SAVUNMA (Öykü) / Şeyhşamil EJDERHA

Günün çizdiği ışıltılar, bulutlar arasında dolaşıp güneşin ışığına, rüzgârın da serinliğini katarak sessiz sessiz penceremden içeri süzüldüler.

Pencere iki saattir güneşi odamda misafir ediyordu.

Oda soğumuştu.

Kalkıp bir kelebeğin kanat çırpışını andıran hisle pencerenin kolunu kavrayıp kapattım.

Yüzüme vuran güneşinin okşaması beni adeta hoş etmişti.

Gözlerim pencereden dışarı taşıp, önce bulutlar arasında dolaşarak şehrin kulağıma gelmeyen gürültüsü üzerine indiler.

Gürültüyü duymuyordu kulaklarım. Gözlerim yanıltıyordu beni sadece.

Sokakta geçmekte olan seksen model bir kamyonet ve kamyonetle yarış yapan babasının karne hediyesi olarak aldığı bisikletin pedallarına heyecanla asılan çocuk...

Bir adamın manav ile sohbet ederken elindeki sarı poşete; muhtemelen manavın yeni geldi, taze diyerek izah ettiği haftalık elmaların, sağlam olanlarından doldurması ve az ilerde top peşinde koşan çocuklardan birinin vurduğu topun mahalle bakkalının camını kırarak üst üste dizili öteberilerin devrilme sesini...

Evet, gözlerim yanıltıyor olamazdı beni.

PVC kaplı pencerenin sessizliği içinde gözlerimin bana getirdiği onca gürültü bana hoş bir besteyi anımsatıyordu.

Bir süre izledim.

Şehir bensiz ne kadar da mutluydu; yüksek binaları, mağazaları ve asırlar öncesinden fırlamış dinozorları andıran arabaları ile...

Uzaklarda beni çağıran bir şey vardı sanki. Bahçedeki çınar ağacının en kalın dalında bir serçeyle sohbet etmekte olan gözlerim serçeden izin alarak o sese yöneldi. Sadece karşıyı izledi.

Sokağın sonunda bastonuna yaslanarak tütün sarmaya çalışan dedeyi…

Acaba gözlerim yine mi yanılmıştı. Vakit geceyken oradan gelen nur mu aydınlatıyordu gündüzü.

Dede ara sıra uzaklara dalıyor sonra tekrar tütünü sarmaya çalışıyordu.

Her denemesinde titreyen ellerindeki kâğıdından dökülen tütün ve dökülen tütüne yetişmeye çalışan sitem...

Dudağında ince çizgi...

Geçmişte dinlediği türküleri mırıldanır gibiydi...

Mesela bir yaz günü ailesiyle gittikleri bir mesire alanında uzaklardan gelen rüzgâra eşlik eder gibi kızı Ayşe’nin gözlerinin söylediği türkü...

Ya da oturma odasında uzandığı koltuğundan duvarda; torununun fotoğrafının yanında asılı duran takvime gözlerini sunması ve takvimin üzerindeki Kâbe fotoğrafına takılmasıyla fotoğraftan yükselen hasret türkülerini mırıldanır gibiydi dudağındaki çizgi.

Sonra başını kaşıdı bir an, seyrelmiş saçlarını unutarak. Tekrar ellerini, gençliğinde bir program çıkışı joleli saçları arasında dolaştırıyor gibi hissetti.

Gözlerim dinlerken dedenin söylediği türküyü ben pencerenin önünde geriye doğru iki adım attım ve kalbimin en samimi köşesinden firar eden selamı gözlerim ile dedeye salıp gözlerimi tekrar odaya davet ettim.

Odam, ders çalışmak ve acizliğimi paylaşan yazılarıma kalem ile kâğıdı sırdaş olarak kabul ettiğim bir masa, sandalye; kitapların fikri ağırlığını taşımaktan usanmayan ama bu ağırlıktan yorularak yıllara meydan okuyup belinin bükülmesine aldırmayan kitaplık ve köşede her an geceyi bekleyen benimle gözkapaklarım altında yaşadığım dünyaya eşlik etmekten hoşlanan, beni gece boyunca sırtında taşıyan yatağım ile çok sade bir görünüşe sahipti zamane gençlerine göre.

Masaya döndüm. Kâğıdın can yoldaşı, başköşesindeki kalemimi; ruhumun derinliklerine yolculuk ederek, kalbimden taşan birkaç sözü yazması için elime aldım.

Sandalyeye oturup karşı duvarı izlemeye koyuldum; acaba ne yazmalıydım. İçimden taşan onca hece elimdeki kalemin huzurunda gizlenmiş gibiydiler.
Yazmak istiyordum ama nasıl yazmalıydım ya da neyi fikrin lisanına intikal ettirmeliydim.

Duvardaki çizgileri ezberlemiş gibiydim. Çünkü ne zaman yazmak istesem elime kalemi almamla aklımdaki her şey seher vakti gibi ansızın beni terk eder, yerini günün doğuşuna bırakırdı. Ben de bu yüzden dakikalarca duvardaki çizgileri saymakla meşgul olurdum.

Bir gün bu halimi çok sevdiğim bir hocama sorduğum vakit kâğıda çizdiği bir resimle açıklamıştı her şeyi.

Kâğıda bir havuz, bu havuzun en altına suyun boşalmasını sağlayan bir musluk ve havuzun üstüne ise dolmasını sağlayan başka bir musluk çizmişti. Ben hocamın dudağından çıkacak sözleri bekliyordum.

Çizmeyi bıraktı bir süre elinde kalem çizdiği şekli inceledi.

- "Evet, işte senin sorunun cevabı" dedi.

Resme baktım, bir havuz problemine benziyor gibiydi ama sorduğum soruyla arasındaki bağlantıyı çözmeye yetmeyen acizliğim ile hocamı dinlemeye devam ettim.

- "Bu havuz insanın kalbidir. Altındaki musluk ise dili. İnsan bu musluğu ne kadar çok açık tutarsa kalbinde biriktirdiği güzel haller de o kadar eksilir. Bu da insana tasarruf ve tasavvuf gerektirir."

Haklıydı hocam, her zamanki gibi... Büyüklerin kalbi ne kadar da genişti? Peki, havuzun üstündeki musluk neydi? Merak ettim sustum ve hocamın devam etmesini bekledim.

- "Havuzun üzerindeki musluk ise insanın kalbini zenginleştiren okuduğu şeylerdir. Okuduğu şeyler... Kitaplar değil. Çünkü insanın gözünün gördüğü her şey kalbinin okuduğu şeylerdir. Göz okumayı bilmez, okuyorum dediğin her şey sadece gördüklerinden ibarettir. Okumak kalp ile gözün birlikte yaptığı ibadettir. Bu yüzden insanlar sadece yazıların okunduğunu sanır. Oysa gözün değil, kalbin görmesi gerekir okumak için. Mesela namaz sonrası tefekküre dalan bir insanı ya da parkta oynayan bir çocuğun heyecanını görebiliyorsa kalp, işte o zaman okumayı öğrenmiştir.

Okumak... Okumak... Okumak...

Sadece yazılar mı okunur? Ağrılar, sızılar mı da okunabilir mi?

Oysa her birimizin aklındadır Yunus. Anlamını bilmeden belki defalarca tekrar ederiz aynı mısraları. Belki defalarca geçmiştir aklımızdan ama bir kere olsun; eğer kalbimizden geçirebilseydik o mısraları belki de çözmüştük okumanın manasını.

"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır"

Okumak... İnsan okumaya ilk önce kendisinden başlayacak. Önce kendisi bilecek, sonra kendisini bilecek. Tıpkı Yunus'un dediği gibi 'Sen kendini bilmezsen/ Bu nice okumaktır.'

"Okumaktan mana ne
Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir"

Sonra varacak okumanın tadına, hem Hakkı hem de halkı anlamanın farkına ve sonra da diğer yazarların anlattıklarını anlamaya… Eğer bir kişi kendini bilmiyorsa o kişinin Hakkı bilmesini nasıl beklersin? Abdestsiz namaz kılınır mı hiç?"

Bir süre sustum. Sukutun ikrarına niyet etti belki de kalbim. Hocamın sözlerini birde sukutun diliyle tekrar ettim. Sonra içimde beliren bir sûalle karşılık verdim.
"Hocam affediniz... Hadsizliğim ile bir sûalim olacak haddimin sınırına. İnsan okumak için önce abdest almalı kendini bilmeli, sonra niyet edip Hakk'ı bilmeli ancak o zaman ibadete başlamış olur. Pekî, hocam yazmak... Yazmak nedir? Sûkutun tül perdesi kapladı tekrar ortalığı. Sanki nur damladı karanlığın bağrına. Gözleri tekrar indi kâğıdın göğsündeki yaraya. Kalemin kanat çırpmasıyla buluştu, iki dost kısa bir aradan sonra. Kalem ve kâğıdın asırlar kadar kısa, an kadar uzun bir zamanda bir masada buluşması...

Hocam, havuzun bir kenarına en üst tarafına bir musluk daha çizdi.

- "Yazmak, şükretmektir yaradana. Secde şükretmektir. İbadetin en güzel vakti, can, canan ve yaratanın buluştuğu bir mekândır. Önce abdest alır musluğu açarız. Gönül hanemize nur dolmaya başlar o vakit… Sonra o nurla ferahlar, okumanın manasını biliriz. Belki o zaman anlarız namaz sonrası tefekküre dalan bir insanın halini ama yazmak secde etmektir yaradana. Yazmak namazdan sonra o insanın tefekkürüne yoldaş olmaktır. Okumak, karşımızdakinin derdine, yarasına ortak olmakken yazmak kendi yarasına tuz basmasıdır insanın. Havuzun alt musluğunu, dilimizi kapatıp; nurun kalbe, tüm bedene yayılmasına müsaade etmektir ve sonra da havuzdan taşan nurdan nasiplenip Hakk'a şükredip secde etmektir."

  Bilmiyorum, ama emin olduğum tek şey hocam yanlış söylese bile söylediği her sözün doğru olduğudur. Ben ise hala abdest almaktayım gönlüm boş ve dilim açık. Önce tasarruf etmeli sonra tasavvufu bilmeliyim.

Kalktım ve tekrar vardım pencerenin kenarına, ruhumun kıyısına. Gözlerim sokağı dolaştı tekrar ve yine uzaklardan gelen türküye kulak verdi.

Dedeyi seyrettim ama bu sefer yalnız değildi.

Kremi renkli, çizgili paltolu noter kâtibi olan dostu cebinden çıkardığı sarılmış tütünü ona uzatmaktaydı. Gözleri belki yıllar öncesindeki gibi aynı sevgiyle can yoldaşına bakmaktaydı. Belki de birbirine uzaklıkları yanlarına yaklaşmakta olan yirmili yaşlarda delikanlı kadardı.

Tekrar masama döndüm ve kalp atışlarını hissettiğim kalemim, kâğıdın gönlünü yaralamaya başladı.

Bembeyaz kâğıdın üzerine düşen büyük harfli küçük bir başlık ve birkaç cümle:

İLAVE SAVUNMA: "Neden yazmıyorsun, yoksa kelimelerin mi tükendi? Sorusuna verebileceğim tek cevap şudur: "Kelimelerin tükenmesinden daha mühim mesele havuzun temelinde oluşacak hasar ile havuzun su sızdırmasıdır. Hamdolsun havuz sağlam fakat şu anda abdest almaktayım. Eğer biraz da sûkutun ikrarına ulaşabilirsem niyet edeceğim." İMZA: Şeyhşamil EJDERHA


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder