Demirci
ustasının tozlu tezgâhından çıkma; ağır, paslı bir mengeneye elini
kaptıracakmış gibi hışımla çekip asıldı Hüseyin Efendi, umut apartmanın yığıntı
koluna. Cılız kollarında ne kadar sayılamayan kemik var ise tüm gücüyle kendine
çekiyordu paslı kağnısını. Gıcırtısı; kulakları, havayı delip geçiyor, insan
uzuvları uzayıp giderken gölgeleri antre’yi dolduruyordu.
Serin
bahar havasını yaşatan ikindi saatleri zamansız vakitlerde kapı zillerinin
çalınması ile günü eriterek geçer. Açılıp kapanan kağnı gıcırtısı bir mabedin
en mahrem yerini örter gibi sokağa kilidini vuruyor, sonra ağır aksak topal
ayağını sürür gibi unutulmuş, en gizli köşelerde bilinmeyen zamanlara,
insanlığa yeniden kollarını açıyordu.
Yedinci
katında ise yalnızlığıyla baş başa otururdu yaşlı bir teyze. Çoğunlukla hatırlanmasa
da adı, onun buna pek de aldırdığı yok gibi. Ufacık bedeni, eciş bücüş
görüntüsüyle kırışıklarının toplamı kadardı gençliğinde kalma varlığı. O gün kapının
açılan sağ kanadından hışımla içeri süzüldü. Kapıyı tutan Hüseyin Efendi bile
az önce içeri giren şeyin farkında olsa da gerçekte onu görmüyor, sadece
alışkanlığı dâhilinde basit, yük olarak ağır olan görevini yerine getirme
bıkkınlığını ifadeleriyle söylemlere katıyordu.
Lale
işlemelerinin göz doldurduğu demir kafesin sardığı küçük kabinle çıktığı katının
kapı eşiğinde durdu. Cebinden, birkaç kez yamanmış söküklerden sökün eden iplik
parçalarına dolanmış anahtarlarını el yordamıyla bulup, hışımla çekerek
bağlarından kopardıktan sonra, anahtar deliğine takıp, iki defa çevirerek
kapıyı toz zerreciklerin havada uçuştuğu küçük hole doğru açtı. Adımını içeriye
atmadan önce bir iki saniye kadar eğleşti kapı eşiğinde. Sonra yürümedi, yine
süzülüp akıverdi içeri; en içeriye evin kalbine; çokça vakit geçirmeyi sevdiği
salonuna. Durup soluklandı. Diğer odalara oranla genişçeydi salonu. Holden dört
adım sonra sola doğru biraz eğimle eski ahşap çerçeveli, ıhlamur ağacından
yapılma kapıdan geçerek mentol yeşili duvarların, ki bu duvarların
çıtırtılarını dinlerken kendisine bir şeyler anlatmak istediğini, evin ruhu
olduğunu düşünürdü. Dört bir tarafı aydınlığı görmeyen gölgelere mahkûm edilmiş
olan bu oda, eski ceviz oyması işlemeleri ile süslü eşyaların tıkış tıkış bir
arada durduğu, yine göz dolduran süslemeleriyle sahibesinin en değer verdiği
köşesiydi her haliyle.
Dört
yapraklı yoncayı andıran çıkıntıları ile rahat görünümlü küf yeşili rengindeki mat
koltuğuna, ağrılı eklemleriyle yavaşça oturdu. Kendini bıraktığında bir ürperme
tüm vücudunu sararken, aynı duygu geçişiyle parmak uçlarına doğru yayılan
sıcaklıkla rahatlama yaşıyor, derin bir iç çekiyordu. Otururken küf yeşili koltuğun
şeklini alıyordu hafif dolgun baldırları. Bir süre kaldığı yerde içinin geçtiğini,
vaktin ise akşam sularında dövünmüş olduğunu fark etti. Gözlerin yuvalarından
aralandığı mahmurlukla akşam alacasının eşyaları yalayıp geçtiğini anlayıp,
doğrulduğu yerden eski gaz lambalarını anımsatan duvardaki ahşap apliğin
düğmesine dokunur dokunmaz loş bir ışıkla aydınlatıveriyordu etrafı. O an garip
bir duygu sardı içini: Sanki odada yalnız değilmiş gibi bir his yüreğinin
başını cız ettirdi. Keskin bir bakış attı kenarları kakmalı, yer yer derin
oyukların olduğu gözgüde yakaladığı yansımasına. Bir yabancıyı izler gibi,
lakin umursamaz bakıyordu. Biraz sonra dudak kıvrımında bir iğrenti kıvılcımını
anımsatan küçük bir mimik çaktı. Hoşnutsuzluğuyla alnındaki katlar daha da katlanarak
çoğalıp, göz kapaklarından aşağıya doğru tüm yüzü ve çenesinden ağrı, su gibi akacakmışçasına
bir an yaşardınız eğer orada olsaydınız.
Toz
olup havaya karışmaya yakın yama şeklinde parça parça etlerin parmak
boğumlarında kaldığı görülen ve iskelet gibi olan romatizmalı şekil bozuğu ellerindeki
parmakların tırnaklarını koltuğun yanlarına geçirmesiyle, sinsi bir atmaca gibi
yerinden fırladı. Yaşına göre sergilediği çeviklikle yaşayan bu hal bir ölünün tazı
hızında nasıl da atak davranır düşüncesinden doğan garip bir hissin şaşkınlığı ile
olduğunuz yerde kala kalırdınız. Bu yaşlı tazının sanırım kendi de öyle hatırlıyordu;
adı Mehlika’idi. Çoğu kez Meliha diye seslenirlerdi ona. Genelde işlerine öyle
gelirdi. Ağız dolduran ve adından anlaşılacağı gibi bir zamanlar ay kadar güzel
ve sultanlar gibi ihtişamlı olan bu kadının her yönüyle güçlü durması,
çekemeyenlerin ağızlarını eğirterek, ismi mahalle arası bayağılıyla söyleme
çabaları kıskançlıkların tattırdığı acizlikten başka bir şey olamazdı. Şuan bildiği
bir şey varsa o da Meliha isminin de çok güzel olduğuydu. Bu yaşananlar çok uzun
zaman önceydi ve anı olarak kalmışlardı. Artık kapısını çalan ve dostu olduğunu
düşündüğü tek bir yakın arkadaşı dahi kalmamıştı çevresinde. Kendisi bu
dünyadan göçüp gitmeye hazırdı. Lakin yaşayarak her ölümü izlemek zorunda
bırakılan, onların acılarına mahkûm edilmiş lanetliler gibi hissederdi çoğu kez
kendini. Haksız da sayılmazdı. Yaşanan her olgu gerçeğin yapbozunda birer
parçaydı ve bu parçalar onun yaşanmışlığını bir araya getiriyordu. Tıpkı
acılarının toplamının yine kendisine eş değerde olması gibi. Tamamen yalnızlığa
olan mahkûmiyeti ise sabahın erken saatlerinde kalp krizi geçiren çok sevdiği hayat
eşinin bu dünyan ansızın göçüp gitmesiyle daha da perçinlenmişti. İnsanın sevdiğini
hatırlaması bu kadar tatlı iken, hem nasıl bu kadar acı çekebiliyordu ki hâlâ anlam
verememişti. Kalbi sıkışıyor, nefes alamaz hale geliyor, kurumuş gözyaşı kanalındaki
azıcık ıslaklık, soluk yanaklarından geriye kalan teni nasıl da yakarak
geçiyordu. Şu hayatta tek bildiği doğru vardı oda çok özlüyor olmasıydı. Bu
özlem içinde çığ gibi büyürken dışını sükûta bürümüş, hissedilen ama varlığı
gerçekte bilinmeyen biri haline sokmuştu onu.
Kalktığı
koltuktan ağrı, aynı bilinmeze doğru adımlarcasına yol aldı. Yanına geldiği şifonyerin
üstünde duran, siyah kedi biblosunun önünde çalımla dikiliverdi kemik yığıntısı
hatlarıyla. Bakışları ne kadar derinleşmiş olsa da buğulu bir camdan bakar gibi
seyrediyordu eşinden yadigâr bu sevimli biblo’yu. Kulaklarında, yaşlılığın
verdiği bir uğultu sürekli uğulduyordu. Öylece dikilip kaldığı yerden bir süre sessizliğin
içini dinledi. Tıpkı tanısını koyamadığı hastanın göğsünü dinleyen bir doktorun
ciddiyetine bürünmüştü ekşi bir surat ile. Anladı ki aşina olduğu duvarların
çıtırtı sesinden başka bir yabancıydı kulaklarının zarını titreştiren. Boğuk,
derinlerden gelen bir ses, puslu bir inleme, kristallerde tınlayan tınıydı adeta;
konuşmuyor, fısıldıyordu lakin. Cümleler miyav der gibi çıkıyor; sarf edilen ve
bilinen her garip ses birkaç cümle, zihninde anlamlı bir yer bulup kelimelere
dökülerek öbek oluşturuyordu. Göz bebekleri dehşet içinde büyüdü. Yüreği
ağzından çıkacak sanıp ellerini ağzına sıkı sıkıya bastırdı. Çığlık atmak için
mi, yoksa çığlıkları yutmak için miydi bilinmez? Anlamları çözemez halde,
dizlerinin bağı çözüldü. Yığılıp kalacak diye beklerken korku yerini biraz
meraka bırakmış olmalı ki kendini olduğu yerde mıhlı kaldı. Sonunda yalnızlığı
onu delirtmiş miydi yoksa? Anlamları kargaşaya yükledi. İçinde düğümlendi
hisler, yumak haline gelip göğsüne oturdu. ‘Kedi biblosu konuşuyor’ deyiverdi
dişlerinin arasından. Bu nasıl bir sanrıydı, sapkınlığı alıp başını gidecek
sonunda diye düşündü. Bir cesaret ile eğilip kulak verdi kediden olma seramik bibloya.
Biblo
konuştu, o dinledi: “Miyavvv…mırrr…bunca zaman gözünün önünde olanı görmedin!..
İlahi cümleler eritip yüreğimden akıtacağım diline mırrr…miyavvv….”
Bu
ne demekti şimdi, kendisi mi uydurmuştu yoksa duyduklarını fısıldayan gizli bir
dil mi vardı odada? Sonunda ecel saati mi yokluyordu kendisini? Azrail’i nerede
kaldı?
Sesler
yankılanarak arttı. Kulağını tıkadı fakat bu seferde şiddetini arttırdı. Sağa sola deli gibi telaşlı gözlerle bakıyor, bakan
gözler ne kapıyı ne de pencereleri görüyor, biblo ise susmuyordu. Gözünün önü
karardı. O sürekli yineliyordu sözlerini, sıklığı artmış her bir yanda
yankılanıyordu miyavlaması. Bir an yığılıp kaldı orta nokta da. Çaresizce
başını kaldırıp göğe bakmak istedi yıldızları görse iyi gelecekti sanki. Fakat
tavanda göremediği asılı avizede dondu kaldı bakışları.
Tüm
vücudunu soğuk bir üşümenin ürpertisi sardı, dili dolaştı ağlayamadı. Saçlarını
yolmak geldi içinden belki acıyı hissederse delirmediğini anlayacaktı. Tutup
çekti beyazın öptü tutam tellerini. Canının yandığını hisseti; hissettiğini düşünebiliyordu.
Delirmemişti. Lakin bu ses de neyin nesiydi, neden konuşuyor cansız bir varlık?
Süs eşyası olmaktan öte bir şey değildi sonuçta o biblo. İçinde bilmediği bir
varlık mı vardı ona ulaşmak isteyen yoksa. Korku siyah bir perde gibi çekildi
önüne. Göremediği pencereleri fark etseydi kesin atlardı aşağıya doğru. İçine
doğru büküldü, bir yumak halini alarak dizlerini kırıp karnına çektiği
ayaklarını yorgun kollarıyla etrafından sıkıca sardı. Her zamanki gibi yine her
şeye kendini kapatmıştı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadan uzun bir süre beşik
gibi bir sağa, bir sola salınıp durdu.
Bir
süre sonra zihnini boşaltmış, tek bir düşünce bile beyin kıvrımlarında kol
gezmez halde; bir hamsi kadar aptal görünüyor ve ağız kenarından akıttığı
salyasıyla deli gömleğini çoktan hak etmiş bir divane gibi dövünüp duruyordu.
Çaresizce boşuna hırpaladı kendini. Uyanışa geçmişti ki siyah kedi biblosunun hâlâ
tekerlemelerini yuvarladığını gördü kendisine. Düşündü… Ne kadar kara
gözüküyordu gözüne; kap kara, tıpkı kendi yalnızlığı gibi. Sevimli miydi yoksa
çirkin mi? O an karar verdi, çirkindi. Daha önce hiç bunu düşünmemişti. Sade,
basit bir yadigârdı. Rahmetli olan eşi için değerliydi. O an zihninde pek de
parlak olmayan bir fikir patlaması yaşadı; Yoksa o çok sevdiği eşi onu terk
etmemişiydi? Yadigârıyla mı ulaşmaya çalışıyordu kendisine? Yok, yok kesin
deliriyor, biblo ise bir türlü susmuyordu. Bir an doğrulup onu olduğu yerden alıp
tüm hışmıyla yere çalarak kırmayı düşündü. Ne güzel olurdu diye geçirdi
aklından. Etrafa saçılmış seramik parçalarını,
kırılırken ki çıkartacağı şıngırtı seslerini hayal etti. Bu sesler hoş
birer nağme gibi kulak zarının pasını sildi. Biraz cesaret geldi üzerine.
Gözünü kısıp, yüreğini yeniden yalnızlığıyla kararttı; “Ya o gider ya ben”
dedi. Ne anlattığı önemli değil, benim ne hissettiğim önemli diye düşündü.
Kendini
yeniden mezarı olan salonuna, onu da bu odadan uzakta bir mezara gömmeyi
düşündü. Hışımla susmayan bibloyu kaptığı gibi burnunun dibindeki pencereden
karşı duvara fırlattı. Camı da delerek geçen biblo, çıkarttığı şıngırtı sesi ile
yıldırım gibi havada süzülerek karşı duvardaki tuğlaları şaklattı. Sesler dalgalar
halinde, sanki suda haleler çizer gibi yayılarak hiçlikte kayboldu. Geriye
camdan bakıldığında leş bir arka sokak duvarının dibine saçılmış siyah parçalar
halinde hayal kırıklıkları ile yalnızlık kaldı. D.B
(10.02.2015)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder