Günün
çizdiği ışıltılar, bulutlar arasında dolaşıp güneşin ışığına, rüzgârın da
serinliğini katarak sessiz sessiz penceremden içeri süzüldüler.
Pencere
iki saattir güneşi odamda misafir ediyordu.
Oda
soğumuştu.
Kalkıp
bir kelebeğin kanat çırpışını andıran hisle pencerenin kolunu kavrayıp
kapattım.
Yüzüme
vuran güneşinin okşaması beni adeta hoş etmişti.
Gözlerim
pencereden dışarı taşıp, önce bulutlar arasında dolaşarak şehrin kulağıma
gelmeyen gürültüsü üzerine indiler.
Gürültüyü
duymuyordu kulaklarım. Gözlerim yanıltıyordu beni sadece.
Sokakta
geçmekte olan seksen model bir kamyonet ve kamyonetle yarış yapan babasının
karne hediyesi olarak aldığı bisikletin pedallarına heyecanla asılan çocuk...
Bir
adamın manav ile sohbet ederken elindeki sarı poşete; muhtemelen manavın yeni
geldi, taze diyerek izah ettiği haftalık elmaların, sağlam olanlarından
doldurması ve az ilerde top peşinde koşan çocuklardan birinin vurduğu topun
mahalle bakkalının camını kırarak üst üste dizili öteberilerin devrilme
sesini...
Evet,
gözlerim yanıltıyor olamazdı beni.
PVC
kaplı pencerenin sessizliği içinde gözlerimin bana getirdiği onca gürültü bana
hoş bir besteyi anımsatıyordu.
Bir
süre izledim.
Şehir
bensiz ne kadar da mutluydu; yüksek binaları, mağazaları ve asırlar öncesinden
fırlamış dinozorları andıran arabaları ile...
Uzaklarda
beni çağıran bir şey vardı sanki. Bahçedeki çınar ağacının en kalın dalında bir
serçeyle sohbet etmekte olan gözlerim serçeden izin alarak o sese yöneldi.
Sadece karşıyı izledi.
Sokağın
sonunda bastonuna yaslanarak tütün sarmaya çalışan dedeyi…
Acaba
gözlerim yine mi yanılmıştı. Vakit geceyken oradan gelen nur mu aydınlatıyordu
gündüzü.
Dede
ara sıra uzaklara dalıyor sonra tekrar tütünü sarmaya çalışıyordu.
Her
denemesinde titreyen ellerindeki kâğıdından dökülen tütün ve dökülen tütüne
yetişmeye çalışan sitem...
Dudağında
ince çizgi...
Geçmişte
dinlediği türküleri mırıldanır gibiydi...
Mesela
bir yaz günü ailesiyle gittikleri bir mesire alanında uzaklardan gelen rüzgâra
eşlik eder gibi kızı Ayşe’nin gözlerinin söylediği türkü...
Ya
da oturma odasında uzandığı koltuğundan duvarda; torununun fotoğrafının yanında
asılı duran takvime gözlerini sunması ve takvimin üzerindeki Kâbe fotoğrafına
takılmasıyla fotoğraftan yükselen hasret türkülerini mırıldanır gibiydi
dudağındaki çizgi.
Sonra
başını kaşıdı bir an, seyrelmiş saçlarını unutarak. Tekrar ellerini, gençliğinde
bir program çıkışı joleli saçları arasında dolaştırıyor gibi hissetti.
Gözlerim
dinlerken dedenin söylediği türküyü ben pencerenin önünde geriye doğru iki adım
attım ve kalbimin en samimi köşesinden firar eden selamı gözlerim ile dedeye
salıp gözlerimi tekrar odaya davet ettim.
Odam,
ders çalışmak ve acizliğimi paylaşan yazılarıma kalem ile kâğıdı sırdaş olarak
kabul ettiğim bir masa, sandalye; kitapların fikri ağırlığını taşımaktan
usanmayan ama bu ağırlıktan yorularak yıllara meydan okuyup belinin bükülmesine
aldırmayan kitaplık ve köşede her an geceyi bekleyen benimle gözkapaklarım
altında yaşadığım dünyaya eşlik etmekten hoşlanan, beni gece boyunca sırtında
taşıyan yatağım ile çok sade bir görünüşe sahipti zamane gençlerine göre.
Masaya
döndüm. Kâğıdın can yoldaşı, başköşesindeki kalemimi; ruhumun derinliklerine
yolculuk ederek, kalbimden taşan birkaç sözü yazması için elime aldım.
Sandalyeye
oturup karşı duvarı izlemeye koyuldum; acaba ne yazmalıydım. İçimden taşan onca
hece elimdeki kalemin huzurunda gizlenmiş gibiydiler.
Yazmak
istiyordum ama nasıl yazmalıydım ya da neyi fikrin lisanına intikal
ettirmeliydim.
Duvardaki
çizgileri ezberlemiş gibiydim. Çünkü ne zaman yazmak istesem elime kalemi
almamla aklımdaki her şey seher vakti gibi ansızın beni terk eder, yerini günün
doğuşuna bırakırdı. Ben de bu yüzden dakikalarca duvardaki çizgileri saymakla
meşgul olurdum.
Bir
gün bu halimi çok sevdiğim bir hocama sorduğum vakit kâğıda çizdiği bir resimle
açıklamıştı her şeyi.
Kâğıda
bir havuz, bu havuzun en altına suyun boşalmasını sağlayan bir musluk ve
havuzun üstüne ise dolmasını sağlayan başka bir musluk çizmişti. Ben hocamın
dudağından çıkacak sözleri bekliyordum.
Çizmeyi
bıraktı bir süre elinde kalem çizdiği şekli inceledi.
-
"Evet, işte senin sorunun cevabı" dedi.
Resme
baktım, bir havuz problemine benziyor gibiydi ama sorduğum soruyla arasındaki
bağlantıyı çözmeye yetmeyen acizliğim ile hocamı dinlemeye devam ettim.
-
"Bu havuz insanın kalbidir. Altındaki musluk ise dili. İnsan bu musluğu ne
kadar çok açık tutarsa kalbinde biriktirdiği güzel haller de o kadar eksilir.
Bu da insana tasarruf ve tasavvuf gerektirir."
Haklıydı
hocam, her zamanki gibi... Büyüklerin kalbi ne kadar da genişti? Peki, havuzun
üstündeki musluk neydi? Merak ettim sustum ve hocamın devam etmesini bekledim.
-
"Havuzun üzerindeki musluk ise insanın kalbini zenginleştiren okuduğu
şeylerdir. Okuduğu şeyler... Kitaplar değil. Çünkü insanın gözünün gördüğü her
şey kalbinin okuduğu şeylerdir. Göz okumayı bilmez, okuyorum dediğin her şey
sadece gördüklerinden ibarettir. Okumak kalp ile gözün birlikte yaptığı
ibadettir. Bu yüzden insanlar sadece yazıların okunduğunu sanır. Oysa gözün
değil, kalbin görmesi gerekir okumak için. Mesela namaz sonrası tefekküre dalan
bir insanı ya da parkta oynayan bir çocuğun heyecanını görebiliyorsa kalp, işte
o zaman okumayı öğrenmiştir.
Okumak...
Okumak... Okumak...
Sadece
yazılar mı okunur? Ağrılar, sızılar mı da okunabilir mi?
Oysa
her birimizin aklındadır Yunus. Anlamını bilmeden belki defalarca tekrar ederiz
aynı mısraları. Belki defalarca geçmiştir aklımızdan ama bir kere olsun; eğer
kalbimizden geçirebilseydik o mısraları belki de çözmüştük okumanın manasını.
"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır"
Okumak...
İnsan okumaya ilk önce kendisinden başlayacak. Önce kendisi bilecek, sonra
kendisini bilecek. Tıpkı Yunus'un dediği gibi 'Sen kendini bilmezsen/ Bu nice
okumaktır.'
"Okumaktan mana ne
Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir"
Sonra
varacak okumanın tadına, hem Hakkı hem de halkı anlamanın farkına ve sonra da
diğer yazarların anlattıklarını anlamaya… Eğer bir kişi kendini bilmiyorsa o
kişinin Hakkı bilmesini nasıl beklersin? Abdestsiz namaz kılınır mı hiç?"
Bir
süre sustum. Sukutun ikrarına niyet etti belki de kalbim. Hocamın sözlerini
birde sukutun diliyle tekrar ettim. Sonra içimde beliren bir sûalle karşılık
verdim.
"Hocam
affediniz... Hadsizliğim ile bir sûalim olacak haddimin sınırına. İnsan okumak
için önce abdest almalı kendini bilmeli, sonra niyet edip Hakk'ı bilmeli ancak
o zaman ibadete başlamış olur. Pekî, hocam yazmak... Yazmak nedir? Sûkutun tül
perdesi kapladı tekrar ortalığı. Sanki nur damladı karanlığın bağrına. Gözleri
tekrar indi kâğıdın göğsündeki yaraya. Kalemin kanat çırpmasıyla buluştu, iki
dost kısa bir aradan sonra. Kalem ve kâğıdın asırlar kadar kısa, an kadar uzun
bir zamanda bir masada buluşması...
Hocam,
havuzun bir kenarına en üst tarafına bir musluk daha çizdi.
-
"Yazmak, şükretmektir yaradana. Secde şükretmektir. İbadetin en güzel
vakti, can, canan ve yaratanın buluştuğu bir mekândır. Önce abdest alır musluğu
açarız. Gönül hanemize nur dolmaya başlar o vakit… Sonra o nurla ferahlar,
okumanın manasını biliriz. Belki o zaman anlarız namaz sonrası tefekküre dalan
bir insanın halini ama yazmak secde etmektir yaradana. Yazmak namazdan sonra o insanın
tefekkürüne yoldaş olmaktır. Okumak, karşımızdakinin derdine, yarasına ortak
olmakken yazmak kendi yarasına tuz basmasıdır insanın. Havuzun alt musluğunu,
dilimizi kapatıp; nurun kalbe, tüm bedene yayılmasına müsaade etmektir ve sonra
da havuzdan taşan nurdan nasiplenip Hakk'a şükredip secde etmektir."
Bilmiyorum, ama emin olduğum tek şey hocam
yanlış söylese bile söylediği her sözün doğru olduğudur. Ben ise hala abdest
almaktayım gönlüm boş ve dilim açık. Önce tasarruf etmeli sonra tasavvufu bilmeliyim.
Kalktım
ve tekrar vardım pencerenin kenarına, ruhumun kıyısına. Gözlerim sokağı dolaştı
tekrar ve yine uzaklardan gelen türküye kulak verdi.
Dedeyi
seyrettim ama bu sefer yalnız değildi.
Kremi
renkli, çizgili paltolu noter kâtibi olan dostu cebinden çıkardığı sarılmış
tütünü ona uzatmaktaydı. Gözleri belki yıllar öncesindeki gibi aynı sevgiyle
can yoldaşına bakmaktaydı. Belki de birbirine uzaklıkları yanlarına yaklaşmakta
olan yirmili yaşlarda delikanlı kadardı.
Tekrar
masama döndüm ve kalp atışlarını hissettiğim kalemim, kâğıdın gönlünü
yaralamaya başladı.
Bembeyaz
kâğıdın üzerine düşen büyük harfli küçük bir başlık ve birkaç cümle:
İLAVE
SAVUNMA: "Neden yazmıyorsun, yoksa
kelimelerin mi tükendi? Sorusuna verebileceğim tek cevap şudur: "Kelimelerin
tükenmesinden daha mühim mesele havuzun temelinde oluşacak hasar ile havuzun su
sızdırmasıdır. Hamdolsun havuz sağlam fakat şu anda abdest almaktayım. Eğer
biraz da sûkutun ikrarına ulaşabilirsem niyet edeceğim." İMZA:
Şeyhşamil EJDERHA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder