“Yara
sızılar, yara sızılar bu derdi çeken bilir ne bilsin yarasızlar” böyle diyor
Türkü Ahmet abi. Dosttan gelen her telefon ya yarayı sarar ya da bu yaraya tuz
basar. Peki, bu yarasızlar ne olacak Ahmet abi. Sıladan gelen her haberle
yaramız bir hal alıyor da, bu yarasızların dertsizliği ne olacak?
Gurbet,
gurbet demiştin Ahmet abi. Gurbet; anadan, babadan ve memleketten ayrı kalmakla
değil, dosttan ayrı kalmakla, dildaşsız kalmakla oluyormuş. Metropolleşmiş
şehrin sakin köşelerinde dost arar, dildaş arar oldum. Yara aradım
yarasızlarda, yara aldım bir kez daha… Önce toprakla, çiçeklerle, böceklerle
dost oldum; böyle deyince, “madem böceklerle dostsun neden onları
öldürüyorsun?” diyebilirsiniz ama bu dahi dostluk üzeredir. Çünkü; bugün ben
onların cesetlerini dünyevi menfaatlerimde kullanıyorum, yarın kabir vakti
geldiğinde de onlar da benim cesedimi dünyevi menfaatlerinde kullanacaklar.
Dostluğun gereği de bu değil mi zaten abi?
Bu
dost ve dildaş arama süreci böyle devam ederken, staj yaptığım bahçenin arka
tarafında küçük bir hayvanat bahçesi diyebileceğimiz bir alan vardı. Kazlar,
tavuklar, tavşanlar derken.. Baktım bir köpek var. Gel diyorum geliyor, git
diyorum gidiyor. Sonra beni anlayacağını düşünerek sizi, hocamları ve dükkânı
anlattım. Dostu ve dostluğu anlattım dinlemem demedi. Bu dertsizler ordusunun
doldurduğu Şehr-i İstanbul’da bir tek o dinliyordu beni.
İstanbul
bildiğiniz gibi Ahmet abi, sadece zat-ı âliniz değil; bizim, yani genç kuşak
için bile afet bölgesi. Her yer kalabalık ve binlerce ses var. Çok şükür benim
staj yaptığım bahçe ise bu afet bölgesinin ortasında bir sığınak gibi. Bir
tarafında Rum Mezarlığı bir tarafında ise Müslüman Mezarlığı var. Bahçede genel
olarak sükûnet hâkim, bunun yanında ilk başlarda çözemediğim tasavvufi bir
dinginlik var. Öncelikle bahçede ki hayvanların, çiçeklerin bir intizam
içerisinde olması Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerini aklıma getirdi, onun
kucağındaki hayvanlar gibi bu bahçedeki hayvanlar da usluca duruyorlardı. Ancak
bu tasavvufi dinginliğin başka bir nedeni olmalı diyerek biraz daha araştırdım,
bu arayışın sonunda ise karşıma; bahçenin bulunduğu bölgede medfun ve bu
bölgeye ismi verilmiş olan Merkez Efendi hazretleri çıktı.
Merkez
Efendi; Kanunî Sultan Süleyman döneminde yaşamış. Halvetî tarikatının
şeyhlerinden Sümbül Efendi tarafından kurulan, Sümbülîye kolunun büyüklerinden
ve zamanının büyük bir tıp âlimi. Lokman hekim misali, hasta olanlara
bitkilerle kür yapıp şifa bulmalarına vesile oluyormuş. Merkez Efendi yine aynı
zamanda mesir macununu keşfetmiş, o zamandan beride mesir macununun mucidi
olarak biliniyor.
Merkez
Efendi’nin tarikat yoluna girmesi ve bu yolda ilerlemesi uzun ve vecdli bahis… Ancak
asıl adının Musa ve lakabının Muslihiddîn olmasına rağmen ‘Merkez Efendi’
olarak anılması ve isminin böyle kalması hadisesi var ki; baş, diş ve kalp
ağrısına birebirdir. Bir gün şeyhi Sümbül Efendi, müridân ile birlikteyken
birisi gelip: “Falan yere Hızır Aleyhisselam gelmiş, görmek isteyen gitsin
baksın” demiş, bunun üzerine herkes o yöne doğru koşarken Sümbül Efendi’nin
yanında sadece Musa Muslihiddîn kalmış. Sümbül Efendi ona dönerek:”Herkes
Hızır’ı görmeye gitti sen neden gitmedin, merak etmiyor musun?” diye sormuş, bu
soru üzerine Musa: “Efendim Hazreti Hızır, benim manevi makamları aşmam ve
seyr-ü sülûkumu tamamlamam için memur ve görevli değildir! Benim Hızırım da
merkezim de sizsiniz” demiş. Bu hadiseden sonra Sümbül Efendi ona ‘Merkez Efendi’
diye seslenmiş ve ismi de öylece kalmış.
Benim
staj yaptığım bahçe ise Merkez Efendi’nin bu aziz hatırasına Zeytinburnu
Belediyesi tarafından; belki de Cumhuriyet doktorlarından ve ecnebi icadı
ilaçlardan kurtulmak isteyenler, Merkez Efendi’nin şifa bahçesinden
nasiplensinler diye yaptırılmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder