Müzik sanatlar içerisinde en milli olanıdır. Şiir başka dile tercümesi zor olan bir sanat olduğu gibi müziğin de coğrafyanın sesine doğduğu /coğrafyanın sesinden doğduğu için ancak kendi dilinde tadına varılabilen bir sanattır.
Bizim tek sesli müziğimiz “tek Tanrı” inancımızla ilgili olduğu gibi Batı müziğinin çok sesli olması elbette “teslis” inancıyla ilgilidir.
Âşık
Veysel “düğünlerde bayramlarda Türk’üz türkü çağırırız” derken bizim iç sesimizin
keyifte ve kederde türkü formunda ifade edildiğini söylemektedir.
Dünyanın
ortak kelimesi olan “musıc” mesele bize döndüğünde millileşmekte ve karşımıza
türkü çıkmaktadır. Sonundaki mensubiyet ilgisini hatırlarsak Türk’e ait olan
demektir! Değerlerin hızla aşındığı gövdenin sesten çok önemsendiği vasatta
coğrafyanın sesini aramak bir yana ahlaki değerleri yok sayan dil ve düşünce
içermeyen sözlerin sanat eseri sayılması garabetini bir yana bıraksak da
görümsetme (klip) rezaletinin ayrıca teşhire dönüşmesi tam bir yıkım aracına
dönüştürüyor müziği. Bu durumda hasretin, gurbetin, yalnızlığın, yoksulluğun,
ölümün insanî atmosferinden çıkıp” bandır bandır ye beni”
edepsizliğine,”yakalarsam “ teşhirciliğine ,”kız hepsi senin mi”aymazlığına
duçar oluyoruz! “Bizim musikimiz bizim romanımızdır.” Diyen Şair milli
öykümüzün sesinde doğan bizim sesimizi anlatmak istemiştir. Bu ses Orta
Asya’dan Rumeliye, Anadolu‘dan Yemen’e uzanan hüzünlü bakiyeleri olan Müslüman
Türkünün sesidir. Belki de sesimize bize ait olmayan sesler karıştığı için
yankımızı bulamıyoruz ve coğrafyamızın çağrısından bihaberiz! “Nedir yezit ne Kızılbaş/Değimliyiz hep bir kardaş/Bizi yakar bizim ataş/Söndürmektir
tek çaresi” diyen Veysel Usta’nın Alevilik açılımına çizdiği yol haritasını
atlamadan oturmak lazım masaya. “Bitlis’te beş minare beri gel oğlan beri
gel/Ciğerim dolu yâre/Beri gel oğlan beri gel” mısraları havasıyla birleştiği
zaman ayrılan kardeşlerin acısına bir destan olmaz mı? Mahremiyetin yok
sayıldığı teşhirciliğin sanat muamelesi gördüğü bu vasatta” A benim ahtı yârim/Kaderde
tahtı yarim/Yüzünde göz izi var/Sana kim baktı yarim” manisi bir edep ayarı
vermez mi? Benliğin bir puta dönüştüğü bu çağda yine içimize söylenen sesi
bulmak mahviyetin sınırlarına çekilmek için” Gel ha gönül havalanma/Engin ol
gönül engin ol/ Dünya malına güvenme/Engin ol gönül engin ol” türküsünün derviş
çağrısını duymak zorunda değil miyiz?
Kendi sesimiz Çanakkale’den Yemen’e, Rumeli’den Asya’ya bu coğrafyanın çağrısında yani yürek sesimizde toplayacaktır bizi. Bu coğrafyanın malı olmayan ithal fikirler nasıl perişan olmamıza neden olduysa bize ait olmayan kutsal hüzünlerimizi ifade etmeyen karışık sesler anaforunda kendi sesimiz sanarak bir uğultuda siyasi kavgalarla ve kamplaşmalarla yem olmak zorunda kalacağız!
Bizim sesimizde hasret var, aşk var, birlik var, ölümlülük düşüncesi var, dostluk var, dil yarasının dinmeyen acısı var, dostun attığı gülün yarası var, Ali var, Muhammet var bin yıllık maceramız ve hüzünlü bakiyemiz var! Coğrafyanın sesi coğrafyanın kaderidir! Sesimize dönelim medeniyet bir yorgan gibi üstümüze örtülmeden!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder