"Demek ki bütün şehir bana
benzedi...
O halde muhakkak
gitmeliyim."
/Ahmet Hamdi Tanpınar/
İnsan
önce kalbinden hicret etmeli. Sonra ruhundan, ya sonra bütün bedeni ile
betondan kelimeler ile dev binalar diktiği devasa kentten gitmeli kendisi için
meçhul zannettiği taşra yalnızlığına. Devasa çok katlı betondan mezarlar içinde
sanal yaşamlar alışkanlık, tekdüzelik, kendi benliğini boş verme putu ile yaşar
hale getirdi bizleri. Evlerimizden çıktığımız her mesai saatlerinde bir karış
toprağa hasret ruhumuz ile binler börtü böceğin can çekişmesine neden olan ve
onlara hayat hakkı tanımayan betondan sokaklara atıyoruz adımlarımızı. Aslında
zannediyoruz bu adımlar gururumuzun böbürlenmemizin, kibirlenmenin adımları
değil mi. Her an ruhumuzda hissetmediğimizi tabiata zehir saçan kulaklarımızın
hengâmesini bozan arabalar, kerpiç topraktan evlerimize savaş açmış çok katlı
betondan mezarlar, mahiyetini anlamadığımız kelime kirliliği yapan yüzleri
vitrin ışıklarının rengini almış insanlar. Hangi insan gitmek istemez ruhunu ve
kalbini alarak hayatın keşmekeşliğini bırakıp. Hiçbir kitap anlatamıyor
içimdekini. Her düşünce her fikir her ideoloji kendi nefsinde olanı hayat
standardı olarak sunuyor bana. Hiçbir kelime varlığın sancısını anlatamıyor
botanik bahçelerde yaşayan insana. Benliğindeki kelimeleri papaza günah sunar
gibi her hafta periyodik olarak ruhunu sunar psikiyatriye betondan mezarlarda
yaşayan ailesinin mahremlerini de. Tılsımlı sözcükler hiçbir fayda sağlamaz
kalbinde yeşermiş zalimliklerine aç gözlülüğüne, paranoyak hallerine
megalomanlıklarına. Büyülü haplar ile rahatlatılır birkaç seans verilerek. Betondan
mezarlarda botanik hayat yaşar. Kutsal kelimesi bir elin parmaklarını geçmez
veya çok bilgilidir kafasında kafasını patlatacak şekilde doldurduğu demirden
kelimelerine toz kondurmaz.
Dokununca
Siyah taşın tılsımına köleler
Çözülür
Zincirleri hasretimin
Özgür olurdum
/M.Akif Şahin/
Bir
dağ ile yemyeşil envai çeşit bir bahçe ile veya gözlerinin içinde uzayıp giden
bir bozkır ile kucak kucağa sarmaş dolaş hemhal olduk mu hiç. Kerpiçten evlerin
önünden bir rüzgârın sırtına binip hayata baktık mı? Ne kadarda basit geliyor
değil mi bir ağaca sırtımızı verip sessizce yaprakların hışırtısını dinlemek.
Ya yıldızları bir kalem ile çizmek kadar basit mi. Bir billur gibi dostun ay
gibi parlak yüzü gibi sebillerden akan su ile kainatın bütün yorgunluğuyla
alnından akan terleri yıkamak, yine hüzün ile geçmiş bir hayatın ortasında
bakırcılar çarşısında bakırı ilmek ilmek nakşeden ustanın çekicini vurdukça
çıkan o nağmeler, envai çeşit meyveler bitkiler her türden ağaçlar ve ceviz
ağaçları, kiraz ağaçları ve üzerlerine her an çıkmak isteyen yaramaz çocuklar.
Şadırvanlardan su içen serçenin ürkekliğinde zamanın bedenlerini ince ince
erittiği eski zaman yaşamlarından kesitler sunan ihtiyarlar. İnsanın ruh ve
kalbini hemhal eden münzevi bir soluk aldıran taşralı olmak her Anadolu
insanının gözlerinin buğusunu bir köşesinde durur öylece hüzün dolu ve bir o
kadarda vakur. Suskundur yağmurları ince ince düşer çamurdan bedenlerinin
üzerine. Şarkılarındaki nağmeleri rüyalardaki yalan aşklar ile değil, gözlerindeki
hayatın gerçek sahnesinde verirdi duygusunu hissini Anadolu’nun mağrur insanı.
İliklerinden çıkar
Suskun yağmurun çığlıkları
Kokusuna dokunmak için
Şarkıların nağmelerini zülüflerine
sürer
Rüyalarımın sergüzeştini emerken
yalan aşkların
Seni hissetmeden kapanmaz
Gözlerim
/M.Akif Şahin/
Her
insanın çocukluğunda bir taşralık vardır. Kimi zaman ninesinden dinlediği bir
masal alır götürür onu, kimi zaman sessiz geceyi keskin bir bıçak gibi ikiye
bölen puhu kuşunun sesi. Kimi zaman meltem rüzgârının servi ağaçlarına hafifçe
dokunmasıyla çıkardığı kadife sesindeki hışırtısı, ya da tanımlayamadığı
insanın kendisini hissettiği fakat açıklayamadığı yağmur yüklü duygular alır
götürür bir küheylan gibi. Bizler duygu sağanağında yaşayan, bir kırlangıcın
kanadı sızlasa ağıtlar yakan, sükût renginde mısralara yas tutan biz
taşralılar. Kent soylusu diye üzerimize giydirilen deli gömleğini bir türlü
üzerimizden atamadık, atmak istedik ama bizim adımıza düşündüler konuştular
sayfa sayfa yazılar yazdılar benliğimiz adına, ninemin sevecen kelimelerinin
içini boşalttılar önce sonra cahiller güruhuna gönderdiler kitap yüklü
sözcükler ile berzah alemine geçmeden önce.
Eğiliyor
Akşamın üzerine gölgeleri
Yas tutan mısralarla
Suskun dudaklarla
Eylülün
/M.Akif Şahin/
Biz taşralılar hangimize kentlerin kurşun gibi kelimeleri ruhumuza
isabet etmedi. Nelerden vazgeçirdiler bencilleşen insanlığın uğruna.
Bencilleştikçe nankörlüğünün kıyısında talan ettin madde ve mana dünyanı.
Bencilleştikçe betondan mezarlar içinde sanal geleneğini kurdun, kentin en
mahur ezilmiş, kemiklerinin röntgeninin çeken ayazın iliklerine kadar acıyı
işleyen insan hiç umurunda olmadı. Biz taşralılar batının hengâmesine,
keşmekeşliğine, her kelimesinin arasına gizlenen şeytanını sahiplendik
yaşanmamış hayatlarımızı da ödünç vererek. Ninemizin başımızı okşarken
söylediği ninni batıya ve değerlerine karşı bir öykünmeymiş geç öğrendik. Onlar
okumayan değil ama yaşayan akıldı yaramazlıklarımızı nazlarken verdiği öğütler.
Alınması gerekenler yaşanması gerekenlermiş bir kelimeden bir sözcüğe. Bir
kalpten bir kalbe dostluğun resmini hangi ressam çizer. Sadece bizlere sunulmuş
yazgı diye özgeçmişimize kader diye sunulmuş yaşamların yamaçlarında
eğleniyoruz. Zamansızdır bizim sevdalarımız suyu alınmış çöllerde. Anlamı
alınmış kavramlar ile dolaşırız çağın varoşlarında. Hiç duygu yüklü değildir
doğrularımız. Bencilleşen sözcüklerle savunur bir çocuğun ağlamasını biz
taşralılar.
Zamansız
Konaklayınca kervanlar
Sevdaların çöllerinde
Tanımlar kavramları
Yaşlanan uygarlığın serüveni
Kalıplara
Kravatlara banknotlara
/M.Akif Şahin/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder