HAYRET! SÜKÛT NE DE GÜZEL YAKIŞIYORMUŞ BANA/Şeyhşamil EJDERHA


       İçimde nice kelimeler, nice cümleler biriktirmiştim. Kütüphaneye gelir gelmez belki o heyecanla çıkmıştım, amcama görünmeden yukarı. Ya karşılaşırsam, ya kendini ihbar ederse düşüncelerim karşımdakine... İşte, böyle bir heyecan vardı içimde.
   Şimdi tam vaktiydi konuşmanın. İşim bitmiş, öğle yemeğimi yemiştim... Niyetim, amcamın yanında bir çay ve biraz sohbetti. Böyle adımlamıştım koridoru ve kapıya böyle varmıştı bendeki ben.
Kapıdayım... Hayret! Ne kadar da heyecanlıyım. Ve yüreğimin ısrarı üzerine çaldım kapıyı. Ama böyle yapmamalı nefsime yenik düşmemeliyim ve yüreğimi ait olduğu yere, kafesine hapsedip çektim kapısının sürgüsünü. Sustum... Kendimi bir halt sanıp önce ben konuşmamalıydım.
          Biraz sohbet ettik. Havadan sudan...
           Ve çaylarımız tazelendi.
            ''Sağol Mehmet Abi...''
           Acaba dilimden çıkan sözü Mehmet Abi hissetimi? Bilmem... Neyse...
          Çay da bitti. Amcam masanın üzerinden bana bir kâğıt uzattı. Ali Hocam'ın yazısıydı. ''Bu Zamanda Derviş Olmak''...
            -Sen bunu okuya dur ben öğle namazını kılıp geleyim.
            -Tamam. Olur amca.
         Okudum ve bir kere daha anladım, dervişlikten ne kadar da uzaktım. Oysa ben kendimi hep derviş sanmıştım. Belki de şiiriyeti bölen beşeriyet buydu. İnsanın içindeki nefsi…
         Epey vakit geçti. Kapı çalındı. İçeriye İsmail Hocam ve Mehmet Yaşar Abim girdi.
      İşte şimdi çay demlenmeliydi. Sohbetin belki de en güzel vaktiydi. Bunu bendeki ben tekrar bilmeliydi. Gittim iki çay alıp geldim. Biraz olsun kalbimdeki ocağa çay koyduğumu bildim ve sustum, bekledim. Ne sordularsa ona cevap verdim fazlasına değil. Fazlası zaten benim haddim değildi.
        Bazı insanların söylediği sıradan beşeri sözler, insan hayatında o kadar çok yer kaplıyor ki, en ufak söz ilahî kapının sınırına varıyor hem de insanın hiç hissetmediği bir demde.
         Mehmet Yaşar Abim...
      Ben bir gün öyle bir haldeydim ki... Biliyorum asıl söylemek istediğin bu değildi. Ama insan işte, bir söz başka bir yere yama oluyor gönlünde. Neyse... Ben bir gün öyle bir haldeydim ki... Belki nefsimin pençesindeydim. Karar vermiştim biraz gevezelik edecek, sükûtun ikrarını terkedip yeni şeyler deneyecektim. Belki de yeni bir şiir, belki de bir deneme, belki de bir roman... Boyumdan büyük bir gevezelik… Ulaşamadığım o sükûtu tekrar terk edecektim. O gün içimde böyle bir arzuhâl vardı benim. Ve sen yine diyeceğini dedin. Neredeyse yere düşecektim. Kimseye fark ettirmedim. Söylediğin söz sadece tek hece, belki de önemsiz bir kelime... Ama bazı sözler öyle bir ana denk gelir ki, ne kadar önemsiz olsa da nedir ''Taşı gediğine koymak'' tam da böyle bir şeydir. Benim yüreğimi kaplayacak kadar büyük tek söz... '' Sus Şamil!'' Böyle demişti Mehmet Yaşar ağabey.
     İşte ben o hafta dilimde sadece bu kelimeyi zikrettim. Ne kadar çok konuştuğumu bilmiştim. Dilimle de belki, ama en çok nefsimle...
        -Ne okuyorsun şimdi. Okuduğun bir şey var mı? Ya da sırada bir kitap? Aklımdan geçen onca düşünceye dalmışım sonradan fark ettim Mehmet Yaşar Abim'in sûalini. Ben ne okuyordum ki...
       Bir an hatırlamadım. Terbiyesizlik yaptığımın farkındayım sustum. Onca düşüncenin arasında dağılmışım.
          -Cahit Zarifoğlu, abi... Hikâyeler...
            -Onu nasıl okuyorsun... Ben ona dayanamadım. Yirminci sayfada bıraktım.
            Haklıydı... Her zamanki gibi, yine...
            - Öyle abi, ilk hikayeleri farklı. Ama çok zevk aldığım hikâyeleri de var.
            -Peki, ne yazıyorsun? Yazdığın bir şiir var mı?
      Gözlerimi önce odanın içindeki sadeliğe, daha sonra bilgisayarın başında bir mail göndermeye çalışan İsmail Hocam’a ve karşımda oturan amcama çeviriyorum.
            -Hayır abi bu aralar şiir yazmıyorum.
            Ve sözü amcam alıyor, dilimden.
            -Mehmet, Şeyhşamil bu aralar öykü yazıyor.
            Mehmet Yaşar Abim şaşkınlığın arkasına, ben de yeni bir benliğin içine gizleniyorum. Çünkü yine yapacağını yapmıştı Mehmet Yaşar Abim.
      Allah'ın hikmetinden sûal olunmaz. Sen ne kadar da büyüksün Rabbim insanın benliğinden ayrılmak üzere olduğu bir noktada onu öyle bir hâle sokuyordun ki, içindeki benlik ile nefs çizgisinin sınırında kendisini unuttuğu bir vakit, yine kendisinin kim olduğunu hatırlatıyordun o kişiye. Belki de yine, benim nefsin aleyhinde o kadar ettiğim sözden sonra bilmeyerek geldiğim bu çizgide bana Mehmet Yaşar Abi'yi göndermiştin.
            -İnanmam Hasan Emmi. Şeyhşamil öykü yazamaz.
            -Niye? Yazmış işte hem de bir gör, dükkanda okuyacağın bir öykü.
       -Hasan Emmi, Şeyhşamil öykü yazamaz. Şeyhşamil ya susar şiir yazar, ya da çok konuşur roman yazar. Ama Şeyhşamil öykü yazamaz.
          Bu söz bana yetmişti ''Sus...'' dediği gibi Mehmet Yaşar Abim yine bana beni bildirmişti. Yine gevezelik yaptığımı acaba nereden bilmişti. Yine çok konuşmuş, kendimi unutmuş, roman yazmaya başlamıştım, bir haftadan beri. Mehmet Yaşar Abim işte yine beni bilmiş içimde gezen, kimseye söylemediğim o sûale bir noktada kendi eklemişti.
        Noktalar... Noktalar... İnsana ne ifade edebilirdi ki. Sıradan bir insana ama bir de o noktanın koyulduğu insana sorsanız noktanın değerini. Mesela bir deprem altında dakikalar geçirmiş birine. Hayatına noktanın koyulduğunu hissettiği bir zaman önüne yeni bir yol çizilen birine. Televizyon haberleri çeker artık dikkatini onun, deprem bize bir şey ifade etmezken, haberi gördükten saniyeler sonra değişen kanal ve onun gözlerinde çizilen çizgi... İşte noktanın değeri!
         İnsanın hayatı tek noktayla değil, üç noktayla sınırlandırılmış. Kısa bir ömre sığan üç nokta... Her nokta insan için dinlenecek, kendisine nereden geldiğini bildirecek bir durak. Ama bir de o noktaların her birinin içinde mikroskoplarla görülen noktalar vardır değil mi? İşte benimki de böyle bir nokta belki. Ölüm mü? Ölüm nedir ki yâre açılan güzel bir oyma kapı. Sen hiç yaşayan birini gördün mü?
          Bazen, inadına artistlik yapıp böyle küçük ayrıntılara takılasım geliyor. Ne gereği var, üç nokta dururken tek bir noktayı laboratuara sokmaya. Ama işte, öyle değil... Tek noktanın içinde gizlenen ayrıntılar bir insan için ne ifade edebilir ki. Son nokta gelmeden önce...
            Ve ben...
           İçimde nice kelimeler, nice cümleler biriktirmiştim. Kütüphaneye gelir gelmez belki o heyecanla çıkmıştım amcama görünmeden yukarı. Ya karşılaşırsam, ya kendini ihbar ederse düşüncelerim karşımdakine... İşte, böyle bir heyecan vardı içimde.
       Şimdi tam vaktiydi konuşmanın. İşim bitmiş, öğle yemeğimi yemiştim... Niyetim, amcamın yanında bir çay ve biraz sohbetti. Böyle adımlamıştım koridoru ve kapıya böyle varmıştı bendeki ben.
         Kapıdayım... Hayret! Ne kadar da heyecanlıyım. Ve yüreğimin ısrarı üzerine çaldım kapıyı. Ama böyle yapmamalı nefsime yenik düşmemeliyim ve yüreğimi ait olduğu yere, kafesine hapsedip çektim kapısının sürgüsünü. Sustum... Kendimi bir halt sanıp önce ben konuşmamalıydım.
    ASLINDA BEN HEP SUSMALIYDIM. GÜN GELİR BEN DE BİR ŞEYLERE SUSARDIM...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder