BİBLO/Derya BAYTON

Demirci ustasının tozlu tezgâhından çıkma; ağır, paslı bir mengeneye elini kaptıracakmış gibi hışımla çekip asıldı Hüseyin Efendi, umut apartmanın yığıntı koluna. Cılız kollarında ne kadar sayılamayan kemik var ise tüm gücüyle kendine çekiyordu paslı kağnısını. Gıcırtısı; kulakları, havayı delip geçiyor, insan uzuvları uzayıp giderken gölgeleri antre’yi dolduruyordu.

Serin bahar havasını yaşatan ikindi saatleri zamansız vakitlerde kapı zillerinin çalınması ile günü eriterek geçer. Açılıp kapanan kağnı gıcırtısı bir mabedin en mahrem yerini örter gibi sokağa kilidini vuruyor, sonra ağır aksak topal ayağını sürür gibi unutulmuş, en gizli köşelerde bilinmeyen zamanlara, insanlığa yeniden kollarını açıyordu.

Yedinci katında ise yalnızlığıyla baş başa otururdu yaşlı bir teyze. Çoğunlukla hatırlanmasa da adı, onun buna pek de aldırdığı yok gibi. Ufacık bedeni, eciş bücüş görüntüsüyle kırışıklarının toplamı kadardı gençliğinde kalma varlığı. O gün kapının açılan sağ kanadından hışımla içeri süzüldü. Kapıyı tutan Hüseyin Efendi bile az önce içeri giren şeyin farkında olsa da gerçekte onu görmüyor, sadece alışkanlığı dâhilinde basit, yük olarak ağır olan görevini yerine getirme bıkkınlığını ifadeleriyle söylemlere katıyordu.

Lale işlemelerinin göz doldurduğu demir kafesin sardığı küçük kabinle çıktığı katının kapı eşiğinde durdu. Cebinden, birkaç kez yamanmış söküklerden sökün eden iplik parçalarına dolanmış anahtarlarını el yordamıyla bulup, hışımla çekerek bağlarından kopardıktan sonra, anahtar deliğine takıp, iki defa çevirerek kapıyı toz zerreciklerin havada uçuştuğu küçük hole doğru açtı. Adımını içeriye atmadan önce bir iki saniye kadar eğleşti kapı eşiğinde. Sonra yürümedi, yine süzülüp akıverdi içeri; en içeriye evin kalbine; çokça vakit geçirmeyi sevdiği salonuna. Durup soluklandı. Diğer odalara oranla genişçeydi salonu. Holden dört adım sonra sola doğru biraz eğimle eski ahşap çerçeveli, ıhlamur ağacından yapılma kapıdan geçerek mentol yeşili duvarların, ki bu duvarların çıtırtılarını dinlerken kendisine bir şeyler anlatmak istediğini, evin ruhu olduğunu düşünürdü. Dört bir tarafı aydınlığı görmeyen gölgelere mahkûm edilmiş olan bu oda, eski ceviz oyması işlemeleri ile süslü eşyaların tıkış tıkış bir arada durduğu, yine göz dolduran süslemeleriyle sahibesinin en değer verdiği köşesiydi her haliyle.

Dört yapraklı yoncayı andıran çıkıntıları ile rahat görünümlü küf yeşili rengindeki mat koltuğuna, ağrılı eklemleriyle yavaşça oturdu. Kendini bıraktığında bir ürperme tüm vücudunu sararken, aynı duygu geçişiyle parmak uçlarına doğru yayılan sıcaklıkla rahatlama yaşıyor, derin bir iç çekiyordu. Otururken küf yeşili koltuğun şeklini alıyordu hafif dolgun baldırları. Bir süre kaldığı yerde içinin geçtiğini, vaktin ise akşam sularında dövünmüş olduğunu fark etti. Gözlerin yuvalarından aralandığı mahmurlukla akşam alacasının eşyaları yalayıp geçtiğini anlayıp, doğrulduğu yerden eski gaz lambalarını anımsatan duvardaki ahşap apliğin düğmesine dokunur dokunmaz loş bir ışıkla aydınlatıveriyordu etrafı. O an garip bir duygu sardı içini: Sanki odada yalnız değilmiş gibi bir his yüreğinin başını cız ettirdi. Keskin bir bakış attı kenarları kakmalı, yer yer derin oyukların olduğu gözgüde yakaladığı yansımasına. Bir yabancıyı izler gibi, lakin umursamaz bakıyordu. Biraz sonra dudak kıvrımında bir iğrenti kıvılcımını anımsatan küçük bir mimik çaktı. Hoşnutsuzluğuyla alnındaki katlar daha da katlanarak çoğalıp, göz kapaklarından aşağıya doğru tüm yüzü ve çenesinden ağrı, su gibi akacakmışçasına bir an yaşardınız eğer orada olsaydınız.

Toz olup havaya karışmaya yakın yama şeklinde parça parça etlerin parmak boğumlarında kaldığı görülen ve iskelet gibi olan romatizmalı şekil bozuğu ellerindeki parmakların tırnaklarını koltuğun yanlarına geçirmesiyle, sinsi bir atmaca gibi yerinden fırladı. Yaşına göre sergilediği çeviklikle yaşayan bu hal bir ölünün tazı hızında nasıl da atak davranır düşüncesinden doğan garip bir hissin şaşkınlığı ile olduğunuz yerde kala kalırdınız. Bu yaşlı tazının sanırım kendi de öyle hatırlıyordu; adı Mehlika’idi. Çoğu kez Meliha diye seslenirlerdi ona. Genelde işlerine öyle gelirdi. Ağız dolduran ve adından anlaşılacağı gibi bir zamanlar ay kadar güzel ve sultanlar gibi ihtişamlı olan bu kadının her yönüyle güçlü durması, çekemeyenlerin ağızlarını eğirterek, ismi mahalle arası bayağılıyla söyleme çabaları kıskançlıkların tattırdığı acizlikten başka bir şey olamazdı. Şuan bildiği bir şey varsa o da Meliha isminin de çok güzel olduğuydu. Bu yaşananlar çok uzun zaman önceydi ve anı olarak kalmışlardı. Artık kapısını çalan ve dostu olduğunu düşündüğü tek bir yakın arkadaşı dahi kalmamıştı çevresinde. Kendisi bu dünyadan göçüp gitmeye hazırdı. Lakin yaşayarak her ölümü izlemek zorunda bırakılan, onların acılarına mahkûm edilmiş lanetliler gibi hissederdi çoğu kez kendini. Haksız da sayılmazdı. Yaşanan her olgu gerçeğin yapbozunda birer parçaydı ve bu parçalar onun yaşanmışlığını bir araya getiriyordu. Tıpkı acılarının toplamının yine kendisine eş değerde olması gibi. Tamamen yalnızlığa olan mahkûmiyeti ise sabahın erken saatlerinde kalp krizi geçiren çok sevdiği hayat eşinin bu dünyan ansızın göçüp gitmesiyle daha da perçinlenmişti. İnsanın sevdiğini hatırlaması bu kadar tatlı iken, hem nasıl bu kadar acı çekebiliyordu ki hâlâ anlam verememişti. Kalbi sıkışıyor, nefes alamaz hale geliyor, kurumuş gözyaşı kanalındaki azıcık ıslaklık, soluk yanaklarından geriye kalan teni nasıl da yakarak geçiyordu. Şu hayatta tek bildiği doğru vardı oda çok özlüyor olmasıydı. Bu özlem içinde çığ gibi büyürken dışını sükûta bürümüş, hissedilen ama varlığı gerçekte bilinmeyen biri haline sokmuştu onu.  

Kalktığı koltuktan ağrı, aynı bilinmeze doğru adımlarcasına yol aldı. Yanına geldiği şifonyerin üstünde duran, siyah kedi biblosunun önünde çalımla dikiliverdi kemik yığıntısı hatlarıyla. Bakışları ne kadar derinleşmiş olsa da buğulu bir camdan bakar gibi seyrediyordu eşinden yadigâr bu sevimli biblo’yu. Kulaklarında, yaşlılığın verdiği bir uğultu sürekli uğulduyordu. Öylece dikilip kaldığı yerden bir süre sessizliğin içini dinledi. Tıpkı tanısını koyamadığı hastanın göğsünü dinleyen bir doktorun ciddiyetine bürünmüştü ekşi bir surat ile. Anladı ki aşina olduğu duvarların çıtırtı sesinden başka bir yabancıydı kulaklarının zarını titreştiren. Boğuk, derinlerden gelen bir ses, puslu bir inleme, kristallerde tınlayan tınıydı adeta; konuşmuyor, fısıldıyordu lakin. Cümleler miyav der gibi çıkıyor; sarf edilen ve bilinen her garip ses birkaç cümle, zihninde anlamlı bir yer bulup kelimelere dökülerek öbek oluşturuyordu. Göz bebekleri dehşet içinde büyüdü. Yüreği ağzından çıkacak sanıp ellerini ağzına sıkı sıkıya bastırdı. Çığlık atmak için mi, yoksa çığlıkları yutmak için miydi bilinmez? Anlamları çözemez halde, dizlerinin bağı çözüldü. Yığılıp kalacak diye beklerken korku yerini biraz meraka bırakmış olmalı ki kendini olduğu yerde mıhlı kaldı. Sonunda yalnızlığı onu delirtmiş miydi yoksa? Anlamları kargaşaya yükledi. İçinde düğümlendi hisler, yumak haline gelip göğsüne oturdu. ‘Kedi biblosu konuşuyor’ deyiverdi dişlerinin arasından. Bu nasıl bir sanrıydı, sapkınlığı alıp başını gidecek sonunda diye düşündü. Bir cesaret ile eğilip kulak verdi kediden olma seramik bibloya.

Biblo konuştu, o dinledi: “Miyavvv…mırrr…bunca zaman gözünün önünde olanı görmedin!.. İlahi cümleler eritip yüreğimden akıtacağım diline mırrr…miyavvv….”

Bu ne demekti şimdi, kendisi mi uydurmuştu yoksa duyduklarını fısıldayan gizli bir dil mi vardı odada? Sonunda ecel saati mi yokluyordu kendisini? Azrail’i nerede kaldı?

Sesler yankılanarak arttı. Kulağını tıkadı fakat bu seferde şiddetini arttırdı.  Sağa sola deli gibi telaşlı gözlerle bakıyor, bakan gözler ne kapıyı ne de pencereleri görüyor, biblo ise susmuyordu. Gözünün önü karardı. O sürekli yineliyordu sözlerini, sıklığı artmış her bir yanda yankılanıyordu miyavlaması. Bir an yığılıp kaldı orta nokta da. Çaresizce başını kaldırıp göğe bakmak istedi yıldızları görse iyi gelecekti sanki. Fakat tavanda göremediği asılı avizede dondu kaldı bakışları.

Tüm vücudunu soğuk bir üşümenin ürpertisi sardı, dili dolaştı ağlayamadı. Saçlarını yolmak geldi içinden belki acıyı hissederse delirmediğini anlayacaktı. Tutup çekti beyazın öptü tutam tellerini. Canının yandığını hisseti; hissettiğini düşünebiliyordu. Delirmemişti. Lakin bu ses de neyin nesiydi, neden konuşuyor cansız bir varlık? Süs eşyası olmaktan öte bir şey değildi sonuçta o biblo. İçinde bilmediği bir varlık mı vardı ona ulaşmak isteyen yoksa. Korku siyah bir perde gibi çekildi önüne. Göremediği pencereleri fark etseydi kesin atlardı aşağıya doğru. İçine doğru büküldü, bir yumak halini alarak dizlerini kırıp karnına çektiği ayaklarını yorgun kollarıyla etrafından sıkıca sardı. Her zamanki gibi yine her şeye kendini kapatmıştı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadan uzun bir süre beşik gibi bir sağa, bir sola salınıp durdu.

Bir süre sonra zihnini boşaltmış, tek bir düşünce bile beyin kıvrımlarında kol gezmez halde; bir hamsi kadar aptal görünüyor ve ağız kenarından akıttığı salyasıyla deli gömleğini çoktan hak etmiş bir divane gibi dövünüp duruyordu. Çaresizce boşuna hırpaladı kendini. Uyanışa geçmişti ki siyah kedi biblosunun hâlâ tekerlemelerini yuvarladığını gördü kendisine. Düşündü… Ne kadar kara gözüküyordu gözüne; kap kara, tıpkı kendi yalnızlığı gibi. Sevimli miydi yoksa çirkin mi? O an karar verdi, çirkindi. Daha önce hiç bunu düşünmemişti. Sade, basit bir yadigârdı. Rahmetli olan eşi için değerliydi. O an zihninde pek de parlak olmayan bir fikir patlaması yaşadı; Yoksa o çok sevdiği eşi onu terk etmemişiydi? Yadigârıyla mı ulaşmaya çalışıyordu kendisine? Yok, yok kesin deliriyor, biblo ise bir türlü susmuyordu. Bir an doğrulup onu olduğu yerden alıp tüm hışmıyla yere çalarak kırmayı düşündü. Ne güzel olurdu diye geçirdi aklından. Etrafa saçılmış seramik parçalarını,  kırılırken ki çıkartacağı şıngırtı seslerini hayal etti. Bu sesler hoş birer nağme gibi kulak zarının pasını sildi. Biraz cesaret geldi üzerine. Gözünü kısıp, yüreğini yeniden yalnızlığıyla kararttı; “Ya o gider ya ben” dedi. Ne anlattığı önemli değil, benim ne hissettiğim önemli diye düşündü.


Kendini yeniden mezarı olan salonuna, onu da bu odadan uzakta bir mezara gömmeyi düşündü. Hışımla susmayan bibloyu kaptığı gibi burnunun dibindeki pencereden karşı duvara fırlattı. Camı da delerek geçen biblo, çıkarttığı şıngırtı sesi ile yıldırım gibi havada süzülerek karşı duvardaki tuğlaları şaklattı. Sesler dalgalar halinde, sanki suda haleler çizer gibi yayılarak hiçlikte kayboldu. Geriye camdan bakıldığında leş bir arka sokak duvarının dibine saçılmış siyah parçalar halinde hayal kırıklıkları ile yalnızlık kaldı.   D.B (10.02.2015)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder