ÇATAL YOLU’NUN BOZGUNCUSU / Hasan KEKLİKCİ


Kelimelerim tükenmişti.
Boğazım da kurumuştu emmi.
Boğazıma dizilen köfteleri olduğu yerden oynatmanın çaresi kalmamıştı. Boğazıma dizilen köfteleri olduğu yerden oynatmanın tek çaresi, boğazımı ıslatmaktı. Yemeğin suyu bitmiş. Tastaki su bitmiş. Hatta Kör Fahıların pınarı, Çatal’ın Pınarları kurumuştu. Bir gözyaşı kalmıştı elimde kala kala. O da “ha” demeye öyle ulu orta kullanılmaz ki Emmi. Yoksa dağı taşı önüne katacak, yakın kenarındaki, uzak kenarındaki her şeyi denizlere kadar sürükleyecek bir sel hazır bekliyordu. Bıraksan. Bıraksan her şeyi alıp götürecek. Ne köfte kalacak, ne leğen, ne Çatal ve ne de yol… Ama bırakamazsın: Herkes yemeğini bitirmeden, sahanlar iç içe konulmadan, iç içe konmuş sahanların en üstündekine kaşıklar konmadan, en üsttekine kaşıklar konmuş olan tüm sahanlar, azık çaputunun ortasına konmadan; azık çaputunun ortasına konmuş olan sahanların bulunduğu azık çaputu; önce iki tarafından çapraz, sonra diğer iki tarafından bağlanmadan; dört ucundan  çapraz bağlanmış olan boş azık çıkını ortadan alınıp yan tarafa konulmadan; yan tarafa konulmuş olan azık çaputunun içinde gelen yemekleri yapanların ve orada bulunan cemaatin, geçmişlerinin ruhlarına Fatiha okunmadan, oradan kalkamazsın Emmi. Kalkamazsan ağlayamazsın, gözyaşı ile boğazını ıslatamazsın. Çünkü gözyaşı sadaka gibi olmalı Emmi. Sağ gözün yaşını sol göz görmemeli.

Azık çıkınına sade kaşıkları ve tabakları, yani yenilebilecek evsafta olmayan malzemeyi çıkın edersin Emmi, “taştan yumuşak” ne varsa hepsi yenmiş olur çünkü.

Okunan Kur’an, edilen dua ve bağışlanan Fatiha “sel”in önündeki seddi biraz daha güçlendirdi. Zeki’nin Seli’ni geride bırakacak bir seli önledi Emmi.

Operatör önde ben arkada dozerin yanına geldik. Yol enlemesine tepenin sonuna kadar gelmişti. Bulunduğumuz yerden hafif bir dönemeç yapacağız ve tepeyi aşacağız. Ondan sonra iş kolay; dozer dümdüz bıçağı vurup gidecek, tepenin zirvesine, güneyden kuzeye doğru. Daha sonra da oradan tekrar batı yönünde bir dönemeç yapılacak ve Karadeniz dağlarındaki yollar gibi döne döne barajın kenarına kadar ineceğiz.

Dozer “kolay gelsin” manasına elimi havaya kaldırıp az ilerideki kayalara doğru hareketlenecektim ki, arkamdan bir ses:

“Bak hele, o yolu oradan yapmayacaksın.”

Yanımda bir kadın beliriverdi Emmi. Bir an göz göze geldik. Daha ben kendimi toparlayamadan ikinci cümle, bir öncekine göre daha zavırlı bir şekilde yayıldı, Çatal’a:

“Ben tarlamdan yol geçmesine gayıl değilim.”

Nasıl bir gelim geldiyse, “hoş geldin” dediğimi duymadı bile; bizim köylülere göre oldukça uzun boylu, zayıf; üstünde, ilk rengi hakkında en ufak bir kanaat oluşturmayan; kollarının uçları –ne zaman eskimeye başladıysa- yarısına kadar lime lime olmuş, ipleri sarkan; köyde dikiş makinesi olan biri tarafından dikildiği her halinden belli olan; üzerini örtmeye mecbur edildiği bedenden İllallah etmiş bir bluz. Altında dizlerinde ve dizlerinin arka tarafında; üzerinde soluk renkli küçük küçük çiçekler bulunan, diz donu artığı bir bezle yamanmış ve kaç yüz defa arkası önüne çevrilip giyildiği belli olmayan, aşık kemiğinden bir süngüç (baş parmakla işaret parmağı boyu) yukarıda duran, soluk renkli göçmen donlu –şalvar- kadın. Oldukça büyük ayağında; mavisi henüz solmaya başlamış, başparmakları dışa doğru iz yapmış bir lastik ayakkabı. Aşık kemiğinin altında, ayakkabının bittiği yerde, ayağının teri ve yolun tozu ile oluşmuş; “çamur” desen çamur olmayan, “kir” desen kire benzemeyen; yukarı doğru incelerek çıkan, tozla yoğurulmuş bir ter tabakası Emmi.   

Sağ eli tutamakta, sağ ayağı palette, sol eli ve sol ayağı havada asılı duran operatörü fark ettim, neden sonra. Bastığı yeri ve tuttuğu yeri görmesem, “kim asmış bu adamı havaya” diyecektim. Tekrar kendimi topladım. Evet, adam havada asılı bir vaziyette bana bakıyor. Bir müddet adamla birlikte havada asılı kalan gözlerimi güç bela aldım, adamın üstünden. Ve kulağımla duyacaklarımı “tasdik” ettirmek için kadına yönelttim, adamdan aldığım bakışlarımı. Kadın “Ben buradan yol vermem.” diyor. Duyuyorum, görüyorum “Yol vermem” diyor. Bir yandan da yalın kat bağlayıp, çenesinin altından ilmek yaptığı tülbendinin, sol şakağını örten yerinden dışarı çıkmış olan, soluk kına rengi saçlarını; iki taraflı topuzlu ve iki ucu arasında bir miktar açıklık bulunan, manyetikli “stres bileziği” bulunan sol eliyle tülbendin altına sokmaya çalışıyor. Ve kadın, yüzüne göre büyük olan ağzını büze büze konuşuyor. Bazı kelimeler ağzından çıkmakta zorlanıyor ve dudaklarının büklümlerinde kaybolup gidiyor Emmi.  

Hal bu ki; yol güzergâhı tarla sahipleri ile defalarca konuşuldu, anlaşıldı. Ve yol şu anda ablanın tarlasının sonuna kadar geldi. Geriye tarlasının kenarından tepeye doğru çıkmak kalıyor. Ama kadın “Nuh” diyor, “Peygamber” demiyor. Dişini değişmiyor Emmi. Kaldı ki yaptığımız bir kürek ağzı yol. Köprü değil, otoyol değil.  

Ne denir, ne yapılır aklım almıyor. Ben erkekle dövüşmesini bilmem ki, kalkıp bir kadınla kavga edeyim.

Bir yüzüm ağlar, bir yüzüm güler “tamam” dedim.

Makam şoförünü çağırdım. Zaten gözü ayakkabısında olan dozerin operatörünü Maraş’a, sağda solda kepazeliğimizi seyretmeye gelen insanları da evlerine bırakıp gelmesini söyledim. “Abla ön koltuğa otursun, arkaya beş-altı kişi sığar nasıl olsa” dedim. “Siz” diyecek oldu, ya da bana öyle geldi. “Ben belediyeye inerim, akşam kalalım” dedim. Niyetim ablanın yarmasının kaynadığı birini bulup, minnetçi göndermek Emmi.

Efsane bu ya: Allah’ın aslanı Hazreti Ali Efendimiz; yarısına kadar Menzelet Barajının sularına gömülmüş olan Ali Kayası’ndan, bizim dozerin önünde bulunan kayaya atlıyor, buradan da “Eğil Düldül eğil” deyip, Çatal’ın güney batısında bulunan Düldül Dağı’ndan aşıp gidiyor. Düldül’le mi, yaya mı onu Allah bilir. Nereye gidiyor? Onu da Allah bilir. Efsanede geçen ve üzerinde Hazreti Ali Efendimizin ayak izi olduğu söylenen kayaya doğru yöneldim.
Küçük bir sıçrayışla çıktım kayaya.

Bir an sağ elimi kulağıma attığımı hissettim. “Allahuekber. Allahuekber…” diye bağırmaktan son anda aldım kendimi.

Of Emmi… Of…

Çocukken; nerede çıkabileceğimiz kadar yüksek bir yer görsek, oraya çıkıp hemen ezan okumaya başlardık. Bu, bazen bir kayanın en yüksek yeri, bazen evimizdeki yüklük ve bazen de bir çam toruğunun tepesi olurdu.

Ezan okumaktan vazgeçtim. Sezai Karakoç’un şu mısraları döküldü dilimden Emmi: “Binmiş gelirdi Ali bir kır ata/Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından.”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder