Programın yapılacağı sanat akademisinin salonunun kapısından girerken kapının önünde bana bakar görmüştüm onu. Ağustos ayına rağmen ceket
giymişti. Gerçi Gürcistan’ın ağustosu bizim Anadolu’nun, hele benim yaşadığım
Kahramanmaraş’ın ağustosuyla asla kıyaslanamaz; Tiflis en azından akşamları serin... Beyazı siyahından daha çok olan kısa sakalının yeni tıraş edildiği,
yani sünnetlendiği hemen belli oluyordu. Başı açıktı ama saçları da yeni tıraş
edilmiş olduğu halde diğer zamanlarda başında takke olduğu alnının ve çevresinin
güneş yanıklarından belliydi. Çok dikkatli bakışları dikkatimi çektiği halde
bana öyle geldiğini sanmıştım önce. Yanından geçerken “Hele eğleş Hasan”
demesiyle irkildim adeta. Hem birisi Türkçe konuşuyordu. Hem de bana hitaben
konuştuğu gibi adımı da biliyordu. Adımı nereden bilebilirdi bu sevimli
ihtiyar? Yanına yaklaştığımda iyice kamburlaşmış belini doğrultmaya çalıştı.
Bir miktar belini doğrulmuştu ama bu sefer de belinden doğrulduğu kadar
dizlerinden bükülmüştü. Ellerini beline destek vermiş öylece ekliyordu.
O kadar
heyecanlanmıştım ki: Heyecandan kalbim yerinden uçmaya hazırlanan bir kuş
gibiydi. Sevinç, merak, heyecan karışık, izah edemeyeceğim bir duyguya
kapılmıştım. Heyecanıma bakan da beni uzun zamandır memleketime hasret
yaşadığımı sanırdı. Oysa Sarp sınır kapısından çıkalı bir gün bile olmamıştı. “Selamünaleyküm
amca” demeye hazırlanmıştım ki kendisi “Selamünaleyküm” dedi.
“Aleykümselâm
amcacığım; nasılsın?” dedim.
“Sağ olasın.
Sen nasılsın onu de ele. Hoş gelmişsim.” Dedi ellerime sarılarak
“Hoş bulduk
amca” diyerek elini öptüm.
Estağfurullah
diyerek çekti ellerini ama bırakmadım. Sıkı sıkı kucaklaştıktan sonra sordum:
“Amca benim adımı nereden biliyorsun? Daha önce tanıştık mı” dedim.
Gülümseyerek:
“Yok tanışmadık; ama bak şurada asılı kâğıtlardan belediyenin camına da
asmışlardı. Senin adını orada gördüm” dedi; cama asılı afişi göstererek. Sonra
devam etti. “Hasan… Hasan…” diye tekrarlarken. “Çok hörmetli adın var” Ya
Acemistandan ya Türkiye’den diye düşündüm. Bir taraftan da Türk olduğunu içime
doğmuştu ki öyle de oldu dedi.
Tekrar sıkı
sıkı kucakladım amcayı; babam gibi, dedem gibi, Efendi hocam gibi yakın
hissettim onu kendime. Adeta Tiflis, Batum, Gori, Poti, İsani ve Gümrü bizim
oluvermişti. Bizim oluvermesi bir yana; bu şehirler, bu şehirlerin camileri,
camilerin avluları Rahim Bereke emmiyle doluvermişti birden. Hatta onları
torunlarının ellerinden tutmuş bayram namazına gelirken bile görüvermiştim.
Görüvermiştim de: Rahim Bereke emmilerden birisinin torunu, kurban bayramında
namaza giderken benim çocukluğumda dedeme sorduğum gibi soruyordu işte.
“Dede namaza
giderken kurban bıçağını niçin cebine koydun?”
Dedesi ona
sevgiyle cevap veriyordu.
“Evladım şimdi
namaz kılacağız… Dua edeceğiz… Bıçak yanımızda olsun ki dualansın, sonra da
kurbanımızı keselim” diyordu.
Rahim Bereke
emmiyle uzun uzun sohbet ettik program başlamadan önce. Rahmetli Annesi İranlı,
Babası Türk’müş; Ahıska Türkü. “Akrabalarımız Artvin’in köylerindedir” dedi.
Çok uzun seneler görüşememişler. Birbirinden haber alamamışlar ama son
zamanlarda rahatlıkla birbirine gidip geliyorlarmış. Hatta birkaç tane kız bile
alıp vermişler.
Programımızın
sıkışıklığı nedeniyle çok istediğim halde Rahim Bereke emminin evine davetine
icabet edememiştim. O da çok üzülmüştü ben de. Aslında ben daha çok üzülmüştüm.
Gürcistan’da bir Türk köyü görmek, orada dedelerin ninelerin elini öpmek
çocuklarla şakalaşmak, yeğenlerimi sevmek istiyordum ama olmadı.
Bizi
götürdükleri; dünyanın çeşitli yerlerinde yetişen ağaçlar ile çalı ve çiçek
türü bitkilerin bir noktada toplandığı BOTANİK PARKINI gezerken hep Rahim
Bereke emmiyi düşündüm. Parkın muhtelif yerlerine yerleştirilmiş gürcü evleri
vardı. Oraya yerleştirilen Gürcü köylüleri hem burada yaşıyorlar, hem de
binlerce hektarlık parkın bakımı için istihdam ediliyorlarmış. O evlerin
önünden geçerken gördüğüm, dünyasından bezmiş yaşlılarla Rahim Bereke emminin
hayat dolu halini karşılaştırmadan edemedim. Gariptir ama burada gördüğüm gürcü
ihtiyarlarını değerini kaybetmiş, bir tarafa atılmış gibi gördüm ve öyle
hissettim. Oysa Rahim Bereke emmi: Yanında el pençe divan duran oğlu, biz
konuşurken yanımıza gelen birkaç Ahıska Türkü’nün O’na hürmetlerine bakıp,
yaşlandıkça değerinin arttığını hissettim. Histen öte, öz gözümle bizatihi
gördüm bu söylemeye çalıştıklarımı.
“Medeniyet
farkı” dedim sonra.
Rahim Bereke
emmi, votka içerek gününün yarısını sızmış geçiren, ayık olduğu zamanlarda da
kendi kendine bağıran, feryat eden bura ihtiyarlarının sahibi oldukları
memleketlerinin ortasında esas sahip olarak kendi medeniyetini yaşatıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder