I
Sıcak su
buza keser mi?
Ey Nebî
bu ne garip bir ateştir
kalbim, kendi çölünde ateş
ateştir!...
Kendi kavıyla yanan kibrit
ve suyu çekilmiş sünger gibiyim
40 dereceyle duruyorum hayat ortasında.
II
Saatler ateş aldı yine Ey Nebî!...
Hangi gözümle baksam yüzlere,
putperest
Sağımda kâhin panayırları
solumda şeytan kabileleri/iyilik
cesetleri.
Karaya oturmuş bir deniz gibi
kalbim
denize tutunmuş bir dağ gibi
ellerim.
Bir kandil rüzgârı
büktü de boynumu
gelmedin Ey Nebî!...
Kanımda ateşgede süvarilerin nal
çıngıları
günümü tutuşturur ve üstüme döker
gece küllerini
sesimi içer kinim/rengimi tutar
çöl
yatsılara yaslanan ay saklar
ışığını
Sen, ”açıl!” dediğinde açılan ay
“kapan!” dediğinde kapanan ay
şimdi
gözlerimde
gece lekeleri
(Yoğun aşk yağmurları
özetliyorum sabrıma
rengim yıkandıkça açılıyor Habil
yanlarım)
Gel desem
kalbime ışık
tut desem
gelir misin Ey
Nebî?...
Gök bir yağmur kasidesi gibi
hüzün içiyor
“O” kâinata güneşten bir elbise
biçiyor
bir çocuk anne sütünden geçiyor
anne çocuğun aşkından geçiyor
ırmak deniz küskünü
yol kendine uzak bir menzil
güneş üzerine güneş çekiyor
ağaç baharı özlüyor
çöl
Medine kuşuna su oluyor
Mekke
bir hurmanın dalında
Peygamber ağlamaları saklıyor.
(Ey kalbimde Hacerü’l Esved
dokunmaları büyüten Mekke!
Seherin melek
kanatlarından incinmiş yel!
ütülenmiş şafak gibi
takıl sızılı tüllerimize
bir Medine
tebessümüyle açılsın Ensar pencereleri.)
Sen
İkindi
gölgesini tutmadan
ve akşam
geceye tutunmadan
niçin
gelmiyorsun
Ey Nebî?...
Bir gözümüz diğerine muhalif
aynalarda uzayan yalnızlık gibi
elif
Hıra aydınlığında sertliğini
unutan taş metaneti
Cibril yağmuruyla telaşlaşan çöl
harareti
dağlarda bir peygamber titremesi
bir Hatice sessizliği yağmurlarda
soğumamış azığın ahret çözülmesi
gözlerimizden sağanak bulut
terlemesi
kalemlere sonsuz mürekkep
çekilmesi.
(İçimde taşan hayatı
bir balçık özetiyle
kuruttum toprakta
aynada tozlanan
bakışları not tuttum
öyle baktım alnıma
sıvanmış utançlara.)
Sen
Allah’ın elçisi
rüzgârsız
yapraklarımız döküldü
neden gelmedin
Ey Nebî?...
Bu çağda
mumu kurutmuş ateş, bu ateş
nasılsa?
taşa dadanmış bir acı, bu acı
nasılsa?
şeytana akan bir kan, bu kan
nasılsa?
çıngıya dokunmuş bir bulut, bu
bulut nasılsa?
gölgeye tutunmuş ikindi, bu
ikindi nasılsa?
kuşa tutulmuş cıvıltı, bu cıvıltı
nasılsa?
kelime çağıran bir lügat, bu
lügat nasılsa?
kaşıntı tutkunu bir yara, bu yara
nasılsa?
harf unutan bir kalem, bu kalem
nasılsa?
anne büyüten bir çocuk, bu çocuk
nasılsa?
rüzgârı eğen bir başak, bu başak
nasılsa?
sesini arayan bir ses, bu ses
nasılsa?
kurdu çağıran bir kuzu, bu kuzu
nasılsa?
geceye seğirten bir gün, bu gün nasılsa?
olta çağıran bir balık, bu balık
nasılsa?
aslana bürünmüş bir ceylan, bu
ceylan nasılsa?
akbaba çağıran bir leş, bu leş
nasılsa?
bulutu unutan bir yağmur, bu
yağmur nasılsa?
Nasıl olursa olsun EY RESÛL!
Bir bakraç aşk çektir bize
Yusuf kuyusundan
bir Yakup içer
bir ben içerim nasılsa...
Bu bozkırda
tanrı tanımazların bakışını
Şifreleyen o kötülük
çıkmazı tuttu fırtınaları
Yüzümde Kudüs
kalaylarından bir sıcaklık
erittikçe
“esselatu hayrun minennevm” çağırışını
ben, taşı
ipek, çeliği pamuk yapan
ve geceyi
gündüze emdiren dağın duruşuyla
kanını
bedenine kışkırtan hapşırma gibi
çelik
dürtülerin bükülmez direnciyle
seheri düğüm
yapıp ipince vaktin belleğine
iç depremleri
emen boşluğuna dolan suskunluklardan
yollara nal
öptüren atların köpüren düşünden
kenger tadıyla
ağzını gevişleyen koyundan
bir deniz
soluğundan, bir keşif rıhtımından
kanımdan
hırıltıyla geçen şeytan hışmından
gövdeme
gürültüyle devrilen söz eyleminden
gözlerimde
elenen uzağın tozlu haritasından
Seni metheden
yağmur gibi siliyorum kara bulutu.
Sabah ile
akşam ile
hıçkıran
nehirler akıyor
bulanık içimize
gelsene
Ey Muhammed!...
(Gözlerimiz
bir güvercin üşümesi Ebubekir bakışıyla
saatlere baktıkça
çözülüyor göç yanığı kanatlar.)
Her gün
bir Mekke gülü
açılıyor göğün tebessümüyle
Mescid-i
Nebevî yağmur uykuları saklıyor
Şefaât
çiçekleri kokuyor
Yeryüzü
Gökyüzü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder