik gibi sekerek gidiyordu kaldırımda cebindeki avanta parayla. Videosunu çekmiştik. Bir daha gelirse o görüntüyü gözüne sokacaktık.”

-Eee, diline sağlık da ben bu hikâyeyi birine sattığımda benden klasör işinin nasıl sonuçlandığını da sorarlar, o iş nasıl bitmiş orasını anladın mı?

-O arada lafı anlatan adamın telefonu çaldı. İkisi bir kalkıp gittiler. Laf da öyle bitmiş oldu.

-Tamam, da öyle biterse hikâye olmuyor.

-Canım sen de bir şey uydur artık. Ne bileyim, adamın dili ağzındaki namlunun ucuna değince hesap bitmiş, poşeti sırtlanıp gelmiş, de çık işin içinden!

___________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder