TAŞLARA DOKUNAN SESLER-7 / Hidayet BAĞCI


Zümrüd-ü Anka’ya








Gülüşüne bir kurşun sıksaydım,
Önce kendimden başlardım.
Işığı sönerdi tüm sokakların.
Mutluluk kahkahalarını duyumsadığım,
Baktıkça içimi acıtan,
Bu evlerin ışıklarında
Zannettiğim her güzel şeyin olmasını
Ne çok isterdim…

Gözyaşına bir kurşun sıksaydım,
Önce kendimden başlardım.
Sabah kahvaltısında
Bir lokmalık karın tokluğuna böldüğüm
Her ekmeğin, boğazımda
Düğüm düğüm olmamasını,
Ne çok isterdim…

Bakışına bir kurşun sıksaydım,
Önce kendimden başlardım.
Odamın duvarları çökerdi
Benden ziyade o dipteki köşeye…
Masanın örtüsü değişirdi,
Göremezdim…
Duvardaki çiviye tutunmuş bir tablo gibi
Dururdu tüm aynalardaki yüzler…
Bakamazdım,
Dokunamazdım,
Tutamazdım,
Tablonun camından kayıp giden bir ömrü…
Oysa;
Ne çok isterdim;
Senden sonra gülmeyi...
Senden sonra ağlamayı…
Senden sonra bakmayı…
Ama;
Önce Sen!...”

Bu şiiri okuyunca derginin kapağını kapatıp, kalemindeki mürekkebi bir kere daha hohladı ve tesbih dükkanında bugünkü elde ettikleri miktarın muhasebesini yapıp ustasına yarın vermeliydi…
Raci, çalışma masasındaki emek emek işlenmeyi bekleyen taşlara bir de derginin beyaz sayfasına düşen satırlara baktı ve bir şimşek çaktı zihninde.
“Zümrüd-ü Anka!”
Aynalı dede onu nasıl bulması gerektiğini söylememişti ama onu aramak için bir işaret olmalıydı… Şimdilik sadece masanın üzerinde duran şiirde onun adı vardı. Bu, Raci için bir işaretten ziyade ona doğru koşması gereken bir yol gibiydi…
Peki onu nasıl bulacaktı?









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder