Hücre
Soyut çemberin çepeçevre sarmalayan ham kelimelerinden pişirilmiş hayat savruldu, yaralar aldı ateşten acılarla. Ruhumuzun uçsuz bucaksız sahili sanayi artıkları yiyen insanların istilasına uğradı ve ben kendi hücreme döndüm kendi benime, kendimin içine. Kendi içimdeki hücrem karanlık ülkelerden daha geniş, cahil cümlelerle kurulan şehirlere dönüşmüş. Uzak iklimlerin bağrında yanan gönül ateşi sönmüş kendi kendimin iç dünyasını hücre evine dönüştürmüştüm. İkiyüzlü maske fabrikaları üreten insanların ülkesinden kovuldum, dillerinden fitne salyaları akıtan makamlarına mevkilerine gücüne secde eden kavmin karanlık dünyasından kovuldum. Aldım bir yanımda etrafımda pervane gibi dönen göğü bir yanımda ayaklarıma bir halı gibi serilen yeryüzünü. Aldım yanıma iğne uçlu suskun cümleleri sabır tarlasına ektim, ateş yağmuru yağdı taşlaşmış kalplerin zalimliğini etkilemedi, cahillik rüzgârı esti kuruttu ruhlarda yeşeren güzellik tohumlarını.
Maskelerle süslenmiş bir dünyadan, maddenin gönüllere putlardan şehir kurulmuş insanlardan, hayallerin gölgesinden tarumar olan hayatlardan, kaosun ibadethanelere döndüğü ve kişilik kazandığı mekânlardan gökyüzünde kendi nağmelerini söyleyen ve vurulan kuş gibi gittim yalnızlığın hücresine. Yaşadık ve yaralandık ikiyüzlülüğün ülkesinden geçerken, yaşadık ve hüzünlendik mevkiler makamlar etiketler put haneye döndürülürken. Yıkılmış viran olmuş ruhların yanından geçtim düşüncelere ibadet eden ve sahte gülücüklerle kendi tanrılarına dualar devşiren. Tabutları kişiliksizlik kabuğu bağlamış fakat taze ölü modunda hareket eden inançların turizmini yapan grupların toplulukların yanından geçtim kalbim yaralara alarak. İki yüzlü maske üreten ve hayatı gölge oyunlarıyla irade etmeye çalışan fabrikalara savaş açtım Donkişot gibi. Yürüdükçe yaralandı ruhum maskeler ülkesinde, yürüdükçe inançların belli şekiller altında pazarlandığını gördüm, gördüm ve ürperdim parmak uçlarıma kadar. Gördüm ve gece karanlığından utandı sessizce matem dolu ay ışığının altında. Ve suskunluğun, sessizliğin, Yusuf’un kuyusundan bir parça koparılmış yalnızlığın, hirada okumanın ruhunu aldım, hayat kelimelerini tesbih gibi dizdim, eflatunun mağarasından gölge oyunlarına sırtımı döndüm ve gökten iner gibi indim indim hücreme. Sığındım. Kendi kendimle buluşmanın vakti gelmişti, maskelerin içine sinmiş, saklanmış sinsi dünyanın ucuz cesaretlerin, saçları taranılmaktan, secde etmekten koltukları aşınan sanayi artıkları yiyen insanların arasında döndüm suskunluk hücresine. Yeryüzü ikiyüzlülüğün dokunuşlarına teslim olmuş dokunmatik bir dünya kurulmuştu ibadethanelerin cafcaflı binalarında. Aklımı cam bir fanus içine aldım tek hücreli yalnızlık gibi duran sığındığım hücrede. Cam fanus kırılgan yeryüzünden yapılmış kendim dahi anlayamadığım, yeryüzündeki bütün elementleri barındıran dünya şeklinde kafatasım. İçinde bulunduğum etrafı kırılgan cam fanusla çevrili hücreme rüzgârı sığdırmaya çalıştım, essin istedim kentin ikiyüzlü uğultusuna karşı. Sessizliği hücremin duvarlarına boyamak istedim, şehrin devasa gürültüsüne karşı ve suskunluğumu kendi hücremin göğü yapmak istedim, çok şey anlatsın hayatın çıkmazlarına.
Yaramı sever gibi sevdim yalnızlığımı. Dünya sadece tek hücreli yalnızlığım kadardı ve sığmıyordu. Yeryüzünün derin düşleri bağımlılık yapıyordu hayatın ucuz taraflarına. Savruldukça savruldum kendi nefslerinin üzerinde şehirler yükselten, koltuklara secde eden kavmin son demlerinde. Kıyametin uğultusu yeryüzünü yavaş yavaş yiyordu. Ateşte kızarmış kelimelerimi topladım savruk, ikiyüzlülükle kırılmış cümleleri bir kenara attım ve yeniden doğmak için küllenmeyi bekliyorum.
***
“Uzun yola çıkmaya hüküm giydim”
Yolculuk
Kendi iç dünyamdan imgelenmiş dış
dünyaya doğru, sözcüklerin çoğaltıldığı fakat anlamın anlaşılmaz hale
getirildiği bir dünyaya yolculuk. Hayatın sıfır noktasından gölgeler dünyasına
sürülmeye hüküm giydim. Az mısranın çok şey anlatmasından, çok mısranın az
şeyler anlatmasına sürülmeye hüküm giydim. Bir yanımda dolunay hüzün şeklinde
kıvrılmış gecenin karanlığına, bir yanımda güneş gün lekelerinin esareti
altında sessizliğin ülkesinden gülen yüzlerin arkasında saklanan hançerlerin
olduğu beldeye sürgün olmaya hüküm giydim. Merhamet çapulculuğunun arkasına
saklanan, karanlıktan oluk oluk akıtılmış siyah renklerden insan görünümlü
deriye dönüştürülmüş maskeler. Yüzlerinin derisi ile koltuklarının rengi aynı,
masumiyetlerinin arkasında ateşten mızraklar saklayan insanlar. Hayatın hain
noktasında devasa binaların içine saklanan, etiketlerin tanrısına boyun eğen
secdeye kapanan insanlar. Yolculuk bir uçurumun kenarından sırtında masmavi
gökyüzünün bütün ağırlığı, sağ cebinde rüzgâr sol cebinde nehirler hain ve dumura
uğramış ruhlar arasında ağır aksak yolculuk. Geldiler karanlıktan yapılmış
mızraklarla etiket tanrılarının üzerine binmiş karanlığın içinde döllenmiş
insan yüzü suretli maskeler. Geldiler ve beni kendi karanlık dünyalarının
bulutlarında ağırladılar. Günlerse birbirini yiyor hayatın aşina olan
sözcükleri arasında. Suskunluk koyu sese dönüşüyor, etrafımızı koyu simsiyah
bir ateş sarıyor. İnsan cesetlerinin üzerinde binalar bulutları esir almış
yükseklikte. Sokaklar benliğin pazarlandığı camekânların arkasında devasa alış
veriş merkezi arenalar. Sözün sıfır noktasından, kelimenin dondurucu ayazından,
vaktin alacakaranlığına hayatın keşmekeş kaosunun çeyreğine doğru yolculuk.
İçi dışı bir olmayan İçinde
yaşadığım soyut çemberin kırılgan yüzünden çıktım, sürüklendim güneyden kuzeye
esen rüzgâr gibi hayatın hain taraflarına. Deriden maskeleri takmış birçok yüz
arkasına karanlığı almış koltuklarında, evlerinde, koca koca binalarda
oturuyorlardı. Acının ilk çeyreğinde, soyut zamanın ilk sessiz gölgesinde,
kendi benimin uçsuz bucaksız dalgalı sahilinden, etrafımı çeviren soyut
çemberin kırılgan yüzünden, gökyüzünün acı çekmiş renklerine doğru, kuş
seslerinin makinelerin seslerine yenik düştüğü yerdeydim. Sürüye uyanların
cennet garanti ahlaksal tavırlarını takındığı, kuzey poyrazının sert ve
yüzümüzü çalan esintilerinin olduğu yerdeydim. Orada binbir surat hayatın
içinde iyiliğin, güzelliğin, merhametin arkasına saklanmış hain yüzler, kendi
medeniyetlerinde insan derisinden maske yapılan fabrikalar. Kibir maskesi fabrikası,
iki yüzlülük maskesi fabrikası, kapitalizmin obur yüzlü maske fabrikası ve
yeryüzünün çehresine giydirilmiş ilk defa duyduğum yeni yüzler için maske
fabrikaları. Maskesiz çıkmak tavır almak demek değilmi, eleştirmek, kral çıplak
demek ruhları viraneler ülkesi olmuş yürüyen cesetlerin içinde. Pramidin üst
katmanlarından aşağı doğru maddeciliğin inanç haline gelmiş duygularının aktığı
yerdeydim. Kendi iradeleri dumura uğramış, kelimeleri kalmamış içleri
boşaltılmaktan, kıyamet kelimelerinden haberi olmayanların yığınların olduğu
yerdeydim. Kendi soyut çemberimin dışına sürüklendiğimde kendi yüzümle
çıktığımda hayatın ilk çeyreğine gördüm camekânlar önünde secdeye yatan
kavimler, yüzleri alışveriş merkezleri ile cilalanmış sahte kişilikler. Gördüm
hayatın sıfır noktasından çıktığımda şehrin ve binaların tanrısının önünde
kelimelerinin içleri boşaltılmış, demir ülkesinin gürültüsünden kalplerinin
sesini duymayan insanlar gördüm. Gördüm koltuklarının yanına kabilin
gözlerinden ateş gibi fışkıran kelimelerinden alınmış muskalar asıldığını. İç
dünyalarının alafranga sahillerinde birbirine inanç pazarlayan insanlar gördüm,
dinin suskun ve heybetli mevsimlerini parselleyen gruplar meşrepler topluluklar
gördüm. Ne maskeler gördüm içi vesvese karanlığı ile doldurulmuş, dini
jargonların arasına sinsice gizlenmiş. Ne maskeler gördüm aydınlık titrek bir
mum gibi sallanırken karanlığın ucunda, çocukların yüreği akıl erdiremiyordu
insan şeklinde olan kibir tahtında oturanlara .
Hangi maske alacakaranlık kuşağında renk değiştirir ne kadar da
teknolojik.
Ey kalbim yolculuk nereye. Geride
bıraktığın kendi dünyamın dışında bir çeliği delecek gibi duran hain yüzler
arasından, yeryüzünü bozguna uğratan moderizm hastalığının yanından sessizce
ruhum talan edilerek geçtim bir nefeslik bir yıldızın göz kırpmasına bakarak.
***
SÜRGÜN YAZILAR
Başlangıç
Hayatın sıfır noktasında sözün darasının alındığı; mevsimlerin saatleri, saniyeleri, hüzün denizine istiflediği bir çemberin içindeydim. Bu çember bir haleyi andırıyor katman katman soyut zamanlardan oluşuyordu. Her katmanın arası binlerce yıl acı çekilmiş bir hüznün yolculuğu, yokluk ile varlık arasında uçsuz bucaksız sözcüklerin sıralandığı bir çember… Zaman çemberin etrafında dönüyordu, acıların kaypaklaşmış mahrem anıtların çatlaklarından sızıyordu ağıtlar. Çemberin bir ucunda sözün sıfır noktasında mevsimler yok olurken ayazın tonlarında, diğer noktasında hayaller çemberin dışına çıkmaktan haya ediyordu. Hayal ile gerçek sonbahar hüznü gibi yazın çehresine çarpıp suskunluğu tercih ediyor, suskunluk sessizliği iç çekişlerle gecenin gündüzün üstünü örtmesi gibi örtüyordu. Hayallerimin ötesinde gerçek alev alev yanıyor, hayatın sıfır noktasında etrafıma çevirdiğim soyut çemberin nüansları bir başka hayale evriliyor, gecenin katı rengi etrafta kanat çırpan gün ışıklarının üzerine konuyordu. Suskunluğun sıfır noktasındaydım kaynamaya hazır sesler çarpıyor, dağlanıyor, donuk bir ses olarak düşüyordu gök kubbeme. Özellikle içinde bulunduğum soyut çemberinin suskunluk katmanı, seslerin bir bir istiflendiği, anlamsız cümlelerin korku tünelleri oluşturduğu bir zamana gidip gidip geliyordu. Etrafımda uzak iklimlerin çöl rengindeki sessiz bahçeleri dönüyor, döndükçe sessiz bahçeler çemberin hiçlik tarafı artıyor aklın anlamayacağı kış rengine dönüyordu.
Acının sıfır noktasındaydım, hüzünler yüreklere pazarlanmış gök kendi kubbesinde tarumar edilmiş, yenilmiş bir bahar mevsimi olmuş yanı başlarında.
Yüreğin mevsiminden gecenin rengini dağlandığı ve karanlığın mengeneyle sıkıldığı acının damla damla düştüğü yerdeydim. Rüyalardan kurduğum şehir etrafımda sokakların bilinmez yürek atışları bir balyoz gibi vuruyor beynime. Hiçliğin nehri geçiyor gün boyu hazan gölüne dökülüyor bir bir umutlar. Acının sıfır noktasında çemberin etrafında dalgalanıyor sarıya dönüşmüş hazan gölü. Ve avucumda getiriyorum bütün denizleri yer ile göğün sıfır noktasından bırakıyorum yıldızlara, düşüncelerim hüzne çalan sıfır noktasında mevsimler acının rengiyle soluyorlar.
Korkularım çember etrafında dönüyor.
Hayaller aynalarda yüzyıllık bir anı ile tortulaşıyor.
Aynalarda münzevi şehirler kuruluyor fakat kırık aynalar gibi yıkık dökük.
Kendi benim hiç açılmamış kitap gibi durağan suskun ve korku üreten modernizmin uzağında bir ipek böceği gibi yaşayan ben. Soyut ülkenin anlaşılmaz kelimelerinde hayat, ayaz vurgunu yaz gibi dönüyor etrafımda. Hayat tahterevalli gibi bir gidiyor bir geliyor hiçliğe doğru, varlık direniyor gölgelerin ülkesinde kaybolmanın dehşetengiz hissine. Ve ben gerçek zannettiğim gölgelerin darasını alırken eksi artı modern ölümlerin kıyısından yaralanarak hüznün gözlerinden geçiyorum. Gölgeler etrafımı çeviren soyut çemberimin pencerelerine çarpıp çarpıp ölüm sesi çıkarıyorlar. Yalnızlığımın derin kuyularına konmak istiyor fakat gölgeler bir ölüm kuşu gibi pencereme çarpıp duruyor. Pencereme çarpan gölgeler hayal ile gerçek arasında içinde bulunduğum soyut çemberin duvarlarına varlık ile yokluk arasında ölüm düşleri kuruyor. Yalnızlığın karanlığını korkularıma sığınarak bir yorgan gibi örttüm üstüme bu nedenle yalnızlığımı çoğalttıkça çoğalttım, alacakaranlık rüyalar biriktirdim, çölde bir kum tanesinin üzerinde sabahladım yılların yorgun yüzüyle.
Hayaller yetiştirdim gün boyu, dokunamaz, hissedemez, hayali dahi kurulamayan hayaller.
Mevsimi olmayan rüyalar yetiştirdim korkularımın etrafını çevirmiş kendi kendimin içinde. Kendime kaçtıkça yalnızlığım çoğaldı suskunluğun susuz çöllerinde, ay kırıkları topladım gecenin renginde bir gümbürtüyle yıkıldı aydedenin karanlık yüzü. Saatler yenilgimin sıfır noktasında saniyeler biriktirdi hayatın karanlık yüzüne karşı. İğne uçlu kelimeler biriktirdim gerçek zannettiğim gölge hayatlara karşı. Kendimin sıfır noktasındaydım hüzün yağmurları biriktirdim gök intihar mevsiminden geçerken. Bu nedenle aydınlık çarpınca pencereme hep karanlık kusuyorum, etrafımda dönen alışagelmedik karanlığın habis yerilmiş karanlığını kusuyorum. Yalnızlığın dünyasından saçları taranmamış gökdelenlerin devasa günahları vurdu pencereme. Adım atmak kıyısız uçurumlara kalbimize pranga gibi vurulmuş kapılardan, adım atmak anıların sıfır noktasından gerçeğin dikenli yollarına, adım atmak kalbimizin hüzün mevsiminden aklımızın babacan tavrına doğru bir esir kuş gibi çıkmak etrafımı çevreleyen soyut çemberin dışına ve bu yolculuk nereye ey kalbim diyebilmek başlangıç.
***
DEMİRDEN KABUK BAĞLAMIŞ KELİME
Bir
kelimenin etrafında dolanıp duruyorum, fakat hiçbir anlam veremiyorum. Anlam
veremediğim gibi hiçbir tarafı kendini ele vermiyor; ben yazı yaşarken o kışın
en şiddetli zamanında kendi ile cebelleşiyor. Ben geceye aşina olmaya
çalışırken o gündüzün ateşten hayatıyla dans ediyor. Anlam veremi- yorum ki bir
türlü benim ruh halimle onun bana verdiği ruhsal anlamsızlık çatışıyor.
Bir
türlü demirden kabuğunu kıramıyorum.
Giremiyorum.
Ne
âlemler saklı içinde göremiyorum.
Ay’ın
dünyanın etrafında dönmesi gibi dönüyorum durmaksızın.
Sonra
bir bakıyorum o benim etrafımda dünyanın güneş etrafında dönmesi gibi dönüyor.
Kendime gelmeye çalışıyorum fakat başım dönüyor; mevsimlerin değişimlerine
dayanamıyorum. Sadece bir kelimenin etrafında kuyrukluyıldız gibi dönme
mesafesinde anlamanın kıyametini yaşıyorum. Ne kadar anlamıyorum o kadar
kıyametim artıyor, arttıkça yüz hatlarım ele veriyor kendini. Kaçamıyorum
gecenin sessiz sakin ve bir o kadarda karanlık hengamesinden. Kaçamıyorum ay
kırıklarının bir ok gibi saplanmasından zamanın yediği yüz hatlarıma. Hüzünlerimle
saldırıyorum demirden kabuk bağlamış kelimeye, hatta dünyanın bütün hüzünlerini
topluyorum ve vuruyorum çiğ düşmüş taraflarına güneşin renklerini kamufle ederek.
Acılarımla saldırıyorum demirden kabuk bağlamış kelimeye, bütün annelerin acılarını topluyorum; çocukların ağıtlarını da
yanıma alarak ve vuruyorum en mahrem yerine kelimenin. Acı tarlasına diktiğim sabrı aldım yanıma,
daha olgunlaşmamıştı; yürümeye bir çıvgının yüreğinden başlamıştı; üveyikler
konmamıştı dallarına, rüzgâr yapraklarını okşamamış, güneş yakmamıştı gün
ortasında savurgan ışıklarını. Fakat yine de aldım sabrı yanıma, ucunu önce
aşkın zehirliği sarmaşığı ile sardım, zehrin bir damlası uzun bir düşü
devirecek kadar güçlüydü. Gökdelenleri devirecek kadar sarıp sarmalayacak
kolları vardı ve ancak yetti sabrın ucuna dünyanın kendi ekseni etrafında
dolandırmama rağmen. Daha toy olan sabır ele avuca sığmaz, halden anlamaz,
konuşması dahi bir kekemenin yanında lal kalırdı. Demirden kalıp bağlamış
kelimeye sabır ile bir delik açacaktım anlayabilmek için, anlamına ulaşmak için
türlü türlü yollar denedim, denedikçe kıyametim oluyordu yollar, kan rengine
dönüşüyordu ırmaklar.
Acı
tarlasında daha olgunlaşmamış sabrın dayanma kapasitesi ne kadardı, hangi ölçü
birimi ile ölçmem gerekti. Yoksa güç formüllerini mi kullanmam gerekecekti, watt
gücü temsil ediyordu soyutlanmış formüllerin arasında. Ya sabrın dayanma gücü,
olgunlaşmamış hali güç formülüne göre ters orantılıysa, ya sabır dediğimiz
olgunlaşmasını beklediğimiz şey hayat ile ters orantılıysa. Demirden kabuk
bağlamış kelimeye sabrı her vurmamda güç formülleri hayatımın dışında belli
belirsiz hareket eden düşsel vurdumduymazlıksa. Hem ne
anlardı ki bu formüller bir gelinciğin hüznünü, bizi hayaller âlemine götüren
güllerin büyüsünü ve ne anlardı ki kelimenin bağrında harlanan anlamını kavrayamadığım
duygu selini. Vurdum sabrı,
demirden kalıp bağlamış kelimenin en zayıf hassa yerine. Vurdum fakat adını
sanını bilmediğim, daha önce görmediğim duygularım kıvılcımlar saçarak döndü
bana. Fecrim döndü bir akşam kızıllığında, yüzükoyun döşendim karanlığın
üzerine, rüzgârın renginin değiştiğini gördüm, atların yelelerinden kuzey
poyrazının uçup gittiğini… Sonra kafamda karanlık içinde bir karanlık gördüm,
süzülüp gelen masal kahramanlarını… Hüzünlerimin üstüne otağ kurmuş dünya
kelimesini gördüm, suskunluğun nehrinde akan ne acılar gördüm. Durdum ve
demirden kabuk bağlamış kelimeyi yeniden yorumladım, kendimi yorumladım gök
kubbenin mavi rengini bir tarafıma alarak. Ne kadar hırsla, kibirle,
bilinçsizce saldırılırsa demirden kabuk bağlamış kelimeye o kadar sertleştiğini
gördüm. Kendi kafamın etrafında kabuk bağlamış hurafeleri, bilinçsizlik
ateşinde yanan kendimi, saldırdığım kelimenin sabahında gördüm. Durdum ve
bekledim, gök bekledi tekrar kendi rengine boyandı, yeryüzü kendi mecrasında
yoluna devam etti, her yağmur damlası merhaba diyerek geçti hayat denen nehrin
üzerinden. Aydınlık ışığı bağrına bastı, ağaçlar kuşları misafir etti. Durdum
ve anladım saldırdığım anlamaya çalıştığım o kelime kendimdim/Nereye gidersem
gideyim kendi ışığım kadar yol alan bendim. Kendi kendimle mücadelenin
kıyametini yaşıyordum; ruhuma yerleşen hurafeler denizinin tufanlarını.
Demirden kabuk bağlamış kelimeydim, kalbimde üveyiklerin yuva yapmadığı çorak
bir yerdim. Durdum ve hayata tekrar baktım.
Rüzgârın
önüne kattığı bir gemi gibi yol aldım hayatın suları üzerinden.
Hayat
denizinin içine daldım.
Tuttum
nefesimi, tuttum yunus balığının kalbini kendimi içinde buldum.
Tuttum
göğün alnından, yerin ayaklarından ikisi arasındaki yaşananlardan.
Tuttum
kelime olan kendimi ve anladım ki her şeyin anlamı bende başlar bende biter.
***
GÜZ SANCISI
I
İçimiz ne kadar çok kuruduysa o kadar kuru bir yaz bıraktık hazan mevsimine. Cümlelerimiz ne kadar çok anlamsız ve başıboşsa o kadar çok dağıldık
hayatın kuytu yerlerinde, her insanın öyküsü ne kadarda buruk muğlâk, kötürüm
olmuş ruh hali pozunda. Hiç bir kelimemiz güz sancısı çekmiyor, suskunluğumun
doğumunu müjdeleyecek hiç bir sözcük kalmadı yapayalnız kaldık kelimenin
ortasında, ruhumuz göçmen kuşların konakladığı ülke değil artık. Hazan mevsimi
yaklaşıyor fakat hüzünlü bir hüzün değil yaşadıklarımız, öykülerimiz nedensiz
anlamsız boşluklar içinde debelenip duruyor, sonbahar renginde sararmış
yüreklerimiz bukalemun gibi renkten renge girmeye başlamış, kendi tehlikemiz
peşinden sürüklüyoruz mevsimleri, ölüm ne kadarda garip güz resitalinin yanında
baharı anımsatacak hiç bir emare yok sessizliğimizde kaybolup gidiyor. Yaz
mevsimi kurumuş dudaklarıyla hicret ediyor güz mevsiminin nefesine, kırık
ikindiler doluyor evlerimize serin dağ yamaçlarından, göz kırpıyor kaypak
rüzgâr usulca gecenin sızan karanlığından, mahmurlaşıyor güz güneşi boyun
eğiyor korkularıma, insanlardan kaçacak bir ağaç gölgesi yok fakat bir yaprak
düşüyor hayatımın en hazin taraflarına kala kala bir ben kalıyorum güz
sancısının ortasında. Hiç bir sözcük merhem olmuyor yaralarıma, korkunun kuyularında
geziniyorum çaresiz. Ve hayatın çaresizliği kıyısız kıyılarıma vuruyor ölü
düşler biriktiriyorum masum olmayan. Gözyaşlarım deniz olmuyor güzün bağrına
hicret etme saatlerinde, kurumuş yürekler elimde kalıyor değersiz bir o kadarda
hayata küskün. Rüzgâr tenime konmuyor sabah mahmurluğunda küskün tan yeri
çığlık çığlığa kalıyor düşlerimin içinde. Umutlarımız eski güz günlerinde kaldı
hayatın dişlileri arasında bir bir dökülüyor paranteze sığdırdığımız varlık
sancısı, virgülüne dahi dokunamıyoruz yasadıklarımızın. Zaman ömrümüzü yavaş
yavaş kemiriyor güz sarısı kalbimize dokunmadan. Çocuklar kalbimizdeki
denizlerde gezinmiyor yelkenler açılmıyor çocuk gülüşlerinden, bahara selam
duracak güzler yetiştiremiyoruz, ölümün rengârenk hüznü göç etti göçmen
kuşlarının kanatlarında. Uzak iklimlerin güz sancısının derdindeyiz, sanala
boyanmış yüzüyle oturuyor mevsimler başköşeye ne kadarda yabancı ve acı. İnsani
olan her kelimemiz dökülmüyor acılarımızın heybesine, cevap veremiyoruz bir
cümleden hicret ederken kâinat kitabına kaybolup gidiyoruz amaçsız boşaltılmış
hayatların kırgın taraflarına. Güz sancısı çekecek zamanımız dahi yok her şey
masmavi gök altında kırık bir yaşamdır mevsimleri elinden alınmış.
II
Güz gelir ölüm renginde suskunca yerleşir anılarımın sararmış taraflarına. Sancılanır bütün kelimeler, sözcüklerin üzerine abandıkça abanır hafif ve serin esen kuzey rüzgârı. Doğa mahmurlaşır çiçeklerin üzerinde yaz ölüme serenat dizer, kıyısız acıların meyve vermemiş sahilinde bir bir düşer hayatın tik tak sesleri, dalgalar sahile vurmadan öykünür bulutların denizlerde yıkanmamış yüzüne, yaz son nefesini vermek üzere tenimizin üzerinde tepelenir durur. Güz sancısı başlamıştır doludizgin giden yazın kucağında, gölgelerin güneşten kavrulmuş yüzlerine uzayan bir zaman giydirilmiştir ikindi vakti, ağaçlar kuşların göç vaktinde gökyüzüne doğru yavaş yavaş atar üstünden yük gibi gelen giysilerini.
Güney rüzgârları kendi siperlerine çekilmeye, göç vaktinin en derin zamanında güney yamaçlarına yuva kurmaya başlamış, güneşin yakıcı ışığının üzerinde vakur fakat yenilmişlik edasıyla yeşil tonlarda göç etmişti. Güz yazın yeşermiş bedenini serin yerlerinden kemirmeye, güneşin sararmış renklerini yaprak ve bitkilere nakşetmeye başlamıştı. Bir koşturmacadır gök kubbenin altında göçmen kuşlarda, yuvalarının son rötuşlarını yapmışlar dönecekleri günün şarkısını mırıldanarak kanatlarındaki ritme uyarak havalanmışlardı. Güz sancısı kuş yüreklerine vurmadan, ürkek bakışları ele vermeden son şarkılarını bir serçenin kanatlarının altına bırakıp gitmişlerdi, bozulmuş mevsimlerin hüzünlerini yanlarına alarak.
Esâtir Korkula
Korkularımı
korkularıma denkleştiriyorum ve oturuyorum hüznümün alacakaranlığına. Hangi
mevsimin korkularını sürükledim gönül haneme, aklımın en ücra köşesine hangi
kâbuslarım şehirler kurdu, sanal zamanlarda korku tünellerini içinde barındıran
şehirler hangi duyguların çığlığı? Korkularımı korkularıma denkleştiriyorum,
fakat tanıyamıyorum hangi renkte şekilden şekle girdiğini. Bu nedenle hangi
korkularım benim, hangisi bana empoze edilmiş anlayamıyorum, tanıyamıyorum.
Haritalar çiziyor ruhum korkunun en çok nerelerde sinyal verdiğini, hayatın
içinden yaşam tarzlarına nokta atışı yaptığını anlamak için. Fakat hiç biri
cevap vermiyor ya da veremiyor yeryüzünde korkulması gereken önümüze konulmuş
zandan öteye gitmeyen hayatlar. Masallarla çizilmiş, menkıbelerle, kültür,
gelenek göreneklerimizin içinde yuva kurmuş bir türlü görmediğimiz
göremediğimiz korkular. Haritalar çiziyor ruhum korkularıma yaslanarak tek tek
fethediliyor akıl ülkemin kültür kırıntıları. Gelenek görenek alışkanlıkları
kentler kuruyor fakat korkularım kendini ele vermiyor. Hangi mevsimde korku
biriktireceğim, hangi sabahlar güne korkarak başlayacağım, yeryüzünün hüzün
dolu semtlerinde hangi korkularımı heybemde taşıyacağım. Kartopu gibi büyüyen,
dolunay gibi büyüyen fakat ışığını güneşten alamayan yaşamlar biriktirmişiz, az
anlayan çok inanan korkular biriktirmişiz, akledemeyen içi boş fakat bir balon
gibi şişmiş korkular biriktirmişiz yıllarca. Biz kendimizi tanıyamamışız ki,
anlayamamışız yıllarca ruhumuzun atlasında hangi yollardan gidilir, hangi ırmak
serinliğinde nefes alınır bilmemişiz bildirmemişler. Korkuyoruz kendine dahi
faydası olmayan düşüncelerden, ideolojilerden. Hayat tarzı haline getirilmiş ve
önümüze yeryüzünün korkudan tapınakları şeklinde yaşamlar konulmuş.
Korkularımızdan bir kelimeden diğer kelimeye hicret etmeye dahi gücümüz
yetmemekte, cümlelerimizin önüne anlaşılmaz şehrin hengamesinden biriktirilmiş
korkular konmakta yada kendimiz koymaktayız. Bu nedenle bir şehir kadar yalnız
kalabalıklar, bir yalnızlık kadar şehirler kuruldu. Eski çağların esrarengiz
mitlerinden çıkarılan doğa olaylarından korkularak çıkarılan korku tanrıları.
Elle tutulmayan gözle görülmeyen kendisine dahi yararı olmayan düşünce
tanrıları. Kendini koruma amacıyla sığınılan hurafelerle biriktirilmiş hayat
tarzı korkuları ve bu yol üzere dünya ya bakışını sınırlayan koruyucu tanrılar.
Korkumu korkuma denkleştiremiyorum, her adımım, bakış açım, düşüncelerim hatta
hayatım korkular üzerine bina edilmiş. Bu nedenle hangi korkumu korkuma
denkleştirsem sağlaması yanlış çıkıyor ve yeryüzünün geri bırakılmış
düşünemeyen kalabalıkların arasına karışıyorum. Korkularım beni kalabalıkların
içine sürüklüyor, sürünün bir parçası olmak, sürünün düşüncelerine sahiplenmek ruh
haritamın cevap bekleyen stratejik yerlerini rahatlatıyor fakat çare olmuyor
içimizde kopan fırtınalara. Sessizliğin karanlık dünyasında bir yıldız gibi göz
kırpıyorum kendime fakat suskun gökyüzünün kaypak taraflarında kaybolup
gidiyorum. Sabahın seher vaktinde güneş gibi doğmak korkularımızı gözden
geçirmek gibidir ikindin gölgesinin uzayıp giden gölgesinin üzerinde. Korkulacak
olanı bilmek küllerinden yeniden korkusuzca doğmak karanlığı delen yıldız gibi
olmak. Bir medeniyet korkulacak olanı bilmekle kurulur ve tarih sahnesinde
yerini alır. Küçük kainat olan insan korkulacak olanı bilirse bütün alemle dost
olur aynı istikamete doğru yolculuğuna başlar. Korkulacak olanı bilmek gönüllerdeki
taşlaşmış taçlandırılmış sahtelikleri bertaraf etmek demek, korkulacak olan
bize en yakın olandır şahdamarımızdan daha yakın.
***
SOYUTA BOYANMIŞ ODA
Birinci Oda
Kelimeden özen ile yapılmış bir terazinin kenarında soyut mu soyut bir odanın içinde gün alıp
gün satarken buldum kendimi. Sağımda solumda eski paslanmış bir kenara atılmış
sevinçlerim. Yüzüme karanlığın içinden bakan yalnızlığa bıraktığımı hüzünlerim.
Kullanıp kullanıp attığım, yer beğenmez yerinde durmaz, her şeye itiraz eden
kendini beğenmiş düşüncelerim. Bir denizin kıyıya vurup dalgalanması gibi gidip
gelen, görünüp görünüp kaybolan, sır içinde sır saklayan anılarım. Kendimi
kendime bıraktım zamanı olmayan mekânsız bir yolculuktaydım soyuta boyanmış
meçhul odamda. Yüzümde her an her saniye zaman denen soyuttan nehir akar gider
bilinmezlik rüyasına. Kendi sesiyle yıkanan bu nehrin farkına kimi zaman
anılarımda dolaşırken varırım, zaman zaman kuytu yerlerden geçer içerim
suskunluğu, içtikçe daha çok artar yalnızlığım. Sır vermez hayallerle baş başa
kalırız loş ve ıssız köşede. Sadece ben zaman ve hayat suskunluğu sayarız gün
boyu. Suskunluk dedimse büyük bir fırtınadan arta kalan metruk yaşamlar.
Suskunluk görünmez kapı gibi açılır günahlarımın en hararetli, ateşte
pişirilmiş cümlesinde. İdrak ile baş başa kalırız anlam ile hemhal olduğu
kelimenin ortasında. Yüzümde ki kırışıklarda yinede hüzün dolu gölgeler
oynaşır, anlamdan yoksun ıslak kelimeler dökülür gözlerimden.
İkinci Oda
Sessiz ve zamanı olmayan soyut odamdan şehre daha inmemiştim. Kuşların içli ötmelerini duymamış,
bebeklerin ağıt yakmalarını işitmemiştim daha. Yeryüzünün varlığı içimde
erimeye yüz tutmuş, madde naçizane benliğime dokunmamıştı. Tarihin son
demlerini Endülüs gibi yaşamamıştım. Gökler kararmamış güneşten aldığım ışık
huzmelerini ayaklarında çarık ile dolaşan çocuklara satmamıştım. Son fasıldı
belki de söylediğim şarkı, belki de son şiirlerin son kıtalarıydı. Sabah kor
gibi yanmamıştı yüreklerde, kafamın içinde hayallerim, anılarım sürgün
olmamıştı amellerimde.
Üçüncü Oda
Rengi ve kokusu olmayan soyut odamdan somut olan bir mekâna ilerledim duygularım beni ele verecek korkusuna kapılarak. İlerledim ayları basamak yaparak, mevsimleri
yağmur damlasının içinde saklanan çöl rüzgârına yama yapa yapa. İlerledim
kendime doğru doğudan ve batıdan. Kibir atı kapıda karşıladı cüssesi küçük ama
kendini büyük hissettirerek. Akıl maddenin üzerinde taht kurmuş görünmeyen
görgü tanıkları etrafında farkında değil olan biten muammadan. Farkında değil
çatırdayacak olan yeryüzünün derin derin uğuldamalarından. Yavaş yavaş bedenim
ile kardeş olan maddeye dokundum. Saniyenin ilerlemesi gibi iskeletimin üzerine
çamurdan elbise giydirildi. Tek tek yerine geldi gözlerim kulaklarım. Gördüm ve
konuştum ne varsa hayata karşı, duygular ile kirletilmiş kelimeler saçıldı
etrafa. Hoyratça, pervasızca bir kurşun gibi kalbimin hüzzam mevsime gelen
kelimeler. Aklın kibir boyası ile boyanmış, ekâbirlerin talan ettikleri
yeryüzünden çaldıkları kalbimizi delip geçen demirden kelimeler.
Dördüncü Oda
Sözcükler ayazda kalmış eda ile sızlıyor
iliklerime kadar. Sevginin ve nefretin ortasında taht kurmuş kelimeler
duygularımı devşiriyor birazda zaman kırıntıları çalarak gökyüzünden. Hayat
fısıldıyor diğer bir hayata karşı kuytu yerlerde kalmış günahlarımdan putlar
yaparak. Saçlarımın ayazda kalmış saatleri üzerinde kendimi beğenmiş bir eda
ile menkıbeler dağıtıyorum silik sinsileşmiş. Son demlerini yaşayan sonbahar
takıyorum göğsüme ama aşiyanda kalmış serçeler dökülüyor nihaventsiz
yaralarımın üzerine. Yüzümde sararmış çınar yaprakları yol gösteriyor şiirimin
ilk dizelerine, ne zaman kullansam dünya kelimesini şiirlerimde savruluyor anti
madde ruhumun en ücra köşesine. Şiirim çırpınıyor yerkabuğu üzerinde, dünya
çırpınıyor şiirimin son dizesinde. Sürgün kelimelerin ekseni etrafında dönüyor
dönüyor korkak ve çaresiz bir hal alıyorum ölümün muhteşem girdabında.
Düşüncelerim geri dönüşü olmayan madde âleminden kaçıyor, gözkapaklarımı
gündüzün üzerine gecenin kapatması gibi kapıyorum. Hazan mevsiminin üzerini
kışın örtmesi gibi toprak üzerimde tenimi kokluyor. Damarlarımdan geçen
vesvesenin korkusuyla şehre inmemiştim daha. Bilinmezlik deryasından madde
âlemini zerresine kadar kustum. Şiirlerimin renginde yinede gelmedi zaman ve
madde yiyen ölüm.
***
PUSUDADIR ZAMAN
kanatları kırılmış
bir rüzgârın önündeyim
mühürlenen sonbahar
yaprakları
terk ediyor hüzünleri
iniyor kar tanesi
burukluğunda
mahşer yerine siluetim
denizi içtim şarap
tadındaydı
sarhoş olmadım
gönül putundan helvalar
yedim
çare olmadı açlığıma
gölgem saçlarımı okşadı
dokunduğum ağaçlarda
saçkıran
gözlerinden acıya ok gibi
fırlayan
bakışların baygın
dilimin keskinliğinden
kelimeler yarım
menkıbelerden yapılmış
hayallerin iniyor
önümde gölgeden perdeler
acıyla yoğrulmuş sesler
içiyorum
kalbi ölmüş bir asrın
hengâmesinden
dünyanın nefesini
tutuyorum
***
SON CÜMLENİN ÇIRPINMASI
Acının son çeyreğinde hüzne doğru yol alıyorken, sözcüklerin üzerinde bir boğanın üstüne binmiş gibi sağa sola sallanıyorken, dünya avuçlarımızın üzerinde bir yunus gibi çırpınıyorken ve umurumuzda olmazken yörüngesi; bahar kışa merhaba diyebilmek için aylarca kışın bağrında yaşarken, bembeyaz bulut yaz yağmuruna hoşça kal diyebilmek için günlerce sırtında yağmur damlasını taşımışken, arılar çiçeklerle görüşmek umuduyla gidiş yörüngesini çizmiş, haritalardaki çiçeklere konmuş polen toplamışken, ben dönüp bakmamışken gece gündüze gökyüzün aydınlık olsun, üzerinde karanlıktan dahi bir leke olmasın temennisiyle kendini yeryüzüne saklamışken, gündüz yüzündeki karanlık lekelere aldırmamışken; düşünceler kemikleşmiş kelimelerden yontulurken bir nalbandın elinde, kelimeler demir, sert bir balyoz gibi vururken kafamıza, duygularım bahar rüzgârını karşılamaktan uzak, kuzey poyrazından gelen deruni ve soğuk iklim tabakalarına hoyrat tavırlar takınırken; yürüdüğümüz hüzün yürüyüşlerinden tekrar geçerken, gülme krizleri zamanı esir alırken ve kendi hüznümüze dâhî bakmadan bir kurşun gibi fırlatırken kahkahalarımızı; yeldeğirmenlerine savaş açmayı dahi bırakmışken ve kime ne için nasıl bir savaşın ortasında olduğumuzu bilmeden hatta ve hatta kendimize savaş açtığımızın şuurunda olmazken; kendi benimize başka benlerle saldırılar düzenlediğimizin sarhoşuyken, yaralar alırken yüreğimizin suskun taraflarında halen anlaşılmaz bir halde kahkaha çiçeklerini koklarken. Gideceği yolu bilmeyen ve düz ovada dâhî şaşırmışken, dünyaya şaşkınlıkla bakma becerisini kaybetmişken ve hatta kendine dâhî şaşırmamışken; önümüzden geçen serçelerin kovalamacasına takılmadan yürümüşken ve sesimiz çıkmamışken; sorumluluk hissine feryat figan etmeden, korkunç yalnızlıklara çare olalım derken fakat kendi ruhumuza zulüm yaparken; kendi benliğimize ulaşamamış ve bunu sorgularken, kendi önümüzü görememiş ve hayata vesveselerle bakarken, her şeyi hayatın normal akışı gibi sanki bir makinenin dişlisi gibi görürken aynı zamanda suskunluğumuzun ateşten kızarmış kelimelerine boyun eğerken ve bu kızarmış ateşten kelimeler her değdiğinde bağırmayı lütuf zannederken; bir sona doğru gidildiğini fakat tarif edemediğimiz anlayamadığımız sonlar ile karşılaştığımızda kendi sonumuzu hesap etmeyen, her türlü bilgi beceri çağın gerekleri ilgimizi çekerken fakat acının tonları teknolojinin ritmine göre hareket ederken; beklemek usulca yanı başımıza sessizce sokulan farkında dâhî olmadığımız, ömrümüzün her anında yanında olan hayatımız ile yan yana sürekli akan, yavaşlamayan ve canlı cansız herkese adaletli davranan zaman. Ne istediğimizi bilemezken hayattan, nedensizce kulak tıkamışken sağır olmadığımız halde nedensizce görmezken, ölüm ile yaşam arasındaki acının her türlü renkli renksiz tonlarını, nedensizce görmezken yer ile gök arasında yağmurun yağdığını kalbimize ve usulce gökkuşağı oluşturduğunu. Usulca yağmurun yağdığını ruhumuza hissettirememişken, ıslandık sadece yağmur damlasının hüzün taraflarında.
Yüzlerimizi gizlemişken birbirimizde, gizledikçe gecenin gizini bulamadık dolunayın mehtap dolu gecelerinde, mehtap dolu gecelerde ışığa yürüdükçe gecenin karanlığını kaşağılamışken ve avuçlarımıza döküldü aydınlıkta kavrulmuş siyahlık. Bütün bedenimiz aydınlıkta kavrulmuşken siyahlık, hangi çağın ağıdı söylenir üzerimizde belli değil.
Körebe oynarken düşüncelerimiz diğer düşüncelere karşı, suskunluk işareti yapamaz elleri hamur, gönülleri acıdan kavruk analar. İşaret parmağımız ile cümlelerin sonunu göstermişken söyleyeceklerimiz, yazacaklarımız, devrik ruh hallerimiz bitmemişken. Gözlerimiz ile suskunluğun acı görüntüsünü izlerken ve gözlerimizden yaş gelmezken; yaş gelse dahi kuzey poyrazının yüzümüzü çalgına çeviren soğuk esintisinden ağlamaklı olurken. Ve cümlemin sonunda noktayı koyacakken geriye dönüp baktığımda bir hayalden, kuruntudan, anların gidip gidip gelen çırpınmasından geriye hiçbir şey kalmazken; ne kaldı ki şu gök kubbenin altında ellerimizde çırpınan şiiri yazmaktan başka? Ne kaldı?
***
RUHUMUN MERKEZİNE YOLCULUK
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
İsmet özel.
Kelimeleri bir
truva atı gibi kullanıyorum zamanın hüzün dolu boşluğunda. Zamanın boşluğu
büyüdükçe beynimde kaynama noktasına gelmiş düşüncelerim çekiliyor bir karadeliğe.
Bu nedenle hüznün sararmış mevsimine doğru yola çıkıyorum, dağlanmış acılarımı
yanıma alarak. Yaşadığınız ne varsa getirin diyorum, hoşunuza gitmeyen günleri,
ayları, yılları bir kenara attığınız düşüncelerinizi getirin diyorum ey ahali! Körpe
dünyanın günahkâr taraflarından çıkıp gelsin istiyorum mahur sözcükleriz,
karamsarlığın rengine bürünen tüm mahrem adımlarınızı getirin, çünkü ben zamanı
olmayan bir boşluğa doğru yol almaktayım, utanarak anlatamadığınız
vakitlerinizi bana verin, kışın bağrından kopup gelen sonra vazgeçtiğiniz
şiirleri, hayatın kararan yüzünde ıskaladığınız yazılarınızı, yaşam emaresi
görülmeyen ve sonbahar suskunluğunda yazdığınız korku öykülerinizi bana verin. Dünyanın
omurgasından yeryüzüne doğru iniyorum, mevsimleri olmayan bir çağdan geçiyorum,
duygular birbirine silah olmuş korku dolu gözlerle, sırra kadem basan
insanların yanından geçiyorum. Ölüm bir paranoyaktır insanlara ne alınır ne
satılır, ölümü her akşam yanlarında korkak savaşçılar gibi kahramanlık hikâyeleri
anlatan tapınak şövalyeleri modunda suskun yığınlar yanından geçiyorum. Hiç
söyleyecek sözleri kalmamış insanların, sabah ölümsüz, akşam hükümsüzdür
dillerinden akıttıkları karanlık kelimeleri. Cinayetin resmini çizerler en
kronimal batini aletleri ile. Kahkahadan kelime üreten kâhinler gelir rüzgarın
haber getiren uğultusunun önüne. Rüzgârda kaygan bir selvi gibi sağa sola
yalpalayan, saçlarımın bahçelerinden geçemeyen, gözyaşlarımdan billur ışıklar
yapamayan birkaç nefeslik dünyanın uğultusu kalır geriye. Hayat damla damla
bitiyor teninin üzerinde, ölüm ıskalıyor zannediyorsun nefesini, zaman yavaş
yavaş eritiyor her adımında hayatı, kullandığın sözcükler az az ölüyor
bitiriyorsun hesap vereceğin güne ait biriktirdiklerini. Taksit taksit
harcıyoruz mevsimlerin kıyamete bırakılmış sararmış yapraklarının üstündeki
hayallerimizi, borçluyuz korkularımızdan büyüttüğümüz ve dünyayı cehenneme
çeviren zamanlardan kaçan zamanlara. Vakti evirip çeviren bir boşluğa gidiyorum
ey insanlar! Var mı hayatınızın herhangi bir anında görmek istemediğiniz
zulümler, mazlumların ölümü üzerinden aldığınız ödüller, aşiyan mevsiminde
katlettiğiniz ve görmek istemediğiniz kuş yürekler, verin ve rahat edin
mantığınızı, düşüncenizi amel canavarına dönüşmeden verin ve kurtulun.
Seni
dağladılar değil mi ey ahali. İzmlerin beynimize yuvalanmış putlaştırılmış
kelimeler ile dağladılar, sonbahar mevsiminde hüzün şiirleri yazma diye,
kalbinin vicdan sözcüğünü kullanacağı yerden dağladılar. Bir boşluğa doğru
gidiyorum, susuz çöller gibi olan ruhumla, kıyamet sayfalarından aldığım
sahneler ile uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Seni hüznünden vuracak hüznün
kalmadı değil mi ey ahali. Korkak bir renge bürünüp gidiyorum arzularım hayal
olduğu sarnıcı olmayan boşluğa. Bana verecek kayda değer günahlarınızda yok
değil mi. Anlamsızlığın kitabı olan postmodernizm, günahlarını da
anlamsızlaştırdı, mubah tanrısına çevirdi. Kelimelerimi truva atı gibi
kullanıyorum ama beni ele veriyor zamanın boşluğundaki rengi ve kokusu olmayan
vakitler. Vakit dedimse bana verdiğiniz anlamsızlaştırılan hayatlar yaşamlar. Bu
boşluk nedir bilir misin? Düşüncelerinizde oluşturduğunuz mubah tanrılar ile kol
kola gezen cüzi iradeler, kâinatı anlamaya çalışan ama kendi iç kâinatını
anlayamayan içimdeki ben. Bana verecek kusurlarınız vesveseden yapılmış bir dua
makinesine bağlıdır çare olmayacak yaz mevsimini hatırlasam da yanık
türkülerle. Çaresizdir günahlarınızın dişlilerinden yaptığınız mekanik
amelleriniz, benim iç kâinatıma yolculuğa çıkmaya hazırlıksızdır, ölüm kış
mevsiminin bağrında için için yemektedir baharın özünü. Ey ahali içimdeki
boşlukla baş başa bırakın, ne devranlar döner ne kıyametler yaşanır
bilmezsiniz, sizleri bilinmezlik tanrısı ile baş başa bırakıyorum, dünya ya
kazık çakacağınız dünyanın merkezine yolculuk öneriyorum. Belki ölüm sizi teğet
geçer, yanılgılarınızdan kurduğunuz şehirden çıkarılmazsınız. Demirden
kelimelerin yoğrulduğu kendi iç benliğimdeki boşluğa doğru yola çıkıyorum. Uzun
bir yolculuğa merhaba.
***
KELİMELERİN ARKA YÜZÜ
Okumak: En derinden ve şiddetle beynimi ve düşüncelerimi sarsan, sakin sular gibi bekleyen; köhnemiş, sıradanlaşmış, basitleşmiş inançlarımı yerinden oynatan, aklımın kelimelere karşı bir tavır alışı, karşı koyma sürecidir.
Hemen
okumaya başlayamam; çünkü tavır alırım türlü türlü önyargılarla yaklaştığım
kitabın yüzüme bakan kapağına. Kitabın ismi cezbedici, ilgi çekici karanlıkta
yanıp sönen ışık gibi işaretlerle yoklamışsa ön belleğimi okuma isteği başlama
seansına girer, okumaya başlamanın hazırlıkları hislerimi harekete geçirir ve
kendime doğru yol alırım.
Okumaya
yol almak, kışın bahara yol alması çiçekleri bağrında barındırması gibidir.
Yeter ki kitabın ismi içimdeki kronikleşmeye kadar varan ve kelimeler
dünyasının sahillerinden uzak kalmış beynimin hezeyanlarını yaklaştırsın
kendine. Darmadağınık olan düşüncelerim, kendi mevkiinde ve birbirleri ile
çelişmiş sözcükleri, öykünmeye çalışan duygularımı biraz silkelesin, “ne oluyor
bu kitabın ismi beni kendine çekiyor” desin. İşte o zaman okuma hissi bütün benliğimi
sarar kelimeler dünyasının sahiline yanaşırım. Başlangıç aşamasında düşüncelerim
amansız bir mücadele verir… Okuma eylemim ve yeni bilgiler ön belleğimin içinde
kaybolup gider. Okumak, daha ilk kelimesine, harfine, sözcüğüne başlayamadığın
kitabın ilk sayfasını, yazarın başlangıç heyecanını yakalayabilmektir. Tabi ki
okur için başlangıç biraz sıkıcı olabilir, kelimeler daha sahile vurmamış, daha
denize açılmamıştır; sözcük kırıntıları işe yaramayan kelimeler vurmuştur
sahile. Ürkek ürkek girersin kelimeler ülkesine, kendini suskun ve çaresiz
hissedersin. Suskunluğun kitaba olan saygıdan hürmettendir ve sessizce okumaya
başlarsın kelimeleri incitmeden hor görmeden. Sen kelimeleri incitmez hor
görmezsen sana hayatın sırlarını getirir ve bir kayık olur bindirir sırtına. Ve
su almayacak binek üzerinde kelime toplaya toplaya yol alırsın; ırak olanı
ulaşılmaz olanı, anlayamadığın, kavrayamadığın sır zannettiğin hayatın anlamı
yavaş yavaş gün doğumuna dönüşmeye başlar yönünü daha kolay bulursun.
Devam
edersin yazarın ruhundan çıkmış doludizgin kelimelerin içinden.
Kimi
zaman kendi dünyana sığdıramadığın, kabullenemediğin, düşüncelere rast gelirsin
rest çekersin. Olmaz dediğin akla karşı tezler gibi algıladığın kelimelere
itiraz edersin, hatta itiraz edecek vakti bulamadan aniden çıkan bir rüzgâr
sallar bindiğin kelimelerden yapılmış kayığı. Olmaz dediğin, şaşkınlığını
gizleyemediğin kelimelerin içine yuva yapmış düşüncelerin peşinden gider,
yönünü bulacak bir pusulanın olmadığını görürsün, hem kitaba hem yazara
kızarsın. Kızmak hakkımız dersin geri dönmek istersin fakat bir defa çıktın
yarıladın yolu, yaralandı yüreğin, acının gerçek tadını hissetti kalbin ki
kelimelerin bıraktığı kalp acısının hiçbir acıya benzemediğini anladın. Suskun
ve çaresiz okumak hissini durdurmadın ve yol almaya başladın kelimeler
denizinin sonunu merak ettin, sözcüklerin derinliğini merak ettin, denizin
ortasında anlamdan oluşmuş bir ada var mı diye merak ettin.
Kafanda
şekillenmeye başladı haritada yeri olmayan kitabın ruhu.
Yazarın
deruni tarafına bir bağ kurdun, kelimelerden yapılmış kayığının içine
sözcüklerden bir otağ kurdun, bulutun ve yağmurun arasındaki ayrılmaz bağı aşk
ile yoğurdun. Seküler dünyanın talan ettiği yerlerden uzak, hisler dünyasında
gerçekleşen, kelimeler denizine doğru uzanan ve yazarın iç dünyasında
sonuçlanan bir muştunun olduğunu gördün.
Ölüm
duygusunu bastıramadığımız gibi okumak, içimizde susturamadığımız bahar
cıvıltısı, toprakla oynayan çocuğun masumiyet halleri, çölleşmiş yüreklere
yolculuğa çıkan bulutun serüveni…
Öğrenmek,
kışın bağrında saklanan baharın yeryüzünün kımıl kımıl hazırlığını görmek
istemesi, içimizde önleyemediğimiz soyutun resmini çizdiğimiz, dünyayı
anlamlarla bağladığımız kopmaz ve birbirini duygularla bağlayan bağ demek değil
mi?
Kitabın
sonlarına doğru gelmek sonun başlangıcıdır, gecenin sonu gibi ve iç dünyamızda
soyut olanın resmini çizmek değil mi?
Kelimeler
denizinin sonuna gelmek hislerin, aklın karanlık odalarında güneşin doğması,
tan yerinin ağarması değil mi?
Kitabın
cezbedici ismi ile çıktığın yoldan bitiş noktasına kadar bir edebi sanat
gördüysen, hissettiysen sonunda da aklettiysen yazarla, kelimelerle dost
arkadaş oldun demektir. Hem bir kelimeden diğer kelimeye hicret ettin,
çölleşmiş ruhunda bir damla anlamın yeşerdiğini büyüdüğünü gördün demektir.
İsmiyle, içindekilerle dost olduğun kitabı, özenle incitmeden yüreğinde bir
buse kalarak kitaplığın sessiz taraflarına koyuverdin.
***
ASLAN YÜREKLİ YOL
sabah rüzgarında
bulutlar renk renk tartılıyordu
önümüzden geçen tarihin kanat çırpınışları
bir başak gibi ruhumuza eğiliyordu
her bahar çiçekler destan kokuyor
edeler hazırlanıyor gelincik tarlası gibi
kiminin elinde gök gözlü fesleğen
kiminin elinde ardıç kokusu
koşuyorlar rüzgarın üstünden
kapalı çarşının eteklerinden
her bahar tarih koklayarak
nefes nefese edeler rengarenk
günler aylar bir bir akıtıldı
evlerde toplandı çıg taneleri
bebekler ağladı maraş destanı dillerinde
kurtuluşu taşıdı edeler her sabah yüreklerinde
güneşten kopan bir demet ışık aldılar
nasırdan parmaklarına sardılar
cemre süzüldü yavaş yavaş
topraktan tenlerinde gelinlik kız gibi ayaz
destanı bir kilim gibi maziye serdiler
kadim çağda önden giden aslan yürekliler
ateşten kelimeler
sözcüklerden eritilmiş kurşun
garbın kafatasından yapılmış silahlar
tarihin önünden donuk donuk geçen şehirler
gemilerin ağır ağır limana çekilmesi gibi
geçiyordu anne ve çocuğun üzerinden mermiler
geçiyordu frenk edalı
bizans devrinden kalma
roma arenasında cengaver
fitne mabetlerine süngüler takarak
piramitten cesetler ülkesinin varisleri
kibir kusuyordu habis ruh gibi
gözyaşlarından denizler
damla damla dökülüyordu
kalem ile çiziliyordu ülkemin sınırları
elem ve korku üreten
yeni yüzyılın kıyamet sahnesi
yazılıyordu annenin ağıtından
kanla yoğrulmuş bu toprağın çocukları
sırtında taşıdı kadim ülkeyi
gökkuşağına boyanmış şadırvanlar
çocuk yüzlü akan sebiller
ruhunu sükut gecesinde demleyen
insanın nüvesi olan
yüzyılların ahi yüzlü
gönüllerin destansı şehri
anne ve çocuğun en mahrem acısı
üflenen ruhun özünde patladı
bütün dünya hamasi kelimelere boyandı
büyük bir uğultu ile parçalandı
yüreğimizden kopup gelen
hüznü şadırvanlardan akıtan
güller ülkesinin son bahçesi
kanla yıkanmış bayrağın rengiyle
sabrı damla damla yüreğinde perçinleyerek
asırlık çınarların gölgesinde kurduğun medeniyet
üzerinde tarih kokladın
kutsal metinlerini taşıdın taş medreseye
gölgesini içtiğin asırlık çınar
örs ile yoğurduğun şehir
kendi küllerinden dirilen destan
gözlerine sürme çekilen ölüm
kalplerine destanı nakşeden hattat
başlıyordu tarih resitaline kapalı çarşıda
volkan gibi fışkırıyordu ruhlarından
küllenmiş medeniyetin kıyısında
boğazlarına yapışmış frenk çıbanını
baharın sevdalı çocukları ile
kurtuluşu tarttılar ahır dağının heybetinde
o heybet ki kendi içlerinde
bir karış topraktan
kahramanca dirildiler
şehitlerin kokusu
güller çarşısında Maraş’ta
aslan yürekliler
***
SEVGİLİ, DOSTUM X
Yazılamayan
bir düşünce içerisindeyim, so- nu görünmeyen aşüfte bir yoldu gittiğim; güneşte
titreyen gölgeler altında saçlarımın kuruluğu yazdan kalma, etrafımı çeviren ve
yanımda bir anda bitiveren cımbız ile çekilen bulutlar, çekilir zaman parmak
uçlarıma kadar aheste aheste. Öykünsem dünya ya yaralı serçe gibi, ıraksayarak
koysam benliğimi ortaya beynimin gün görmemiş hücrelerine kadar… Korkak ve
ürkek bir acı hatıra kalacak kalbimde; yer olmayacak yaşadıklarımı toplasan
hayat denilen yalan dünyada, zaman duygusuz ve hoyrat bakacak gözyaşlarıma.
Acıdan baygın düşmüş düşlerimi satamayacağım gecenin hengâmesine, suskun
sokaklar çağın kelimeleri ile sulandırılmış, tükettiklerimiz kendini yok
edercesine yaşadıklarımızdır. Rüzgâr ağaç yapraklarına randevu vermiyor artık,
kalbimizi mesh edecek kelimeler ise hiç uğramıyor sevgili dostum. Biliyorum
canlı cansız bütün maddeler hiç yerinde durmadan hareket etmekte, bizler cüzi
yeteneklerimiz ve algılarımız ile hepsini görememekteyiz. Belki de madde
âleminde her an değişimleri algılamamız delirmemizin en kolay ve kestirme
yoludur. Belki de dâhî olmak için delirmek gerek, belki de her çocuk doğuştan
dâhî olarak doğar sonradan hayat boğar.
Gökyüzündeki
mavilikler gözlerinde birikse siyah bir gökyüzü ile baş başa kalsak, çiçeklerin
renklerini teninde toplasan, renksiz tatsız bir dünya bıraksan hiç kimse
bilmeyecek renklerin cümbüşünü. Ey dost! Sanma ki bir çiçeğin katledilişini
insanların yüreklerindeki acı kuyuları hissedecek. Sonbaharda çırpınan sarıya
çalmış bir yaprağın ölümü reklâm arası kadar dahi vicdanlarda yer etmeyecek.
Bir tiyatro seyircisi gibi alkış tutacağız dünya sahnesinde olup bitenlere.
Batıdan gelen alkışlarla talan edilecek ruhumuz, elimizde avucumuzda kalmış
birkaç anlamını yitirmemiş kelimeler ile dımdızlak ortada kalacağız. Delirmenin
dehşetengiz ve esrarengiz ilk kitabını yazmaya başladım sevgili dostum bilesin.
Gökyüzüne çocukça bakmalarım olmayacak, öykünmelerim kuytu yerlerde nemalanacak
hayata karşı, bulutlar darağaçlarında sallanacak yağmursuz, nefret ettiklerimiz
selam verecek kuşluk vakti sabaha. Delirmeyi özlemek, dünyada olup biten vahşet
tamtamları kulağımızda yankılanırken adı sanı bilinmeyen katledilen emzikli
bebeler midir? Biliyorum zamansız bir zamanın içinde şu dünyada kaybolup,
hiçbir şey olmamış ve yaşanmamış bir zaman olarak zihinlerde unutulup
gideceğiz. Gitmek ve sonbaharı peşinden sürüklemek, gitmek ve bebelerin
kahırlarını geride bırakmak bu kadar kolay mı sevgili dostum. Fanatizmin
savurduğu çılgın benliklerin çılgınlığı, sosyal konumlarının esiri olmak,
şuurlarının ekâbiri veya düşüncelerin zulmü ne hazin bir yoldur. Bu yollara
karşı göğsünü siper etmek, rüzgârın savurduğu yağmura karşı siper etmek gibi
değil, soğuktan büzüşmüş ellerini ateşin nedametli yüzüne koy vermek hiç değil,
her çocuk peygamber doğar duruşudur asıl olan. Suskun bir efsane olarak
hayatımızı ikame etmekteyiz şu günlerde sevgili dostum. Suskun ve bitap düşmüş
bir mecnun profili çizemeden, sıradanlığın sıradanlaştığı tekdüze bir hayatlar
ordusu görürsün kafanı kaldırıp biraz baksan etrafına dostum. Sıradan olmayan
sıra dışı deliler dolaşabilir etrafında, deli zannettiklerin mazlumların
gözyaşlarını bahar rüzgârında denizden esen meltem şiirleri ile yıkayanlar
olabilir yanılma. Şiirler ile hemhal değilsen hiçbir yerde ne bir şiir
görebilirsin nede bulabilirsin. Belki de delirmenin en kestirme yolu şiir
yazmaktır hayatın hengâmelerine karşı. Ama suskun ve de biçareyiz şehrin
ışıkları altında sevgili dostum. Suskun ve metruk kelimeler ülkesinde bir
çocuğun gökyüzü mavidir söyleminden korkuyoruz. Korkuyoruz gaybı hatırlatacak
içimizdeki devasa reaksiyonların ortaya çıkmasından. Belki de modern dram
yaşamak içimizde gaybın hayat sahnesinden uzaklaştırılması demek değil midir?
Sevgili
dostum x, son sözü söyleyen sözden uzak kaldık, bitap ve harap bir şekilde ruhumuzu
tehcir ettiler yağmaladılar. Delirmek hakkını dahi çok gördüler şiirin
limanlarında. İnsanlık ve şiiri bir kadavra gibi kullandılar atomun dahi
parçalandığı şu çağda.
Ah
dostum acılar içindeyim ruhumu sükûnete erdirecek bir kelime bekliyorum.
***
TAŞRA RİSALESİ
"Demek ki bütün şehir bana benzedi...
O halde muhakkak
gitmeliyim."
/Ahmet Hamdi Tanpınar/
/Ahmet Hamdi Tanpınar/
İnsan önce kalbinden hicret etmeli. Sonra ruhundan, ya sonra bütün bedeni ile betondan kelimeler ile dev binalar diktiği devasa kentten gitmeli kendisi için meçhul zannettiği taşra yalnızlığına. Devasa çok katlı betondan mezarlar içinde sanal yaşamlar alışkanlık, tekdüzelik, kendi benliğini boş verme putu ile yaşar hale getirdi bizleri. Evlerimizden çıktığımız her mesai saatlerinde bir karış toprağa hasret ruhumuz ile binler börtü böceğin can çekişmesine neden olan ve onlara hayat hakkı tanımayan betondan sokaklara atıyoruz adımlarımızı. Aslında zannediyoruz bu adımlar gururumuzun böbürlenmemizin, kibirlenmenin adımları değil mi. Her an ruhumuzda hissetmediğimizi tabiata zehir saçan kulaklarımızın hengâmesini bozan arabalar, kerpiç topraktan evlerimize savaş açmış çok katlı betondan mezarlar, mahiyetini anlamadığımız kelime kirliliği yapan yüzleri vitrin ışıklarının rengini almış insanlar. Hangi insan gitmek istemez ruhunu ve kalbini alarak hayatın keşmekeşliğini bırakıp. Hiçbir kitap anlatamıyor içimdekini. Her düşünce her fikir her ideoloji kendi nefsinde olanı hayat standardı olarak sunuyor bana. Hiçbir kelime varlığın sancısını anlatamıyor botanik bahçelerde yaşayan insana. Benliğindeki kelimeleri papaza günah sunar gibi her hafta periyodik olarak ruhunu sunar psikiyatriye betondan mezarlarda yaşayan ailesinin mahremlerini de. Tılsımlı sözcükler hiçbir fayda sağlamaz kalbinde yeşermiş zalimliklerine aç gözlülüğüne, paranoyak hallerine megalomanlıklarına. Büyülü haplar ile rahatlatılır birkaç seans verilerek. Betondan mezarlarda botanik hayat yaşar. Kutsal kelimesi bir elin parmaklarını geçmez veya çok bilgilidir kafasında kafasını patlatacak şekilde doldurduğu demirden kelimelerine toz kondurmaz.
Dokununca
Siyah taşın tılsımına köleler
Çözülür
Zincirleri hasretimin
Özgür olurdum
/M.Akif Şahin/
Bir
dağ ile yemyeşil envai çeşit bir bahçe ile veya gözlerinin içinde uzayıp giden
bir bozkır ile kucak kucağa sarmaş dolaş hemhal olduk mu hiç. Kerpiçten evlerin
önünden bir rüzgârın sırtına binip hayata baktık mı? Ne kadarda basit geliyor
değil mi bir ağaca sırtımızı verip sessizce yaprakların hışırtısını dinlemek.
Ya yıldızları bir kalem ile çizmek kadar basit mi. Bir billur gibi dostun ay
gibi parlak yüzü gibi sebillerden akan su ile kainatın bütün yorgunluğuyla
alnından akan terleri yıkamak, yine hüzün ile geçmiş bir hayatın ortasında
bakırcılar çarşısında bakırı ilmek ilmek nakşeden ustanın çekicini vurdukça
çıkan o nağmeler, envai çeşit meyveler bitkiler her türden ağaçlar ve ceviz
ağaçları, kiraz ağaçları ve üzerlerine her an çıkmak isteyen yaramaz çocuklar.
Şadırvanlardan su içen serçenin ürkekliğinde zamanın bedenlerini ince ince
erittiği eski zaman yaşamlarından kesitler sunan ihtiyarlar. İnsanın ruh ve
kalbini hemhal eden münzevi bir soluk aldıran taşralı olmak her Anadolu
insanının gözlerinin buğusunu bir köşesinde durur öylece hüzün dolu ve bir o
kadarda vakur. Suskundur yağmurları ince ince düşer çamurdan bedenlerinin
üzerine. Şarkılarındaki nağmeleri rüyalardaki yalan aşklar ile değil, gözlerindeki
hayatın gerçek sahnesinde verirdi duygusunu hissini Anadolu’nun mağrur insanı.
İliklerinden çıkar
Suskun yağmurun çığlıkları
Kokusuna dokunmak için
Şarkıların nağmelerini zülüflerine
sürer
Rüyalarımın sergüzeştini emerken
yalan aşkların
Seni hissetmeden kapanmaz
Gözlerim
/M.Akif Şahin/
Her
insanın çocukluğunda bir taşralık vardır. Kimi zaman ninesinden dinlediği bir
masal alır götürür onu, kimi zaman sessiz geceyi keskin bir bıçak gibi ikiye
bölen puhu kuşunun sesi. Kimi zaman meltem rüzgârının servi ağaçlarına hafifçe
dokunmasıyla çıkardığı kadife sesindeki hışırtısı, ya da tanımlayamadığı
insanın kendisini hissettiği fakat açıklayamadığı yağmur yüklü duygular alır
götürür bir küheylan gibi. Bizler duygu sağanağında yaşayan, bir kırlangıcın
kanadı sızlasa ağıtlar yakan, sükût renginde mısralara yas tutan biz
taşralılar. Kent soylusu diye üzerimize giydirilen deli gömleğini bir türlü
üzerimizden atamadık, atmak istedik ama bizim adımıza düşündüler konuştular
sayfa sayfa yazılar yazdılar benliğimiz adına, ninemin sevecen kelimelerinin
içini boşalttılar önce sonra cahiller güruhuna gönderdiler kitap yüklü
sözcükler ile berzah alemine geçmeden önce.
Eğiliyor
Akşamın üzerine gölgeleri
Yas tutan mısralarla
Suskun dudaklarla
Eylülün
/M.Akif Şahin/
Biz taşralılar hangimize kentlerin kurşun gibi kelimeleri ruhumuza
isabet etmedi. Nelerden vazgeçirdiler bencilleşen insanlığın uğruna.
Bencilleştikçe nankörlüğünün kıyısında talan ettin madde ve mana dünyanı.
Bencilleştikçe betondan mezarlar içinde sanal geleneğini kurdun, kentin en
mahur ezilmiş, kemiklerinin röntgeninin çeken ayazın iliklerine kadar acıyı
işleyen insan hiç umurunda olmadı. Biz taşralılar batının hengâmesine,
keşmekeşliğine, her kelimesinin arasına gizlenen şeytanını sahiplendik
yaşanmamış hayatlarımızı da ödünç vererek. Ninemizin başımızı okşarken
söylediği ninni batıya ve değerlerine karşı bir öykünmeymiş geç öğrendik. Onlar
okumayan değil ama yaşayan akıldı yaramazlıklarımızı nazlarken verdiği öğütler.
Alınması gerekenler yaşanması gerekenlermiş bir kelimeden bir sözcüğe. Bir
kalpten bir kalbe dostluğun resmini hangi ressam çizer. Sadece bizlere sunulmuş
yazgı diye özgeçmişimize kader diye sunulmuş yaşamların yamaçlarında
eğleniyoruz. Zamansızdır bizim sevdalarımız suyu alınmış çöllerde. Anlamı
alınmış kavramlar ile dolaşırız çağın varoşlarında. Hiç duygu yüklü değildir
doğrularımız. Bencilleşen sözcüklerle savunur bir çocuğun ağlamasını biz
taşralılar.
Zamansız
Konaklayınca kervanlar
Sevdaların çöllerinde
Tanımlar kavramları
Yaşlanan uygarlığın serüveni
Kalıplara
Kravatlara banknotlara
/M.Akif Şahin/
***
ŞEHİR RİSALESİ
Şam ve Bağdat kırklara karışmıştır
Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır
O da yarım kalmıştır
Urfa ufala ufala
Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde
Belki bir toz bulutu
İstanbula küflenmiş
Bir avrupa akşamı dadanmıştır
Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş
Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır
-Sezai Karakoç-
Şehirler
en onulmadık yerde beton yığınları ile bir karabasan gibi çöken ve ruhumuzun en
dramatik yerinde onulmaz yaralar açan kadim çağ tapınakları. Kuş cıvıltılarının
yerine, kulaklarımızı bütün seslere karşı vahşileştiren, vahşileşen
kelimelerden yüreğimizi delip geçen sözcükler. Betonlaşmanın daha hayatımıza
girmediği dönemlerde bütün çocuklar gibi bende şehrin efsanevi, çekici bir o
kadarda yaşamsal olanaklarının etkisinde büyüdük. Her çocuk gibi bizde kendi
dünyamızda bir şehir efsanesi oluşturduk. Ne kadar da cazip gelirdi ışıkların
bir o yana bir bu yana yıldızların göz kırpması gibi oynaşmaları. Çekerdi
kendine şehir yağmurların sızlandığı vakitler ne kadarda masum görünür
merhameti ile barındıracağından emin bir şekilde gezmek gelirdi şehrin veya
şehirlerin ruhunu.
Dört mevsim ile hemhal olmuş bizler, kuru bir sonbahar yaprağının
üzerinde yağmur damlası kovalayan bizler ne zaman şehir ile yaşamaya başladık
teslim ettik gözlerimizi, kulaklarımızı, daha söylenmemiş yazılmamış
kelimelerimizi işte o zaman kaybettik ruhumuzda ki sevecenliğimizi.
biz şehir ahalisi kara şemsiyeliler
kapçıklar, evraklılar örtü severler
çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir
bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler.
/İsmet Özel /
Taşradan şehre yolculuk kimi zaman umuda yolculuk, kimi zaman edebiyatın bütün
dallarından kuru bir dal parçası gibi kopup beton yığınlarının arasında öyküye,
şiire bürünen kelimelerin yolculuğu. Bunalım şiirler, suskun düşünceler, modern
emperyalizmle yoğrulmuş tabanı olmayan sözler, insanın nankörlüğünün çırpınıp
duran sanal putlarıydı las vegas ışıkları gibi oynaşan. Şehre tanıklığınız,
zulümleriniz, neden sonuç ilişkisine sığdırdığınız bilimsel tezleriniz,
bilgisayar verisinin akışı gibi aktığını zannettiğiniz hayatınız, aklınızda
formatlanmasını istediğiniz caddeler, beton yığınlarının arasında sanal
merasimleriniz, gerçeklerin görüntü kirliliği olarak algılanması bütün imgesel
ve simgesel sözcüklerinizden kovulmasıdır. Neden sonuç ilişkisine sığdırılmış
canlar, istatistikî alafranga rakamlar, şehrin bütün aynalarında
örgütleşen zalimler, sokaklarda geçen postmodern ömür sanal putlar önünde
adanan kurbanlardır.
Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki
hayata
görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını
yerimi yadırgadım
yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka
çılgının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı
durmadan bir beyaz aygırla taşardım derin göllerden
bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara
güneşin zekâsıyla doymak isterdim
kaba solgun kâğıtlar sunardı
şehrin insanı bana
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin.
/İsmet Özel /
Şehrin
hor görülmüş kelimeleri ile yaşayan, çaresiz yalnız tükenmiş hayata dair
konuşacağı bir yaşam tarzı kalmamış, cebinde intihar saatleri ile başının
üstündeki yıldızların kendisine göz kırpmasının farkına varmadan, hayalleri
sanal ortamda pişirilerek kendisine sunulan insan. Tarih boyunca ne çok acılar
çektin sükût renginde, Kabil nefsinden zalimliklerin bir yaralı aslan gibi
kovalarken mazlumları, ne çöller aştın ateşten kavrulmuş kumların üzerinden
geçerek. Şimdi şehrin dipsiz kuyularında nefsine zulüm eden insan kıyamet bir
kavurucu kelime gibi durur önünde.
İşte öldüm, işte son kadife çiçekleri
son defneler, baldıranlarla kefenlediler beni
bütün kaçaklar için ince bir merhem oldu benim ölümüm
bütün hoşnutsuzlar yanlarında saklayacak
benim ölümümden yayılan kırpıntıları
boğaz tokluğuna çalışanlar
özenle kilitleyecek göğüslerinde
benim ölmüş olmamı
hiçbir yaprak damarından
hiçbir su özünden atamayacak beni
ortaya benim ölümüm sürülecek
pey akçesi olarak
tanrıların ölümünü bir üstlenen çıkınca
ama neler olup bittiğini hiçbir âyetten
hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin.
/İsmet Özel /
Bizler
yitik şehirlerin/yitik medeniyetlerin insanlarıyız. Her adımımız meşru olmayan
salvolarla karşı karşıya gelir düşünceden putlar ile savaşırken. Bizler
gönül hanemizin medeniyetini kalbimizden attığımız günden beri ne kadarda
garibiz şehirde, ne kadarda içi boşaltılmış yaşamlarla uğraşıyoruz. .
İnsan bu şehrin keşmekeşliğinde saygınlığını yitirdi ve ölümü istatistiği
verilere sığdırdı. Öyle bir savrulma ki şark ve garp en dramatik oyununu
oynamakta, iç içe geçmiş kültürler medeniyetler anlaşılmaz bir ruh haline
büründü. Belki de dünya tarihi böyle çetin insanın ruhunu perişan edecek bir yaşamsal
sanallık yaşamadı. Yanılsamalar yanılgılar bir metrix felsefesi formatında
algılanması sağlanmış, insanımız fiziksel olarak varlığı her türlü yaşam
şartına uysa da yitik insan olmuştur. Yitik insan hangi ruh ile hangi kalp ile
şehrin binalarını gülden yapacaksın. Kuracağın birliğin medeniyeti sana çıkmaz
sokak gibi duruyor ey insan. Her sokak başında cehenneme ateşini biraz daha
çoğaltarak sabahlıyorsun, şehir büyüdükçe sen küçülüyorsun. Bu küçülme sanma ki
fiziki küçülme değil, yeryüzünde şerefli haysiyetli kadirşinas durumunun
küçülmesidir. Denizin karşısında kendini damla misali aciz ve küçük görmenin
küçülmesidir. Ne hazin ne acıdır dev beton binaların arasında ezik ve bilinçsiz
yaşamak. Her adımın kaldırımlarda nankörlüğün ile kol gezmekte, parçalanmış
hayatlar matinesinde bir ömür tüketerek geçiyor söylemlerin. Mevsimler ne kadar
da özledi çiçeklerin yurdundan geçmeni.
Bilemezsin eskittiğim
Kaçıncı sokakların kaldırımı
Boynu bükük kaç çiçek ezdim
Ay tepeden vurduğu zaman
Gölgemin esrik izleri
Yorgun yüreğimin köreldiğini
Çiçeklerin rengine not düştüm
/Mehmet mortaş/
Vitrinler
önünde ayin yaparak bir ömür tüketen insan. Dev gökdelenlerden gökyüzünü
göremeyen insan. Betondan bir dünyada, betondan daha da katı ve sert kalbi olan
insan. Şehrin solgun ışıklarında boynu bükük çaresiz, gözyaşları yerine irin
akan insan, hangi bebeğin ağlamasında şehri gezdin ürpererek. Beton binaların
parçalanıp un ufak olduğu gün, bütün devasa alış veriş merkezlerinin paramparça
savrulduğu gün, hiçbir ağacın kalmadığı ve altında gölgelenemediğin günün yakın
olmasını bildiğin halde neden gülüyorsun şeytanı kıskandırarak.
Vitrinlere sığınır
Zulüm kusarken uzaklar gülümser
Suratsız bir renge dönüşürdüm
Yollar
Boynu büküklüğümü alır götürürdü de
Gözlerim
Gökyüzüne baktığı halde
Yine de yaşarmaz
/mehmet mortaş/
Bizim
kültürümüzün medeniyetimizin içinde bir ipek böceği gibi saklı duran insan,
hangi şehrin kaldırımı ile batıyı temsil eder oldun. Geçmişin yıkık dökük
anlaşılmaz hayatın günah çıkarmaları ile gezinir beş öğün zanaks kullanırsın,
sanal putlar ruh halini yansıtır panik ataktır kelimelere karşı hastalığın. Bir
başkaldırı yoktur obozite alışkanlıklarına bir öykünmedir hayatın, Şehrin
vitrinlerinin önünde panik ataklarını kusan insan, papaza günah çıkarır gibi kurduğun
bu caf caflı medeniyete günah çıkarırsın. Seküler dünyanın bütün tövbelerini
ruhumuzun en onulmadık en çarpıcı ve en zayıf merkezinden kutsamamızı istersin
hayata karşı.
Bir
yol var içimizdeki berrak en derinlerden gelen sese binaen. Bütün kâinat birlik
içinde biz diye hareket ederken şehirleri de katmalıyız bu dönen ahenge. Bir
şehre ölüm bulutları rüzgâr estirmeden, tabiatın dilini demirden, betondan
yapılmış kelimeleri ile şehrin sürrealist yaşamlarına sunmadan, haydi başla bir
nutfeden yaratılan insan önce kendi ruhunun sonra şehirlerin ruhunu diriliş
muştusuna sunmaya. Bir ruh var medeni olmanın içinde kalplerimizi birleştiren.
Bütün âlemi biz olmanın muştusu ile düşünmez misin, hayatın anlamını
kalplerimizde birleştirerek hoş geldin demek ne güzel. Ne güzel sapasağlam bir
ip ile şehirleri bağlamak, fıtratımızın boyası ile boyamak. Kalbimizden bütün
insanları kuşatacak şekilde birliğe çağıracak medeniyet belki de şehirde
nevşünema bulacak.
mihnet gözlerin eski bir çağ
ıtri yıldızın derin düşer geceme
gizli kiliseler geçerken içerinden
bekle ve otur şadırvan yüreğime
kandil akşamlarında
yusufçuk kuşunun çırpıntısı
ağaçsız bulvarlarına düşsün aldırma
üşüme içime gir
ısıt kutsal nefesini
ah güzel şehir
/Yasin Mortaş/
***
ŞAİRİN GÜNDÖNÜMÜ-3
'Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta
olan
'Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta
olan
Bakın yaklaşıyor…'
yazık, şairler kadar cesur
değilim
İsmet Özel
Ah şair bu yaşamlar sahile vuran
irin dalgaları ile besler kendini. Cehenneme ulaşmanın en meşru yolu, kin ateşi
ile kin bahçelerinde naralar atarak dolaşmak. Bu nedenle teninde altın rengine
boyanmış yazdan kalma güneş izini bulamazsın. Gözlerinde kırağı çalmış
mevsimleri öyle ki hiç bulamazsın. Girdin şehrin en zayıf noktasından. Fakat
yel değirmenlerine karşı koyan bir Donkişot değil halin bilesin. Kırala karşı
mücadele eden robin hood hiç değil. Mekanik medeniyetin hayal üstü kahramanı
Süpermeni hiç aklına dahi getirme. Ki modern medeniyetin kahramanları seni
öldürmeye gelebilir, hayallerini, ruhunu, şiirlerini işgal edebilir. Anlaşılmaz
bir trans haline girersin heybendeki azığın tel tel dökülebilir. Eğer
şiirlerin, kelimelerin gücün yetmiyorsa, modernizmin kahramanları, yaşam
alanını, ruh dünyanı, değer verdiğin her şeyini tarumar etmek istiyorsa
aşağıdaki kıssayı dinle.
Şehrin en uzak yerinden bir adam
koşarak geldi: “Ey kavmim, elçilere uyun” dedi.
“Sizden ücret istemeyenlere uyun,
onlar hidayet bulmuş kimselerdir.”
(Yasin: 20-21)
Bakırdan gökyüzünün üstünde altın
rengine boyanmış güneşin ışıkları, irinden dalgaların kavislenerek linç edilmiş
deriden giydirilmiş evlere vurduğu sahildeydik. Kelimeler çuvala konan mızrak
gibi sığmıyordu heybemize. Rahatsızlıklarını her halükarda belli ediyorlardı,
debeleniyorlardı baharı gören bir kısrak gibi. Seninde yüreğin okyanuslar gibi
debelensin şair. Kendini okyanusta bir damla olarak gör ve mütevazi ol
kibrinden debelenen kelimelere aldırma. Okyanusu bir bardak suya hapsetsen dahi
kendini büyük görme. Gir korkusuzca irinden sahile sırtını dayamış şehre. Gir
şehrin en zayıf noktasından yani ölümün istatistiği verilere dayanmayan
yerinden. Batıya hayran hayran bakan taşeron beyinler gibi olma. Heybendeki
kelimeler yüreğini çepeçevre çevirsin. Her türlü görsel ve işitsel saldırılara
karşı korusun tarumar olmaktan. Hani ateşten denizi mumdan gemiler ile geçmeden
önce hazırlamıştın kendini. Derin mi derin bir kelimenin hayaline düşmüştün.
Günlerce çile çekmiş, ham olma halinden kurtulmuş gönüllerde pişirilmiş
sözcükler hazırlamıştın da heybene koymuştun. Sözcüklerinle güneş gibi ol şair,
şehrin buz gibi havaya bürünmüş sokaklarında kusurlara bürünmüş hayatlara karşı
gece gibi. Burada zaman her gökdelenin en kuytu yerinde pusudadır. Aniden çıkan
kuzey poyrazı gibi vurur seni sırtından. Eğer vurulursan camekânların zalim
yüzüne yavaş yavaş dipsiz bir kuyunun önünde duruyorsun demektir. İnsanları
vahşi cazibesi ile çektiği gibi senide çeker hayalden kurulmuş bir zevk ve eğlenceden
olan devasa çarkına. Şiirlerin ile öğüt vermeye geldin gönülleri fethetmeye ama
burada öğütte şiirde peri perişan. Çöplüklerde tonlarca kelimeler yığılıdır.
Kimisi pas tutmuş mekânsız caddelerde yuvarlanır anlaşılmaz sesler çıkararak,
kimisi kitapların anlaşılmaz yerlerinde gezinir kitap yüklü arabalara binerek,
kimisi ve de en önemlisi yığınların beyinlerini meşgul eder patlamaya hazır bir
saatli bomba gibi. Gökdelenlerin gölgesindeki kadavralar tıbbi terimlerin
bilmecesidir. Kin ateşi ile yaşar insanlar suskun bakışlar arasında. Bu öyle
bir kin ateşi ki hiçbir medeniyet barınmaz, hiç bir şehir ayakta duramaz yerle
bir olur bütün yaşamlar.
***
ŞAİRİN GÜNDÖNÜMÜ-2
“İnsan! seni savunuyorum; sana karşı!”
Nuri Pakdil
Ateşin denizinden
mumdan gemiler ile geçildi. Gerek ateş rüzgârlarının önünde yol aldık, gerek
eriyen mum adalarında demir attık. Gözyaşlarını dökmeye hazır bulutlar ile dost
olduk, kuşların uzaktan gelen deruni sesleri ile konuştuk. Hay bin yeksan
tavrındaydık, yalnızdık, sorguladık başına üveyik tünemiş kelimeyi, yer yer
hazan mevsimini bir annenin kucağında avuturken gördük. Selvi ağacının
gölgesinden yapılmış evlerde konakladık. Bahar tadında envai sulardan içtik.
Şair ile bu yolculukta gündönümüne varmadan ay’ın dolunay haline varması gibi
evrildikçe evrildik.
Şair
Şiirlerini içi dolu buğday taneleri gibi başı öne eğik mütevazı bir şekilde
hazırla. Rüzgâr salladıkça, yüzünün çeperine dokundukça güneşin erdemli
ışıkları bir o kadar mütevazı ol. Bilirsin içi dolu başaklar sallandıkça ağır
ve netamelidir. Her başakta sayısınca kelimelerin olsun. Her kelime şu
kargaşaya bulaşmış, modernizmin keşmekeşliğinde yüreklerdeki boşluğa bir derya
olsun. Derya derya içinde bir zaman tünelinde kalp diyarında en mahrem yerinden
aşk ile yoğrul. Kelimelerin seni ıstıraba ve ümitsizliğe sürüklemesin. Ateşten
denizi, mumdan yapılmış sözcükler ile geçtin. Heybende düş kırıntıları,
sonbahar rüzgârı ve güneşin alnından koparılmış rengârenk eleğimsağma.
Annelerin yüreğinde yoğrulmuş, iyiliği canlı cansız bütün varlığa anlatacak
şekilde çıktın sahile. Bu sahil maddenin dehşetengiz yalnızlığında bir o yana
bir bu yana sonbahar yaprakları gibi savrulan insanlar ile dolu. İnsanlar
yüreklerinden başlayarak, dilleri, gözleri ve düşüncelerindeki ahenk bozulmuş,
anlam beyinlerde en ücra köşelerde barınır olmuş. İnsanların ruhundan çıkan
felaket fırtınaları devasa hazırlanmış çarkı döndürmekte. Bu keşmekeş dünyanın
fırtınalarında başın dönebilir, sözcüklerin, kelimelerinin yetersiz kaldığını
hissedebilirsin. Heybende bahardan kalma bir tutam papatya, sonbahardan kalma
sararmaya hazır yapraklar bu çarkı durdurmaya yetmeyebilir. Bir yaprağı
öldüren, bir çiçeği ezen bir döngü ile karşı karşıya değil, dört mevsimi
mahfeden bir döngü ile karşı karşıyasın. Bu indiğin sahil insanlık tarihindeki
hiçbir sahile benzemez. Ateşten denizde mumdan gemiler ile yol almaya hiç
benzemez. Her an kelimelerden kasırgalar ile düşüncelerin tarumar olabilir bu
sahilde. Farkına dahi varmazsın tarumar sözcükler ile bir kır çiçeğinin
mevsimini savunduğun. Düşünceler yobaz bir manivela üzerinde gider gelir
denizin çekilmesi gibi. Duyguların zulüm kusan vitrinlerinin önünde başını
hafifçe eğmiş hayran hayran bakabilir hayata. Hayatlar hayatların kurdudur bir
oranda, insan insanın. Kalpler birbirlerine buğz canavarıdır, düşünceler
yüreklerdeki sevgiyi vurmak için bir kurşun. Bu sahilde öğüt yerine alkış
toplarsın her akşam kızıllığının alafrangasında. İnsanlık bu sahillerde çok
ilerlemiştir ama hiçbir şey görünmez. Yakışıklı kadavralar uzanır sahil boyu. Cehennemin
ateşini cebinde taşıyan insanlar. Mal mülk putundan düşünce putu üreten
yığınlar ile bir kartopu gibi büyüdükçe büyürsün.
Şair,
kalplerin etrafını sarmış bağnaz duvarını delmek için şiiri kullan. Belki bir
gedik açılırda kalplerine, şiirden bir demet merhamet fısıltıları bırakırsın.
Belki şiir tohumu yeşerir yeşerir de çölde bir vaha olur.
Ey şair, şiir
şiirin kurdu değildir.
***
ŞAİRİN GÜNDÖNÜMÜ-1
Mum gibi eriyen denizi gemiler ile geçmek veya kâğıttan yapılmış tekne ile ateşten göllerde yol almak, ne kadar zor sen bilir misin ey şiir? Yazmak için yola çıkmak isteyen şair!
Hiçbir
deruni tarafımız yok denecek kadar az.
Kullandığımız
sözcükler bize bir şey anlatmıyor.
Heybemiz
dolu, envai çeşit yaşanmışlık, insanlara akıl verecek tecrübelerimiz, hayatın
cafcaflı girdaplarında kullandığımız aritmetik zekâ, rengârenk boyalar ile
boyanmış evlerimiz, arabalarımız var.
Ey
kelimelerden demini alamamış şair! İçi doldurulmamış, balon gibi şişirilmiş
kof, aymaz, hayata karşı hiçbir anlamı olmayan bir heybe ile çıkıyorsun kendini
ve hayatı anlatan şiir yazmaya. Kendimi, kendini, hayatı anlatacak şiirleri
bekler vicdana susamış ateşten denizin karşısında bekleyen insanlar. Şiir
yazmak için hazırlıkların bu yüzden sıradan olmasın, bir kelime için günlerce,
aylarca gerekirse yıllarca uğraşmalısın ki kendini, hayatı ve seni bekleyen
insanları tam tanımlayabilesin, anlayabilesin. Gerçi kendimizi tanımlayamadık,
hayatımızı anlamlandıramadık ki, hayata sunacağımız kelimeleri tanımlayalım,
anlamlandıralım. Çetin ceviz kelimelerden geçeceksin, gerekirse kırılmayan,
özünü göremediğin sözcüklerin kafasına bir balyoz gibi ineceksin, acılarından,
sevinçlerinden, hüzünlerinden bir çeşni yapıp heybene koyacaksın. Çünkü
alelade, sıradan, kof hayatlar ile yaşanmışlık ile çıkma yola. Yenilmiş ve
kepaze olarak geri dönersin, mum gibi eriyen denizden veya ateşten göllerden
geçemesin. Geçsen dahi heybende kullanacağın hiçbir malzeme bulamazsın. Ne
acılarından yoğrulmuş, anlatmak ve dizelere sığdırmak istediğin şiirlerin
kalır, nede menkıbelerin.
Ey
gündönümüne döndürülmüş şair, heybeni kontrol et yola çıkmadan önce. Metruk bir
hayata yaslanmışsan başka bir hayata karşı mücadele etme. Kontrol et ki aklında
harlanan kelimeleri sözcüklerin gölgeleri hayatına dökülmesin. Hazırlıklarını
yap ve şunu de:
Şiirlerime
yetecek barutum var mı?
Gönüllere
hitap edecek gücüm var mı?
Eziyet
ettiklerinde, ezginliğim artacak mı?
Ve
deki; insanlara kendimi, sizleri ve hayatı anlatacak sözcükler ile geldim.
Dizeler
ile dimdik durdum karşınızda.
Heybemde
kelimelerden sözcüklerden envai çeşit sırlar var, her dizeyi adı konmamış
sırları sizler ile paylaşmaya geldim. Gönlünüzdeki gönül putunu kırmaya geldim.
Fiziki âlemin arkasındaki hissetmediklerinizi biraz olsun hissettirmeye geldim.
Geldim ve saatlerce, günlerce, aylarca heybemdekileri paylaşmaya geldim.
Sezai
Karakoç, “Hızırla Kırk Saat” i her gün bir saatini ayırarak kırk günde,
İstanbul Denizkapı’da deniz kenarındaki kahvelerde yazmış. Kırk yılda
bohçasında biriktirdiği hayat malzemesini kırk günde kelimelere dökmüş. Her
kelimesinde her harfinde kırk yılın yoğrulmuş deruni sorgulamaları ve hayat
akışını görürsün. Sezai Karakoç Hızırla Kırk Saat şiirini hangi ruh halinde
yazdığını pek kestirememekte birlikte, bizlerin ruh hali, limana demir atmış
elmas yüklü gemilerin hareket zamanını beklediği gibi. Heybemizde demini
almamış kelimelerimiz, kanatsız sözcüklerimiz… Hayatın keşmekeşliğinde
heybemize kelimelere dökmediğimiz acılar… Açlıktan ölen bebelere uzaktan bir
şey yapamadan bekleyen hazin kıvranışlar… Bir ağacın hiç ses çıkarmadan sessiz
sedasız ayakta ölümü... Bir mısra için, bir dize için, bir şiir için
heybemdekiler yeterli mi? Hayatı anlatabilir mi? tanımlayabilir mi? Pek de
makbul olmayan meçhul bir döngü yaşıyoruz yola çıkmadan önce.
Ey
gündönümü dönmüş şair kalk ve kelimelerine dön!
Uyar
gönüllerdekileri, akıllarda kalan insan menkıbelerini!
Vicdanın
heyulası ile birikmiş çocuk düşlerini!
Hazırlıklı
ol şiirlerin için dizelerine.
***
NEFS GÜVELERİ
anlamsızlığın kurutulmuş ölmüş tanrıları
bir çağ eğilişinde
korkudan titreyen zeytin karası kelimeler
puhu kuşu gözlerinden yapılmış korkularınız
kalplerinize yapışmış şehir
köpek ulumalarında adanıyor
alnındaki çöp çatan şeytan
kaç yudumdu ölümün nihayetsiz sanrıları
kaç bölümdü kendine biçtiğin alafranga rol
kaç bedendi ülkelerin suretinde göründüğün
kızgın bir ateş topu
dalaştın rüzgara sırtını dönerek
kızgın bir yüz vardı sende baharları eriterek
hangi ölümün bahçesinde
kobay olarak kullanıldın
hangi duygu sepkeni kesmez
acımtrak neşeli günleri
içini her an kirletiyor
nefs güveleri
derviş kırılmaları var yüzünün her çizgisinde
kaderi sanrı sandın
gölgede kımıldayan kelimeler sanrısal
gözlerini kapattın
tenine yağmurdan bir ırmak düşer
ateş saatinde budar bahçıvan
günahlarında birikmiş
meymenetsiz tebessümü
bu tebessüm biliyorum
eğilmiş çağın nefesinden
bu tebessüm biliyorum
dizlerindeki dermansız lavanta merasiminden
biliyorum
aynalarda ajan gibi dolaşan
nefs güvelerinden
aşiyanda ısınan nazenin hıçkırıkları kartopu baharda
yankı dünyaya haykırdığın sanrılamak hal sanma
çağıldayan nilüfer çehresinde gök gürlüyor semazen
matem yazıtlarından bir bir indiriliyor bu hengamede
hem de
sızıyor kalbimizin namahrem uzletine
nefs güveleri
korkudan titreyen zeytin karası kelimeler
puhu kuşu gözlerinden yapılmış korkularınız
kalplerinize yapışmış şehir
köpek ulumalarında adanıyor
alnındaki çöp çatan şeytan
kaç yudumdu ölümün nihayetsiz sanrıları
kaç bölümdü kendine biçtiğin alafranga rol
kaç bedendi ülkelerin suretinde göründüğün
kızgın bir ateş topu
dalaştın rüzgara sırtını dönerek
kızgın bir yüz vardı sende baharları eriterek
hangi ölümün bahçesinde
kobay olarak kullanıldın
hangi duygu sepkeni kesmez
acımtrak neşeli günleri
içini her an kirletiyor
nefs güveleri
derviş kırılmaları var yüzünün her çizgisinde
kaderi sanrı sandın
gölgede kımıldayan kelimeler sanrısal
gözlerini kapattın
tenine yağmurdan bir ırmak düşer
ateş saatinde budar bahçıvan
günahlarında birikmiş
meymenetsiz tebessümü
bu tebessüm biliyorum
eğilmiş çağın nefesinden
bu tebessüm biliyorum
dizlerindeki dermansız lavanta merasiminden
biliyorum
aynalarda ajan gibi dolaşan
nefs güvelerinden
aşiyanda ısınan nazenin hıçkırıkları kartopu baharda
yankı dünyaya haykırdığın sanrılamak hal sanma
çağıldayan nilüfer çehresinde gök gürlüyor semazen
matem yazıtlarından bir bir indiriliyor bu hengamede
hem de
sızıyor kalbimizin namahrem uzletine
nefs güveleri
***
BİR ŞEHİR AKIYOR GAZZE'YE
şehirlerin ruhunu tehcir için gönderdiler
dünyanın
kalbine karanlık habisleri ile geldiler
samirinin
nefesinden sanrılarla talan için beklediler
yüzlerinde
dipsiz kuyudan yapılmış napalm sivilceleri
nasılda
belli ediyor bin yıllık sinsiliği
fosforlu
bombalar ateşten boyalı
gözlerindeki
kinden bataklıklar barut kokarken
dünyanın
fani hırsından yapılmış tanklarla
talmutta
bahsedilen zulüm için geldiler
alkışlarla
attıkları her bombayı yüreğimize
ateşini
körüklüyorlardı arzın zebaniler
calut
simalı insanların
kangrene
dönüşmüş kavminden
kendi
cehennemleri ile geldiler
öldürürken
kahrolası dili gibi mermilerle
bebeleri
annelerin
yüreğindeki gazzeyi talan ederek geldiler
mazlumun
arşa yükselen feryadı üzerinde
taştan ve
betondan medeniyetleri ile yeryüzüne serildiler
onlar
dünyanın
her yerinde lanetlenmiş kelimeleri ile
onlar
kalpleri
taş vicdanları talmutta yazılı nilden
fırata kadar
yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın dendiğin zaman
hümanist
çılgın putlar ile geldiler
yeryüzünün
zulmedilen mazlum halkları
elbet
beklemekteyiz
o günü
o saati
ecel
rüzgarları ansızın zalimleri
dizlerinin
üzerine çökerttiği zaman
sükutun
gözlerindeki kıvılcım
ebabil
kuşları gibi geldiği zaman
silahların
gölgesinden yapılmış tanrılar
musanın
asası ile kahredildiği zaman
gazze de
ölüm mazlumun ahı ile tartıldığı zaman
işte
ey
yeryüzünün acı çeken halkları
anla
artık
gazze
senin hikayen
kopan bir
yaprak gibi düşüyoruz gazzeye
avuçlarımda
yanıyor çocukların yanmış yüzü
hangi
sözcükleri kullansam merhem olmuyor yarama
kendimi
sarıyorum cennetten kundaklara
bir şehit
işaret
parmakları ile karşı koy arken tanklara
vurur
şakaklarıma kurşun gibi gözyaşı
altımdan
çekilir şehirler tarih olur filistinde
vicdanlarımız
dolaşır çölleşmiş yüreğimizde
sokakların
ölüm kusan saatinde
parçalanmış
bir hayat sanma ki kolları bacakları
bize
acıyorlar görmüyor musun konforlu mekanlarımıza
bir bir
düşüyor mermiye el sallarken bebekler annelerine
cennet
kundakları ile sarılıyor dünyadaki amelleri
ey
lanetlenmiş zihniyetin modern temayülü
mazlumların
üzerinde kurduğun kan ve gözyaşından
ah ederek
rablerine yalvaran bitap yüreklerin feryadı
tek
başına kalsa da taş atan çocuk
gök deniz ve toprak şahit olacak
soğuk merhametsiz ve kanser gibi yayılan zulmün
zamanda
kara lekeler olarak
vaat
edilmiş vakte kadar
bumerang
gibi seni vuracak
ayaklarımın
altından bir şehir kayıyor gazzeye
her
damlasında okyanuslar barındıran gözyaşlarımız akıyor
benim
memleketimin sararmış başaklar gibi
yanık
insanları
korkudan
titreyen çocuğun kuş yüreğinde
nazlı
gökkuşağı gibi zamansız bir kelimeye
gözyaşları
süzülür acının en matemli yerinde
bir bulut
geçer rahmet rüzgarından yapılmış helva ile
kalbinde
çağıldayan ırmaklar
kelimenin
hak için sancak açmış neferi gibi
yeryüzünün
zulmedilmiş halkları adına
boynu
bükülmüş yetimler adına
zalimlere
göğüs geren yiğitler adına
yüreklerinde
ağıtlar anadolu diyarından
analar
bacılar
güneşte
kavruk kavruk yanmış oğullar
maraş
akıyor gazzeye
istanbuldan
kudüse diyarbakıra
anadolu
doğuyor Filistin de gögermiş sabah kızıllığına
akıyor
halk edilmiş halk
kanıyla
cenneti alanların diyarına
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder