SULAR BULANIK MI KALSA EMMİ / Hasan KEKLİKCİ


“Dosyaların için ömür az emmi/İstersen sen yenisini yaz emmi” Demiştin geçenlerde. İnsan kocadıkça dünyaya daha mı çok bağlanıyor ne Emmi? Eskiden, yeniden vazgeçmek şöyle dursun, her gördüğünü de alası geliyor; vermeye gelince, kırk dereden su getiriyor da kendinden bir zırnık koparmıyor.

Ekmek istiyorsun adam sana laf veriyor, laf bedava çünkü ve herkesin ağzının içi laf dolu. Madem öyle ben de sana bir laf vereyim Emmi:

Her ne kadar öğleden sonra yüzmeye gidecek olsam da biraz daha fazla hareket edebilmek için ekmek almaya, Halk Ekmek büfesine doğru yürüdüm Emmi. Parkeleri yalap-şap döşenmiş bizim sokağı bitirip, Abdurrahim Karakoç Ortaokulu’nun arkasından yürürken, öğrenciler de teneffüse çıkmışlardı. Her pencereden üç beş çocuk dışarı bakıyordu. İkinci kat pencerelerinin birinden kafasını dışarı çıkaran bir erkek çocuğu, alttakilere çaktırmadan aşağı doğru tükürdü. Bir kız öğrenci kafasını son anda kurtardı, yukarıdakinin tükürüğünden.

 “Tükürük” dedim de Emmi. İlkokul birinci sınıf öğretmenim hemen birkaç site ileride oturuyor.  Az sonra evinin önünden geçeceğim. Camide de karşılaşıyoruz zaman zaman. Ben daha önce görmüş, fakat tanımamıştım hocayı. Bir gün babamgil bize iftara gelmişlerdi. Teravihe de beraber gittik. Birinci safta, İmamın arkasında oturan Mustafa Hoca babamı tanıdı; “Sen Duran değil misin” dedi. Kucaklaşma ve sarılma faslını namaz sonuna bırakarak sade tokalaştılar. Tebessüm ettiler. İki dostun yüzüne kırk sekiz yıl sonra görüşmenin hazzı yayıldı. İşaret diliyle konuşuyormuş gibi garip hareketlerini, merkezi ezanın “Allahuekber”i ile bitirerek, ellerini dizlerine koydular.

Ben, merkezi ezana; ezanın bir yerden okunup, diğer camilere bir kısım aletlerle aktarılmasını pek hoş bulmadım oldum olası. Geçenlerde köyde cuma günü hoca hutbeye çıktı, bir zaman etrafa baktı, baktı iç ezan okuyan kimse yok, kendisi okudu. Bir cami dolusu insandan, bir “Allahuekber” diyecek adam çıkmadı Emmi. Yani şehir neyse, köyde merkezi ezanın ne lüzumu var. Ezanın hangi vakit, hangi makamla okunacağını ne köydeki imam bilir ne de dinleyen köylü vatandaş. Çıkıp dili dönen, aklı yeten bir insan okusun.

Mustafa Hoca’nın köyde öğretmenlik yaptığı zamanlarda, ekimin sonu kasım dedi mi yağmur, kar eksik olmaz köyde.  Henüz çeşme yok.  Sularımızı, yazın köye gelen sulama suyu arkından, kışın  -arklar aşırı yağmur ve sellerden bozulduğu için- derelerden alırız. Bizim köyün iki yanında iki dere var Emmi.  Kocabendinin Deresi köyün girişinde, Zavraklı Dere çıkışındadır. Hoş giriş nere, neye göre giriş, neye göre çıkış. Henüz yol olmayan bir yerin girişi-çıkışı mı olur. Nereden girersen gir. Soba küreği gibi bir coğrafya; yukarısı dar ve dik, aşağısı düz ve geniş. Bir helkeyi toprakla doldur, sonra yere dök, üzerine bir sahan tası su boca et, suyun akıp iz yaptığı yerler dere, değmediği yerler tepe!..  Kırk şairi, elli yazarı yanyana getirsen; övecek, yazılarını şiirlerini süsleyecek bir şey bulamazlar. On ressam çağırsan, beş heykeltıraş ayarlasan ne yapacak resme konu ve ne de yontulacak heykele ilham verecek bir manzara, bir model çıkar. Patika yol diyecek olsan, dizine kadar çamur Emmi. Sağda solda manzara dersen; aşağıda Ceyhan Nehri var, bulunduğumuz yerden görünmez, karşımız dağ, sağımız-solumuz ardımız dağ Emmi. Gökyüzünün bir çelik çavdar ekecek kadar yeri görünür, o da kış olduğu için bulutla kapalı. Ağaçlar desen yaprağını dökmüş, dımdızlak, ortada kuru daldan başka bir şey yok. Kaldı ki o kuru dal dediğin, az bir rüzgâr gördü mü, hele hele gece rüzgârın yolunu kesti mi bir uyku düşmanı olup çıkar. Hatta bir akşam İbiş Emmigile iki garip misafir gelmiş; Adanalı mı neymiş adamlar. İbiş Hürü Ebem bunlara yemek pişirmiş, dağ çayı demlemiş, yatsılık hazırlamış, “Goz kırın, armut soyun” demiş. Küçük içeriye yer sermiş. Döşeğin bir tarafına yastık, bir tarafına yastık olmadığı için minder koymuş. İki garip Adanalıyı; ayakuçlu-başuçlu bir döşeğe yatırmış. Üstlerine yorgan vermiş. “Allah rahatlık versin” demiş. Esasen evde bir döşek daha varmış ama İsmail’in evini ayırırken O’na vermişler. Dolayısıyla evde bir kendilerinin yattığı yer yatağı, bir de misafir için sakladıkları döşek kalmış. 

Sabah İbiş Emmiye, “Emmi” demiş misafirlerden biri, “Deniz buraya çok mu yakın. Sabaha kadar dalga sesinden uyuyamadık”. Gülmüş İbiş Emmi, değişik bir şekilde gülerdi. Gözleri tam karşıya bakar; sanki Büyük Sır’daki bakkal ve aynı zamanda terzi; lazım olduğu zaman imam olan İmam Çavuş’a gömlek diktiriyormuş da gömleğin yaka ölçüsünü veriyormuş gibi kafasını düz tutup, oturduğu yerde aşağı yukarı zıplamaya çalışıyormuş gibi hareket eder, gözlerinin etrafına biraz kırışık toplar, ağzını fazla açmadan tebessüm ederdi. “Burada deniz meniz yok” demiş. Kıpkırmızı yüzüyle. Deniz meniz yok Emmi köyde, yalnız İbiş Emminin evi bahçelerin içerisinde ve her yönü kavak ağaçlarıyla dolu.

Okulun olduğu yere Zavraklı Dere yakın. O bölgedeki evler ve okuldaki öğretmen suyunu oradan; bakır bakraçlarla, yağ tenekeleriyle ve teneke helkelerle eve getirir. Bir de bizim “Bardak” dediğimiz kaplar vardı. Yirmi, yirmi beş santim eninde, altmış yetmiş santim boyunda bir çam kütüğünün bir tarafı oyularak; tutacak sap yapılır, saptan kalan yer inceltilerek takriben onbeşe onbeş santim gibi bir ağız yapılır. Sonra diğer taraftan kütüğün içi oyularak, ustasının bildiği kadar inceltilir. Daha sonra geniş olan yeri bir tahta ile içeriden kapatılarak çivilenir. En sonunda, başparmakla açılacak kadar hafif ve bir o kadar da narin bir kapak yapılarak bardak tamamlanmış olur. Tabi tamamlanması bardağın kullanılması için yeterli sayılmaz; suya yoğun reçine kokusunun geçmemesi için bir müddet bardak suyla doldurup bekletilir. Yeşil zeytin tatlılama gibi düşün Emmi. Fakat ne kadar su doldurup boşaltılırsa boşaltılsın, o çam ağacının kokusu hiçbir zaman gitmez. “Övecek bir şey bulamazlar” demiştim ya Emmi, belki bu bardaklar övülebilir. Çünkü onun suyundaki rayiha hiçbir kapta bulunmaz.

Ben ekmek büfesine tam varırken, görevli delikanlı arkadaki bir dükkâna girdi, fakat beni ve benden önce ekmek almaya gelmiş olan arkadaşı gördü. Gördüğü için olacak ki, çok kısa bir zaman içerisinde döndü. Diğer arkadaşa “Bir lira için yüz kırk liradan olamam” dedi. Bir lira ne yüz kırk lira ne çok da üzerinde durmadım, durmaya da değmez zaten. Adama vereceğim yetmiş beş kuruşu, o da bana bir ekmek verip savuşturacak. Hepsi bu.

Şeffaf poşet içindeki ekmeği sallaya sallaya tekrar evin yolunu tuttum. Okulun teneffüs saati bitmiş, öğrenciler pencerelerden gitmiş, sıralara oturmuşlar fakat henüz öğretmenler derslere girmemişlerdi.

Bu ara bizim hanım yine Karatay diyetine başladı. Allah’ın her sabahı, her kahvaltısı bir tartışma içinde geçiyor: Aslı biraz geç yattığı için haliyle geç kalkıyor. Hanımla biz karşılıklı oturuyoruz masada, Aslı benim solumda, hanımın sağında oturuyor. Hanım kendine bir koca tabak yeşillik hazırlıyor, Yeşillik tabağında; marul, maydanoz, tere, yeşilbiber, salatalık, domates; yanında yeşil zeytin, ceviz, en az iki haşlanmış yumurta, yarım kâse çemen, birkaç çeşit peynir. Ekmek… Ekmek yok, bu diyette ekmek yasak. Aslı her kahvaltıda, -cumartesi pazar hariç- bir parça ekmeği bölünebilecek en küçük parçalara ayırıp önüne koyuyor, “ye” dedikçe küçük parçanın en küçüğünü ağzına götürüyor. Elinin gölgesi tüm kâseleri dolaşmasına rağmen, çatalı ağzına götürmeden –çünkü hiçbir şeye batırmıyor- geri aldığı yere, çatalı incitmeden bırakıyor. Bize gelince; son güzde doğmuş ve ilkbaharla birlikte otukmuş, gürbüz erkek oğlakların; tepenin güney yüzünde, yeni çıkmış otların arasına daldıkları gibi dalıyoruz kahvaltı kâselerine. Ara sıra yan gözle Aslıya bakıyorum; sabah evden çıkarken anasının yoğurduğu hamura bakmış; tere yağlı, çökelekli bazlamaların komşu çocukları tarafından iştahla yendiğini görüyormuş gibi başını yere eğmiş, elinde küçük bir çöple yeri kazan, kazdıkça bazlamaya ulaşacağını düşünen, henüz davar güdecek kadar büyümemiş, büyümediği için uzaklara gönderilmeyen, kuşluk vakti eve gelmesi gereken ve dolayısıyla azık çıkını verilmeyen, fakat her hâlükârda ekmek bitince gelebilecek küçük bir oğlan çocuğu edasıyla, sandalyesinde öylece oturuyor. Ara sıra bulunduğu yerin sinekleri, evde gün doğmadan tahta kaşıkla içtiği ve içerken döşüne döktüğü mercimek çorbası bulaşıklarına konuyor, bizimki eliyle onları kovup, tekrar bazlama çukurunu kazmaya devam ediyor gibi hareketler yapıyor. Bazen oğlaklarına güzel bir otlak bulmuş olmanın huzuru yayılıyor gibi oluyor yüzüne. Fakat bir anda böğrüne sakırga konmuş buzağı gibi sıçrayıp atıyor o duyguyu. Ve “Elhamdülillah” deyip kalkıyor. Yarım saat sonra uykusu dağılıyor ve dünyanın en uysal yaratığı oluyor. Sonra sürünün içerisine analarını emmesi için bırakılmış ve anasını en son bulmuş oğlak telaşıyla yeniden oturuyor kahvaltı masasına.

 “Ekmek almaya” dedik, tükürüğe bulaştık Emmi. İşte o kış günü o derelerden akan sular var ya; bildiğin boz bulanık, mırık akar. Kullanmak için evde bir gün bekletmen lazım. Tabi onu bekletecek kadar kabın varsa. Öğretmen suyu öğrencilere getirtirdi. Büyük abiler vardı. –Bu cümle garip oldu- Biz “abi”yi şehre gelince belledik, köyde bizden büyük gençlere “ede” derdik, cümlenin garipliği ondan Emmi. Bazen abilerle su taşımaya ben de giderdim. Yalnız, öğretmen bizi çok fazla döverdi. Hele hele eli kulağımızdan hiç gitmezdi. Öyle ki sınıfta yürürken, elinde birinin kopmuş kulağı var zannederdik. Aradan elli yıl geçmiş, ben emekli olmuşum, hoca emekli olmuş, bazı arkadaşlarımız vefat etmişler. Şimdi düşünüyorum da Emmi... Hadi bırakalım sular bulanık kalsın.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder