İlk
amele kamyonuyla gelmiştim şehre; şehr-i Maraş'a. Şehre gelmek dedimse, köy garajının önüne
duran amele kamyonunun, orada alışveriş için birkaç saat eğleşmesiydi. Bizim
şehri görmüşlüğümüzse, babamın, seyyar dondurmacıdan aldığı, daha yalamadan
eriyen, küçücük bir külah dondurmadan ibaretti. Esas köyden şehre varmam, ilkokuldan
sonra okumak için şehre geldiğim zaman olmuştu…
Bizim
köy ile Şehr-i Maraş’ın arası otuz kilometre civarında olsa da, ortaokulu
okumam için ilk şehre geleceğimin akşamı; bir kat yatak, bir torba bulgur, bir
torba mercimek, döğme ve domates biber salçası; biraz tere yağ ve bir bidon
sade yağ ile birlikte denklerim hazır edilmiş, amcamlardan, halamlara kadar
herkes bizim evde toplanmıştı da nasihatler edilmişti bana.
Annem:
“Kızlarla konuşma!”
Babam
: “Sinemaya ve kahveye gitme!” demişti.
Ben
kötü bir çocuktum herhalde ki ikisinin de nasihatini yerine getirememiştim. Anacığımın
kastettiği manada kızlarla konuşmamıştım belki; ama sinemaya da kahveye de gitmişliğim
çok olmuştu.
Kahveye
gitmek tam bir racon işiydi o zamanlar. Ayrıca herkes her kahveye de gidemezdi.
Ülkücülerin gittikleri kahveler ayrı, solcuların gittikleri kahveler ayrıydı.
Mesela Ülkücülerin gittikleri kahveler bile kendi aralarında derecelere
ayrılırdı. Öyle bir miktar kırık ayak işlerine bulaşmış, cebinde kaması falan
olan ülkücülerin takıldıkları kahveye herkes gidemezdi. “FUL” vardı ki oraya
ağır abiler takılırlardı. Marmara Kıraathanesi sonra… Bir de plak çalınan
kahveler vardı. Hatırı sayılı ağabeyler koydurabilirdi istediği plağı… Öyle her
isteyen her plağın çalınmasını talep edemezdi. Sonra çay bahçeleri: Hâlâ mevcut
olan Batıpark, Pınarbaşı ve şimdi kapanan Çocuk Bahçesi ve Akgül; bizim
neslin ulaşamadığı, kahvecilerin adıyla alınan kahvehaneler…
Fakat yetmişli yılların kahvelerinin çoğu ve en önemlileri, babamın “oğlum kahveye gitme” diye
tembihlediği manada; kumar oynanan, pis işlerin döndüğü kahveler değildi. Birer
kültür ocaklarıydı adeta. Birinde yetişip, diğerine gidebilme hususunda terfi edilen
dereceli yerlerdi.
Sonra
bu günün sivil toplum örgütlerine denk ve hâlâ tesiri süren ve çoğu bu gün,
güncel isimleri ile devam eden güzelim kuruluşlar vardı: Milli Türk Talebe
Birliği, Ülkücü Gençlik Derneği, Akıncı Gençlik Derneği, İmam Hatipliler
Derneği gibi…
Sinema: Ah o yılların sinemaları…
Babamın
“Sinemaya gitme!” nasihatine, tembihine rağmen gittiğim sinemalar... Aile
filmlerine, Yılmaz Güney’in, Cüneyt’in, Orhan Abi’nin filmlerine giderdik en
çok. Eee… Ferdi Tayfur’un filmlerine de gitmişliğimiz vardır elbette. Fakat
Ferdi’nin filmlerinde, sinema kantininde satılan biralardan alarak içip, sonra
da “ah ulan aahhh!” diyerek bira şişesini perdeye fırlatanlar olduğu için pek
tercih etmezdik bu tür filmleri. Daha doğrusu bizim âlemde “kız filmi” diye
adlandırılırdı aşk meşk filmleri. Sinemalarda bizim de değişmez içeceklerimiz
vardı: Ahırdağ Gazozu ve yanında Maraş’a has çörek.
Yazlık sinemalarda, (o zamanın
tabiriyle) aile filmleri, Renk sinemasında vurdulu kırdılı film. (Dövüş filmi)
Başka bir tabirle Çin Filmi ya da Burucelli (Brus Le)… Bingöl ve Çiçek
Sineması’nda ciddi filmler… Necip Fazıl üstadın konferanslarını verdiği Atlas
Sineması’nda yine ciddi filmler ve Ceylan, Şan gibi sinemalarda vurdulu kırdılı
filmler ve diğer her türlü filmler oynatılırdı.
O yılların, yani seksen öncesindeki küçücük Maraş Şehri’nin ne kadar da
çok sineması varmış meğerse.
Maraş’ta
sinema çok önemliydi. Ya hafta içinde bir çocuk gönderilerek oynayacak
filmlerle ilgili “GARTELE”lere (Afiş) baktırılır. Ya da bizzat mahalleden birkaç
kişi giderek, o hafta vizyona girecek filmlerle ilgili bilgi getirirdi
mahallenin çayhanesine. Zaten çayhanede birisi duydu mu, mahallede hemen
herkesin haberi olurdu o hafta oynayacak önemli filmden.
Cumartesi
günü çalışmayanlar, çalışmayanlar diyorum: Zira her okula giden çocuk aynı
zamanda da bir dükkânın çırağıydı nerdeyse. Sinemaya gitmek için biraz erken
çıkılırdı
mahalleden. Film öğleden sonra iki de oynayacaksa, on ikide inilirdi
çarşıya; TEKSAS, TOMMİKS, ZAGOR okurduk bir miktar. Bakması beş kuruş, okuması
on kuruştu; çoğumuz bakma parası verir, resimlerine bakıyormuş gibi yaparak
hızlıca okurduk.
Cumartesi
ve Pazar günkü filmlere gidenlerin içindeki öğrencilerin çoğu köyden gelen
çocuklar olurdu. Şehirli çocukları daha çok aileleriyle, aile filmlerine
giderler ve bu kesimler genellikle yazlık sinemaları tercih ederlerdi. Kış
günleri, günler kısa olduğu için, bir de herkes işinde gücünde olduğu için
herhalde; şehrin yerli ahalisi aileleriyle birlikte çok sık sinemaya gitmezlerdi
kış aylarında. O yıllardan biraz daha önceki yıllarda ise sinemaya gitmeyi çok
iyi saymazlardı. Babamın bana “sinemaya gitme!” nasihati de o zamanların
bakışından kaynaklanıyordu herhalde. Filmlere yaklaşımlar hususunda anlatırlar
ya hani: filmde adam kızı terkisine alıp kaçırırken, izleyenlerden birisi belindeki
tabancasını çekerek perdeye boşaltmış. Yanındaki arkadaşları: “Ne yapıyorsun
sen?” deyince Adam: “Dayanamadım arkadaş, kızın kimsesi yoktu!” demiş ya! O
kadar değilse bile, daha o yılların heyecanı sürüyordu benim çocukluğumda; salonda
bulunanları çoğunluğu, filimde olanların hepsinin gerçek olduğuna inanır ve
öyle tepkiler gösterirlerdi.
Köyden
şehre varanlar kısa zamanda bütünleşiverirlerdi şehirle. Kahramanmaraş bu
manada şehirdir mesela… Kayseri şehir, İstanbul şehir, Ankara kent, Bursa
şehir, İzmir’in kent, Erzurum’un şehir olduğu gibi… Şehre gelenlerin şehirle
bütünleşmesinin yanında, kente gelenler gecekondu oluşturmak zorundadırlar. Bu
manada köyden şehre gelenler, kısa bir zaman sonra kendilerini şehrin kültür
hayatı içinde buluverirlerdi. Oysa kentlere gelenler gecekondulara kendi
şehirlerinin, köylerinin, kasabalarının kültürünü taşırlar...
Bir
de artistler gelirdi yazlık sinemalara…
Bizler
her zaman olduğu gibi bilet parası bulamazdık ve yazlık sinemanın duvarına
tırmanıp, gelen artistleri canlı canlı görmenin mücadelesini verirdik. Mesela;
Kale Yazlık Sineması’nda böyle bir programda duvara tırmanmıştım da perdeye
yakın bir yerden, Yılmaz KÖKSAL, elimden tutarak beni yazlık sinemanın içine
almıştı da aklımdan olmakla karşı karşıya kalmıştım.
Sonra
bakkallar vardı ve diğer dükkânlar… Elindeki torbanı, sepetini o dükkânlardan
birine bırakıverir de gidip çarşının başka bir yerindeki işini görürdün. Köy
garajları çevresine sıralanmış bu dükkânların en önemli misyonu da o dükkân
eliyle posta adresleriydi.
Köyde, dedemden kalma evimizin
yıkıldıktan sonra bir köşeye atılan kapısının, tahta aralarına, soğuk gelmemesi
için yapıştırılan, babamın askerlik mektubunu ve mektup zarfını kapıya hamurla
yapıştırılmış bulunca, ustalıkla çıkardık oradan; eski kitaplar tamir usulü
ile. Zarfın üzerinde: “Sokak başında
bakkal Ahmet Çavuş eliyle Karadere/Harmancık Köyü-Kahramanmaraş” yazıyordu.
Bizim çocukluğumuzda bu dükkânlar hâlâ misyonlarını devam ettiriyorlardı. Bazı
mektuplar; Andırın Garajı civarında
bakkal Çoban Fakı eliyle Karadere/Harmancık Köyü Kahramanmaraş, Bazısında
ise; Sokakbaşı’nda buğday arasası sahibi
Balbaba eliyle Karadere/Harmancık Köyü-Kahramanmaraş yazıyordu.
Şimdi oralara o sepetleri, çuvalları,
torbaları koysan çalınır mı; bir dükkânın eliyle mektup göndersen posta
ulaşmayan yere sorumluluk alarak gönderilir mi bilinmez ama iyi esnaflardı o
zamanları esnafları ve birçok işlevleri vardı. Şimdi bir tuvalet kâğıdı almak
için kasa önünde sıraya girilen AVM’ler için ne düşünürdü acaba o zamanın
esnafları diye söze başlarsak bitiremeyiz. En iyisi bitirelim; özledik
şehirlerimizin eski samimi havasını vesselam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder