“Davayı aşağıda unutanlara.”
Eski model, salon tipi bir arabanın arka koltuğuna kurulmuş olan adam, bir yandan çevredeki binalara göz atarken, bir yandan da şoförle konuşuyordu.
“Araba iyice hırpalanmış.” dedi yavaşça. “İki seneye kalmaz hurdaya çıkar herhalde.”
“Ayıp ettin abi.” dedi şoför. “Ne hurdası. Daha kız gibi maşallah.”
“Öyle.. Ama zamane kızı gibi değil mi?”
“ Zamane kızı dedin de aklıma geldi. Bizim mahallede bi tane var abi, göreceksin böyle...”
“Rica ederim kardeşim, kendinize gelin! Siz zaten günaha girmişsiniz, bari bizi bulaştırmayın.”
“Aman abi, kusura bakma. Nerden bilirdim senin hoca olduğunu?
“Hoca falan değilim ben.”
“Ya nesin?”
“Mühendisim ben. Yüksek Elektrik Mühendisi Binali Bey. Hem galiba aradığım yeri buldum. Şu ilerde dur bakalım.”
Taksideki adam, şoföre parasını vermeden önce, siyah gözlüklerini taktı, kravatını düzeltti, kendine son bir defa daha çeki düzen verdikten sonra, karşı kaldırımdakilerin duyabileceği kadar uzun bir besmele çekip, arabanın kapısını açtı. Önünde durduğu tuğla binanın tabelasını bir kere daha okuyarak içeri daldı. Burası, bir siyasi partinin binasıydı.
İçerdekiler gelenin kravatlı, eli çantalı biri olduğunu görünce ayağa kalkmışlar, biraz sohbetten sonra, mühendis olduğunu anlamışlardı. Ayrıca, firmadan görevli olarak geldiğini, başkanla görüşmesi gerektiğini de söylemişti mühendis bey. Nitekim biraz sonra parti başkanı gelmiş, kısa süren tanışma faslından sonra, başkanlık odasına, çok gizli meseleler görüşmek üzere girmişlerdi. Başkanın ağzı kulaklarına varıyor, “Zat-ı âlileri ne emrederler efendim?”, “Zat-ı muhteremler bir şey içmezler mi?” efendimlerle kırk yerinden kırılıyordu.
“Sadede gelelim” dedi Mühendis Bey.
“Buraya milyonluk yatırımlar yapmak için geldim. Niçin buraya dersen, anlatayım. Bu iş bana verildiğinde, en dindar şehrimizin neresi olduğunu araştırdım ve burasını buldum.”
“İsabet buyurmuşsunuz efendim.”
“Biliyorsunuz hükümet iyice dinsizleşti. Bu yüzden de buralarını ihmal ediyor. Ama biz boş durmayacağız tabi. Hükümetin yapmadığını yapacağız. Hem biz kazanacağız hem
Müslümanlar.
“Şeyy.. İşin mahiyeti...”
“Ona da geleceğim. Ama yatırımlarımızın hangi birini anlatayım? Kok kömürü alım satımını mı, tavşan çiftliğini mi, elektrik direkleri projesini mi... Hangisini? En iyisi siz, bizden olması şartıyla, hali vakti yerinde arkadaşlarla konuşup, durumu kısaca izah edin.
Bilahere toplanır, yapacaklarımızı kararlaştırırız. Yalnız para meselesi şimdiden halledilsin ki, bir an evvel faaliyete geçelim.”
“Siz merak etmeyiniz efendim. Para meselesi kolay.”
“O halde şimdilik bana müsaade. Zannederim namaz vakti. Ben Ulucami’ye kadar gideceğim.”
“Güle güle efendim, güle güle. Sık sık bekleriz.”
“İyi ama siz gelmiyorsunuz. Her halde daha kılmadınız.”
“Biz bugün ilkini Tekke’de kılacağız. Üçüncü veya dördüncü için belki Ulucami’ye gelebiliriz.”
“Nasıl yani? Siz bir vakit namazı kaç kere kılıyorsunuz?”
“Çevrenin durumuna bağlı efendim. Kalabalığı görürsek en yakın camiye girer, içinde bulunduğumuz vaktin namazını kılarız. Anlıyorsunuz ya, halkı irşad meselesi…”
Mühendis Binali Bey o gün Ulucami’de kıldığı namazdan sonra, şehrin hemen bütün çayhanelerini dolaşmış, hep projelerden, dinden imandan, hayırsever zenginlerin el uzatması gerektiğinden söz etmişti. Ertesi sabah “Mühendis Binali Bey” adı, kulaktan kulağa yayılıyordu bile.
Her geçen gün, bu adı ve projeleri efsaneleştiriyor, Mühendis Bey de yatırım ortaklarıyla temaslarını artırıyordu. Herkesin ağzında bir Mühendis Binali Bey vardı şimdi. Hele partililer... “İşte beklediğimiz adam.” diyordu hepsi de. Acaba Belediye başkanlığına mı, yoksa milletvekilliğine mi aday gösterselerdi? Yoksa parti başkanlığı için yapılan ricaları artırıp, önce il başkanı mı yapsalardı ki? Aslında Genel Başkan olacak adamdı ama...
Partililer bu düşüncelerini sade kendilerine saklamıyor, göğüslerini kabartıp, Allah’a şükrettikten sonra, Mühendis Binali Bey'in kendi partilerinden olduğunu söylüyordu.
Bundan daha iyi bir propaganda olur muydu? Çünkü, ahlâklı, dürüst, nur yüzlü, dindar, memlekete hayırlı bir vatan evladıydı Binali Bey... Ya partinin zenginleri? Yatırımlarına ortak olabilmek için Binali Bey'in evini hediye yağmuruna tutmuşlardı adeta. Hamallar, Ali
Bey'in evine tavuk, yumurta, süt, yoğurt taşımaktan usanmıştı. Yapılan iltifatlar da cabasıydı daha.
Nihayet büyük toplantı günü gelmiş çatmış, senetler, bonolar, gizli köşelerde kalmaktan rengi kaçmış, 500'lük dolu çıkınlar ortaya serilmişti. Binali Bey anlatıyor, ortaklar dinliyordu. Milyoner olmuşlardı işte. Bu adam Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bir ihsanıydı.
Gerçi çocuğunun günahı epeyi ağır gelirdi ama, bu günahları hiç olmazsa gizli yapmayı, halkın gözünden saklamayı becermişlerdi. Yani halka kötü örnek olmamışlar, belki sevap bile kazanmışlardı. Bu sıralar elektrik direği demiri ve kömür alışverişi ile ilgili projelerinden bahseden Mühendis Bey, nihayet en önemli yatırıma geldiklerini beyanla, herkesin dikkat kesilmesini istemişti.
“Arkadaşlar!” dedi, bilgiç bir tavırla. “Yapacağımız iş sermayesizdir. Dünyada yalnız
Hollanda’da bulunan bir cins tavşanı getirip, ticaretini yapacağız. Bu tavşan her üç ayda bir 12 tane yavrular. Doğan bu 12 yavru da üç ay sonra, yine her batında 12 olmak üzere 144 tane tavşan yavrular ve bu böyle uzar gider. Böylece kısa zamanda milyonlarca tavşanımız olur. Peki bu tavşanları ne yapacağız. Daha önce yaptığım temaslar sonunda, bu hayvanların etini Kayseri'ye, kemiğini şeker fabrikalarına, derisini de Avrupa’ya satmak üzere yetkili mercilerden söz aldım. Fakat, bu temaslarım sırasında 10 bin lira kadar masraflarımız olmuştur. Şimdi, ortaklar olarak bu parayı paylaşmamız gerekiyor.”
Adam başına bin lira bile düşmüyordu. Milyonluk, sermayesiz bir iş yanında bu kadarcık paranın da sözü mü olurdu? Nitekim on bin lira pay edilerek karşılanmış, iş için gerekli diğer paralar Mühendis Bey'e teslim edildikten sonra toplantı dağılmıştı. O gece ve takip eden günlerde, ortaklar sabahlara kadar tavşan hesabı yapmaktan uykularını bile kaybetmişti. Mühendis Binali Bey ise, iki gün sonra gelecek bir miktar parayı da aldıktan sonra Hollanda’ya tavşan getirmeye gidecekti.
Fakat parayı almadan bir gün önce garip bir olay oldu. Yanında iki ortağı olduğu halde, bir iş için dolaşan Mühendis Bey'in omuzuna bir el dokunmuş, döndüğünde tanıdık bir sima ile karşılaşmıştı.
“Ne o lan?” dedi adam, “Sen ne arıyorsun buralarda? Bakıyorum kılık-kıyafet yerinde hani...”
Ortaklardan biri sinirlenmişti:
“Sözlerine dikkat etsene kardeşim.” dedi. “Karşındaki adam koskoca mühendis.
Mühendis Binali Bey.”
Adam bütün gücüyle bir kahkaha atmış, “Mühendis ha!”deyip, tekrar gülmeye başlamıştı.
Ortaklar da şüphelenmeye başlamışlardı artık. Bir şey söylemez mi diye Binali Bey'e
bakıyorlardı ama, taş kesilmişti sanki. Beri tarafta ise gülmesine devam eden adam, kesik
kesik cümlelerle de olsa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu:
“Demek mühendis ha… Hay Allah, şu işe bak ya hu? Mühendis demek… Yahu bu benim
Ankara’dan hapishane arkadaşım be! Demek mühendis oldu ha... Ulan o zaman
dolandırıcılık suçundan yatmıyor muydun sen?” Bu ara Mühendis Binali Bey'in dişleri
gıcırdıyor:
“Ulan Bayram.” diyordu yavaşça, “Ne vardı yani bir gün daha karşıma çıkmasaydın. Ah
ulan Bayram...”
Kutlu olsa bu öyküyü Dergah'ta yayımlardı. Tebrik ediyorum. Sonu böyle açık bitmemeli ama biz sahtekar olduğunu anlamalıydık...
YanıtlaSil