HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-Atın bahtsızı arabaya düşer Hasan KEKLİKCİ


Enver Çapar kardeşime.
                                                                                                               
-Hoş geldiniz başkanım. “Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur” derler. Hakikaten de öyle oldu. Allah’ın işine bak, yıllar sonra buluşuyoruz. Hem de burada, Maraş’ta.

-Düşümde görsem inanmazdım; hayal gibi bir şey bu.

-Köyden daha doğrusu kasabadan, amaan mahalleden -beldeler mahalle oldu ya artık- ıhlamur fidanı getirmiştim geçenlerde. Sağ olsun arkadaşlar caminin etrafına diktiler. Onlara bakmak için yönelmiştim ki telefonum çaldı. Camiye girerken kapatmıştım. Sesini açacaktım, elimdeydi. Hemen geri kapanınca etrafıma baktım. Gülüşünüzden tanıdım sizi. Numaranız bende yokmuş. Ne var ne yok? Yalvaç nasıl?

-İyiyiz şükür. Hatırlarsın yeğenimle uğraştık bir müddet. Onun da aklı başına geldi. Bıraktı o işleri. O zaman becerememiştik. Gençti. Güç yetmiyordu. Sen ne yapıyorsun? İyi misin?

-Biliyorum, biliyorum. Benim saçımı sakalımı o beş yıl, sizinkini de yeğeniniz ağarttı. İyiyim ben de burayı kiraladım gelip oturuyorum. Sizin gibi dostlar geliyor eskileri yâd ediyoruz. Müşteri gelirse malzeme satıyoruz. İyi bu işler. Geçenlerde şu yukarı bu iş üzerine bir AVM açıldı. Bu hafta da bir dost yine bir dost grubuna yazdığı mektubunun dipnotunda; “Sözü edilen kişiler ve kurumlar hayal ürünü değil hakikatin kendisidir.” demiş. Güya bizim mallar için “Hayal ürünü” gibi bir imada bulunmuş. Yakında “Gel vatandaş…” demeye başlayacaklar. “Meyveli ağacı taşlarlar” deyip geçtik. Biz gelenlere hikâye anlatıyoruz; onlar süsleyip, püsleyip, biraz renk ve biraz da ışık katıp bir yerlerde yayınlıyorlar. Boş ver şimdi, seni buraya yel mi attı sel mi attı?

-Torunun tayini buraya çıkmıştı. Hemen şu okulda. Uzun zamandır “dede gelin” deyip duruyordu. Dün geldik. Bir iki gün kalıp geri döneceğiz.

-Yaşadık desene. Bak beraber gezeceğiz ha. Ben dondurmanın iyisi nerde, paçanın en güzelini kim yapar, hangi lokantada ekşili çorba olur bilirim. Hem senden de belki bize malzeme çıkar. Şimdi aklıma geldi senin bir muhtar mı, encümen üyesi mi vardı. Hani adamla kaymakama mı, valiye mi gidecekmişsiniz de adamı arabada bırakmışsın?

-Muhtar. Muhtar. “Atın bahtsızı arabaya düşer.” derler bizim oralarda. Ben de değişik bir muhtara düşmüştüm.

-Dur ben çayları getireyim de öyle anlat.  

-“Sabah muhtar aradı: “Alo başkanım halıya gideceğiz.” Saat yedi buçuk. Telefon sesine uyanmışım. Allah, Allah nereden çıktı bu halı? Ya Hu “alo”dan önce selam olması gerekmez mi? Ondan sonra hâl hatır sormak. Daha ondan sonra bir yere gidebilmek için müsait olup olmadığımızı sormak… İnsan öyle sormadan, etmeden şehre gelir mi? Tamam, muhtarsın elinde çok salahiyet var ama benim de bugün başka bir yere söz verme ihtimalim ve de hakkım var. Ha, sonra anladık ki bir mahallemizdeki halı atölyesi idare tarafından kapatılmış. Geçen yıl hedef iki bin metre kare imiş. Bu yıl yedi yüz metre kareye indirmişler. Irak’taki kriz nedeniyle turist sayısında azalma olacağından halılar ellerinde kalırmış. Onun için muhtarın mahallesindeki halı atölyesinin üretim hedefi azaltılmış, dolayısıyla halı dokuma işinde çalışan kişi sayısı da azaltılmış. Biz esasen halıya değil valiye gideceğiz. Gideceğiz de halı için değil. Biz valiye o mahalledeki başka bir işi izah etmek, vali beyin emrindeki bir dairenin söz konusu işi bile bile yapmadığını anlatmak için gideceğiz. Bu işin savsaklanması halinde başımıza neler geleceğini, ihmali görülenlerin eniğinden cücüğüne sıkıntıya gireceğini, gazetelere haber olunacağını anlatmak için gideceğiz. Bu işte vilayeti küçük düşürmemek, ilk ağızdan bilgi aktarmak için gideceğiz.

Buluştuk… Adamla valiye gideceğiz. Adam dediğim muhtar. Yani validen mahallesinin başındaki bir iş için yardım talebinde bulunacak kişi. Yani mahallelinin çoğunun oyunu alarak mahalleye önderlik etmeye hak kazanan insan. Gelecek seçime de hazırlanan zat-ı muhterem. Cuma günü valiye gitme girişimimiz olmuştu, onda dört-beş günlük sakalı vardı. Kızmıştım. Pazartesi sakalı kesmek şöyle dursun üzerine biraz daha eklemiş. Böylelikle sakalı daha da uzamış. Tabi sakal uzar da bıyık durur mu; dibi nere, başı nere belirsiz. Yaşlı sayılmaz aslında benden genç ama gözleri, güllerin dibindeki kuru otların arasından görünen ışıl ışıl böceği gibi, çukurda ışıldıyor. Ağzı; belgesellerde kunduzların gelişigüzel çerçöple derelere yaptıkları baraj misali, yarısı açık, yarısı kılla kapalı. Zaten konuşmasında da bir meymenet yok; laf mı veriyor, ağzından kelime mi kusuyor belirsiz. Ayran içse, suyu boğazına gider, yağı sakal mı desem, bıyık mı desem kılların üzerinde kalır. Arkadaş, adam kıl yumağı sanki. Bir insanın tırnaklarının arasına toz toprak girer, insanlık hali fakat insanın tırnağının parmağıyla birleştiği yerde kir olur mu? Demek ki olurmuş. ’Adam karşıma geçti bana cadı tarif ediyor’ deme. Bunu size daha önce de anlatmıştım. O günkü lafla bugünkü lafın arasında bir kelime eksik veya fazlaysa yüzüme tükür.

Ya Hu bu nasıl bir tıraş; belli ki eski usul, kafasına bir tas koyup tastan artan kıllar kesilmiş biz zaman. E peki o boynundaki kıllar, hani boyunun ustura ile alınan kılları; onlar ensenin kıllarından daha uzun. Hatta o kadar uzun ki kıvrılmış, arapsaçı gibi olmuş. Hadi diyelim başından ceketinin arka tarafına dökülen kepekleri görmüyor; Allah için yanardağ eteklerindeki gibi omuzları ve yakası kül rengi bir kepek tarlası. Ceket biraz eski. Olsun benimki de eski. Fakat bu garip bir eskilik. Nerede ne zaman ne yiyip üzerine döktüyse; az açık, açık, az koyu, koyu … hangisini sayayım ceketin ön tarafı, kimi yuvarlak, kimi damla şeklinde bir sürü leke. Ceketinin yakaları ön tarafa doğru kıvrılmış, üç ilikli ama bir düğmeli. Düğmenin ikisi yok. Cepleri boş, boş olmasına da zamanında ne doldurduysa, içinde zor sığdırılmış bir nar var gibi dışa doğru şişik duruyor. Ayakkabısı ayakkabı değil toprak hırsızı. Kasabanın o güzelim çamurunu şehre taşımak için özel olarak yapılmış dampersiz bir kamyon. Ayakkabısının çamurunu bu sizin Maraş’ın ağaları görse çeltik ekmek için sıraya girerler; alabilen göm-göğ zengin olur. Yok, kiraya vermeyip kendisi ektirmiş olsa; on tane saka tutması lâzım, ekilen çeltiği yetiştirip meydana getirmek için. Resmi daire müdürleri görse ayakkabısının her tekine törenle fidan ektirip, “Hatıra Ormanı” yazan levha diktirir. Ayağını çitleyip şöyle hazır ol vaziyetinde durmuş olsa, gören müteahhitler arsa zannedip yüzde elliye, beğendiği daire ve dükkânların kendisinde kalması şartıyla site sözleşmesi teklif eder.”

-Sözünüzü kesiyorum ama pantolonu sağlamdı galiba? Ondan bahsetmediniz de.

-“Allah o pantolonun belasını versin. Onu unuttum. Esas problem pantolonuydu. Seçimde biz almıştık. Sen tut o güzelim yeni pantolonla gül bahçesi kazmaya git. Bizim güllerin dikeni oltaya benzer. Girdiği yerden boş çıkmaz. Adamın ayağındaki pantolon acemi çoban tarafından kırkılmış koyuna dönmüş. Herif pantolon giymemiş bacağında kumaş bitmiş sanki. Ayakkabısını kaldırıp şöyle bir dönebilse, lunaparktaki salıncaklar misali ipleri savrulacak etrafa.  

Canım kardeşim. Kasabamızın güzel muhtarı. Cebinde mühür taşıyanımız. İleri gelenimiz. Sözü dinlenenimiz. Camiye, okula yardım toplayanımız. Geleni karşılayanımız. Gideni geçirenimiz. Haysiyetimizin, şerefimizin koruyup kollayıcısı; aynamız, reklam panomuz, dijital ekranımız, “Mahallemize Hoş Geldiniz” yazımız. Yarın valiye çıkacağız diye ben, akşamdan ayak tırnaklarımı dahi kestim. Dişlerimi hem akşam ve hem sabah fırçaladım. -Tabi bunu her zaman yapıyorum- Sabah evden çıkmadan boyalı olmasına rağmen ayakkabımı tekrar boyadım. Canım kardeşim adam insan içine çıkacaksın, niye kılığına kıyafetine bakmıyorsun? O kılıkla sana yoldaş olur muyum? Olur da kendimi irezil malamat eder miyim?

Kendisi arabada beklerken ben vilayetten çıktım. Arabaya doğru yürüyordum telefonum çaldı. Bizim iş için bir ekip kasabaya doğru yola çıkmış.”


NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder