/Balkonda oturuyorlar/
Evlerimiz mahremiyetin timsali
olan yerlerdir. Bir milletin evlerinin mimari özelliği; o milletin ahlak,
karakter, komşuluk ve örf-adet anlayışlarının da simgesidir. Bugünlerde
gönüllerdeki daralmaların temel sebebi; evlerimizin basık, ruhsuz, betonarme ve
estetik yoksunu mimari dizaynından kaynaklanmaktadır. Yüksek tavanlı ve genişçe
olan evlerde yaşayan insanların ruh dünyaları da elbette geniş olacaktır. Zira mekânın
da bir ruhu vardır ve bu ruh insan üzerinde çokça etkiye sahiptir.
Bir zamanlar, avluyla kuşatılan
evlerimiz genellikle tek veya çift katlı olur ve bir tarafı genellikle
caddeye-sokağa bakardı. Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, ambar ve
fırın damı bulunurdu. Bu katın emniyet gereği dışarıya bakan penceresi olmaz
veya çok küçük bir penceresi bulunurdu. Alt kattan üst kata geçiş evin
içerisinden bir merdivenle sağlanır ve üst katta divanhane, haremlik,
selamlık ve bazı evlerde de yaz odası bulunurdu. Merdivenle çıkılan ve odalara
geçişi sağlayan bu geniş mekâna sofa denmektedir…
İşte bu odalardan birisinin
sokağa bakan ve köşk adı verilen bir çıkması vardır. Sokağa ayrı bir hava
katan, estetik bir görünüm kazandıran bu çıkmalar, hane halkının dışarıyı
görebilmesi içindir. Üst katlardaki pencereler; cumbalı olup, dışarıdan içerisi
görünmeyecek şekilde kafeslidir. Hane halkı buradan, kapıya gelenin kim
olduğunu kendisi görünmeden görebilmektedir. Mahremiyetin toplum hayatının her
alanına sirayet etmesi, evlerde kendisini cumbalı ve avlulu evler olarak
göstermektedir.
Evlerimizin yapımında kullanılan
malzemeler bizim dünyaya olan bakışımızı da göstermektedir. Ağaç, kireç, kerpiç
gibi dayanıksız malzemelerden yapılımış evler, her an göç
edilecek şuurunu her daim zihinlerde tutan insanların beytleridir. Bununla
birlikte camiler, vakıf eserleri ve yıkılmamasını temenni ettikleri devlete ait
kurumlar, sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yapılmaktadır. Burada baki
olanın Allah(cc) olduğu ve kıyamete kadar devam etmesi gerekenin de devlet
olması gerektiği anlatılmak istenmiştir. Zira milletin mukaddesatının
koruyucusu olan devletin varlığı ve devamlılığı herşeyden önemli
görülmektedir. Milletin değerlerine yabancı olmayan, bilakis bu değerleri devletin
genetik kodları olarak gören bir devlet elbette ebed-müddet devam
edecektir.
Genel itibariyle, diğer tüm
alanlarda, modernleşmeyle birlikte geçirilen dönüşüm-bozulma-yozlaşma, mimari
alanda da geçirilmiştir. Modernleşme-Batılılaşma gelirken yalnız gelmemiş,
beraberinde kendi kent kültürünüde getirmiştir şehir kültürü olan bu
medeniyete. Mimarinin birer dış görüntüsü olan balkon, bizim hayatımıza
modernleşme süreciyle birlikte girmiştir. Balkon, Batılı ve modern mimarinin
simge unsurlarından yalnızca biridir. Bizim yapılarımızda evlerimizin ön
kısımlarında balkon değil cumba vardır. Zira balkon ifşa ederken, cumba
gizlemeyi, mahremiyeti temsil etmektedir.
Balkonlar; basık, ruhsuz ve
estetik yoksunu, betonarme evlerin bir nebze dahi olsa nefes alabilmek için
tasarlanmış apartman çıkmalarıdır. Balkonu kent insanlarına dayatılan birer
mimari tarz olarak da ifade edebiliriz. Sezai Karakoç “Çocuk düşerse ölür
çünkü balkon/Ölümün cesur körfezidir evlerde” derken kent insanına
dayatılan bu mimari tarzın eleştirisini yapmaktadır. Şair, balkonlu
evlerde çocukların öldüğünü anlatmaktadır. Lakin bu ölüm bilinen manada
bir ölüm değildir. Güvenlik, trafik gibi kaygılar; yeterli mekânların
olmayışı gibi nedenler ve çocukların arkadaşlık kurabilecekleri, paylaşmayı
öğrenebilecekleri ortamların olmaması bu çocukları
apartman hücrelerinde-dairelerinde diri diri öldürmektedir.
Anne-babanın ekonomik sebeplerden dolayı çalışıyor olması ise bu ölümü daha acı
bir hale sürüklemektedir. Kişilik ve kimlik gelişimini sağlayamamış çocuklar da
neticede birer ölü sayılırlar.
Çocukları bu karanlık hücreye
mahkum eden, aileleri birtakım gerekçelerle kent hayatının
şövalyeleri yapan modernlik mefhumundan sıyrılıp asl’ımıza rücu
etmedikçe bu cinayetler son bulmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder