dili olsa da konuşsa
şu yorgun duvarların
kimler geldi kimler geçti
bağrından
isli bir lambanın yanıbaşında
asılı dururdu hep
dedemle nenemin resmi
ömürlerinin
en baharından
bir kaç beden büyük gelmiş gelinlik
damat hayli utangaç
zoraki birleşmiş eller
gözlerinde siyah beyaz hayaller
şimdilerde öksüz kaldı
duvarlar
ne buğulu bakışlı
asker fotoğrafları
ne lamba kaldı yadigar
dedemle nenem mi ?
o resim sandıkta şimdi
bir köstekli saat
bir de vasiyetname var.
BİZE YAZILANLAR...
CEVİZ SANDIK/Nurcihan KIZMAZ
ŞİİR SAATLERİ / Ferhat ALTUN
19.14
insan tercih etmekten ibarettir
sen çiçek olmayı seçtin
ben sakalımı kestim
19.18
göğe bak
nasıl da aya yakışıyor
asansöre, arabaya ve duvara
inanmayan bir şey oluyor zaman
19.20
gökkuşağının başladığı yerde saçlarını buldum
bana misâk-ı millî’yi hatırlatıp durdu
medine oldu gözlerin
kurudum
19.23
ruhlarımızın menbaının bir oluşundandır
aynı şarkıya ağlayışımız
19.60
ayaklanmalıyım
paslı kılıçlarını topuklarıma saplamadan ölüler
ölüler ki
yalnız beni bekler
20.22
şiir bitti
gözlerin hâlâ işgal altında
BEREKETLİ ÇOCUKLAR ÜLKESİ/Samet YURTTAŞ
güneş eğilir salkım salkım
Ağrı Dağı’nın dudaklarına .
Tendürek’ten Süphan’dan bir parça,
çığ gibi büyür halkım bembeyaz doruklarda.
Van Gölü’nde taş sektiren
bir çocuk,
dalga dalga büyüyen
kırmızı bir gül halkım
tebessümle açar ülkemde.
Zap suyu’nda bir güvercin
arınır günahlarından.
bir yıldız kayar Trakya’dan Cilo’ya,
halkım çisil çisil yağar
Anadolu’ya.
ardından eleğimsağma...
dağ, taş, dere, bucak, ova...
son hasattan önce
buğday sarısı Çukurova.
halkım kavis çizer bozkırda,
Ay ve yıldız gökyüzünde.
ülkem
bereketli çocuklara gebe.
HÜSEYİN BURAK US VE KAPIYI TEKRAR ÇAL / Hasan KEKLİKCİ
Hüseyin Burak Us’un; Bir Çocuk Tutar Ellerimden, Seçkin Şairler Antolojisi ve Kim Geldi Penceresi’nden sonra, kapıyı tekrar çal ismini verdiği şiir kitabı ARK Kitaplarından çıktı. Şair, hikâyeci, romancı Hasan Ejderha dostla, Dostlar Çayevi’nde ziyaret ettik Hüseyin Burak Us’u. Kitabı ilk elden imzalı olarak almak da vardı işin içinde, Hüseyin’in “Tek şeker atsan da şafağın ziyasına/İnce belli muhabbete rağbet yok bu çağda” diye yakındığı, ince belli çay bardaklarının şahitliğinde muhabbet etmek de.
“Kitabı basılan şair, yükünden şimdilik
kurtulmuştur.” diyor, Şükrü Erbaş. Fakat Hüseyin’i o kadar dolu gördüm ki, “şimdilik”
bir anda gelip geçmiş sanki. Sonra kitabı okuyup bitirince “Basbayağı çocuktum adamlığına
bahse girdim” diyen birinin yükü asla eksilmez, dedim kendi kendime.
İmkân olsa bile insan çocukluğunda yüklendiği hiçbir yükü bırakamaz çünkü.
Dört bölüm, birbirinden güzel otuz
dokuz şiir ve seksen sekiz sayfadan oluşan kapıyı
tekrar çal, uzun zamandır özlediğimiz bir şiir kitabı olmuş. Mesela zamane
şairlerinin dilinden düşürmediği, okuyucuyu usandıran, her şiirde değilse de
iki şiirin birinde karşınıza çıkan, doğru-yanlış kullanıla kullanıla yamalık
tutmaz olmuş kelimeler yok kitapta. “Sarı siyah garbi yeliydim Karadere’den
evrene ileri” diye başlıyor şiirin yolculuğu; “Gönül saatimize bir şey olur
mu/İnce giyinsek Edirne havasında”, “Hesaba katılmazsa İstanbul ağzı/farkı yok
müstakil ev kapılarından”, “Bursa’da zaman dursun nal kokularıyla karışık”,
“Gurbet gezdik çok tren getirdik Ankara’dan”, “Saydığım günler Niksar
yolunda/toparlanıp girmişti koluma” ve “Uzattım Side göğüne aynı yerden
ismimi/kararmasın diye babadan kalan baht” diyerek Anadolu’yu geziyor.
Sonra “Çocuk kefenleri kurutuyor yerli güneşler Kudüs’ün gadasında”, “Uzaktan
seviyoruz Mescid-i Aksa’yı kimse kimseye benzemiyor kucaklaşınca”, “Bak tepeler
azalıyor Uhud’da Tur’da Nem aldı ümmet boy vermiyor artık” diyerek
Mescid-i Aksa ve Uhud’a, Tur Dağı’na götürüyor okuyucuyu. Ve “Soluyor
mu acep gömleğindeki çiçekler/yağmur geç kalınca” diye soruyor.
Ali Haydar Tuğ; ticaret lisesinden
sınıf arkadaşımız, kıymetli dost; bile, isteye dünyanın bütün yükünün altına
girmiş. Ve tam manasıyla bu yükün altında ezilmiş bir kazazede. Dünyadan erken
ayrıldı. Mekânı cennet olsun. Hüseyin Burak Us, Dereboğazı köyünden Ali
Haydar’ı unutmamış; “Akşama doğru uyanıp sevilmeye başlayınca/Ne uzun oluyor tuğlu geceler
Âli Haydar/Kâğıt kokusuna yatsı ezanına dereler boğazına”
“Güzel eserleri okumak, dinlemek,
görmek için hazırlanmak lazım.” diyor, Nurullah Ataç. Kitabın dördüncü bölümünü
okumaya üç İhlas bir Fatiha ile başladım. Bu bölümün adı, “berduş çavuş”. Berduş
Çavuş elinde bir mendil halayın başında olurdu hep. Halayına dizilen köylü
delikanlıları, onun attığı yere adımını atar, kaldırdığı yere kolunu
kaldırırdı. Aynı anda dizlerini kırar, yere çökerdi. Ve hep bir ağızdan
“atalım, atalım…” Sakal tıraşını ihmal etmezdi. Siyah saçlarını arkaya tarardı,
Berduş Çavuş. “Okunaksız yağmur yağıyordu halay çekerken/sınanıp geleceksin sandım
yağmur sonrasına/Dolaşmasın diye ayakların eve dönerken/çalılar kaldırdım
kapılar açtım sana”. “oy ne ağır kelime/Battı eteğindeki çiçekler alnımdaki
harflere“ Gerçekten de şu “oy” ne ağır bir kelime. Öyle ağır ki, onun
ağırlığı ancak babası ölenler anlar.
Bu yazı bir kitap tanıtım yazısı veya
tenkit yazısından ziyade, çocukluğumuzda aynı köyün havasını solumuş olduğumuz
bir kardeşimizin emeğini dillendirme çabasıdır. Çok güzel, olur olmaz
noktalamalardan uzak, hatta hiç noktalama kullanılmadan yazılmış güzel bir eser
olmuş, kapıyı tekrar çal. Zaten bir
kitap, bir insanın kafasına yatıyorsa öyle dilbilgisine, gramerine de çok
aldırış etmemek lazım. Desiderus Erasmus, “Sadece gramer bile (buluş olarak)
insanoğluna ömür boyunca işkence etmeye yeter.” diyor ve “Gramerci kadar gramer
vardır, hatta gramercilerin sayısı gramer sayısını biraz aşar.” diye ekliyor.
Hüseyin Burak Us; tiyatroculuk,
senaristlik, hikâyeciliğin yanı sıra kitapları zevkle okunacak bir şairdir. “Bakalım
şiirim tüyünü düzüp alasını, sürmesini çekebilecek mi?” demiş, şair A.Kadir
Bulut. Hüseyin’in şiirleri o aşamayı çoktan geçmiş, kanatlanmış, kollanmış. Dostlar
Çayevi’nde yıllardır şiir tamir eden şaire “şiir ustası” demek lazım aslında.
Belki de o bilinen ilk ve tek şiir tamircisidir.
J.D. Salinger’in Çavdar Tarlasında
Çocuklar romanının kahramanı Holden Caulfield, “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz
zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her
istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence
gerçekten iyidir.” Ne mutlu bize, kapıyı tekrar çal şiir kitabının yazarı her istediğimizde telefonla
arayıp konuşabileceğimiz bir dosttur.
ŞAHİN SAVAŞ’IN VAN İLE SÜPHAN ROMANI / Hasan Keklikci
Çok güzel bir kitap olmuş. Kitapta her ne kadar “İnsan, yüzüne karşı bu kadar methedilmez.” diyorsa da göz önündeki gerçeği söylemeden geçmek olmaz. Gözü, zihni yormuyor, kitap. Güzel bir cümlenin olmadık bir yerinde sizi hers-marak edecek, çileden çıkaracak anlamsız bir uydurukça kelime çıkmıyor karşınıza. Kaldı ki romanın kahramanları Sakallı ve Burhan da yeni yazarlara şüpheyle yaklaşan insanlar. Her ikisi de daha çok eski yazarların kalburdan, elekten geçmiş kitaplarına rağbet ediyorlar. Evlerinde, kütüphanelerinde bu kitapları bulunduruyorlar. “Esasen bir okur olarak ben de eski yazarları daha çok tercih ediyordum. Sözüm ona yenilerin birçoğunun yazdıklarını okuduktan sonra harcadığım zamana üzüntü duyanlardanım.” diyor Burhan. Sonra “Yine bazı tanınmış yazarların bir yılda birden fazla kitap çıkarmasını da bir edebi çalışma değil, ticari faaliyet olarak kabul ediyorum.” Ne kadar güzel bir tespit; bu gibi kitaplar olsa olsa meslekî kitap olur. Son yıllarda o kadar çok kitap çıkıyor ki ardından yetişmek imkânsız. Fakat isminin güzelliğine, üzerindeki veya arka kapağındaki resme bakarak aldığımız bir sürü kitap okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmaktan öte işe yaramıyor. Hele bizim gibi eline aldığı bir kitabı mutlaka sonuna kadar okuyup bitirmek huyu olanlar için, kitabın yarısına varmadan akıl almaz bir işkenceye dönüşüyor, okumak. Koca koca insanlar, yerine kullanabilecekleri o kadar çok kelime varken birilerinin “para karşılığı” uydurup Türk Dil Kurumuna pazarladığı kelimeleri kullanıyorlar. “Durumu öykülüyor.”, “dönenip duruyor” hele hele şu “devinmek” yok mu, karşısına çıkan normal bir insanı devindirip devirir! Bu dili kullananların bir kısmı serbest, onları okurken insan kendisini ona göre hazırlıyor zaten. Fakat öyle bir grup türedi ki bu grup güya millî, ha, bir de yerli. Kitap yazdığı dille insan içine çıkamaz, konu komşusuyla konuşamaz bu dediğim yazarlar. Denemesi bedava; gidip babalarına, “Baba bugün devindin mi, yoksa akşama kadar evin içinde dönenip duran anamın öyküsünü mü izledin?” diye bir sorsunlar! Bakalım babalarından nasıl bir küfür yiyorlar…
Birilerine laf saymak için bahane
arayan adamlar olur ya, işi oraya getirmeden konuya dönecek olursak, Van İle
Süphan son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri. Şahin Savaş’la
Ankara’da Mehmet Yılmaz’ın öğrenci evinde tanışmıştık. Yirmi küsur yıldır
görüştüğümüz bir dostun kitabının çıkması ve imzalı olarak elimize geçmesi bizi
ziyadesiyle memnun etti. Birkaç gün içerisinde; bir kitabı okumadan ziyade
kahramanlarının yanı sıra dolaşıyormuş hissiyle, eskilerin deyimiyle taallüm
ettim. Her sayfasında, her paragrafında, birçok cümlesinde bir tanıdığa,
tanıdık bir şeye rastladım.
“Aşk acısı nasıl geçer, Dede?”
…
“Geçmez, oğul!” “… insan yaşarken âşıksa
ölürken de âşıktır.” diyor, Dede, yani Sakallı. Ve her ikisi de
sevdiğinden uzakta olan iki âşığın macerası bu soru-cevapla başlıyor. Sakallı
ile Necibe’nin Bodrum’da yaşadıkları kısa aşkları, Süphan Dağı’nın silueti
yansımış Van Gölü’nün kıyısında dile geliyor, kelimelere dökülüyor. Macerayı
dinlerken, yani okurken bazen aklıma Yusuf Hayaloğlu’nun Suphi’si geliyor,
“Tekneye martılar konardı./Yüreğim Suphi’ye yanardı, ağlardım.” diye
geçiriyorum içimden. Bazı cümlelere takılıyorum, tekrar okuyorum, seviniyorum: “Gözlerimi
üzerinde unutmuştum.” “Sesine yine her şeyi bağışlayıcı bir ton
verdi.” “Sonra bu şekilde oturup Süphan’a bakmak noksan yanıma iyi geliyor.” Bazen de
hedefini bulan taş çıktığı oluyor yazarın
kelimeyle dolu heybesinden. “O zamanlar dürüst insanlara idarecilik
verildiği olurdu.“
“Savaşta, bir de
aşkta hile mubahtır derler.” diyor Nazan Bekiroğlu, buna rağmen asla hileye
başvurulmamış bir aşkı anlatmış Şahin Savaş Van İle Süphan’da.
Bu arada, kitabı okuyanların ve naçizane
bu yazıya tesadüf edenlerin dikkatinden kaçmayacaktır; Şahin bey özgeçmişini
yazarken doğum gecesini yazmış ama tâbiri câizse laf kalabalığına getirip doğum
yılını yazmamış. Fakat ben biliyorum! Bir meczup dosta
“Kaç yaşındasın Salman Abi?” demiştim. Salman Abi parmakları açık vaziyette iki
elini havaya kaldırdı “Melek’in Omarı’ı benim taydaşım, hesapla bakalım” dedi.
Hani olur ya merak edenler için, Şahin Savaş da KSÜ öğretim üyelerinden Dr.
Mehmet Yılmaz’ın taydaşı…
Van İle Süphan
ARK Kitapları’ndan çıkmış, iki yüz elli beş sayfa. Okuru bol olsun.
TER-Ü TAZE BİR ZAMAN/ Hidayet BAĞCI
Elindeki
lale motifli kasnağı oturduğu divana bıraktı. Bir süre pencereden süzülen
yağmur damlalarında geride bıraktığı zamanları seyretti. Zamanın insanı
olmaktan ziyade bu zamanda insanca kalmanın zor olduğunu düşündü. Yağan yağmur da
yarınlara akıp yön veren bir yağış şekli olduğu gibi o da insan gibi geçmişten
değil bugünden başlıyordu geleceğin duvarlarını inşa etmeye. Bu yüzden toprağa ekilen
tohumlar bugünden yağmurunu, güneşini ve zamanını almalıydı.
Günlüğü
geldi aklına, ona bugünden notlar düşmeliydi. Aklına gelen her cümleyi değil de
her bir seçkin cümleyi nitelikli ifadeler kullanarak yazmalıydı. Odasına gitti,
kitaplığının en üst rafına bıraktığı günlüğü her zamanki yerinden aldı ve kaydetmeye
başladı.
“
Bugün yıllardan yirmi dokuz… Zaman ilerlemiş ve ben, yaş almışım. Bir zamanlar,
yağmurdan kaçıp ağacın yaprakları arasına saklanan serçe kadar ürkektim.
Şimdilerde kendimi bir şahin gibi hissetsem de hala o ürkek serçeyim. Şu an bu
cümleleri yazarken dahi düşünüyorum. Neyi mi?
-Kaderi…
Kader
insana ait sözlü cümlelerden ibaret; çünkü gün gelir her cümle canlanır. Bu
yüzden yalana hayır, bu yüzden samimiyete evet… İnsan bu zamanda insanca kalmak
istiyorsa dürüstlüğün eşiğinden geçmeli. Dürüstlüğün kapısını tıklamalı,
cesaret dolu bir gönülle. O kapının da anahtarı içten bir niyettir. Kapı
açıldıktan sonraki durumları yine insanın niyeti belirler. O anahtar her kimde olursa, dünyada başına
gelecek her hallerden de emin olur. Yağan yağmurda görür güneşi, esen rüzgârda
duyumsar samimiyetin kokusunu…
Bugün
yıllardan yirmi dokuz… Zaman ilerlemiş ve ben, yaş almışım. Kulağıma süzülen
ikindi ezanın sesi ne kadar yorgunsa akşam vaktinin gelişi de bir o kadar ter-ü
tâze.
Gün
bitti…
Kaç
şair dile getirdi vaktin dolduğunu?
Kaç
şair ifade etti zamanın da bir insan gibi canlı bir varlık olduğunu?
ve,
Kaç şair yemin etti zamana?
Bugün
yıllardan yirmi dokuz… Zaman ilerlemiş ve ben, yaş almışım. Dışarıda yağan
yağmurlar kadar berrak bir zihinle aklıma düşenleri yine yazdım. Belki belirsiz
ama hep umutlu…
Kadere
iman ile...
ÜRKEK ŞİİR / Nurcihan KIZMAZ
kalın bir kitabın son sayfasında
içli bir şiir idim bir kaç kelime
ne zaman bir göz dokunsa
dizelerime
kanım çekilir
ürperirdim hece hece
okundukça okundukça alıştım
geçti gitti ürkekliğim
dillere düştüm
seher vakti turnalara
karıştım
ne zaman adım anılsa bir yerlerde
yankılanırım nota nota
karşı dağlarda
kimi zaman ninni
kimi zaman ağıt olurum
düşmeye göreyim
bir nadanın eline
içime kapanır
kağıt olurum.
NÂİME TEYZE'NİN AYNASI/Bilge Doğan
-Merhum ve biricik Nâime Teyzemizin hüzünlü hatırasına
"Hatırlamak ne güzel şey ama ölürdük unutmasak."
İşte
Nâime Teyze, bu iştiyakla unutmak istediklerini zaman zaman hatırlamak için bu
kadim aynaya bakardı. Bakardı ve maziye güzide yolculuklar yapardı.
Âh
Nâime... O bakışlar, derin ve hüzünlü... O ne alım o ne eda. Nâime, hayranlık
uyandıran endamı, yüz kadını cebinden çıkaran becerisiyle bambaşka bir kadındı.
Ona doyamadı hiçbir insan evladı. Onun yürek acısı ise derin bir muamma...
Bir
erkek gölgesinde beli bükülmüştü Nâime Teyze’nin. Onun acıları süslemeye gerek
kalmayacak kadar büyüktü. Hangi insanoğlu vardı ki zaten dertten beli
bükülmemiş olsun. Nâime Teyze’nin altın kalbi girdiği tüm hayatları
yeşillendirip bahtiyar eylemişti ama kendi kırık gönlü gülmek bilmemişti.
Bu
ayna, altmış beş yıldır yüzünü eskittiği bu ayna yüreğini de yaşlandırmıştı,
acı tatlı bütün hatıralarına şahit olmuştu. Bir de Limon isimli kanaryası
yıllardır şahitti ya her şeye, onun da kuşdili anlatmaya kâfi gelmiyordu
olanları.
Tatlı
ve heyecanlı gençlik anılarını düşünürken, aynanın içinde o günlere gider,
yanakları utangaçlıkla pembe pembe olurdu. Sıkıntılar düşüp de aklına baktıkça
aynaya, yüzündeki çizgiler kat kat derinleşir, gözleri aynadan açılan kapıyla
geçtiği mazinin derinliklerinde kaybolurdu.
Bir
mektuba rastladı bu bahar temizliğinde, sahibine ulaşamamış bir mektup ya da
bir günlükten bir parça, masal tadında ama sonu hüzünlü. Aldı eline oturdu
kadim aynasının karşısına:
"Bir
varmış bir yokmuş, vay gönlüm…
Yüreğinde
onca merhamet yüküyle dolu bir insan varmış. Savaşlar ve acılarla dolu bir
dünyada yaşarmış. Boğazında düğümlenen onca sıkıntıyla elinden geldiğince
muhtaç insanlara yardım etmeye çalışır, hiç durmadan koşturur, yüreği yanar da
yanarmış. Söyleyemedikleri ile yüreği pare pareymiş. Elinden gelen önünde ama
elinden gelmeyen çareler yüreğinde dertle koşarmış oradan oraya. Davasında
samimi, kavline sadık yiğit bir insanmış. Dost bildiği yakınlarıyla yaralara
merhem olmaya and içmiş. Bu çekilen acının, dökülen kanın sonu gelmeyeceğini
bilirmiş bilmesine ama Müslüman kanı dökülüp durdukça Türk-Müslüman kanı
taşıyan bu yiğit insana durmak yokmuş. Bir cana derman olabilse, bir yetim
evladı mutlu edebilse dahi son nefesine kadar mücadeleye devam etmeye and
içmiş.
Bir
küçük deli kız varmış masalın öbür yakasında. Nasıl olduysa, devran dönmüş, bu
iki insanın yolu kesişmiş. Tüm dışa dönüklüğünün, hoyratlığının yanında aslında
naif ve zayıf bir kızcağızmış bu kız. Elleri kalem tutmaya, gözleri kitap
okumaya, kulağı musikiye âşinaymış. Kız daha bakar bakmaz görmüş ve tutulmuş
adamın içindeki ışığa. Ne diyeceğini ne yapacağını bilememiş. Onca yarayla ve
düş kırıklığı ile yaralı ruhu bir cezbeyle dile gelmiş. Bildiği en güzel
şiirleri ona okumak istemiş, en sevdiği romanları okusun da o dinlesin istemiş,
sevdiği şarkıları o da bilsin istemiş, kalemi onun hikâyesini yazsın istemiş
istemiş istemiş... Önünde duramadığı heyecanı onu korkutmuş, hayatın iplerini
hep elinde tutan temkinli hâli uçup gitmiş. Onca yaşadığı, onca gördüğünden
sonra, artık olgun bir kadın olduğunu, heyecanını kaybettiğini düşündüğü kırgın
bir anında bir dokunuş yüreğini cana getirmiş. Ne görmüş, ne bilmiş yüreği de
akıp gitmiş acaba. Yüreği yanında olan kız, çaresizliği karşısında yüreğine
güvenmekten başka yol olmadığını biliyormuş. Biliyormuş çünkü onun yüreğinin
evet dediğini Allah istemedikçe hiçbir şeyi değiştiremezmiş.
Yaralarla
dolu iki insan, iki yürek. Biri birine az fazla dokunsa diğeri kâğıt gibi yanıp
gidecek. Felek ne türlü imtihan etmek istermiş bunun sırrına varsalarmış keşke.
Nasıl yaklaşmalı, adım atmalı; öyle bir dokunmalı ki, sanki küçük bir bebeğe
dokunur gibi, kanayan yaraları açmamak ve daha çok kanatmamak için. Durdan
anlasa dil, yürek susmazmış. Yürek sussa, tabiat susmaz bir işaret gönderirmiş.
Yanmak var işin ucunda bilseler de, akıp yatağını bulacak su gibi kesemezlermiş
önünü.
Dilsiz
bir nağme uzar gidermiş kızın yüreğinden güzel insana: 'Sana geldim, sana sen
olduğun için geldim ve seni sen olduğun için sevdim. Benim için zerrece
yolundan saparsan seni sevemem. Beni zerrece yolumdan saptırırsan seni göremem.
Ben ben olduğum için beni sevdin, sen sen olduğun için seni sevdim. Yüreğim
akıp gelirken yüreğine beklentilerin ve hayallerin ötesinde anlaşılmaz bir
bağlılıkla teslim oldu sana. Senden gönlü şâd eden insanî şeyler değil, gönlü
şâd eden vicdanî şeyler istiyorum. Mektup yazarım sana, sadık bir gönülle oku
isterim mesela. Uzağımda olsan da hiç önemli değil, gönlüme yakınlığını
hissettiğim gönlünü isterim. Ağlarsam, gülersem hisset yüreğinde isterim. Sana
tutunduğumda kalbimin sesini hisset isterim. Beni incitebilirsin ama dokunurken
bana yaralı bir Ceylan'a dokunduğunu bilip şefkatli olmanı isterim. Uzağında
olsam da senin yalnızlığında kalırsam yorulurum. Derinliğimizde buluşalım tüm
gözlerden ırak, kimseler bilmesin. Gönlün yakın olsun bana, bunu bileyim ömür
boyu beklerim. Hoşgörülüyüm, sabırlıyım ama sadık bir yürek isterim. Sevsen
beni, yollarıma güller döksen, yıllarca beklesen, yüreğimi hoş etsen, kırk yıl
geçse aradan; ya da beni yüzlerce kez kırsan senden vazgeçmem; ama sevgisizlik
eşiğini geçersen, bununla vurursan yüreğimi biterim ben. Leyla'yı bekleyen
mecnun olmazsan vesselam, aşkımdan ölsem de olmam yanında.
Ben
buyum, bu kadarım, gözü karayım ama naifim. Suskun adama bu gönül tutkun. Ya
kabul et beni, ya da incitmeden sessizce çekil git hayatımdan...' "
Mektup
gözlerinden dolup da usulca akan yaşlarla ıslanır, yüzünde kat kat derinleşen
çizgilere esefle bakar. Bir "Âh..." dökülür nağme gibi dilinden,
gönlünden neler geçer neler... Bitmeyen ve gönlü kırık hikâyelere şahit kadim
aynanın yüreği bilmem kaçıncı kez yine burkulur.
Kalenin Dibi / Davut Uysal
Çehremde bir gül koncalanıyorsa şipten
Kıracı yar eden suyu senden
Semâda bir yere değiyorsa yaprakları
Uzanıp göğü delen boyu senden
Yanağımda dinelen yarayı siliyorsa çizikleri
Çiğneyip aş ettiğim dikeni senden
Âhirden bir hatıra yansıyorsa dışarı
Ölümü dar eden gülüşü senden.