İçimde nice kelimeler, nice cümleler biriktirmiştim. Kütüphaneye gelir gelmez belki o heyecanla çıkmıştım, amcama görünmeden yukarı. Ya karşılaşırsam, ya kendini ihbar ederse düşüncelerim karşımdakine... İşte, böyle bir heyecan vardı içimde.
Şimdi tam vaktiydi konuşmanın. İşim
bitmiş, öğle yemeğimi yemiştim... Niyetim, amcamın yanında bir çay ve biraz
sohbetti. Böyle adımlamıştım koridoru ve kapıya böyle varmıştı bendeki ben.
Kapıdayım... Hayret! Ne kadar da
heyecanlıyım. Ve yüreğimin ısrarı üzerine çaldım kapıyı. Ama böyle yapmamalı
nefsime yenik düşmemeliyim ve yüreğimi ait olduğu yere, kafesine hapsedip
çektim kapısının sürgüsünü. Sustum... Kendimi bir halt sanıp önce ben
konuşmamalıydım.
Biraz sohbet ettik. Havadan sudan...
Biraz sohbet ettik. Havadan sudan...
Ve çaylarımız tazelendi.
''Sağol Mehmet Abi...''
Acaba dilimden çıkan sözü Mehmet Abi
hissetimi? Bilmem... Neyse...
Çay da bitti. Amcam masanın
üzerinden bana bir kâğıt uzattı. Ali Hocam'ın yazısıydı. ''Bu Zamanda Derviş
Olmak''...
-Sen bunu okuya dur ben öğle
namazını kılıp geleyim.
-Tamam. Olur amca.
Okudum ve bir kere daha anladım,
dervişlikten ne kadar da uzaktım. Oysa ben kendimi hep derviş sanmıştım. Belki
de şiiriyeti bölen beşeriyet buydu. İnsanın içindeki nefsi…
Epey vakit geçti. Kapı çalındı.
İçeriye İsmail Hocam ve Mehmet Yaşar Abim girdi.
İşte şimdi çay demlenmeliydi.
Sohbetin belki de en güzel vaktiydi. Bunu bendeki ben tekrar bilmeliydi. Gittim
iki çay alıp geldim. Biraz olsun kalbimdeki ocağa çay koyduğumu bildim ve
sustum, bekledim. Ne sordularsa ona cevap verdim fazlasına değil. Fazlası zaten
benim haddim değildi.
Bazı insanların söylediği sıradan
beşeri sözler, insan hayatında o kadar çok yer kaplıyor ki, en ufak söz ilahî
kapının sınırına varıyor hem de insanın hiç hissetmediği bir demde.
Mehmet Yaşar Abim...
Ben bir gün öyle bir haldeydim ki...
Biliyorum asıl söylemek istediğin bu değildi. Ama insan işte, bir söz başka bir
yere yama oluyor gönlünde. Neyse... Ben bir gün öyle bir haldeydim ki... Belki
nefsimin pençesindeydim. Karar vermiştim biraz gevezelik edecek, sükûtun
ikrarını terkedip yeni şeyler deneyecektim. Belki de yeni bir şiir, belki de bir
deneme, belki de bir roman... Boyumdan büyük bir gevezelik… Ulaşamadığım o
sükûtu tekrar terk edecektim. O gün içimde böyle bir arzuhâl vardı benim. Ve
sen yine diyeceğini dedin. Neredeyse yere düşecektim. Kimseye fark ettirmedim.
Söylediğin söz sadece tek hece, belki de önemsiz bir kelime... Ama bazı sözler
öyle bir ana denk gelir ki, ne kadar önemsiz olsa da nedir ''Taşı gediğine
koymak'' tam da böyle bir şeydir. Benim yüreğimi kaplayacak kadar büyük tek
söz... '' Sus Şamil!'' Böyle demişti Mehmet Yaşar ağabey.
İşte ben o hafta dilimde sadece bu
kelimeyi zikrettim. Ne kadar çok konuştuğumu bilmiştim. Dilimle de belki, ama
en çok nefsimle...
-Ne okuyorsun şimdi. Okuduğun bir
şey var mı? Ya da sırada bir kitap? Aklımdan
geçen onca düşünceye dalmışım sonradan fark ettim Mehmet Yaşar Abim'in sûalini.
Ben ne okuyordum ki...
Bir an hatırlamadım. Terbiyesizlik yaptığımın
farkındayım sustum. Onca düşüncenin arasında dağılmışım.
-Cahit Zarifoğlu, abi... Hikâyeler...
-Onu nasıl okuyorsun... Ben ona
dayanamadım. Yirminci sayfada bıraktım.
Haklıydı... Her zamanki gibi,
yine...
- Öyle abi, ilk hikayeleri farklı.
Ama çok zevk aldığım hikâyeleri de var.
-Peki, ne yazıyorsun? Yazdığın bir
şiir var mı?
Gözlerimi önce odanın içindeki
sadeliğe, daha sonra bilgisayarın başında bir mail göndermeye çalışan İsmail
Hocam’a ve karşımda oturan amcama çeviriyorum.
-Hayır abi bu aralar şiir
yazmıyorum.
Ve sözü amcam alıyor, dilimden.
-Mehmet, Şeyhşamil bu aralar öykü
yazıyor.
Mehmet Yaşar Abim şaşkınlığın
arkasına, ben de yeni bir benliğin içine gizleniyorum. Çünkü yine yapacağını
yapmıştı Mehmet Yaşar Abim.
Allah'ın hikmetinden sûal olunmaz. Sen ne
kadar da büyüksün Rabbim insanın benliğinden ayrılmak üzere olduğu bir noktada
onu öyle bir hâle sokuyordun ki, içindeki benlik ile nefs çizgisinin sınırında
kendisini unuttuğu bir vakit, yine kendisinin kim olduğunu hatırlatıyordun o
kişiye. Belki de yine, benim nefsin aleyhinde o kadar ettiğim sözden sonra
bilmeyerek geldiğim bu çizgide bana Mehmet Yaşar Abi'yi göndermiştin.
-İnanmam Hasan Emmi. Şeyhşamil öykü
yazamaz.
-Niye? Yazmış işte hem de bir gör,
dükkanda okuyacağın bir öykü.
-Hasan Emmi, Şeyhşamil öykü yazamaz.
Şeyhşamil ya susar şiir yazar, ya da çok konuşur roman yazar. Ama Şeyhşamil
öykü yazamaz.
Bu söz bana yetmişti ''Sus...''
dediği gibi Mehmet Yaşar Abim yine bana beni bildirmişti. Yine gevezelik
yaptığımı acaba nereden bilmişti. Yine çok konuşmuş, kendimi unutmuş, roman
yazmaya başlamıştım, bir haftadan beri. Mehmet Yaşar Abim işte yine beni bilmiş
içimde gezen, kimseye söylemediğim o sûale bir noktada kendi eklemişti.
Noktalar... Noktalar... İnsana ne
ifade edebilirdi ki. Sıradan bir insana ama bir de o noktanın koyulduğu insana
sorsanız noktanın değerini. Mesela bir deprem altında dakikalar geçirmiş
birine. Hayatına noktanın koyulduğunu hissettiği bir zaman önüne yeni bir yol
çizilen birine. Televizyon haberleri çeker artık dikkatini onun, deprem bize
bir şey ifade etmezken, haberi gördükten saniyeler sonra değişen kanal ve onun
gözlerinde çizilen çizgi... İşte noktanın değeri!
İnsanın
hayatı tek noktayla değil, üç noktayla sınırlandırılmış. Kısa bir ömre sığan üç
nokta... Her nokta insan için dinlenecek, kendisine nereden geldiğini
bildirecek bir durak. Ama bir de o noktaların her birinin içinde mikroskoplarla
görülen noktalar vardır değil mi? İşte benimki de böyle bir nokta belki. Ölüm
mü? Ölüm nedir ki yâre açılan güzel bir oyma kapı. Sen hiç yaşayan birini
gördün mü?
Bazen, inadına artistlik yapıp böyle
küçük ayrıntılara takılasım geliyor. Ne gereği var, üç nokta dururken tek bir
noktayı laboratuara sokmaya. Ama işte, öyle değil... Tek noktanın içinde
gizlenen ayrıntılar bir insan için ne ifade edebilir ki. Son nokta gelmeden
önce...
Ve ben...
İçimde nice kelimeler, nice cümleler
biriktirmiştim. Kütüphaneye gelir gelmez belki o heyecanla çıkmıştım amcama
görünmeden yukarı. Ya karşılaşırsam, ya kendini ihbar ederse düşüncelerim
karşımdakine... İşte, böyle bir heyecan vardı içimde.
Şimdi tam vaktiydi konuşmanın. İşim
bitmiş, öğle yemeğimi yemiştim... Niyetim, amcamın yanında bir çay ve biraz
sohbetti. Böyle adımlamıştım koridoru ve kapıya böyle varmıştı bendeki ben.
Kapıdayım... Hayret! Ne kadar da
heyecanlıyım. Ve yüreğimin ısrarı üzerine çaldım kapıyı. Ama böyle yapmamalı
nefsime yenik düşmemeliyim ve yüreğimi ait olduğu yere, kafesine hapsedip
çektim kapısının sürgüsünü. Sustum... Kendimi bir halt sanıp önce ben
konuşmamalıydım.
ASLINDA BEN HEP SUSMALIYDIM. GÜN
GELİR BEN DE BİR ŞEYLERE SUSARDIM...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder