YİNE AYNI HİKÂYE… / Şeyhşamil EJDERHA


Balkon, balkonun önünde kayısı ağacı, kayısı ağacının sol tarafında kuşçunun evi, kuşçunun evinin damında kuşlar, kuşların pineğinin çatısında bir kedi, kayısı ağacının sağ tarafında site, sitenin küçük dar bahçesinde beyaz bir brodway ve bazen gecenin bilinmez bir saatinde, bilinmez bir sebepten dolayı sönüp, tekrar yanan; önce sarı, sonra beyaz bir renge bürünen ancak kendi dibini ve benim yüreğimi aydınlatacak kadar ışığa sahip olan sokak lambası…
İşte benim hayatımın bir kısmının kısa bir özeti.
Daha doğrusu benim en sevdiğim kısımları…
İçerisi mi?
Oda…
Benim odam.
Belki de tek sığınağım.

Bir elimde tütün, diğer elimde çay… Balkonda, günlük alışık olduğum resmi izlerken bir an kendimi kaybetmişim. Ne balkonun kapısının açılışının, ne de dostumun yanıma gelişinin fark etmedim. Usulca bana dokunmasıyla irkildim.

-Hayırdır? Yine onu mu düşünüyorsun?

-Yok… Ne… Neyi?

-Onu?

Sigaradan bir nefes daha çekip dumanını boşluğa saldıktan sonra cevap verdim:

-Hayır! Bu sefer sana anlatacağım hikâye başka. Elbet içinde ondan birkaç parça bir şeyler olacak ama canımı sıkan çok şey var. Birisine anlatılınca dinmeyecek ama sadece hafifleyecek olan şeyler.

-Tamam. Hadi gidelim.

-Dur şunlar bitsin.

Çay zaten buz gibi olmuştu. Hava biraz soğuktu ama nedense son zamanlarda soğuğu hissedemez olmuştum, çayımı soğutmasının dışında.

Sigaramdan birkaç nefes daha alıp, balkonun kenarında söndürdükten sonra külünü silkelediğim site ile bizim apartman arasındaki boşluğa atıyorum.

İkimiz de içeri giriyoruz. Bir an odanın her yerinde dolaşan gözlerim sanki gizli bir şeyler arar gibiydi. Yatağımın üzerine biraz önce bıraktığım montumu üzerime geçirirken, dilimden Peyami SAFA’nın sözlerinin çıktığını, sözleri söyledikten sonra fark ediyorum:

-“Bu odada bir şey, bu odada mühim bir şey var. Merak ediyorum. Anlamak istiyorum, beni karşılayan bu sessizliği yenmek istiyorum.”

-Anlamadım.

-Boş ver. Sana söylemedim.

Omuz çantamı alıyor ve odadan çıkıyoruz.

Evin dışına çıktığımız zaman farkına varıyorum, havanın karardığının. Yokuş aşağı inerken sadece susuyoruz. Bilmiyorum, belki de konuşmak ağır geliyordur bize. Fakat içimde bugün yabancı olduğum bir his var. Sanki uzun süre suyun altında kalmış, tam boğulmak üzereyken suyun yüzeyine çıkmış gibiyim. Ciğerlerime dolan bütün suyu boşaltacak bir yer arıyorum. Bu yüzden bu sükût ağır geliyor bana. Konuşmak istiyorum ama sanki her söz anlamını yitiriyor gibi. 

-Yazamıyorum.

-Sen yazmadan duramazsın.

-Doğru ama anlamıyorsun. Yazmak yüreği tertemiz olan kâğıdı karalamaktan ibaret değil ki.
-Oku o zaman.

-Çıldırmak üzereyim.

-Neden?

-İki buçuk aydır evden dışarıya çıkmıyorum. Ben hayatımda böyle hasta olmadım. Sadece hastane ile ev arasında mekik dokumaktan ve kitap okuyup düşünmekten usandım.
-Anlat o zaman.

-Neyi anlatayım? Düşüncelerimi mi? Yoksa içimdekileri mi?

Birden durdu. Gülümsüyordu.

-Noldu? Neye gülüyorsun?

-Sen gerçekten delisin.

-Sen de öyle değil misin?

-İkimizde güldük ve tekrar yürümeye başladık. Sonra o devam etti:

-Bak, ikimizde deliyiz burası kesin ama sana tek bir tavsiyem var. İçindekileri bana, düşüncelerini de okurlarına anlat.

-Neden?

-Senin düşüncelerinden ben anlamam ama içindekilerini de okurların anlamaz. Üstelik sana da deli derler. Hangi yazar kendi hayatını, kendi içindekilerini yazar ki?

-Anlamadım. Sence yazar yazdıklarına kendinden bir şeyler katmamalı mı?

-Evet katmamalı. Yazar eserinin içinde kaybolmalı.

-Neden?

-Beni bilirsin, ben fazla okumayı sevmem ama bir kitap okuyacaksam yazarın hayatını değil, kendi hayatımı okumalıyım.

-Ama yazar kendi hayatını anlatmadan senin hayatını nereden bilecek ki?

-Offf… Anlamazlıktan gelme. Ben öyle demiyorum. Dilim senin kadar dönmüyor ama sen ne demek istediğimi anladın.

-Yani diyorsun ki; yazar, okuyucularına kendi anlatmak istediklerini değil, okuyucunun duymak istediklerini söylemeli. Üstelik bunu eserinde görünmeden yapmalı. Tıpkı bir gül bahçesinin bahçıvanı gibi. Kim bir gül bahçesine girdiğinde o güllerin içinde gezinip, kokusunu içine çekmek varken bahçıvanın o güller üzerindeki emeğini düşünür.

-İşte bu… Ben de bunu söylemeye çalışıyorum.

-Ama tuhaf olan ne biliyor musun?

-Ne?

-Olduğu gibi yazmıyor, yazdığı gibi okumuyoruz! Yazar bize anlatmak istediklerini yazıyor; biz de sadece duymak istediklerimizi okuyoruz.

-Aynen öyle…

-Aslında içimi yakan konulardan birisi de bu. Hani bir söz vardır. “Çok okuyan mı bilir, yoksa çok gezen mi?” diye. İşte tuhaf değil mi? Bazı kitapları yazması gereken kişiler yazmıyor. Yani, nasıl anlatayım… Şöyle düşün… Bir mağaza var ve o mağazada çalışan işinin ehli insanlar ama bir bakıyorsun o mağazaya o işten anlamayan birisi müdür oluyor. Böyle bir şey… Mesela bir yazar bir roman yazacak ama ne yazmak istediği yeri gezmiş, ne de o yer hakkında bir şeyler biliyor.

-Yani diyorsun ki, bizim köy hakkında birisi bir kitap yazmak istiyorsa; o kişi, şehirde balkonunda oturup bir yanında kahvesi diğer yanında bilgisayarı olan birisi değil de köy hayatını bilen birisi olsun diyorsun.

-Evet, aynen öyle… Hiç olmazsa yazarken, köy hakkında birkaç kitap okusun, biraz araştırma yapsın.

-Çalıkuşu?

Bunu söylerken gülmüştü. Gülüşündeki imayı sezmiştim. Ama birden bu kitabın, daha doğrusu “Çalı Kuşu” sözünün söylenmesi benim birdenbire durmama sebep olmuştu. O da durdu. Hala gülümsüyordu, ne söylediğinin farkında olan insanların tavrıyla. Ayaklarımın bütün dermanı kesilmiş gibiydi. Bundan sonra nasıl yürürüm bilmiyordum. Etrafıma baktım. “Şehrin gürültüleri de benim aksi istikametime doğru yürüyerek uzaklaşıyorlardı ve sesler, uzaklarda, sallanıyorlar, sallanıyorlar ve koparak, parçalanarak, şehrin derinliklerine yuvarlanıyorlardı.” Yavaş yavaş, belki de zorlukla yürüyerek az uzağımda bulunan banka oturdum. Montumun iç cebindeki tütün tabakasından sarılı bir tütün alıp tabakayı yerine yerleştirdim. Diğer elim ceplerimde çakmağı ararken dostum bana çakmağını uzattı. Sigaramı yakıp uzaklara doğru saldım dumanını. Gözlerim dumanın havada süzülüşünü izleyerek gökyüzüne yükseldi. Bir süre üzerimizde uçan güvercinleri, bulutları seyre daldı.

Tekrar ona baktığımda hala ayakta, bana bakıp gülümsediğini gördüm. Elimle yanıma oturmasını işaret ettim. Oturdu ve cebinden paketini çıkarıp bir sigara yaktı. Bir şeyler söylemem gerektiğini hissettim. Fakat söylediğim şey onun duymak istediği şey olmayacaktı, biliyorum. Fakat o konuya girmek istemiyordum.

-“Çalı Kuşu” konuştuğumuz şeylerin en güzel örneği. Bir yazar okuyucularına hem duymak istediklerini hem de düşüncelerini kendini hissettirmeden nasıl böyle güzel anlatabilir ki?

Tahmin ettiğim gibi o, duymak istediğini duyamamıştı. Bana boş gözlerle bakıyordu. Gözlerini karşıya çevirdi. Önce Özel İdare binasının önündeki bankamatikte sıraya girmiş insanları, sonra Özel İdare binasını seyretti. Gözlerini izlediği yerden ayırmadan bana sordu:

-Ne zaman gidiyoruz?

-Nereye?

-Köye…

-Sınavlar bittikten sonra gider birkaç gün kalırız.

-Bizim köyden bahsetmiyorum.

-Nereden bahsediyorsun?

-“Çalı Kuşu”na ne zaman gidiyoruz?

Ne söyleyebilirdim ki? Gitmek istiyordum bu şehirden uzağa belki başka bir şehre, belki de başka bir ülkeye ama son birkaç aydır gitmek istediğim en son yer orası, onun yanı. Onu iki yıldır görmüyorum. Sadece etrafımdan aldığım birkaç haberle teselli ediyorum kendimi. En son altı ay önce mesaj atmıştı bana. Ücretli öğretmenlik için bir köy okuluna gideceğini. Ailesi ona özel bir okulda iş bulmuş ama o kabul etmemişti. Lakabını hak ediyordu. Çalı kuşu… Tek bir hayali vardı zaten, köy okullarındaki çocukların öğretmeni olmak. Tıpkı “Feride” gibi… En son, numarasını telefonumdan silmeden önce bir söz paylaşmıştı. “Gidersem kariyerimi kaybedecektim ama kalsaydım aklımı…”

-Gitmiyoruz…

Şaşırdı, bana çevirdi gözlerini, sebebini merak edercesine. Sigaramdan bir nefes daha saldım gökyüzüne doğru, onun şaşkın gözleri karşısında.

Gökyüzünü özleyerek geçiyor günümüz. Ayaklarımızın yeryüzüne bastığını unutarak…

-Yoruldum artık… Sana evde, balkondayken bahsettiğim, anlatmak istediğim hikâye bu. Bu sefer anlatacağım onun hikâyesi değil, benim hikâyem. Elbet içinde ondan birkaç parça bir şeyler olacak ama canımı sıkan çok şey var. Birisine anlatılınca dinmeyecek ama sadece hafifleyecek olan şeyler. Yorgunluğumun, uykusuzluğumun hikâyesi…

-Desene yine aynı hikâye…

(DEVAM EDECEK)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder