Üniversite mensubuydu babam.
Üniversitede ambar memuru…
Benim üniversite mensubu olmam
eskilere dayanır.
Ortaokul, lise yıllarında babamın
işyerine, gidip gelmişliğim çoktur; yani bana, anadan doğma üniversite mensubu
deseniz yeridir.
Asker bir aileden geliyorum
demeyi çok isterdim aslında. Hatta hariciyeci, gazeteci veya babadan dededen
parlamenter bir ailenin çocuğuyum; annem ünlü ressamlardan falan. Sonra, şu
bazı sözcüklerle biten soyadları var ya! Soyadımın da öyle olması yanında
annemin, falan paşanın, bilmem kaçıncı göbekten torunu olduğu gelirdi tabii;
buna, ninemin ünlü bir piyanist, halamın balerin olduğunu ekledim mi, nasıl da
yakışırdı bana.
Ama olsun, üniversite mensubu bir
aileden geliyorum. Bu az şey mi?
Dedim ya, babam ambar memuruydu
üniversitede
Ambar memurluğunun önemini bilen
bilir.
Üniversite rektörü bile bir tek
kalemi, bir parça kâğıdı babamdan istemek zorundaydı.
Tabi babam asil adam; hiç istetir
mi bunları rektöre.
Kırtasiye alımı yaparken, o firmalardan,
satın aldıklarının dışında eşantiyonlar isteyip, üniversitenin en üst düzey
yöneticilerine hediye paketleri sunardı.
Çoğu zaman onların çocuklarını,
torunlarını da ihmal etmezdi ki, yöneticilerin eşleri, aileleri de pek severdi
babamı.
Ama sonunda babam yapacağını
yaptı.
Emekli olunca, onca asaletini bir
tarafa bırakıp, köye göçtü.
Göçtü de olan bana oldu.
Az mı çektim evlenirken.
Kızın ailesi soruyor; hangi
mahallede oturuyorsunuz?
Falan köyde…
Baba yapılır mı bu bana?
Aileler arası tanışma yemekleri…
Hadi anamı babamı alıp yemeğe
geldik kız evine.
Hop, bir hafta sonra bizim eve
gelinecek; köye…
Nasıl olacak bu? Çamurun, tezek
kokularının içinde…
Kaynanamın, evleneceğimiz kızın
ve yanlarında getirdikleri hanımların yüzünün eğrisine dayan dayanabilirsen.
Gerçi babama hak vermiyor da
değilim bir taraftan.
Ne yapsındı adam. Büyük babam
ölünce tarla takım ortada kaldı. Babannem desen yatalak.
Fakat
anlayamıyorum; koskocaman üniversite ambar memuru, Ökkeş
Danagüdenoğlu köye göçtü ve köyde yaşayacak. Üniversitede, Danagüdenoğlu dendi
mi, orda durmak gerekirdi; öğretim üyesinden memuruna, daire başkanından
rektörüne kadar.
Emekli oldun, güzel…
Şehir kulübüne git, orada otur
emeklilerle be adam.
Ne bileyim oyun falan oyna; pipo
iç.
Arkadaşlar bana buğuz ediyorlarmış.
Üniversite okurken, şu birlikte
kaldığımız arkadaşlar.
Her ne kadar da, üniversiteyi
bitirmemde unutamayacağım yardımları dokundu; yüksek lisans, doktora yapabilmem
hususunda büyük katkıları oldu ise de, benim gibi ileri görüşlü
olamadıklarından dolayı, aramızın açıldığı arkadaşlar.
Aslında onlar arayı açtı.
Neymiş efendim? İmam
hatipliliğimden, ekmeğini yediğim cemaatten utanmalıymışım.
Ben utanılacak ne yaptım Allah
aşkına. Aslında esas mevzu şu:
Biz bu arkadaşlarla birlikte
doktora yaptık.
Beş seneden fazla, doktoralı
öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra, ben kadro aldım ve Yardımcı Doçent
olarak atandım.
Tabiatıyla çekemediler beni.
Neymiş efendim? Ben fikri
yapımdan uzaklaşmışım.
İçkili yemeklere katılmaya, içki
içmeye başlamışım; imam hatipliliğimden utanmalıymışım.
Hele bir sabredin; bizim de bir
bildiğimiz var herhalde.
Fikri yapımdan biraz uzaklaşmış
olabilirim; hele bir bekleyin.
Yardımcı Doçentlik kadrosunu
almak kolay mı?
Siz benim ne çektiğimi biliyor
musunuz?
Bir de; neymiş efendim.
Yıllardır sözlü olduğumuz dayımın
kızı ile evlenmeyip, başka bir kızla evlenmişim.
Yok ya! o kadar da değil;
evlenmeyip de ne yapacaktım bu kızla.
Yoksa kadro alma ihtimalim var
mıydı? Sorarım, beni eleştirenlere;
Sizin gibi doktoralı öğretim
görevlisi olarak kalaydım değil mi?
Sanki benim canım çıkmıyor;
Beyza’nın durumuna.
Beyza köydeki dayımın kızı
oluyor. Eski sözlüm.
Allah için iyi kız.
Biçki-dikiş, nakış, halı,
bitirmediği kurs kalmadı.
Kur-an desen, çocukluğundan beri
büyük babam okuttu zaten.
İyi kız, güzel kız ama ben ne
yapayım Beyza’yı?
Söylesenize; Beyza ile balolara,
kokteyllere nasıl katılabilirdim?
Sorarım size; o balolar ve
kokteyllere katılmasaydım nasıl kadro alabilirdim?
Bir de, arkadaşların şu
benzetmelerine sinir oluyorum.
Bak hala arkadaşlar diyorum;
görüyorsunuz.
Elbette arkadaşlarım.
Neden anlamak istemiyorlar ki
beni?
Neymiş efendim? İnsan, inandığı
gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlarmış.
Kim demiş ben yaşadığım gibi
inanıyorum diye?
Yahu bu yaptıklarım benim inandıklarım
değil ki.
Sanki ben o balolarda sıkılmıyor
muyum?
Bir kısmını, hanımı kırmamak için
yapıyoruz.
Diğerlerini de biliyorsunuz;
kadroyu kapmak için yaptım. Doçent olana kadar.. İşte, yani…
Artık namaz kılmıyor olmama
gelince; o konuda, kim ne dese haklı. İçimde apağır bir yük ki, sormayın.
Gittikçe de taşınması güçleşiyor bu yükün. Bir de rahmetli büyük babamın yüzü
gözlerimin önüne gelince nasıl utandığımı eklerseniz tüm bunların üstüne; varın
siz anlayın halimi ve canımın nasıl yandığını.
İğne vurulurken canımız yanmıyor
mu?
Ama sonunda iyileşiyoruz değil
mi?
Şimdi canım yanıyor olabilir bazı
hususlarda.
Doçent olunca görün siz beni.
Nasıl benzetme yaptım ama?
Akademik benzetmem cuk diye oturdu değil mi?
Aslında benim kadro alamam ras
gele değil görüyorsunuz.
Bu üniversitede önemli bir
akademisyenim ben.
Farklıyım bizim arkadaşlarımdan;
akademik bilgi olarak da, kültür olarak da farklıyım.
En azından ileri görüşlüyüm değil
mi? Buna sizler de hak vereceksiniz.
İstesem bu konuda onlarca dipnot
bile düşebilirim.
Geçen İsmail hocam çağırdı.
Ben de bir şey söyleyecek sandım.
Halbuki onu ne kadar çok
severdim. Beni anladığını düşünüyordum.
Ona da kırıldım.
“Gel! Sana bir şey anlatacağım”
dedi.
Ben de sevine sevine gittim. Ne
bileyim adamın niyetini.
Sana da aşk olsun İsmail hoca!
Yahu ben meşgul bir adamım.
Hazırlandığım sempozyumlar var.
Gönderdiğim tebliğ özetlerine
olumlu cevaplar aldım mesela.
Anlarsınız; akademisyenlik
bilindiği gibi kolay değil.
Onca işimin içinde…
Bakar mısınız adamın anlattığı
şeylere…
Bir köy varmış da. O köyün ve her
köyün ağası varmışmış.
Abdallar demişler ki.
Abdallar var ya; şu müzisyen
vatandaşlar.
Her neyse.
Abdallar kendi aralarında
toplanıp, her köyün ağası var, bizim de ağamız olsun demişler.
Giyindirmişler, kuşandırmışlar;
kara yağız, en babayiğit bir delikanlılarını, köye salmışlar.
Arkasından da takip etmişler;
bakalım tepkiler nasıl olacak diye.
Ağaları köy meydanından geçtikten
sonra
Orada oturan kalabalığa
sormuşlar:
“Bizim ağa geçti mi buradan?”
diye.
Köy meydanında oturanlar:
“Ne ağası?” demişler.
Bu cevaba bozulan abdallar:
“Ağalar etmeyin, nasıl
görmezsiniz. Şu boyda, bıyıklı, uzun saçlı, şöyle şöyle elbisesi var.”
Meydanda oturan köylüler:
“Haa! Şu abdal çocuklarını mı
soruyorsunuz? Şimdi geçtiler.”
Abdalların ileri gelenlerinden
birisi, ağa olarak seçtikleri delikanlıya seslenmiş:
“Gelin lan gelin, herkes tani”
E, bunun benimle ne alakası var
da, hoca, bıyık altından gülerek bana anlatıyor.
Yok yok, beni gerçekten
çekemiyorlar.
Bu arada bir tanıdık araba
gelmedi ya.
Ben de niye bu kadar geç kaldım
ki?
Be adam! İşlere dalacak ne vardı
o kadar.
Servisi kaçırdın; hadi bakalım
tabana kuvvet.
Yahu o kadar yol da yürünmez ki.
Nasıl olsa üniversite tarafından
çıkan bir araba gelir.
Üff! Üstüm başım da çamur olmuş
Gene hanımdan kalayı yiyeceğiz.
Tabi çamur olacak.
Çamurda yürüyoruz, elbette çamur
olacak.
Ben de, biraz dikkatsiz mi
yürüyorum nedir?
Lan hala çoban tarafımdan
kurtulamadım.
Akademisyen olduk; hala çoban
gibi yürüyoruz.
Dikkatli yürümesini bir
öğrenemedim gitti.
N’olurdu güzelim mobileti eve
bağlamasaydık.
Neymiş? Hanımefendi utanıyormuş
halimden.
Koskocaman öğretim üyesi mobilete
binmezmiş.
Bir de yağmurlu günlerde,
tepemden bir muşamba çekiyormuşum ki, rezil bir görüntüye bürünüyormuşum. Hatta
görüntü kirliliği yaratıyormuşum.
Bak bak! Görüntü kirliliği
yaratıyor muşum.
Muşamba çekmeyip de ıslanayım mı?
Sen, bütün bunları, şu ne işimize
yaradığını bilmediğim eşyaları alırken düşüneydin.
Neymiş efendim? Koskocaman
öğretim üyesinin eviymiş.
Bir araba alaydık ya o kadar
paraya.
Eşyaların kredisini ödeyince,
sıra arabaya geliyormuş.
Ben böyle zayi olduktan sonra…
Yahu neden bunların hepsine hanım
karar veriyor?
Hala bir araba gelmedi ki el
kaldırıp binelim ya…
Şu önümüzdeki ay ne yapacağım
bilmiyorum.
Üç tane sempozyum var.
Hoca hazırlık yapalım diyor.
Yapalım diyor da, sadece ben
hazırlanıyorum.
Ohh! Ben her şeyi hazırlıyorum.
Hoca gidip sunuyor veya
yayınlıyor.
Onca hazırlığın köşesinde,
kıytırık bir yerinde, adım yazıyor.
Bu kadar işin ortasında, bir de
babam:
“Önümüzdeki ay senelik iznini al
köye gel” diyor.
Ne yapacakmışım köyde?
Bağların bahçelerin tımar
vaktiymiş.
Bağ bahçe budanacak; kazılacak.
Yapma baba, gözünü seveyim; bir
de sen etme.
Bir kere yalnız gitsem; “hani
karın? Kadın kısmı evde yalnız bırakılır mı?” diyecek.
Hanıma köye gidelim desem.
“İiih! Gidemem ben, o pislik
içine; duş yok, banyo yok, tezek kokusu bir yandan.” diyor.
Bunca akademik çalışma beni
bekliyor.
Sonra senelik iznimi nasıl
alayım?
Akademik takvim buna izin
vermiyor ki.
Genelge var: İzinler
eğitim-öğretim dönemi dışında kullanılacak.
Hem öyle olmasa bile, yaz
tatilini ne yapacağız?
Yazın tatil yapmazsa, ölür bizim
hanım.
Hatta önce delirir, sonra ölür.
İyice yanmazsa, nasıl gösterir
kollarını, omuzlarını, bacaklarını.
“Bu sene falan yerdeydik şekerim;
harika geçti tatilimiz, çok beğendik.
Ayol seneye siz de orayı tercih
edin.” Şeklindeki cümlesini nasıl kurar, tanıdığı hanımlara.
Anlamıyorum şu şehirlilerin
kapkara yanma merakını.
Oysa bizim köyde, tarlada çalışan
kızlar gelinler; yüzlerinin bembeyaz kalması için, tülbentle sararlardı. İyi de
yaparlardı. Yanmak bir yana; yüzleri daha da beyazlaşır tazelenirdi.
Bu lafların arasında, Beyza’nın
yüzü de nerden gözlerimim önüne geldi ki.
Ne güzel yüzü var Beyza’nın.
Aman Allah’ım o ne güzel kız ya.
Acaba, halâ anama yardım ediyor
mudur?
Ya birisi isterse Beyza’yı?
Höst ordan! Elbette isteyecekler,
sana ne bundan.
Bilmiyorum. Bilemiyorum
n’edeceğimi.
Yanlış mı yaptım yoksa?
Beyza ile evlenseydim nasıl
olurdu acaba.
Elbette bu kokteyller balolar,
yemekli toplantılar olmazdı.
Akademisyenlik de olmazdı belki.
Beyza’nın formatı uymazdı, bu
toplantılara. Hadi uydurduk diyelim.
Uydurmuş olsaydık bile; zavallı
Beyza, n’eder, ne konuşurdu ki, o insanlarla.
Hem onun, orada: “Üff, ne ayıııp…
Aman Allah’ım günah!” diye, hayretler içinde kalacağı, bir sürü şey olacaktı.
Diğer taraftan, şu anda, evde karım yerine Beyza’nın olması; bu kadar pahalı
möbleleri almak için kredi borcu altına girmemem demekti. Beyza’nın tutumluluğu
sayesinde, araba bile alırdım belki. Sonra, bana yüz çeviren, cemaat evinde
ekmeğimizi, harçlıklarımızı bölüştüğümüz arkadaşlarım; eşleri ve çocukları ile
bize misafir de gelirlerdi. Oh be! Ne muhabbetler olurdu; gelsin çaylar. Hem o
zaman çayı, ince belli narin çay bardağı ile içerdik.
Yahu bu arada şu memur kantini de
olmasa, ince belli narin cam bardakla çay bile içemeyeceğiz. Öğrenci kantininde
bile kâğıt bardakla satılıyor çay. Hangi odaya gitsen, herkesin maşrapa gibi
kupaları… Anlayamıyorum; o kupada çay içmekten nasıl zevk alıyorlar. İtiraf
edeyim ben alışamadım. Ne yapalım, banal gözükmemek için mecburen biz de bir
kupa edindik.
Beyza ile evlenseydim; anam evime
bile gelirdi.
Evet! Evet; kesinlikle gelirdi.
Gelince uzun süre kalırdı belki de.
Gerçi, yaz aylarında gelemezdi.
Doğacak buzağı falan beklemiyorsa, kış aylarında olsun gelirdi. Gelince de
Beyza haline bırakmazdı; bizde kalırdı anam. Beyza olunca, babam da anama: “git
ama hemen geri dön” demezdi; kırmazlardı Beyza’yı.
Şu anamla babam, bizim hanımı sevemediler gitti.
Hoş, bizimki sevmelerine izin
verdi ya.
Ne o tepeden bakış, o aşağılama?
Bizim apartmanın kapıcısına
davrandığı gibi davranıyor babama.
Anama da kapıcının hanımına
davrandığı gibi.
Hatta bazı zamanlar, kapıcı ve
hanımına bile onlara davrandığından daha saygılı davranıyor.
Emekçi onlar bizim hanıma göre;
ama babam emekçi değil…
Halt etmişsin sen!
Yahu ben bu kadınla nasıl
evlendim? Vay eşşek kafam vay!
Ama olmazdı ki, nasıl kadro
alacaktım?
Canım bizimkilerde idare etsinler
biraz
Okumuş gelinleri var işte.
Torunları iyi yetişecek; akıllı
olacak.
Akademik kariyer yapmak, o kadar
kolay değil; görüyorsunuz.
Hele ki hocam var. Hocam, önemli
bir profesör…
Onun da çekemeyenleri var.
Bizde, akademik çevrede; birisi
önemli bir çalışmaya imza attı mı, çekemezler.
Dediğim gibi hocamı da
çekemiyorlar tabi.
Bilseniz ne dedi kodular, ne dedi
kodular…
Efendim, sözüm ona hoca, beş bin
sayfa fotokopiyle profesör olmuşmuş da…
Bak bak! Şerefsizliğin,
haksızlığın bu kadarı da olmaz.
Daha bununla kalsalar iyi;
Neymiş? Beş bin sayfa fotokopi
çekerek sunduğu tez hırsızlıkmış, başka bir profesöre aitmiş de, hatta o
profesör de, bilmem hangi Fransız bilim adamının tezinden aşırmış da, da. da…
Yani anlayacağınız, kıskançlık
diz boyu; bu bizim akademik çevrede.
Bu günlerde, Beyza ne kadar çok
aklıma geliyor böyle?
Sadece aklıma gelse iyi; yüzü,
hiç gözümün önünden gitmiyor.
İtiraf edeyim, bu çok hoşuma
gidiyor; gidiyor da, hanım aklıma gelince de ,ödüm kopuyor.
Yanlış mı yaptım yoksa?
Olur mu canım en doğrusunu yaptım
Böyle yapmasaydım, doktoralı
öğretim görevlisi olarak emekli olurdum.
Bak, ne güzel; önüm açık artık.
Akademik kariyer yapmama hiçbir
engel kalmadı.
Hemen konuşsun arkadaşlar…
Aslında şu, Kutlu Doğum
Haftası’ndaki toplantılarına gitseydim iyi olacaktı.
Uff! Uf!. Nasıl gideydim; kesin
bir gören olurdu beni orada.
Akademik kariyerim mahvolurdu.
Akademik kariyer deyince; yahu şu
hocaya açılan soruşturma…
Altı astarı yok ya; ya bir de
bilim hırsızlığı ortaya çıkarsa.
Gerçi hoca anlattı; tam olarak
bilim hırsızlığı diyemezlermiş.
“Canım bunu herkes yapıyor” dedi.
Tamam da, hoca ayrılırsa ben
n’olurum yahu?
Bir sürü proje var; sempozyumlar
konferanslar.
Ya kitap? Vay anasını! Önemli bir
kitapta hocayla yan yana adım yazılacaktı.
Bak buna da müsaade etmesinler
de; olur mu, olur vallaha.
Bir de kursağımızda kalmıyor mu
hocayla yayın yapmak.
Acaba, hoca gerçekten hırsız
olabilir mi?
Yabancı dil biliyormuş gibi
davranıp, yabancı dil bilmediği doğru.
Bunu ben biliyorum; bizzat
gördüm, iki kelime bile edemedi yabancı hocalarla.
Bilim hırsızlığına gelince… Hoca,
alanında bir sürü şey biliyor canım.
Sahiden biliyordu değil mi? Tabii
tabii canım! Elbette biliyor.
Biliyordur herhalde? Koskocaman
profesör; az mı çalışmalar yaptık.
Ama bu çalışmaların hepsini ben
yaptım; hoca bir şey yapmadı ki!
Zaten karışık olan kafam bir
demlik karıştı ya.
Her neyse canım. Hoca olmasa,
benim kaçım kaç kuruş.
Beyza…
Yine beni görünce, öyle bakar mı
acaba?
Hem tatlı bir bakış, hem de
sitem.
Çok kızmamış gibi duruyordu
aslında.
Yoksa ben mi öyle olsun
istiyorum?
Kıza da amma ayıp ettik.
Bütün köy; akrabalar, herkes bizi
evlenecek diye beklerken, benim yaptığıma bak.
E, ne yapaydım peki; değil mi
ama?
N’olacaktı bizim akademik
kariyer?
Ah Beyza!
Sen gerçekten iyi kızsın.
Oğlum, Beyza’yı düşünecek zaman
değil şimdi.
Sen asıl yarın gelecek
misafirleri düşün.
Abi sizin yaptığınız da iş mi
şimdi?
Neymiş, efendim; üniversitedeyken
kaldığım cemaat evinden abiler, bana ziyarete geleceklermiş. Hem de
üniversitede.
Bir uğrayıp hayırlı olsun diyeceklermiş.
Telefonda söylediniz işte, daha
ne demeye geliyorsunuz.
İşin yoksa uğraş şimdi abilerle.
Hayır; normal bir misafir olsa
başım üstüne.
Şimdi gelecekler; öğleyin namaz
kılmak için yer arayacaklar.
Ben de onlarla namaz kılmak
zorunda kalacağım; birisi görecek.
Çık işin içinden çıkabiliyorsan.
Hayır, Allah var severim gelecek
olan abileri.
Bende az emekleri yok.
Bir kere, üniversite bitene
kadar; hatta yüksek lisansta, doktorada bile burs sağladılar, evlerde parasız
kaldım. Bunları inkâr edersem çarpılırım.
Ama onlarla beni namaz kılarken
görürlerse gene çarpılırım.
İçlerinden sakallı olanları var.
Onlarla görünmem bile problem olabilir.
Beni neden anlamazlar ki?
Bu gün de, tanıdık bir arabanın
gelmeyeceği tuttu.
İyi ki şu otobüs durağı var.
Bu arada saat de epey geç olmuş;
üniversitede kalan olmuş mudur ki bu saatte.
Acaba yürüsem mi? Peki yağmur!
Şemsiyede alamadık bu gün.
Kaldık mı şimdi burda? Hele biraz
daha bekleyeyim.
Allah kerim… Niye ürperdim ki
şimdi? “Allah kerim” deyince…
Kimse yok etrafımda; yapayalnız
bekliyorum, şu otobüs durağında.
Bak bak! Nelere dikkat etmek
zorunda kalıyor insan.
“İnşallah” “Allah
Kerim” demeyeceksin; görüyorsunuz değil mi?
Bir de arkadaşlar bana yüz
çeviriyor.
Kafanız çalışsaydı, şimdi siz de
öğretim üyesiydiniz.
Beyza’nın bakışında biraz sitem
vardı aslında.
Ama çok değildi sanırım.
O beni anlıyordur; anlayışlı kız
Beyza.
Şu arkadaşlar; Beyza kadar
olamıyorlar. Bir de doktoralı insanlar.
Evet! Evet, Beyza’ya ayıp ettik.
Adı çıktı kızın.
Kimse talip de olmaz artık. Talip
olmasınlar iyi.
Höst dedik lan hadi ordan! Niye
talip olmasınlar?
Sana ne Beyza’dan, yazık ettiğin
yetmiyor mu kıza.
“İnşallah hayırlı bir kısmetlisi
çıkar” demen dururken, senin ettiğine bak.
Talip olan çıkmayacak da
n’olacak?
Hadi cevap versene! N’olacak
kızcağız?
Babamı kırmamak lazım; zaten bir
o kaldı bana kırılmayan.
Önümüzdeki ay bir haftalık rapor
uydurmalıyım.
Desene, onca ders ücreti gidecek;
hem de, çoğu ikinci öğretim.
Sen boş ver ders ücretini de,
hanımı, nasıl razı edip de köye gideceksin?
Yahu bir de, köyden dönünce, tam
bir köylüye benziyorum.
Sinirim bozuluyor bu duruma;
zaten cılız halimizle köylüler gibiyiz.
Köyde; biraz yüzüm yanıp da,
elimi, ağaçları budarken çalılar çizdi mi, elime yüzüme bakılacağı kalmıyor.
Zaten el de el değil ki mübarek.
Her neyse de, bunca akademik
çalışma kalacak.
Bakalım hoca ne diyecek bu işe.
Gerçi, onun soruşturma ile başı
dertte; gözünün önünü görecek hali yok.
Aslında bu durumu iyi benim için.
Ben de, şöyle işleri güçleri toparlamış olurum.
Beyza’yı da görürüm herhalde;
köye gidince.
Anama kesinlikle geliyordur.
Eskiden Beyza sağardı, bizim
ineklerin sütünü.
Buzağıları beraber emzirirdik,
Beyza ile.
Siyah beyaz olan buzağı benim;
sarı olanı onundu.
O buzağılara n’oldu acaba?
Büyümüşler, kocaman inek olmuşlardır.
Beyza’nın aklında mı acaba, hangi
buzağının kime ait olduğu?
Acaba hala sahipleniyor mu,
kendisine ait olan buzağıyı.
Kim bilir, yolda yolakta görünce
seviyordur belki; buzağısı, şimdi kocaman inek olmuştur.
Siyah beyaz olan benimkiydi.
Beşiktaşlı.
Beyza, bu “Beşiktaşlı” sözünü ilk
duyduğunda: “o da ne?” demişti.
Bende anlatmıştım Beşiktaş’ı.
Anlamış mıydı bilmiyorum.
Beşiktaş deyince… Rektör
Beşiktaşlı diye, herkes Beşiktaşlı oldu.
Vay anasını be! Şu bizim, koyu
Galatasaraylı, bölüm başkanı bile rektörü görünce: ”Hocam, Beşiktaş şöyle yaptı
Beşiktaş böyle yaptı. Falan futbolcuyu alacakmış. Falan takımı kolay yener.
Falan maçı da aldık mı, bu sene kesin şampiyon oluruz hocam” diyor.
Bak Bak! Bir de “şampiyon oluruz”
diyor.
Dünkü kokteylde, şu asistanla
yakınlığımı hanım fark etti mi acaba?
Yok! Yok, fark etmemiştir. Hem,
fark etse, evde kıyametleri koparırdı.
Kıyamet koparmaz; başımı
koparırdı.
Sanırım biraz fazla kaçırmıştı
şarabı; yoksa fark etmemesi imkânsızdı.
Yahu asistan da ne sırnaşık
kızmış ha! Hoş da kız hani.
Bu, balolar, kokteyller hoşuma
gidiyor biraz.
Daha önceleri, bir hoca gördüm
mü, sıkılır, söyleyeceğim şeyi söylemekte güçlük çekerdim.
Balolarda durum bambaşka; bir de
iki kadeh içtin mi, tam bir medeni cesaret âbidesi kesiliyorum.
Babam, medeni cesaret demez di de
“yırtık adam” derdi.
Gerçi, o tür adamlardan pek
hoşlanmazdı; ama sanırım ben içki içince öyle bir adam oluyorum.
Çünkü her istediğimi, her hocaya
söyleyebiliyorum o zaman.
Ayıptır söylemesi hovardalık bile
ediyorum, kıyısından bucağından.
Bu tür şeylerin, lafını etseler
utanırdım eskiden.
Yoksa arkadaşların dediği gibi
ben fikri zeminimden uzaklaşıyor muyum?
Ne fikri zeminiymiş ya! Benim hiç
fikri bir zeminim olmadı ki?
Cemaat evinde garibanlıktan
kaldım. Zaten orada kalmasam; üniversiteyi bitiremezdim.
Yüksek lisans ve doktora yapamam
da zor olurdu. “Zor olurdu” ne kelime, asla yapamazdım.
Fikri zemin…
Hayır, hayır! Fikri zeminim
var...
Benim fikri zeminim var canım.
Var, var…
Yani… Olması lâzım. Ben imam
hatipliyim sonuçta.
Büyük babam da, ninem de hacıdır
benim. Hacı torunuyum yani.
Aha! Bir araba geliyor… El
kaldırayım; inşallah alır. Bak, gene “inşallah“ dedik.
***
O gün, size, otobüs durağında
beklerken, anlattıklarım vardı ya.
İki aydan beri n’oldu merak
ediyor musunuz?
Asla tahmin edemezsiniz, başıma
gelenleri.
Aslında bir noktada iyi de oldu
sayılır.
Şimdi anlatınca; “bu ne hız
yahu?” diyenleriniz olacak.
“Oh oldu senin gibi kendini
bilmeze” diyenler de olacak
Bana, kim, ne dese haklı.
Hani ertesi gün misafir bekliyordum.
Üniversitedeyken kaldığım cemaat
evinden, abiler gelecekti ziyaretime.
İstemeye istemeye olsa da kabul
ettik. N’edeceksin, abilerimiz sonuçta. Bu noktada gerçekten samimiyim. Gelen
abileri çok severim.
Uzatmayalım. Abiler öğleye doğru
geldiler. Oturduk hoş beş ettik. Yan masalardan ve komşu odalardan; o, size
bahsettiğim, maşrapaya benzer kupalardan ödünç aldık. Çay kahve içtik. Kahve
dediysem sözün gelişi; çünkü abiler çaydan başka bir şey içmezler. Daha doğrusu
çayı çok severler. İnce belli narin cam bardakla olsaydı daha memnun olurlardı
ya; kupalarla mecburiyetten içtiler çaylarını.
Her zaman söylerim. Benim aklıma
gelen başıma gelir. Öğleye doğru, abiler mescit sordular.
Üniversitede mescit yok. En yakın
cami on kilometre uzakta. Gerçi şoförler odasının yanındaki bir odayı, memurlar
mescit olarak kullanıyorlar ya; benim, abilerle oraya gidip namaz kılmam
imkânsız. Namaz kılmamdan bahsediyorum. Mecburen abilerle birlikte, biz de
namaz kılacağız. O kadar da dinden uzaklaşmadık canım. Neyse ki, bizim bölüm
sekreterinin ve bölüm memurunun kendi seccadeleri var. Tam öğle yemeği vakti;
hazır herkes de yemekhanedeyken, öğle namazlarımızı kaçak göçek, odada kılalım
dedik. Her zaman yaptığı gibi, Mustafa abi demez mi; cemaat olalım. Cemaat
olduk. Seccadenin birini, imamlık yapacak olan Mustafa abiye; diğer seccadeyi
enine serip, ayaklarımıza gelen yeri de kağıtlarla destekleyerek namaza durduk.
Kapıyı kilitlesene be akılsız adam! kapıyı kilitlesene! Halbuki bir ara aklıma
da gelmişti, kapıyı kilitlemek. O telaş içinde unutmuşum. Öğle namazının
farzının son rekâtındaydık. Arkamızda kalan oda kapısının, pat diye açıldığını
duydum. Dizimin bağı çözüldü. Mustafa abi “Allahüekber” dedi mi demedi mi
duymadım. Sadece cemaate uyup, secdeye gittim. Sonra da tahiyata oturduk da
düşmekten kurtuldum. E, bizim rektör nazik adam. Rektör seçileli altı ayı
geçmişti halbuki; odalara teşekkür ziyaretleri hala sürüyormuş. Bizim odaya da,
o gün, o saat denk geliyor.
Gerisini anlatmama gerek var mı?
Tahmin edenleriniz olmuştur. Ne olduğuna
dair aklınıza gelenlere; “yok canım o kadar da değil” diyenleriniz de vardır
muhakkak. Evet; o kadar; tam da tahmin ettiğiniz gibi. Bu tür durumlarda olacak
belli aslında. Hem de bilmem ne kadar zamandan beri değil belli olan.
Endülüs’ten beri.
***
Çok hızlı sonuçlanan bir
soruşturma oldu. Disiplin komisyonu canla başla çalışmış olacak ki, kısa sürede
aldım, üniversite mensupluğumu sona erdiren belgeyi. Akademisyenlik bitti yani.
Esas önemli gün, bir hafta sonra bizim evdeki gündü. Evet! Evet. Bir hafta
sonra: Kaynanam, kayınpederim, yedi göbekten akrabaları, bizim evde iğne atsan
yere düşmez.
Karar verdik ayrılmaya. Daha
doğrusu, ayrılmamıza karar verdiler.
Kitaplarımı manav Kadir Abinin
deposuna bırakıp, iki üç valizle köye geldim.
Babama da adam lazım; zeytinler,
kirazlar, elmalar dikmiş; tabi beni ve benim çocuklarımı düşünerek bahçeler
yapmış.
Anam olanlara: “neylerse Mevlam
eyler, neylerse güzel eyler” dedi çıktı işin içinden.
Şu anama bayılıyorum. Her ne
kadar, akademik kariyer uğruna yediğim haltlardan dolayı yüzüne bakmaya utansam
da, anama bayılıyorum.
Arkadaşlar acı söylemişler.
Okullardan birinde görev verin; ya da bir üniversiteye referans olun diye, bir
iki yeri aradım. “N’olur n’olmaz; şimdi alırız, biri, bir kemik sallar, bırakır
gider” demişler; kulağıma geldi. Bu zamana kadarki halime bakılınca, haklılar
belki ama; çok canım acıdı. Kahroldum.
Güzel bir menkibe var.
Zamanında, hasta yatan
Ermenilerden birisi, Hafız Ali Efendi (Maraş’ın önemli alimlerinden)’ye haber
salmış. Mübarek geldikten sonra da, Kelime-i Şahadet getirerek ruhunu teslim
etmiş. Ölen Ermeninin hanımı feryad-ü figan ederek ağlıyormuş. Hafız Ali
Efendi: “Hatun acını anlıyorum ama; niye ağlıyorsun kocan Müslüman olarak
ruhunu teslim etti sevinsene” demiş. Kocası ölen Ermeni kadın: “Kocamın
öldüğüne ağlamıyorum efendim. Zaten hastaydı. Fakat, İsa (as)’dan yüzden düştü;
Muhammet (sav) tanımaz. Arasatta kaldı kocam; ona ağlıyorum” demiş.
Şimdilerde bu menkibe, hiç
aklımdan çıkmıyor; tam olarak bana uymasa da. Aslında yediğim haltlara hiçbir
menkibe uymaz ya. Anam çok seviniyor eve döndüğüme.
Babam: diplomalı çiftçi iyi olur;
keşke ziraat alanında doktora yapmış olsaydın diyor.
Beyza…
Beyza mı?
Beyza iyi kız
Affeder mi bilmiyorum.
Affetse bile, onu hak ediyor
muyum, onu da bilmiyorum.
Bundan sonra ne yapacak, ne
edeceğim; onu, hiç ama hiç bilmiyorum.
Koskocaman öğretim üyesini
görüyor musunuz? Ne kadarda bilmediği şey varmış.
Aklımı, mantığımı, yüreğimi
kullanıp, bunları bilmediğimi bilseydim.
Bari bir tane, bildiğim şey olurdu
değil mi? Acı bile olsa.
Affeder mi bilmiyorum.
Beyza iyi kız.
Beyza mı?
Beyza…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder