Sızlayan yüreklerin,
Mehmet’ini bekleyenlerin,
Gözlerin bererdiği,
Yetimlerin bekleştiği,
Gazel Yüzlülerin,
Yağız erlerin efsanesi,
Yemen.
Emirde tekir kadar uysal,
Tilki kadar kurnaz,
Kaplan kadar cesur,
Kıtmir kadar sadık,
Mukaddes emanet bekçileri,
Yemen’in Kavurası sıcaklığında
Gözleri bir Yemen çölü
Yüreği zemheriyi yaşayan,
Feragati utandıracak kadar
sabırlı,
Mehmetçiklerimiz.
Dönüşü olmayan nöbet yeri,
Gül bahçesinin nöbetçileri,
O sıcak gecelerde,
Uyku tutmayan gözler,
Al basmış rüyalar koğuşu,
Dönderir o yana, bu yana erleri,
Su gibi terle, tutulan nöbet
yerleri,
Yarınsız günler,
Ah O,Yemen.
Gözlerde yaş bitmişti,
Ağlanmıyordu bu şehitlere,
Günlük hayat telaşesiydi,
Hüseyni karagahı,
Kerbela yüreklerde,
Bir damla suya hasret,
Acılarında dahi gurur saklı,
Zemzem soylu yiğitler,
Mehmetçikler.
Bir avuç darı kavurgası,
Midenin istihak hakkı,
Alperenlerimizin,
Yüreğimizin acıdığı,
Ah O, Yemen
Dedelerimizin, gözü pekliği,
Ocak başlarında dillenmiş,
Dillerde destanlaşmış
Gönüllerde yeşermiş,
Dedelerimizden bize miras,
Alın sizde bunu söyleyin dediği;
Bebeklerin ninnisi,
Dillerin tesbih tanesi,
Yemen Türküsü,
***
İLİMİZDE, KOMŞUMUZ SURİYE’DEN YETİMLER VE ÖKSÜZLER VAR
1915 olayları nedeniyle Suriye ye zorunlu göçe tabii tuttuğumuz Ermenileri, Osmanlı sınırı olarak gösterdiğimiz Suriye’ye zorunlu göçe tabii tuttuk derken, ülkesindeki iç karışıklıklar nedeniyle ülkemize ve ilimize sığınan insanlara da bugün bizim yardımcı olmak, yaralarını sarmak ve öksüz ve yetimine sahip çıkmak gibi bir tarihi zorunluluğumuz vardır.
Ki,
misafir olarak ilimize gelen bu misafirlerin rızıklarıyla geldiğini
unutmamalıyız. Hele hele boynu bükük öksüz ve yetimlerinin olduğunu hiç
unutmamalıyız. Davranışlarımızı, enaniyetimizi bir tarafa bırakıp ahirette
sorulacak olan sorulara yaşarken hazırlıklı olmalıyız.
Bir yetim, bir öksüz sizi öbür dünya da
“Allah’a (CC) şikâyet edeceğim derse. Birlikte havayı teneffüs ettiğimiz
insanların bu sorusuna yarın ne cevap vereceğiz.
İnsanlığın zararına olan şeylerden
insanları sakındırmak; insanlara iyiliği göstermek onlara kanaat önderi olmak
insanlara ve nefislere ağır gelen bir hizmettir. Bunda nefsin kendi kendine
“Enayi miyim? ”sorusunu da zaman zaman sorgulayabileceği de mutlaktır.
Bu soruyu kendinde aşan insan için artık
bu kulda iyilikler artmış, başkalarını da iyiliğe davet başlamış
Herkesçe sevilen ve ibadeti makbul olan makamları en yücesi; kul olma makamına
erişmiştir.
Gelin biraz " Ateş denizinde mumdan gemilerle yüzelim” oradan biraz dersler çıkaralım;
Yetim kime denir?
Öksüz kime denir?
Öksüz: Ana ve babası olmayana,
Yetim; Ana veya babasından biri olmayana denir.
Evet bu dış yüzü Soruyorum :
"En büyük yetim, en büyük öksüz kim?
"En büyük yetim, en büyük öksüz kim?
En büyük öksüz ve yetim Sevgili Peygamberimiz ’dir. Çünkü doğumundan önce babası Abdullah’ı sonra da Âmine annesi ölmüştü Öksüz ve yetimin sıfatlarını bildin artıkÖksüz ve yetimin “kimin gölgesinde” korunduğunu da öğrendin.
Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v) bakın ne
buyuruyor:
"Allah katında evlerin en hayırlısı,
içinde ikram ve saygı gören yetimin bulunduğu evdir. En kötüsü de, kendisine
iyi davranılmayan, itilip-kakılan yetimin bulunduğu evdir."
"Kim bir yetimin başını okşarsa elinin değdiği saç telleri sayısınca sevap kazanır."
Bu hadisleri öğrendin, bir de yetim ve öksüz senin evinde değil, başka evde ise ve sen bunlara, maddi-manevi yardımda bulunursan; aslında kime yardım ettiğinizi lütfen bir düşünün Kahramanmaraşlılar!
***
BİR DERDE TUTULMUŞUZ Kİ...
ABDULKADİR- GEYLANİ (KS) KADAR SÖZLÜ,
ŞAH-I NAKŞİBEND-İ (KS) KADAR HİMMETLİ,
MEVLANA CELALETTİN (KS) KADAR HİKMETLİ,
CÜNEYD-İ BAĞDADİ (KS) KADAR YÜREKLİ
ŞEYH
EBÜ’L VEFA
Şeyh Ebü’l-Vefa, Konya da doğdu.
Doğum tarihi bilinmemektedir. 1490 tarihinde İstanbul’da ismi verilen Vefa
semtinde kendi adıyla anılan caminin avlusunda metfun.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un manevi büyüklerinden birisi olan Ebü’l-
Vefa hazretlerini ziyarete gitmek ister. Yanına arkadaşlarını alır ve Ebü’l-Vefa'nın
ev ve dergâhının bulunduğu semte gelir. Ebü’l-Vefa'nın evinin önüne gelen
Fatih, içeri girmek için kapıların açılmasını bekler. Fakat hiç beklenmeyen bir
şey olur. Ebü’l-Vefa'nın evinin kapıları kapanır. Fatih ve etrafındakiler
hayret içindedirler. Avludaki talebeler de hayretler içindedirler. Bir şey
anlayamazlar. Sultan Fatih'e kapılar kapanır mı? Cihanı titreten koca Fatih, Ebü’l-
Vefa'nın kapısında sessizce beklemektedir. Lakin bir anlam da verememektedir. Fatih
kapıda, gözlerini göğe doğru çevirir. Gözlerinden akan yaşlar atının yelesini
okşar. Dışarıda Fatih, içeride ise Ebü’l- Vefa ağlamaktadırlar
Fatih'in dudaklarından şu
cümleler dökülür. "Katillere, canilere, hırsızlara kapanmayan bu kapı bize
niye kapanır ki! Zağanos Paşa, bizim suçumuz nedir? Biz canilerden daha mı
günahkârız. Vefa sultan niçin bizi kabullenmez?" Fatih bu tavrın sebebini
merak etmektedir, Zağanos Paşa bir an hamle yapar. "İçeri girip bunu
öğreneceğim" der. Lakin Fatih büyük bir edep içinde; "Hayır, Zaganos"
der. "Ebü’l Vefa hazretleri bizi kabul etmiyorsa elbet bir bildiği vardır.
Demek ki huzura kabul edilecek duruma gelmedik henüz" der ve atının
yularını çekip sarayına döner.
Fatih’in döndüğünü öğrenen Ebü'l-Vefa hazretleri, akan gözyaşlarını
eliyle silerek; Merakla bekleyen talebelerine,“inanıyorum ki, benim ona olan
sevgim ve onun bana olan ihtiyacı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar
fazladır. Sonunda dayanamayıp padişahlığı bırakmak isteyecek, Şimdi anladınız
mı? Niçin kabul etmediğimi, eğer o tahttan inerse İslam ümmeti çok şey
kaybeder. Hâlbuki biz isteriz ki Fatih bütün ümmetin Fatih'i olsun, sadece bu
dergâhın değil. İşte onun için biz Sultan Fatih’e dergâhımızın kapısını bunun
için açmadık " der.
Yarım asra yakındır biz bir derde tutulmuşuz. Öyle bir nefsanî, maddi
hastalığa yakalanmışız ki, doğudan batıya bütün İslam âlemi olarak,
fedakârlığı, birbirimize sevgimizi, affediciliğimizi, velhasıl güzel olan bütün
alışkanlıklarımızı hoyratça harcamışız. Özü unutmuşuz, unutturmuşlar, temel
sarsıntı geçirmekte, zemin kaymaktadır.
Reçete bizim dine bakışımızda düğümleniyor. Biz, Kur’an’ın ve Hz.
Peygamberimizin (s.a.v.) anlattığı dini
değil, diz çöktüğümüz yerde bize anlatılan dini esas kabul etmişiz.
Onun için; geniş yürekli, her kelime-i tevhidi getireni kucaklayan,
tasavvufun mahfiyet damarına yaslanmış, Fatih gibi duranlar, Ebü’l- Vefa gibi yüreklileri bulamamaktan
mahzundurlar.
Biz de, şu cümleyi hiç unutmamalıyız. Hazreti Peygamberimizin (sav) çok sevdiği kızı Hazreti Fatıma 'ya
şöyle fısıldıyordu: "Kızım Fatıma! Muhammed'in kızıyım diye rahat olma.
Namazına dikkat et. Vallahi baban Muhammed mahşer gününde senin için hiçbir şey
yapamayabilir."
Ne dersiniz, bundan öte bir söz olabilir mi? Rabbim bize merhamet etsin ve yüreklerimizi
Hazreti Peygamberimizin yüreğine benzetsin...
***
LOĞCU EMMİ
Biz çocuklara göre “loğ”cu emmi, dedemin dilinde “Ehmedede“ “Ahmet ede” olarak bilinen yaşlı bir amcamızdı. Kendisinin bildiğimiz kadarıyla belirli sanatı yoktu. Mahallemizde durumu biraz iyi olanların kış mevsiminde odununu kırar, yağmur yağdığında toprak damı loğlar, kar yağdığında damın karını kürelerdi. Bizlerin yaşı 7-8 iken mahallemizdeki bu yaşlı amcaya gönlümüzde oturtacak bir sevgisi vardı. Vakitli vakitsiz yağmur yağdığı zaman sonbahar ve kış aylarında büyükçe şemsiyesiyle eve gelir, kapıyı çalar ve destur ister eve öyle girerdi; hane halkı gibiydi; dama çıkar loğ çekmeye başlardı.
Loğ
taşının, sabahın erken saatlerinde tepemizden gelen o sesinin altında uyanırdım.
Rahmetli nenemin soba yakma telaşı, dedemin kendisinin duyabileceği kadar okuduğu
o Kur’an sedasını yatakta uyanık bir vaziyette seyreylerdim; ta ki okula gitme
saatine kadar. Dedem de güvenirdi Ehmet Emmi’ye, gittği yere bir daha loğu
çeker derdi.
Loğ
taşının işi bittiğinde taşı sağlam,
damdan düşmeyecek yere bırakırdı. Daha sonra nenemin eski, kullanılmayan
tohacını alır, damın süyüklerine samanı serper iyi bir tohaç çekerdi. İşinin
ehli idi. Bizler de kendisine minnet duyardık. Bazı zamanlar da dedemle
sabahları işi bittiğinde kahvaltısını beraber yapar, memleketi konuşurlarıdı. Şikâyet
ettiği zamlardan yakınır, tütüne ve gaz yağına gelen zamlardan bahsederdi. Hatta
bir gün hafız emminin damının loğladıktan sonra böyle gazyağına zam geldiğinden
yakınırken, hâfız emmi gazyağı zammından ötürü, ”gaz yağı zammı bana göre değil”
demiş bunu anlatıp gülmüşlerdi.
Bir
gün komşu damı loğlamaya gelen, loğcu emmi, bizim loğ ağacını istedi. Şiddetli
bir şıvgın yağmur yağıyordu. Rahmetli nenem de işleri görülsün diye vermişti
loğ ağacını. Loğcu emmi işi bitince getiririm diye komşudan izin almış, başka
bir eve loğ ağacını götürmüş, ihmallik ederek tekrar getirmemişti. Bunun
üzerine komşumuz bayağı sıkıntı yaşamıştı bize karşı mahcubiyetinden dolayı.
Loğ ağacı için; “iyi hacet” denirdi o yıllarda.
Komşuya
verilen loğ ağacı gelmeyince, başka bir komşudan emanet loğ ağacını almıştı Ehmet
emmi. Damın tam uç tarafına geldiğinde, loğ ağacının loğ cücüğünün
kırılmasıyla, loğ sokağa düşmüştü. Heyecanla bizlere seslenen Ahmet emmi neneme
de sokranarak; “Elimin endezesini nedi verin, gördün mü işte, ağacı emanete
verdim, beni çürük ağaca muhtaç ettin. Başıma ne geldi.” diye sokranarak damdan
indi. Ama şükrederek inmişti.
Fakat
sokranmasına devam etmişti: “Aşağıda bir de adam olsaydı ne. ok yerdim. Ne olurdu
benim halim.” diye iki elini beline dayayarak başını sallamıştı.
Neyse,
artık dedeme nasıl haber gitti ise iki hamal ile birlikte eve geldiler. Loğ
taşını aşağıda iki taraflı beline kendiri bağladılar ve iki hamal yukarıdan dama
loğ taşını çektiler. Dedem de aşağıdan komut veriyordu. Velhasıl taş dama
çıkarıldı. Bu olay neneme de us pahası oldu. Dedem hamallara bir ücret ödedi.
Akşam
yemeğinde eşgili çorbayı yapmış, çorbayı içerken nenem dedeme;
-”Bir
daha ne loğ ağacını, ne kar küreğini ne de tohacı vermem. Ahırda eskileri var
beğenirlerse onu alsınlar” diyerek dertlendi.
Dedem
ise;
-”Sana
kızmadım, sen komşular darda kalırsa gene ver; amma getirmelerini takip
et.”dedi
Yine
kışın ortasında idik; müthiş bir kar yağmıştı. Dedemin çizmesini giyip sokağa
çıkmıştım. İnsanların gidecekleri kadar
yerler açılmış, oralardan evlere gidiliyordu. O kadar kar yağmıştı ki; evimizin
penceresi yerden bir buçuk metre yukarda idi, oradan kayak yapıp çocuklarla oynuyorduk.
Karı
küreyen Ahmet Emmi’nin kar küreğinden aşağı attığı kar sesi de bir başka güzeldi;
her taraf bembeyaz, kar kürüme işi bittiğinde, dama saman serpiştirdiğini,
sokaktan gördüm. Görür görmez de direkt olarak süllümden dama çıktım.
-“Ahmet
Emmi kolay gelsin” diyerek süyüğün başından seslendim.
Ahmet
Emmi: “sağol evlat” dedikten bana dönerek;
-Mektep
nasıl gidiyor?” diye sordu
-”İyi
iyi ” diye cevap verdim. Sonra: “Ahmet Emmi
neden dama saman ekiyorsun” dediğimde, bana;
-”Bu
iş loğculuğun püf noktası oğul” dediğini bu gün gibi hatırlıyorum. Sonra
sözlerine devam ederek: “Damın çamuru loğ taşına yapışmasın diye saman serpilir
evlat” dedi.
Damın
loğ işi bitince aşağıya indi. Dedem, Ahmet emmiyi çaya çağırdı, sağol Abdullah Efendi
diyerek geldi, Dedeme: “Geçenlerde adamın biri
evini satmış, kendisi de içer takımdanmış, gece yarısı sattığı evin
kapısına çalmış, evi satın alan adam; “Hayırdır, efendi bu kış kıyamette, hele
bu saatte neden geldin kapıma” demiş.
Bizimkisi:
“Damdaki loğ taşını almaya geldim.”demiş.
Adamcağız:
“Evi ben satın aldım, loğ taşı içinde
olmaz mı ya!”
Bizimkisi:
“Yahu evi sattıysak damdaki loğ taşını da satmadık ya.”demiş.
Bunun
üzerine evi satın alan adam durumu anlamış, birkaç kuruş şarap parası verip,
adamı savuşturmuş.
Ahmet
Emmi’nin anlattığı bu diyaloga hep birlikte gülmüştük. Ahmet Emmi’nin ise keyfine
diyecek yoktu.
İlkbahar
yağmurlarıyla damlarımızın süyüklerinde biten yabani papatyaların neşesine
diyecek yoktu. Zahirenin sonuna yaklaşıldığı bahar havasında güneşlenmiş
tarhananın keyfide başka oluyor.MARAŞ’ta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder