“Havarya”
Şiir Kitabı,
“EL
İZLERİ” ise deneme…
Cafer
KEKLİKÇİ’nin bu kitaplarına ikiz kardeş dememin sebebi; ikisinin de yayın
tarihi Nisan 2015 olması. “ÜLKE Edebiyat” yayınlamış. “EL İZLERİ” 136 sayfa ve
45 yazıdan oluşuyor. “HAVARYA” ise 107 sayfa ve 32 “Cafer Keklikçi şiiri” var kitapta.
HAVARYA’da
32 “Cafer KEKLİKÇİ şiiri var” derken,
bir şeyi vurgulamak istedim. Cafer KEKLİKÇİ’nin remz duruşunun şiirleridir
yazdığı şiirlerin cümlesi. Farklı ve kendine has denilebilecek bir şiir
poetikası var. Dolayısıyla da çok dikkati çekiyor şiir yapısı. Özellikle
imgelerinin kendine has anlamları var. Kullandığı imge, genel olarak neyi
çağrıştırıyorsa çağrıştırsın, asıl önemli olan o imgeye Cafer KEKLİKÇİ’nin
yüklediği manadır. Kullandığı ıstılahlar tamamen bizden ve yerli; ama zaman
zaman yeni söyleyişler, yeni şiir kurgusu ve imgelerindeki anlamların bütününün
bize söylediği, yer yer şiirimizde ilk defa rastlanan, hatta aykırı
denilebilecek ufuklarda kanat çırptığını, delişmen taylar gibi ufuklara doğru
uçarcasına koştuğunu görürüz Cafer KEKLİKÇİ’nin.
Genç
yaşında, gibi yapmadan, kimsenin
taklidi olmadan kendi şiirini oluşturan bir şair Cafer KEKLİKÇİ. Mart 2004‘te
TANINMA KORKUSU-Şiir (Şule Yayınları), Ocak 2007’de YASAK BÖLGE-Şiir (Lamure
Yayınları), ve TAHAMMÜL ŞERİDİ-Şiir ise 2010 yılında Timaş yayınları arasında
çıkmıştı. Şiirlerindeki söyleyiş çoğu zaman serttir, aykırıdır, dikinedir;
belki zor okunabilir; zor anlaşılabilir ama hiç batmaz, rahatsız etmez.
Anlaşıldığı zaman ise, tıpkı çıtırık cevizlerin uğraşa uğraşa çıkarttığınız içi
gibi nefis tatlar ve rayihalar bırakır dimağınızda.
Cafer
KEKLİKÇİ’yi çok yakından tanıyan birisi olarak şunu söyleyebilirim ki; Keklikçi
inadına kendi farklı poetikasını ve şiir tarzını oluşturmuş bir şairdir. Bir
sürü taklitçi, yalaka, kapçık şairlerin at sürdüğü bir sahada elbette dikine
yürümeliydi. Elbette kendi ıstılahlarını oluşturup, imgelerine kendi manalarını
yüklemeliydi… Mecbur olduğu bu hal, tepeden tırnağa derviş bir şairin vitrinini
aykırı şiirlerin şairi görünümüne bürüdü. Ben Cafer Keklikçi’nin hal-i pür
melali doğrultusunda açtığı bu yolu, aykırılığını, hatta öfkesini bile gönülden
destekliyorum. Cafer Keklikçi beyazlara yaltaklanıp, onların gölgesine tenezzül
etmedi. Zaten bu samimiyeti de kendi yolunun ve kendi şiir tarzının oluşmasına
vesile oldu.
Cafer
KEKLİKÇİ’nin “HAVARYA”sında nefis şiirler okuyacaksınız. Bir HAVARYA
edinmelisiniz bence…
Gelelim
EL İZLERİ kitabına: Bir şair nesir yazarsa, yoğun bir şekilde şiir mısraları
ile karşılaşacağınız ve şiir tadını alacağınız bir yazıyı okursunuz. Cafer
KEKLİKÇİ’nin “EL İZLERİ” kitabı tam olarak böyle… Bir solukta okudum kitabı.
Sonra bazı yazılara yeniden dönüp tekrar tekrar okudum. Denemelerden birini
burada paylaşmaya karar verdim ama “GÜNAYDIN TÜRKİYE” yazısında bir bölüm var
ki canımı aldı doğrusu. Kıskanmadım ama çok imrendim Keklikçi’nin bu zept-ı
rapt’ına. Bahse konu bölüm: “Günaydın
cemaatin en yaşlı küçükleri; höbelekler, büyüklerin ayağını gıdıklayanlar,
caminin avlusunda ezan okuyanlar” diye başlıyor ve “ebcet
ezberleyenler, elifba CD’si soranlar, on yaşında Yasin okuyanlar” diye
devam ediyor. Sonra da yapacağını yapıyor Cafer KEKLİKÇİ. Bir çocuk duasını yakalıyor. Çocukluğumuzda
ettiğimiz yalın duaları; belki biraz köylü çocuklarının ettikleri duaları.
Sonra şöyle bitiriyor: “Allah’ım bana bir
kamyon ver diye dua edenler.” Canım çıktı, tam manası ile canım çıktı.
Burayı “Allah’ım bana bir kamyon ver”
ifadesini okuduğum an. Sanırım kalbim bir miktar durdu; fakat ne kadar süre
durdu bunu bilmiyorum. “Allahım bana bir
kamyon ver” Ne kadar tatlı, ne kadar büyük bir dua çocuk için;
istenebileceklerin en zirvesi. Yanındaki çocuk cemaatten biri duysa belki şöyle
itiraz ederdi: “Oğlum hemen o kadar büyük şeyler istenir mi?” İstenir. Kamga
(çam kabuğu) yontarak araba yapan çocuklar, kocaman kamyonu Rabbinden ister.
EL
İZLERİN’nde su gibi denemeler var, çetrefilli olanları da hatta Cafer
KEKLİKÇİ’nin aykırılığını, öfkesini, cezbesini aynen yansıtan kelimelerin
çoğunlukta olduğu cümlelerden müteşekkil denemeler de… Ama tamamını da okuyunca
“ne iyi ettim de okudum” diyeceğiniz denemeler, yazılar, Hatta öyküler... Kitaba adını veren
yazıyı sunarken, Cafer KEKLİKÇİ’yi de gönülden kutluyorum.
EL İZLERİ
Geçmiş
çağlardan kalma; dağların yalçın yamaçlarında yer alan kayalardaki izleri
bilirsiniz. Hiç değilse çocukluğunuzdan kalma bir anıda gözlerinizin puslu
bakışlarında belirir; nefesinizin açıldığını hissedersiniz. Hayalinizde ne
büyük kayalar yükseliyordur şimdi. Hele bir de üzerine çıkıp mavi gökyüzünü
seyretmişseniz ya da bir nehrin geniş görüntüsünü ruhunuza işlemişseniz bu
'hayal' büyüdükçe büyür... Ama benim sözünü edeceğim bu değil! Sosyal yaşamdaki
el izimizin izini sürsek nereye çıkarız acaba?
Elimiz
nereye değse buruşuyor; sararmış dakikalar çıkıyor karşımıza. Yaşanmış bir
andan yaşanmamış anlara zikzaklı geçişimiz sadece yanılsamadan ibaret değildir
kanaatimce. Girintili çıkıntılı çizgide bir atmosfer dağılıyor her prizmaya.
Her oluş bir çentik bırakıyor akıp giden zamana. Kalıcı veya geçici... Önemli
olan çentik... İnsan için, kalıcı olması esas ve esaslıdır. Cirmi kadar. Her
tarafı yakan ateşten ziyade bir kalbe düşen çıngı... Kendiliğinden mükemmel...
Derin muzdarip...
İnsan
seslerinden oluşuyor hayatımız. Bir ıssız sokakta ıssız bir ses akıp gidiyor;
geniş bir zaman emiyor arsızca. Zaman emdiğini geri verse, ister miyiz? Bu
çılgınca bir soru. Şu duvar emdiği sesleri kussa acaba ne çıkar ortaya.
Taşların dili olsa da konuşsa der gibi oldu, ama öyle değil mi. Derin izler
bırakıyoruz arkamızda seslerden yapılma. Bir kütle. İçi sarmaş dolaş. Veya
salaş bir yüzey cızırdıyor. Parmaklarımızın arasındadır bazen öfke. Çıktı
çıkacak. Hayır bastıralım. Elimizi öfkemize koyup bastıralım. Elimizi abdeste
koyup bastıralım. Namaza duralım, isteklice. Hayatın namazına. İçimiz gümbür
gümbür. Yeter ki sesimiz olsun. Rengimiz gelecektir arkamızdan. Özgün bir renk;
çağla yeşili gibi. Ama nasıl?
Elimizin
izinde renklerimiz de saklı değil mi. Her sesin bir de rengi vardır. Renksiz
ses olmaz. Renklerin dili diyor maddeci bakış. Hayır, renklerin sesi demeliyiz.
Ya da seslerin rengi. Tekil olacak. Sesimin rengi nasıl güzel kardeşim,
örneğin. İçimizin ısısını veriyor mu? Isı ne şimdi?
Sosyal
yaşamdaki bütün davranışlarımızın ayrı ayrı ısısı var. Her konuda. Isı olmasa
tanımadığımız bir çocuğu nasıl sevebiliriz annesinin kucağındayken. Nasıl
gülümseyebiliriz sokağımızdan geçen nur yüzlü aksakallı bir ihtiyara. Nasıl yol
verebiliriz karşı karşıya geldiğimizde karşı cinsimize. Burada bir ısı var.
İnsanlık ısısı. Bitimsiz cevher; hürmet uyandıran her noktacıklarında. Saygı
demedim bakın, hürmet diyorum. Hürmet saygıdan daha sıcaktır. Hürmet ettiğimiz
insanı aynı zamanda severiz. Saygıda zorunluluk var. Sevme olmaz çoğunlukla.
Haliyle resmiyet söz konusu. Resmiyet ikiyüzlülüktür bir bakıma. Gerçeğini
değil kabuğunu sunuyorsun karşındakine. Kabuk, yani çöp sepeti sermayesi…
Sermayedarların ısı yoksunluğu bu 'sepet'ten kaynaklanır. Kabuğa yüz tutarlar.
Kabuğa yüzsuyu dökerler. Oysa kabuk kabuktur sonuçta. Alınır satılır bir şey.
Ticari hendese. Ama hürmet canlılıktır. Alınamaz ve satılamaz. Muhkem.
Her
tarafı kabuk bağlamış birinden korkarız. Isı yoksunluğu soğuk akımda
-cereyanda- kalmamıza neden olur. Nezle olmamız kaçınılmaz hale gelir;
hastalanabiliriz maazallah. Kış günlerinde bunları söylemek bile, hem söyleyeni
hem de dinleyeni üşütebilir. Ceketlerinizi iyi giyinin insan ısısızlığına
karşı. Ceket sözcüğü bana hep sıcak gelir nedense. Mevsimlerden ilkbahardır her
zaman. Şiir boyutu var galiba...
Elimizin
izinden büyük kayalar yapabiliriz; sesimizdeki renge boyut verip ısıyı
temellendirdiğimizde. İçimize bir koridor ayırdığımızda yaşamdan. Çitleri
kaldırmadan ama yeni çitler icat etmeden hayata. Hepimiz bir duruma bağlıyız
çünkü. Bir bağı olmadan yaşamanın 'ipi kopmuşluk' olur adı. Zeminsizlik.
Derinleşememe hadisesi. Oysa önce zeminimiz olmalı; derinleşme arkadan
gelecektir. Çitleri kaldırmadan derken, putları kırmama anlaşılmamalı bu. Ön
koşulu kaldırırken yeni bir ön koşul konmamalı önümüze. Yaptığımız putları yeme
komikliği... Yiyeceksek hiç yapmamalıyız. Çit bir korunakken, put bir
tapınaktır. Maddeye ulûhiyet yüklenemez. Bizim, yalın bir hissedişle mesut olma
göstergesi, bahse konu ettiğimiz. Sıcak bir el izi her şeyden önce. Tarihsel
gerçekliğin 'sahne'sinde yer almak istiyorsak. Ki istiyoruz değil mi. İstemek,
atılacak adımın ilk metresinin ilk santimidir. Cetvel ne peki, yani ölçüt; ses,
renk, ısı; bütün bunlardan meydana gelen kütle; el izimiz...
Sokağa
çıktığınızda el izinize dikkat etmelisiniz; belki de beni saran bu sıcaklık,
sizin hayata kattığınız seslerin renkleriyle oluşuyordur. Kim bilir;
elinin izini geleceğe bırakanlardan biri de sizsinizdir. Ya da, bizim, geleceğe
bıraktığımız el izlerimizin hayatıyla mukayyettesiniz. Bütün mesele yücelik
görgüsüdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder