-Selâmünaleyküm amca.
-Aleykümselâm, aslan Yaşar’ım?
-Amca dükkânda mısın?
-Evet dükkândayım.
-Ya Hu bizimkiler toplanmış nenemgilde
ekmek yapıyor da, iki bazlama da amcana götür, diyorlar. İki bazlama yeter mi?
Yanında misafirin falan varsa ona göre fazla getireyim diyecektim.
-Kimse yok ama sen bilirsin. Ben de
yeni geldim zaten.
-Tamam, amca ben her ihtimale karşı
dört tane alıp geliyorum.
-Sağ olasın Yaşar, sana zahmet
olacak.
-Estağfurullah amca.
…
-Es selâmünaleyküm başkanım.
-Ooo… Aleykümselâm Mehmet kardeşim.
Hoş geldin. Sen buraları bilir miydin? Yel mi attı, sel mi attı? Şu koltuk
rahat. Otur hele, otur!
-Hoş bulduk. Sen bilirsin amma, köylü
kısmına öyle pek rahat yer yaramaz. Altından taş, çöp batmazsa, kafasına sinek
üşmezse oturduğu yerde hemen uyur başkanım.
-Lan oğlum şu gevezeliği bırakmadın
gitti. Aha bizim Yaşar da geldi. Hoş geldin Yaşar.
-Hoş geldin yeğenim. Bu, bizim Halil
Ağa’nın oğlu Yaşar değil mi?
-Evet, evet o Yaşar.
-Hoş bulduk. Esas sen hoş gelmişsin
Mehmet emmi. Zeynep bibingilde ekmek yapıyorlardı da bazlama getirdim. Buyurun
soğumasın.
-Kime yapıyorlardı ekmeği? Yahya
amcanın olmasın ha. Haram eder o zalım! Aboov Allah eline düşürmesin!
Nahırönü’nde yetişti. Tehlikelidir o. Gerçi Şazibey Camii’nin imamı Aziz Hoca
epey emek etti amma; yok, yok kimden ders alırsa alsın, ben korkarım Yahya’dan.
Senin amcalarının en iyisi Mahmut. Bak, İdris’i çok iyi bilmem de; bizim komşu Osman
emminin eniştesi Ahmet de iyi bir arkadaş.
-Yahya amcamın değil Mehmet emmi,
Ümmü halamın ama Selma halamın dediğine göre; nenemin evde dışlığı gelmemiş, milleti
başına toplayıp laf etmek için yaptırıyormuş ekmeği. Buyurun; şunlar peynirli,
şunlar zeytinyağlı. Elif Halam amcan sever, dedi üzerlerine az bir şey de toz şeker
attı.
-Aslan yeğenim köyün ekmeğini Mehmet
emminin hanımı yapar. Allah bilir, her gün bazlama yiyordur bunlar, usanmıştır.
Ben ona kebap söyleyeyim... Alo, Murat bizim buraya üççeyrek ekmeğe bir kuşbaşı
gönderir misin? Dur, dur, tüm olsun somun.
-Amca ben yarın geri gidiyorum da biraz
işlerim var, müsaade istesem ayıp olur mu?
-Estağfurullah. Gel bakalım
kucaklaşalım. Hayırlı yolculuklar. Rabia’ya selam söyle. Mehmet emminle benden
Erzurum’a da selam götürün.
-Aleykümselâm amca. Allah’a
ısmarladık.
-Eee, anlat bakalım Mehmet nereden
gelip, nereye gidiyorsun?
-Teyze oğlunun düğünü var ya, şu
bizim köylülerin düğün salonunda oraya gelmiştim. Bir ara senin lafın oldu, buradaydı
biraz önce gitti dediler. Nasıl olsa vakit erken, dedim ben de çıktım geldim. Dükkânının
yerini de bizim Arif, Kâtip Arif tarif etti. Maşallah onun bilmediği yer olmaz.
-Adam senelerce muhasebecilik etmiş,
memleketi gezmiş, bilir tabii. Fakat yanında çok durmaya gelmez ha. Hem sana “bir”
dedirmez, hem de lafın doğrusunu yalanını harmanlayıp anlatır. Onu da geçtim;
ikiye bir insanı dürter, yalanım varsa söyle der, söylediği yalana dinleyeni de
ortak eder.
-Diline sağlık. Bugün gene aynı öyle
oldu. İçeride gürültüden başım ağrıdı. Biraz dışarı çıkayım dedim. Düğün
salonunun yan tarafında bir zeytin ağacının dibinde bir taş buldum, oturdum.
Neredeymiş bu geldi. Hoş beşten sonra yan tarafta bir düzlük vardı orayı
gösterip; şura neymiş dedim? Bir anda gevrek bir ses “Okul yeri.” dedi. Ulan!
Kafamı kaldırdım ki bir adam tepemizde dikiliyor. Arifle birbirimize bakıştık.
Adam bir briket kırığı buldu getirdi, önce briket kırığının sağına soluna
üfledi, üzerindeki tozu toprağı temizledi güya, sonra üzerine oturdu: “Burası
okul yeri emmioğlu.” dedi tekrar. Bir görsen dediğim yeri; Ahmetgilin, bizim
Deli Ahmetgilin evine varmadan, yolun üstünde dümdüz görünüyor ama oynak bir
yer, yer yer yarıklar var, onu da geçtim, bu dediğim yerin üstünden bacak
kalınlığında teller geçiyor. Ulan emmioğlu, buraya okul mokul yapmazlar, hem
toprağı kaymış ve hem de şu tellerin altına okul mu olur, Allah etmeye çoru çocuğu
elektrik çarpar, dedim. “O iş öyle değil; burada okul vardı, üç dört sene durdu
durmadı, orasında burasında ayağım sığacak yarıklar açıldı, önce tamir etmeye
çalıştılar, onlar tamir ettikçe yarıklar daha da büyüdü. Bir gün baktılar ki;
okul, bozuk çamaşır makinesi gibi hareket etmeye, aşağı doğru inmeye başladı, dayadılar
iş makinelerini; yıkıp, şuraya çıktılar. Okul yeri dediğim sökülen okulun yeri,
yani okulun arsası.” dedi. Adam bizim köylerden kime benziyor desem: Dur, dur
Göğoğlan’ın Cuma’sına, rahmetli Çolak Cuma’ya benzer. Onun gibi alnında sağdan
sola, aşağıdan yukarıya kalın kalın çizgiler var. Siyah, ürpelek saçlı biri. İki
yüzü de kırmızı kırmızı. Yüzü de büyük ama burnu yüzüne göre daha büyük. Gözleri,
uzun hava çalan zurnacının avurdunu son haddine kadar şişirip, geri indirmeye
başladığı andaki gibi, pörtlek pörtlek. Bu günde uzun kollu yün bir gömlek
giymiş. Kömbe gibi kalın gömleğin kol döğmelerini iliklediği gibi, boğazındaki
en üst düğmeyi de iliklemiş. Amma kibar laf veriyor. Fakat bana laf verirken
gözlerini bana dikiyor, Arifle konuşurken gözlerini ondan ayırmıyor. Bakışlarında
müthiş bir ağırlık var. Gözlerine baktıra baktıra yoruyor insanı. Tebessüm
ediyor bazen. Üstten bir tek diş görünüyor ağzında. Alt, okul yeri gibi bomboş.
O tebessüm bütün yorgunluğunu alıyor insanın. Okulun ihalesi yapılırken kendi
de oradaymış. Hangi şehirde olduğunu dediydi ama o ara yanımızdan bir
motosiklet geçti gürültüden anlayamadık. Okul yerini anlattı işte: “Adam para
istedi. Parası olan adam para vermedi. Adam da bekletti. Bekletti… Sonra parası
olan adam, bekleten adamdan daha iri bir adam buldu. Bekleten adam ‘namus öllüğün
körü’ bekletmeyi bıraktı. İş başladı. Vurdukları ilk kazmada -kazma dediysem
kocaman makine kazması- yukarıdan aşağıya doğru toprak oynadı geldi. Daha, yukardaki
telleri hiç hesap eden yok. Neyse, küçüklerin eli kolu kısa kaldı; büyükler işi
yapıp bitirdi. Alacağı olan alacağını aldı, ‘çıktı taş başına.’ Ardından okul
açıldı ergen kızlar, kara yağız döller sıralara doluştu. Kızlar, oğlanlar
birbirini tanıyıp, işmar edip cilve yapamadan yani âşık olamadan;
yıkılasıcalar, yıkım kararı aldılar. Gerisini başta anlattım.” dedi. Ağzını
yumdu. Tebessüm ettiğinde insana bir sevecenlik veren dişi kapanan dudaklarının
arasında kayboldu. Ben üzüldüm siz de üzülün, der gibi başını yere eğdi.
Arif benden atik davrandı. Briket
kırığının üzerinde oturan adama kim olduğunu, bütün bunları nereden bildiğini
sordu. Adam tekrar başını kaldırdı, gözlerini belertti: “Ben mühendisin
arkadaşıyım.” dedi “Amma bundan mühendisin haberi yok.” Dedi, demesine de ondan
sonra anlattıklarından ben hiçbir şey anlamadım. Esasen mühendisin -o kimse-
dedesinin adamıymış bu. Bunların sülalesi Tebriz’de -Tebriz nere orayı da
bilmiyorum- yaşarmış. Bu adamın çocukluğu ve ilk gençlik yılları Tebriz’de geçmiş.
Bu bir kızı sevmiş. Başka bir kız da bunu. Bunu seven kız kendisinden karşılık
göremeyince bir ev yapmış. Bir oyunla bunu evin içinde bir odaya koyup kapıyı
üstüne kilitlemiş, anahtarı başka bir odaya saklamış. Evin etrafına gül dikmiş.
Güllerin beri tarafına bir yavru ceylan getirip koymuş. Güllerle ceylan
arasından mavi sulu, beyaz köpüklü bir dere akıtmış. Sonra hepsini bir edip bir
duvara asmış. Günlerden birgün bir ses duymuş bizimki. Ha, bu arada kendi
etraftaki sesleri duyuyormuş ama onun sesini kimseler duymuyormuş. Ses, uzak
bir yoldan gelmiş, yakın bir handa dinlenmiş; sıcak ekmek, taze yağ, bal ve
taze kaymakla karnını doyurmuş bir tüccarı akla getiriyormuş. Kız bir paradan
bahsetmiş. Tüccar başka bir para demiş. Bir sessizlik olmuş. Bu “Atma meni
atma…” diye bağırıyormuş bu arada. Derken bir karanlık çökmüş; ev, adam,
güller, ceylan, dere birbirine girmiş.
Ağzımız
ayrık, gözümüz adamın ağzında ne kadar oturduk bilmiyorum. Mühendisin dedesinin
evine gelmişler. Ortalık aydınlanmış. Çıngırt demiş bir anahtar düşmüş
kucağına. Evveli, geceleri kimse görmeden kapıyı açıp çıkıyormuş evden.
Sonraları bakmış ki kendisini gören eden yok, mühendisin dedesinin ardına
düşmeye başlamış. O nereye giderse ardı sıra bu da gidiyormuş. Çarşıyı pazarı
belleyince kendi kafasına göre gezmeye başlamış. Nasıl olsa evinin anahtarı
belinde asılıymış.
Bir bana baktı, döndü bir Arif’e.
“Bugün çok düğün var, bana müsaade.” dedi. Gülesim geldi; ha dedim içimden,
yetiş, her damada bir urup altın, her gelinin koluna bir bilezik takmazsan
olmaz. Kalktı. Saçlarını karıştırdı. Şalvarını öne arkaya çekiştirdi. Ardının
tozunu silkeledi. Ellerini sırtında birleştirdi. “Atma meni atma meni/Pul paraya
satma meni/Gözel/Atma meni…” diye hiç duymadığım bir türkü tutturdu. Türküyü
söyleye söyleye düğün salonunun önünden geçti gitti.
_______________________________________________________________________________________
NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan
hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur.
Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.
Yüreğine sağlık yine harika olmuş
YanıtlaSilEmeğine sağlık amca çok güzel olmuş
YanıtlaSil