TAŞRA RİSALESİ / Mehmet MORTAŞ

"Demek ki bütün şehir bana benzedi...
 O halde muhakkak gitmeliyim." 
/Ahmet Hamdi Tanpınar/

İnsan önce kalbinden hicret etmeli. Sonra ruhundan, ya sonra bütün bedeni ile betondan kelimeler ile dev binalar diktiği devasa kentten gitmeli kendisi için meçhul zannettiği taşra yalnızlığına. Devasa çok katlı betondan mezarlar içinde sanal yaşamlar alışkanlık, tekdüzelik, kendi benliğini boş verme putu ile yaşar hale getirdi bizleri. Evlerimizden çıktığımız her mesai saatlerinde bir karış toprağa hasret ruhumuz ile binler börtü böceğin can çekişmesine neden olan ve onlara hayat hakkı tanımayan betondan sokaklara atıyoruz adımlarımızı. Aslında zannediyoruz bu adımlar gururumuzun böbürlenmemizin, kibirlenmenin adımları değil mi. Her an ruhumuzda hissetmediğimizi tabiata zehir saçan kulaklarımızın hengâmesini bozan arabalar, kerpiç topraktan evlerimize savaş açmış çok katlı betondan mezarlar, mahiyetini anlamadığımız kelime kirliliği yapan yüzleri vitrin ışıklarının rengini almış insanlar. Hangi insan gitmek istemez ruhunu ve kalbini alarak hayatın keşmekeşliğini bırakıp. Hiçbir kitap anlatamıyor içimdekini. Her düşünce her fikir her ideoloji kendi nefsinde olanı hayat standardı olarak sunuyor bana. Hiçbir kelime varlığın sancısını anlatamıyor botanik bahçelerde yaşayan insana. Benliğindeki kelimeleri papaza günah sunar gibi her hafta periyodik olarak ruhunu sunar psikiyatriye betondan mezarlarda yaşayan ailesinin mahremlerini de. Tılsımlı sözcükler hiçbir fayda sağlamaz kalbinde yeşermiş zalimliklerine aç gözlülüğüne, paranoyak hallerine megalomanlıklarına. Büyülü haplar ile rahatlatılır birkaç seans verilerek. Betondan mezarlarda botanik hayat yaşar. Kutsal kelimesi bir elin parmaklarını geçmez veya çok bilgilidir kafasında kafasını patlatacak şekilde doldurduğu demirden kelimelerine toz kondurmaz.

Dokununca
Siyah taşın tılsımına köleler
Çözülür
Zincirleri hasretimin
Özgür olurdum
            /M.Akif Şahin/

Bir dağ ile yemyeşil envai çeşit bir bahçe ile veya gözlerinin içinde uzayıp giden bir bozkır ile kucak kucağa sarmaş dolaş hemhal olduk mu hiç. Kerpiçten evlerin önünden bir rüzgârın sırtına binip hayata baktık mı? Ne kadarda basit geliyor değil mi bir ağaca sırtımızı verip sessizce yaprakların hışırtısını dinlemek. Ya yıldızları bir kalem ile çizmek kadar basit mi. Bir billur gibi dostun ay gibi parlak yüzü gibi sebillerden akan su ile kainatın bütün yorgunluğuyla alnından akan terleri yıkamak, yine hüzün ile geçmiş bir hayatın ortasında bakırcılar çarşısında bakırı ilmek ilmek nakşeden ustanın çekicini vurdukça çıkan o nağmeler, envai çeşit meyveler bitkiler her türden ağaçlar ve ceviz ağaçları, kiraz ağaçları ve üzerlerine her an çıkmak isteyen yaramaz çocuklar. Şadırvanlardan su içen serçenin ürkekliğinde zamanın bedenlerini ince ince erittiği eski zaman yaşamlarından kesitler sunan ihtiyarlar. İnsanın ruh ve kalbini hemhal eden münzevi bir soluk aldıran taşralı olmak her Anadolu insanının gözlerinin buğusunu bir köşesinde durur öylece hüzün dolu ve bir o kadarda vakur. Suskundur yağmurları ince ince düşer çamurdan bedenlerinin üzerine. Şarkılarındaki nağmeleri rüyalardaki yalan aşklar ile değil, gözlerindeki hayatın gerçek sahnesinde verirdi duygusunu hissini Anadolu’nun mağrur insanı.

İliklerinden çıkar
Suskun yağmurun çığlıkları
Kokusuna dokunmak için
Şarkıların nağmelerini zülüflerine sürer
Rüyalarımın sergüzeştini emerken yalan aşkların
Seni hissetmeden kapanmaz
Gözlerim
            /M.Akif Şahin/

Her insanın çocukluğunda bir taşralık vardır. Kimi zaman ninesinden dinlediği bir masal alır götürür onu, kimi zaman sessiz geceyi keskin bir bıçak gibi ikiye bölen puhu kuşunun sesi. Kimi zaman meltem rüzgârının servi ağaçlarına hafifçe dokunmasıyla çıkardığı kadife sesindeki hışırtısı, ya da tanımlayamadığı insanın kendisini hissettiği fakat açıklayamadığı yağmur yüklü duygular alır götürür bir küheylan gibi. Bizler duygu sağanağında yaşayan, bir kırlangıcın kanadı sızlasa ağıtlar yakan, sükût renginde mısralara yas tutan biz taşralılar. Kent soylusu diye üzerimize giydirilen deli gömleğini bir türlü üzerimizden atamadık, atmak istedik ama bizim adımıza düşündüler konuştular sayfa sayfa yazılar yazdılar benliğimiz adına, ninemin sevecen kelimelerinin içini boşalttılar önce sonra cahiller güruhuna gönderdiler kitap yüklü sözcükler ile berzah alemine geçmeden önce.

Eğiliyor
Akşamın üzerine gölgeleri
Yas tutan mısralarla
Suskun dudaklarla
Eylülün
            /M.Akif Şahin/

     Biz taşralılar hangimize kentlerin kurşun gibi kelimeleri ruhumuza isabet etmedi. Nelerden vazgeçirdiler bencilleşen insanlığın uğruna. Bencilleştikçe nankörlüğünün kıyısında talan ettin madde ve mana dünyanı. Bencilleştikçe betondan mezarlar içinde sanal geleneğini kurdun, kentin en mahur ezilmiş, kemiklerinin röntgeninin çeken ayazın iliklerine kadar acıyı işleyen insan hiç umurunda olmadı. Biz taşralılar batının hengâmesine, keşmekeşliğine, her kelimesinin arasına gizlenen şeytanını sahiplendik yaşanmamış hayatlarımızı da ödünç vererek. Ninemizin başımızı okşarken söylediği ninni batıya ve değerlerine karşı bir öykünmeymiş geç öğrendik. Onlar okumayan değil ama yaşayan akıldı yaramazlıklarımızı nazlarken verdiği öğütler. Alınması gerekenler yaşanması gerekenlermiş bir kelimeden bir sözcüğe. Bir kalpten bir kalbe dostluğun resmini hangi ressam çizer. Sadece bizlere sunulmuş yazgı diye özgeçmişimize kader diye sunulmuş yaşamların yamaçlarında eğleniyoruz. Zamansızdır bizim sevdalarımız suyu alınmış çöllerde. Anlamı alınmış kavramlar ile dolaşırız çağın varoşlarında. Hiç duygu yüklü değildir doğrularımız. Bencilleşen sözcüklerle savunur bir çocuğun ağlamasını biz taşralılar.


Zamansız
Konaklayınca kervanlar
Sevdaların çöllerinde
Tanımlar kavramları
Yaşlanan uygarlığın serüveni
Kalıplara
Kravatlara banknotlara
            /M.Akif Şahin/

    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder