RAHİM BEREKE EMMİ/Hasan EJDERHA

Programın yapılacağı sanat akademisinin salonunun kapısından girerken kapının önünde bana bakar görmüştüm onu. Ağustos ayına rağmen ceket giymişti. Gerçi Gürcistan’ın ağustosu bizim Anadolu’nun, hele benim yaşadığım Kahramanmaraş’ın ağustosuyla asla kıyaslanamaz; Tiflis en azından akşamları serin... Beyazı siyahından daha çok olan kısa sakalının yeni tıraş edildiği, yani sünnetlendiği hemen belli oluyordu. Başı açıktı ama saçları da yeni tıraş edilmiş olduğu halde diğer zamanlarda başında takke olduğu alnının ve çevresinin güneş yanıklarından belliydi. Çok dikkatli bakışları dikkatimi çektiği halde bana öyle geldiğini sanmıştım önce. Yanından geçerken “Hele eğleş Hasan” demesiyle irkildim adeta. Hem birisi Türkçe konuşuyordu. Hem de bana hitaben konuştuğu gibi adımı da biliyordu. Adımı nereden bilebilirdi bu sevimli ihtiyar? Yanına yaklaştığımda iyice kamburlaşmış belini doğrultmaya çalıştı. Bir miktar belini doğrulmuştu ama bu sefer de belinden doğrulduğu kadar dizlerinden bükülmüştü. Ellerini beline destek vermiş öylece ekliyordu.
O kadar heyecanlanmıştım ki: Heyecandan kalbim yerinden uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydi. Sevinç, merak, heyecan karışık, izah edemeyeceğim bir duyguya kapılmıştım. Heyecanıma bakan da beni uzun zamandır memleketime hasret yaşadığımı sanırdı. Oysa Sarp sınır kapısından çıkalı bir gün bile olmamıştı. “Selamünaleyküm amca” demeye hazırlanmıştım ki kendisi “Selamünaleyküm” dedi.
“Aleykümselâm amcacığım; nasılsın?” dedim.
“Sağ olasın. Sen nasılsın onu de ele. Hoş gelmişsim.” Dedi ellerime sarılarak
“Hoş bulduk amca” diyerek elini öptüm.
Estağfurullah diyerek çekti ellerini ama bırakmadım. Sıkı sıkı kucaklaştıktan sonra sordum: “Amca benim adımı nereden biliyorsun? Daha önce tanıştık mı” dedim.
Gülümseyerek: “Yok tanışmadık; ama bak şurada asılı kâğıtlardan belediyenin camına da asmışlardı. Senin adını orada gördüm” dedi; cama asılı afişi göstererek. Sonra devam etti. “Hasan… Hasan…” diye tekrarlarken. “Çok hörmetli adın var” Ya Acemistandan ya Türkiye’den diye düşündüm. Bir taraftan da Türk olduğunu içime doğmuştu ki öyle de oldu dedi.
Tekrar sıkı sıkı kucakladım amcayı; babam gibi, dedem gibi, Efendi hocam gibi yakın hissettim onu kendime. Adeta Tiflis, Batum, Gori, Poti, İsani ve Gümrü bizim oluvermişti. Bizim oluvermesi bir yana; bu şehirler, bu şehirlerin camileri, camilerin avluları Rahim Bereke emmiyle doluvermişti birden. Hatta onları torunlarının ellerinden tutmuş bayram namazına gelirken bile görüvermiştim. Görüvermiştim de: Rahim Bereke emmilerden birisinin torunu, kurban bayramında namaza giderken benim çocukluğumda dedeme sorduğum gibi soruyordu işte.
“Dede namaza giderken kurban bıçağını niçin cebine koydun?”
Dedesi ona sevgiyle cevap veriyordu.
“Evladım şimdi namaz kılacağız… Dua edeceğiz… Bıçak yanımızda olsun ki dualansın, sonra da kurbanımızı keselim” diyordu.
Rahim Bereke emmiyle uzun uzun sohbet ettik program başlamadan önce. Rahmetli Annesi İranlı, Babası Türk’müş; Ahıska Türkü. “Akrabalarımız Artvin’in köylerindedir” dedi. Çok uzun seneler görüşememişler. Birbirinden haber alamamışlar ama son zamanlarda rahatlıkla birbirine gidip geliyorlarmış. Hatta birkaç tane kız bile alıp vermişler.
Programımızın sıkışıklığı nedeniyle çok istediğim halde Rahim Bereke emminin evine davetine icabet edememiştim. O da çok üzülmüştü ben de. Aslında ben daha çok üzülmüştüm. Gürcistan’da bir Türk köyü görmek, orada dedelerin ninelerin elini öpmek çocuklarla şakalaşmak, yeğenlerimi sevmek istiyordum ama olmadı.
Bizi götürdükleri; dünyanın çeşitli yerlerinde yetişen ağaçlar ile çalı ve çiçek türü bitkilerin bir noktada toplandığı BOTANİK PARKINI gezerken hep Rahim Bereke emmiyi düşündüm. Parkın muhtelif yerlerine yerleştirilmiş gürcü evleri vardı. Oraya yerleştirilen Gürcü köylüleri hem burada yaşıyorlar, hem de binlerce hektarlık parkın bakımı için istihdam ediliyorlarmış. O evlerin önünden geçerken gördüğüm, dünyasından bezmiş yaşlılarla Rahim Bereke emminin hayat dolu halini karşılaştırmadan edemedim. Gariptir ama burada gördüğüm gürcü ihtiyarlarını değerini kaybetmiş, bir tarafa atılmış gibi gördüm ve öyle hissettim. Oysa Rahim Bereke emmi: Yanında el pençe divan duran oğlu, biz konuşurken yanımıza gelen birkaç Ahıska Türkü’nün O’na hürmetlerine bakıp, yaşlandıkça değerinin arttığını hissettim. Histen öte, öz gözümle bizatihi gördüm bu söylemeye çalıştıklarımı.
“Medeniyet farkı” dedim sonra.
Rahim Bereke emmi, votka içerek gününün yarısını sızmış geçiren, ayık olduğu zamanlarda da kendi kendine bağıran, feryat eden bura ihtiyarlarının sahibi oldukları memleketlerinin ortasında esas sahip olarak kendi medeniyetini yaşatıyordu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder