Öykü
Aziz TAN hatırasına
Aziz
dostu ziyarete gidiyoruz. Tan yerinin kızıllığı dağılmaya yüz tutmuş,
güneş yüzünü henüz göstermeye başlamıştı. Çamurlu yollarda arabamızla
ağır aksak ilerliyoruz. Sol tarafa yönelince yolların daha bir bozuk olduğunu
fark ediyoruz ama olsun hocamın yürüdüğü ve bize gösterdiği yolun güzelliğiyle
ona varmak istiyoruz.
‘’Hocam,
Bayram biraz da gezip tozmak değil midir?’’
‘’Bilmem;
sana seslendirdiği şey, senin ona yüklediğin manaya
bağlı bence.’’
Akşamdan
yeni ayakkabıları yastığımın başucuna koyduğum ve bir türlü uykunun tutmadığı
bayram öncesi arife günlerini anımsıyorum. Arabadakiler biraz sonra kesecekleri
kurbanları konuşurken ben onlardan izin almaksızın ayrılmıştım çocukluğuma.
Herkesin en yeniyi bulduğu günlerin yaşandığı bayramların tadıyla ıslanıyordu
damağım. Anneler akşamdan hazırlıklarını tamamlayarak en erken vakitte
kalkmanın hesabını-kitabını yaparken ben bayram sabahı giyeceğim; hep bir numara büyük
olan ayakkabım ve her zaman seneye de giyer denilerekten alınan biraz büyük
giysilerimin hayalini kuruyorum.
Şeker
gibi olacak yanaklarım, çünkü elini öptüğüm büyüklerimin hepsi de
yanaklarımın tadı konusunda aynı şeyleri söylüyorlardı. Bense, el öpme
törenlerini hızlı bir şekilde yerine getirerek hatta tatları konusunda
bir değerlendirmeye dahi girmeden bana verilecek paranın miktarını merak
ediyordum. Bazen şekerle geçiştirenler olsa da birazcık gözlerinin
içine bakarak bekleyince birkaç kuruş parayla da teselli
bulduğum oluyordu.
‘’
Hocam, yanlış yola girdik galiba yol iyice daralmaya başladı.’’
‘’Hayır
hayır doğru yoldayız, keşke mezarlığa giden yolları daha güzel
yapsalar.’’
Hocamın
mezarı Hakkari'nin en hakim noktalarından birinin yamacında, şehrin her
tarafından görülüyor sanki bu güzel beldeyi gelecek belalardan korumak için
burayı mesken tutmuş. Doğup büyüdüğü şehre meftun birisiydi. Biliyorum
ki; bu durum sonsuza kadar iki sevgilinin bakışmasından, göz göze
gelmesinden başka bir şey olmayacak. Yamaca her baktığımda bana, kalbime bir
şeyler fısıldıyor, doğrudur manasında başımı öne eğiyorum.
Seni
gören gözlerle görüşüyorum bazen, bilmediğim ayrıntı hatıraları dinliyorum.
‘’Herkese selam verirdi’’ diyorlar. ilk defa görenler, tanımayanlar onunla
biraz muhabbet edince ‘’sizi bir yerlerden tanıyor gibiyim’’ derlerdi.
Senin de, benim de tanımadığım birisi cenaze defnedildikten sonra orada bulunan
birkaç kişiye şöyle diyordu: ‘’Hocam vefat edinceye kadar onu tanımamıştım, ne
kadar büyük bir insan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ben köyde yaşıyorum,
maddi durumum yoktu hatta veliler toplantısına geleceğim zaman bile sıkıntıya
giriyordum. Benim öğrencime velilik yaptı, her ihtiyacında çocuğum onu aradı
ama onunla bizzat tanışmak cenazesine gelmemle mümkün oldu. Allah ondan razı
olsun.’’
Gezdiğin
sokaklarda ayak izlerini arıyorum, üzerinden bir sene geçmiş olsa
da bıraktığın izlerin derinliğinde yol alıyorum, onları kimse kolay
kolay silemez. Yol yordam bilenler bulabilir o izleri.
Sahafları
dolaşırken kitap almak için Ahmet bey’e uğradım. Ben sormadan senden
bahsetti: ‘’Kitap almaya gelen öğrencilerden parası yeterli olmayanlar için
onlar fark etmeden kitabı ver diye işaret ederdi. Çocuklar gidince paranın
kalan kısmını öderdi. Hatta bir gün yine ziyaretime gelmişti, kitaplara göz
atıyordu. Ben de müşterilerle ilgileniyordum, hocamın orada olduğunu
unutmuştum. Bir kız öğrenci dersiyle ilgili Rıyazüssalihin isimli bir kitap almak
istedi ama yeterli parası yoktu. Ben de bu paraya verirsem zarar
edeceğimi söyledim, öğrenci mahzun bir eda ile kapıdan çıktı gitti.
‘’
Ne yaptın sen!’’ demesiyle hocamın orada olduğunu fark ettim.
‘’Eğer öğrenciye o kitabı verseydin ve ondan güzellikleri öğrenseydi ne kadar
iyilik etmiş olacaktın. Onu mahrum ettin eğer o çocuk bundan sonra bir
günah işlerse o günahtaki payını unutma!’’
Hocam
verseydim zarar ederdim diyecek yüzüm kalmamıştı. Dayanılmaz bir ağırlık
üzerime çökmüştü. O öğrencinin peşinden koşup kitabı eline vermek için artık
çok geç kalmıştım zira akşamın karanlığı onu da beni de sır perdesi gibi
örtmüştü.
Sabah
ezanları seni hatırlatıyor bana, zira en son ayrıldığımızın vakti idi. Şimdi
yine sana geliyorum hem de sabahın ilk ışıklarıyla. Sadece susmak ve seni
dinlemek istiyorum. Belki de ‘’anlatacağım bir şey yok, sana arkamda
bıraktıklarım yeter!’’ diyeceksin, olsun suskunluğun zikrini tekrar
dinlemeye geliyorum. Ne güzel günlerdi seni dinlemek; bazen
hissiyatına kement vuramıyor gözlerinin bendi yıkılıyordu. Hep sağlığında
söylediğin gibi ‘’ okşanmamış bir baş, alınmamış bir gönül kalmasın’’ diyordun.
Sana geliyorum, gönlümü okşaman yeter. Yüreğinden bir parça ver de şu ten
kafesim hamallıktan kurtulup hissiyatını taşısın.’’
Yol
kalabalık, arabalar bulabildikleri küçücük yerlere park etmişler. Mezarlığın
önünde arabalardan kalan boşlukları da çocuklar doldurmuş, eve yeni
gelecek misafirlerden haber almışlarcasına bekleşiyorlar. Arabadan inince
çocuklar etrafımızda haleleniyorlar. İçlerinde tanıdık simalar var, öğretmenim
diyerek yaklaşıp el öpmek isteyenler oluyor. Çocuklarla beraber ilerliyoruz.
Hafif yükseltisi olan taş duvarın bitiminden birkaç basamak çıkınca mezarlığın
kapısından içeriye adım atıyoruz. Yolun çamuruna inat bembeyaz bir mekâna
giriyoruz. Olması gerektiği gibi yeni hayatlarına beyaz sayfalar açmışlar
buranın sakinleri. İki gün önce yağan kar, mezarlarında yatanları yorgan
gibi sarmış. Bazı mezar yerleri kaybolmaya yüz tutmuş, mezar taşı adeta: ‘’Bir
yakınım kalmadı’’ dercesine mahzun mahzun yüzümüze bakıyor. Aşağılarda
yer kalmamış, sana doğru tırmanıyorum. Ben yokuş çıkıyorum sana doğru
gelirken, sen ise şenler yokuşlardan aşağıya iniyordun Rabbine doğru
yürürken. Benimki zahmet seninki rahmet dolu bir yürüyüş. Sırtından çıkan
kurşunların sayısı sekiz dediler. Her birini âli değerlerine sıkmışçasına
basmış tetiğe.
Birkaç gün takip etmiş ama sadece yürüdüğün yolları arşınlamış, karşı karşıya
gelseydi ihtimal ki engin bir deniz olan gönlünde kendine de yer bulacak belki
de eriyip gidecekti. Göz göze gelmeye cesaret edemediğinden sırtından
nasiplenmiş kirli ellerin kurşunları…
Şimdi
misafirinim, buyurun deyişinle herkes etrafında sükûta ermiş dervişler gibi
seni dinlemeye koyuldu. Sessizliğinle başlar öne doğru eğilmiş, kimi gözler
nemlenmişti. Arkadaşlardan birisi Yasin okuyor, seninle beraber biz de
dinliyoruz. Sonra bir diğeri felak, nas ve devamında el Fatiha. Amin! Biliyorum
ki yerin güzel, biliyorum ki güzeller güzeliyle berabersin. Sen güzeldin.
Ellerinde
her biri farklı renklerde poşetlerle şeker toplamaya çalışan çocuklar,
mezarların arasında geziniyorlardı. Hiçbirisi daha günaha bulaşmamış birer melek
misali mezarlığa rahmet yağmasına sebep olan çocuklardı bunlar. Mezarlar
evlerin hemen yanı başında, arada sadece patikadan bozma, bir arabanın geçeceği
kadar bir yol var; ölümle hayatın iç içe olduğu ince bir çizgi gibi.
Mezarlığa
ziyarete gelenlerin ellerinde şeker paketleri ve peşlerinde mahallenin
çocukları, birer şeker daha koymak poşetin içine başka gayeleri yok... Ellerine
biraz büyük gelen poşetlere göre şekerler oldukça küçük... Onların şekere olan
düşkünlüğünü bahane eden Rabbim, bu masumiyet timsali günahsız yavrucakları
bizlerle birlikte mezarların arasında dolaştırıyor. Bayram onlar için
mezarlıkta şeker toplamak olmuş.
Öğrencilerimden
bazıları da etrafımda kümelenmiş, bayramlaşmak için sıraya girmişlerdi.
Herkesle tek tek bayramlaşırken,
Sidar: ‘’Öğretmenim! Siz de mi bayrama geldiniz?’’ Bu soru bana ilginç
gelmişti. Onun gözlerindeki bayram anlayışına dalmıştım. O bana bakıyor bir
cevap bekliyor bense onun bayram gibi gözlerinde kayboluyordum.
‘’Evet,
evet ben de bayrama geldim, ben de bayrama geldim!’’
Hocam,
sana gelişimin farkında değildim ama bunun bayram olduğunu söylüyordu bu küçük
melek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder