YİNE AYNI HİKÂYE 2 / Şeyhşamil EJDERHA


“Horatio! Bana bir şey söyle!”
“Ne söyleyeyim efendimiz?”

Günlük hayatta kullandığımız cümlelerin tamamı, karşımızdaki kişinin duymak istediklerinden ibaret. Bunun nedeni nedir, bilmiyorum. Ama durum bu… Neredeyse, sadece karşımızdaki kişi için konuşuyoruz. Kendimizden bir şeyler katmadan, kim neyi duymak istiyorsa onu söylüyoruz. Belki de insanları yalan söylemeye alıştıran sebeptir bu.

Peki, kendimiz… Biz neyi duymak istiyoruz? Doğruları mı? Çoğunlukla insanların canını sıkmaktan başka bir işe yaramayan doğruları kim duymak ister? Birinin bizi sevdiğini mi? Komik… Bu hayatta âşık olduğu birisiyle evlenen kaç kişi var ki?

Aşk ise başka bir duygu… Bu güne kadar tarifi yapılamamış, en kalın lügatlerin bile yetersiz kaldığı tek kelime. Çünkü insan hayatında bir kere âşık olur. Bu yüzden çoğunlukla hoşlanmak ile aşk arasındaki ince çizgiyi kaçırırız. Herkes hayatında mutlaka bir “Mihriban” veya  “Mona Roza” ile karşılaşır. Fakat anlamadığım tek taraf; neden bu karşılaşma en olmadık zamanlarda ve en olmadık yerlerde olur. Bunu hiç bilmiyorum. Aslında; sıradan bir zaman ve sıradan bir mekânda olsa biz buna aşk diyebilir miyiz, orası da meçhul.

Herkesin bir “Mihriban”ı veya bir “Mona Rosa”sı vardır. Herkes mutlaka bir gün bu hastalığa yakalanmış veya yakalanacaktır. Önemli olan nokta o hastalığa yakalanmak değil, iyileştikten sonra ne yapacağındır. İyileşebilen birisi varsa tabii… Hangi hastalık iz bırakmadan ayrılır ki vücuttan? O iz, ebediyen seninle beraber kalır. En olmadık zamanda birdenbire hatırlatır kendini ve sen ne yapacağını bilemezsin. Sadece gözlerin uzaklara dalar gider ve kimse anlamaz senin bu halinden.

-Yine daldın?

-Evet… Düşünüyorum.

-Neyi.

-Ben de bilsem ya neyi düşündüğümü…

Özel İdare binasının önündeki bankta oturmuştuk en son. Buraya nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum. Yol boyunca aklımda sadece O vardı. O’nu düşünüp durmuştum ve dostum nereye sürüklediyse o yöne gitmiştim. Bu yüzden ne zaman bu kafeye gelmiş, ne ara oturmuş, ne zaman iki çay söylemiştik hatırlamıyorum.

Gözlerim kayıtsızca benden ayrıldı, izin almadan etrafımı dolaştı.

Kafe, kafenin önü, kafenin önünde birkaç masa ve etrafında tabureler ve kafenin girişinin birkaç adım ötesinde bir dut ağacı, dut ağacının en kalın dalına kurulu eski bir otomobil lastiğinden yapılmış bir salıncak.

İçeride çalan türkü ise şu an benim ruhuma yetişmiyor.

Kafe hafif eğimli bir sokakta. Ben yönümü yokuşa doğru dönmüşüm; dostum ise karşımda, oturduğu tabure dut ağacına dayalı.

-Neden gitmiyoruz?

Yüzüne baktım. Sorduğu sorunun cevabını biliyordu. Bu gözlerinden okunuyordu. Fakat; içimde bugün, hatta “Çalı Kuşu” sözünden bu yana oluşan bir yorgunluk var. Alışık olduğum bir yorgunluk…

-Bu şehirden gitmek istiyorum. Neresi olursa olsun gitmek.
-…
-Artık dayanamıyorum. Yoruldum… Hem de çok. Ne onu ne de başka bir şey düşünmek istiyorum.

Sırtını dut ağacına yasladı. Üzerinde siyah bir mont, altında ise kahverengi keten pantolon… Önce masada bulunan telefonuna, sonra bana baktı ve montunun iç cebinden paketini çıkardı. Bu sefer önce bana uzattı. Benim tütünden başka sigara içemediğimi, boğazımı yaktığını biliyordu. Yine de aldım. Ben aldıktan sonra kendi de bir tane aldı. Paketi ise masanın üzerine, telefonun yanına koydu. Eliyle ikisini yan yana, aynı hizaya gelecek şekilde düzenledi. Montunun sağ cebinden çakmağını çıkardı.  Sigarasını yaktıktan sonra onu da paketinin üzerine koydu. Bu, burada en az iki saat oturacağız anlamına geliyordu. Ben de kendi çakmağımı üzerimde aradım ama yine bulamadım. Nereye koyduğumu düşündüm. Çantamı karıştırdım. Birkaç gözünü kurcaladıktan sonra ön taraftaki küçük gözden çıktı çakmağım. Sigaramı yaktım. Çaylarımız bitmişti. Ona baktım. O ise yüzünü kafenin içine doğru çevirmişti.

Kafenin camı “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminden alınmış bir resimle kaplıydı. “Türkan Şoray” ve “Kadir İnanır” kırmızı kamyonun motor kaputunun üzerinde yan yana oturuyorlardı. Kamyonun üzerinde ise kocaman harflerle “Selvi Boylum Al Yazmalım” yazıyordu. Gündüz vakti dışarıdaki birisi resimden dolayı içeriyi göremiyor, içerdekiler dışarıdakileri görebiliyordu. Şimdi ise hava kararmış olduğu ve içerinin ışıkları yandığı için iki taraftakilerde birbirlerini görebilirdi. Şu an içeride kimse yoktu.

Tekrar bana baktı.

-Çay söyleyelim.

-“Senin sesin güzeldir sen söyle.”

Güldü. Bir an ayağa kalkacak oldu.

-Bekle. Yukarı çıkmıştır. Gelir birazdan.

Tekrar oturdu. Sigarasından bir nefes alıp külünü sağ tarafına, yola doğru silkeledi.

Tekrar kafeye baktığım zaman Sabahattin’in üst katın kıvrımlı demir merdivenlerden indiğini gördüm. Uzun boylu, saçları omuzlarına kadar gelen birisiydi. Üzerinde kahverengi boğazlı bir kazak altında ise kot pantolon vardı. Merdivenlerden indikten sonra dışarıya baktı. Benim kendisine baktığımı gördü. Yanımıza geldi.

-Çay?

- Demli ve şekersiz...

-Açık üç şekerli…

Sonra başıyla selam verdi ve içeri girdi.

Ben çayı demli ve şekerli içerdim, o ise açık ve üç şekerli. Ben kitap okuyup, yazmayı severdim; o, sevmezdi. Ben kumaş pantolon ve gömlek giyerdim; o, keten pantolon ve kazak. Ben zayıf ve biraz çelimsiz biriydim; o, iri yarı ve biraz kilolu. Ben ağır başlı, herkesin özendiği kişi; o deli, herkesin olmak istediği. Ben dışımdaki kişiyim; o ise içimdeki ben. Birbirinin böylesine zıttı ve birbirini böylesine tamamlayan başka bir ikili var mıdır acaba dünyada.

-Bu şehirden kaçmak istiyorum. Artık beni yoruyor.

-Seni yoran şehir değil.

-Peki, ne?

-O…

-Hayır O değil, bu şehir. Bu şehrin her santimetre karesi benim için onun izleriyle dolu ve bu beni yoruyor. Artık kaçıp gitmek istiyorum buralardan. Dayanamıyorum, bana zor geliyor bu şehirle savaşmak.

-…

-En tuhafı da ne biliyor musun? Bazen hoşuma gidiyor. Bazen onun izleriyle dolu olan bu şehirde kendimi gül bahçesinde dolaşıyor gibi hissediyorum. Bezen de onun vefasızlığı aklıma geliyor ve bu gül bahçesi; gülleri yolunmuş bir diken tarlasına dönüşüyor.

“Padişahın kulları asırlar önce göğüslerine saplı oklarla en yüksek kale duvarlarına tırmanabilmiş ve büyük fetihler yapmışlardı. Ama işte bu caddelerdeki apartmanlar zapt edilmesi imkânsız kalelerdi. Üstelik, ok veya tüfek mazgalları, kızgın yağ dökülen olukları, devâsâ toplarla dolu burçları ile padişah tebaasının alışık olduğu diğer kalelerin tersine pek de güzeldiler.”

-…

-Bu şehri fethedemiyorum.

Üzerimde sanki bütün sırrını ifşa etmiş birisinin hali vardı. Fakat bu onunla belki defalarca konuştuğumuz, artık aramızdan sır olmaktan çıkan aynı hikâyeydi.

-Ben de…

Ona baktım. Belki de defalarca, saatleri alan konuşmamızdan sonra verdiği cevabı yine söylemişti. Aynı hikâyenin aynı cevabı… Her insan hayatında mutlaka bir “Mihriban”a rastlar ve bu yüzden her insanın hikâyesi aynıdır. İhtiyacımız olan tek şey kendi hikâyelerimizi başkaları üzerinde görüp, tatbik etmek. Başkalarından kendi hikâyelerimizi dinlemek…

Devam etti:

-Ne olacak bizim halimiz. Nereye kadar devam edecek böyle.

Ölene kadar devam edecek. Bizimle beraber bu sır toprağa girecek. Belki olanca kuvvetiyle toprağı besleyip, toprağın üzerinde bir gülfidanının yeşermesine sebep olacak. Sanki, sen öldün ama aşk ölmez dercesine.

-Bilmiyorum.

-Neden hala iki yıl önceki gibi aynı mekânda aynı kafenin önünde, hep aynı masada oturuyoruz. Üstelik ikimizde bir yıldan fazla süredir bu kafenin üst katına çıkamıyoruz.
-Unutamıyoruz.

-Unutmak istemiyoruz.

-Unutabilir miyiz?

-Hayır.

-Peki, ne yapacağız abi. Ne yapacağız onu söyle.

-Ben nerden bileyim abi. Bilsem söylemez miyim? Bilsem en başta ben yapardım kendime. Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş.
-…
-Yaşamaya devam edeceğiz. Günün birinde ikimizin de anneleri birer kız bulacak. İkimizde evlenecek, birer iş bulacağız, belki birkaç çocuğa sahip olacağız. Evlendiğimiz kişiyi sevemesek dahi sadık olacağız abi sadık olacağız. Başka bir yolu yok bunun. Bu hep böyle olmuş, hep böyle devam etmiş, başkaları hep bunu yaşamış. Bizim de yaşayacağımız bundan başka bir şey değil. Buna alışmaktan başka, başkaları ne yaşadıysa onu yaşamaktan başka bir çaremiz yok.

Ve uzun süren bir sessizlik, ardı ardına sigara yakıp söndürüşlerimiz, ardı ardına masada soğuyan çaylar. Yine aynı düğüm; bizim hikâyenin düğümü, aşkın ise cevabı.

İnsan hayatında bir kere âşık olur. Hayatında bir kere âşık olur kavuşamaz bunun adı aşktır. Sonra karşısına biri çıkar, evlenir. Onu; âşık olduğu kişi kadar sevemese dahi ona sadık olur, bu da sadakattir. Sonuçta insanın karşısına mutlaka bir “Mihriban” çıkar ama kesin olan bir taraf var ki; hiçbir aşık, “Mihriban”ına kavuşamaz işte bunun adıdır aşk. Aslında aşk bundan sonra başlar. Aşk, insanın sadece “Mihriban”ından ibaret değildir. Belki de biz öyle sandığımız için aşkı belirli bir kalıba sokmaya çalışırız. Bu yüzdendir acı çekmelerimiz. Aşk “Mihriban” ile girer hayatımıza, tuttuğu sınavlar ile bize aşkı öğretir. Aşktan çok sadakati… Sadık olan kurtulur. Âşık olan ise ölmeye mahkumdur. Aşk ise hep baki kalacak kimine aşkı öğretecek, kimine ise sadakati. Çünkü asırlardır bu hep böyle olmuştur. Âşık, Maşuk’unu sevmiş; Maşuk ise bir başka Âşık’ın Maşuk’u olmuştur. Âşık ise onu “Rakip” olarak görmüştür. Yani Bülbül, Gül’e âşık olur, Gül ise başka bir Bülbül’e o Bülbül ise başka bir Gül’e… Bu böyle devam eder durur. Bu yüzden kimse kavuşamaz “Mihriban”ına. Zaten aşkta önemli olan da kavuşmak değil sadakati öğrenmektir. Sadık olan kurtulur. Olamayan ise o Gül ile değil de başka bir Gül’le kavuşur ve hep o Gül’ü düşünür. Böylece ortada ne Gül kalır ne de bahçe.

“Gül gül dedi Bülbül Gül’e; Gül, gülmedi gitti. Bülbül Gül’e Gül Bülbül’e yar olmadı gitti.”
-Yarın hastaneye yatıyorum.

Bazı önemli konular, önemli zamanlarda konuşulur ve insanın hayatında bu kadar önemli zaman asla bulunmaz. Her seferinde olduğu gibi bizim bu önemli konumuz da önemli zamanına kavuşamamanın etkisiyle rafa kalkıyor ve önümüze yeni bir konu açılıyor.

Hastalık, hastane, hastanenin kokusu… Alışılmış bir yabancı duygu…

(Devam Edecek)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder