Makarada sevda sarmalı
bulutlar,
Tarayıp göğün kıskacından
güneşe ağrı,
Sızan bulut yağmurunda
yıka yalanı.
Ölü meclisinden dışarı,
Aşkın kördüğüm ettiği,
Yağlı urgan ile ipe
çekilen şiir;
Dilinin lehçesi kırmızıya
çalar.
Kan kokusu kelime
yığıntıları,
Kusarsın zindanları.
Lehçen bozuk yağma
türküleri,
Islık üstüne ıslık.
Eremediğin gurbet sana
yasaklı.
Zırhını giyin, parlat
gümüşü,
Gözü kamaşan yalancı
karşıda.
Döktüğün her bir kelam
yılan gibi dolanır dile,
Kemiksizi sıktığı yerde
duyulur atmaca çığlığı,
Bir mahlûkat gölgene
dadanalı,
Nicedir ahvalin?
Kimdir bu kimliksiz?
Ruhuna eş musallatın
doğumu,
Bu ne biçim kaos!
İsimsizi terk etmiş cümle
sevgisi.
Bedenden ağrı terki diyar
etse,
***
ZAMAN
Zaman kadranı dövüyor, kadran, dakikaları.
Sonra saniyeleri bir de
Salise’yi…
“Bıraksana! En iyi
ilaçtır” diyorlar.
Bıraktım; zamana değil,
zamanı terk ettim.
Yokun havanında dövüldü
beden
Kendi boşluğumla
yoğuruyorum ruhu
Bildim! Çare olmadı
saatlerin efendisi
Bir çareye tutuklu yürek,
Kelepçem uzakların örsüyle
perçinli.
Uzandığın elinle dokunsan
bu yüreğe hissetmez,
Sağır, dilsiz, aslı hissiz
Yansımamı izlerim aynada,
Sadece düşenler mi ağlar
kendi yalnızlığına.
***
KAYIP RUHLAR
İsim ve anlamsız lakaplardan sıyrılmış olmanın yaşattığı rahatlamayla tüy gibi hafif hissediyordu kendini. Her şey aynı zamanda hiçbir şeye ait olmamış gibi bir rahatlama emaresi simasında belirginleşen, solgun bir tenin giydirdiği zayıf bir bedenden ibaret olsa da daha fazlasını arzulayan kayıp bir ruhtu öncesinde. Öyle bir vakit ki artık yol alma vaktiydi bilinmeyene doğru. Pipo dumanın çizdiği yüz hatları ile karanlık sokakların korku beslediği yuvalarını gezinmekte avare düşlerin en uç noktalarına yükseldiği saatin gecesinde. Melon bir şapkanın terk edilmiş sokakların yıkık evlerinden, kokuşmuş duvarlarına doğru uzayan gölgesi, üst kısmının geniş olmasındandı. Alt kısmının fötr şapkalar gibi geriye doğru kıvrılmasında etrafında oluşturduğu devasa dairenin altında ezik bir kafa görüntüsü sergileniyordu. Pardösüne sıkı sarıldı. Tanrının nefesi rüzgâra doğru ağır aksak yürümesinde uçuşan yaprakların arada bir yüzünü yalamasından olacak ki uçsuz bucaksız yollarda zikzaklar çizmekte, sıska serseri sokak köpekleri bile kokusunu alamadığı bu varlık önünden kuytu gölgelere kaçışmaktaydı. Boş tenekelerin geceyi dövdüğü bu dakikalar da boşlukta gezinen bedenlerin varlıkları üstlerindeki lüzumsuz kıyafetlerin sınırları ile çizilirken adımlayan ayakların geceye imzası olan gölge, gerisin geriye doğru adına bir nebze dahi taş sokaklara resmedilememekte. Kayıp bir ruhun isimsiz ruhların avına çıkışını hikâye etmekte acizliğin verdiği arayışların etiketi vardı. Sonu bulunmaz merakın süslediği tavır sinmiş, üzerine arşınlamakta terk edilenlerin durağını yoklamada belki el yordamıyla belki göz ucuyla.
Birinci ruha rastladı kimsesizlerin sokağında bir siluet.
Lime lime olmuş dizleri, paçavrasından akan kirler ete kemiğe bürünmüş çirkin
bir maske ruhunda. Yamuk ağzında yalanlar saçılırken zehir gibi etrafa, düşmüş
sağ göz kapağının altında delip geçen kaçamak bakışlar nazarında tiksinti
kıvılcımları çakmakta. Kaygan bir zemin
üzerinde durucasına parçalara ayrılıp tekrar tekrar vücut bulmaktaydı. Sağa
sola doğru saçılan çürümüş et, vücuda bürünüp yeniden parçalanırken neşter ile
anestezist kesilen hatların gerginliğinde teller nağme yapar, yürekler paralanırdı.
Fakat ne biçare olunur ikiyüzlü yalancı ruhun yalanlarına ne de dur denebilirdi
kötülük âleminde kurduğu krallığına. Ruhuna şeytanı elbise diye giydirmiş bu
zavallının laneti zevklerin esiri olduğunda can bulmuştu kokuşmuşluğa. Bakıp ta
gördüğü gerçekten uzaklaşırken burnunda sadece tiksinti kokuları, inceden
etrafa yayılmaktaydı. Adeta boşlukta süzülüyor asla yürümüyordu. Sapa bir
köşkün hayaletiydi yalnızlığı. Ne bir adres kaydedilmiş fihriste. Sorarsan
adını yoklukta can bulurdu. Ararsan onu ya aynalarda yüreğinin olduğu yere
bakarsın ya da boşluğa kapattığın gözlerin karanlıkla buğulandığı zamanlarda
nefesini yüzünde hissederdin. Kendi varoluşunu anlatmaya çalışırken kim bilir
daha kaç tane bilinmeyen adreslerin sokağından karanlığın içine doğru süzülmüştü.
Aniden irkildi. Bir varlık, omzunda eli “dur” dedi
ikinci ruh. “Kayıp gitme avuçlarımdan sen de bir adım daha öteye. Gittiğin yer
aranan değil, yokluktan geri. Orada kelimeler tükenir. Sadece doldurulmayı
bekleyen yığıntı boşluklar hevesin olur. Hatırlarsan eğer yaşanmışlığa dair
güzel bir anı zikretmek ne mümkün! Diller de asma kilitler, gözler siyah
şeritli, bedenler çıplak. Yalnızlığa dahi hasretliksin. Acımaz hiçbir yanın, acıyı
özlersin. Hissetmek yok, sınırlar da yok, tarifsizlik çığ gibi büyür. Koca bir
dağ gibi yüreğine oturur, nefes alamaz boğulursun bir inilti işitmez kulaklar
mil çekilmiş gözler gibi sağır işitir; lal olur dillerin.”
O kelimeler döküldükçe fısıltıdan, yol gösterici
aydınlatıcı bir ruhun sesiyle şenleniyor ruhu. Seyrine daldığı bu güzellik konuşmuyor
adeta şarkılar mırıldanıyordu.
Daha önce hiç duymadığım bir müzik esintisi.
Kalbi huzurla çarpıyor.
Etrafa saçılan ışığında kamaşan göz bebeklerine
rağmen başka yöne çevrilmiyor bakışlar. Bir huzur sıcaklığı kaplıyor ilikleri.
Korku bedenden bir kaç beden uzakta.
Beyazlığın dibini bulmuş renkler, başka tona lüzum yok. Aydınlığı’nın
sardığı sokağın da cennet bahçesi kokuları; en çok da karanfillerin kokusu
sarmalıyor teni. O dönemeçte sanırsın âlem içinde bir başka âlem yaşanıyor.
Gitmesin hep yanında kalsın istiyor. Diğer yolunu kaybetmişlere hiç benzemiyor.
Tutup sürüklediği kolundan başka yönlere doğru savuruyor. Sonra o durduğu yerde
kalıyor. Giden ruh fakat terk eden o oluyor.
Sonsuzluk gibi geliyor yaşadığı zamanlar. Kim bilir
daha kaç asırlık dakikalar köreltiyor kaldırımların soğuk nabzında. Savrulduğu
ne kadar köşe varsa vazgeçiyor artık saymaktan. Yorgun düşmüş bir bedenden
firarı sonrası arayış içindeki ruh, umudun harcandığı bu boş mahalleler sokağında
son direnişi. Nefesinin kesildiği anlarda şekillenen gayelerin verdiği burukluk,
silsileler halinde sıralanırken son nefesini veren cesetler gibi katılaşmaya
yüz tutmuş uzuvların, akılda bıraktığı kıvranışlar, yeniden kasarken vücudunu, uyanışa
çağıran üçüncü ruhun sesi işitilir tüm yer ve göklerde.
Hayatın en zor işini yapan bir işçi, teninden
süzülen terler gibi gözeneklerinden akıttığı kan gölcükleri içerisinde yatarken,
hafif geriye doğru çevirdiği başıyla, sesin sahibini daha iyi görebiliyordu.
Diz çöktü başucunda, şefkatli eller saçının arasında dolaşıp alnını
okşamaktaydı. Korkma diyordu. Gözler dolu dolu… Sanki yaşadığı bu muhteşem
acıları kendi omzuna yüklemek ister gibi sıkı sıkıya sarıldı ellerine. Tutup
kaldırdığı yere ayak basınca yeşerdi kuru toprak tanesinin olmadığı bu yerde.
Fırtına dinmiş, artık uçuşmuyor etrafta solgun yapraklar. Islak elbiseler
kurumuş üzerinde. Kemikleri sızlamıyor. Tıpkı ona benziyor ve hayranlıkla
izliyordu kendine benzeyen bu şifacıyı.
Zaman donmuş.
Asırlar, yüzyıllık yalnızlık.
Son noktasını koyuyor sayfaya.
Onların zamanı değil geri çekilme vakti geldi der
gibi.
İsimsiz mezara girmeye bir nebze var iken kendini
buldu çoraklaşmış yüreğinin derinlerinde. Diğer ruhlar ile şifacı çember
oluştururken etrafında tiksindiği ya da aydınlatıcı varlıkların yüzlerini şimdi
daha iyi seçebiliyordu.
Ruhundan parça parça kopup yolunu kaybeden bu zerrelerde
kendini aradığını anlamıştı.
Sadece varlık sahibini arıyordu.
***
BİBLO
Demirci ustasının tozlu tezgâhından çıkma; ağır, paslı bir mengeneye elini kaptıracakmış gibi hışımla çekip asıldı Hüseyin Efendi, umut apartmanın yığıntı koluna. Cılız kollarında ne kadar sayılamayan kemik var ise tüm gücüyle kendine çekiyordu paslı kağnısını. Gıcırtısı; kulakları, havayı delip geçiyor, insan uzuvları uzayıp giderken gölgeleri antre’yi dolduruyordu.
Serin
bahar havasını yaşatan ikindi saatleri zamansız vakitlerde kapı zillerinin
çalınması ile günü eriterek geçer. Açılıp kapanan kağnı gıcırtısı bir mabedin
en mahrem yerini örter gibi sokağa kilidini vuruyor, sonra ağır aksak topal
ayağını sürür gibi unutulmuş, en gizli köşelerde bilinmeyen zamanlara,
insanlığa yeniden kollarını açıyordu.
Yedinci
katında ise yalnızlığıyla baş başa otururdu yaşlı bir teyze. Çoğunlukla hatırlanmasa
da adı, onun buna pek de aldırdığı yok gibi. Ufacık bedeni, eciş bücüş
görüntüsüyle kırışıklarının toplamı kadardı gençliğinde kalma varlığı. O gün kapının
açılan sağ kanadından hışımla içeri süzüldü. Kapıyı tutan Hüseyin Efendi bile
az önce içeri giren şeyin farkında olsa da gerçekte onu görmüyor, sadece
alışkanlığı dâhilinde basit, yük olarak ağır olan görevini yerine getirme
bıkkınlığını ifadeleriyle söylemlere katıyordu.
Lale
işlemelerinin göz doldurduğu demir kafesin sardığı küçük kabinle çıktığı katının
kapı eşiğinde durdu. Cebinden, birkaç kez yamanmış söküklerden sökün eden iplik
parçalarına dolanmış anahtarlarını el yordamıyla bulup, hışımla çekerek
bağlarından kopardıktan sonra, anahtar deliğine takıp, iki defa çevirerek
kapıyı toz zerreciklerin havada uçuştuğu küçük hole doğru açtı. Adımını içeriye
atmadan önce bir iki saniye kadar eğleşti kapı eşiğinde. Sonra yürümedi, yine
süzülüp akıverdi içeri; en içeriye evin kalbine; çokça vakit geçirmeyi sevdiği
salonuna. Durup soluklandı. Diğer odalara oranla genişçeydi salonu. Holden dört
adım sonra sola doğru biraz eğimle eski ahşap çerçeveli, ıhlamur ağacından
yapılma kapıdan geçerek mentol yeşili duvarların, ki bu duvarların
çıtırtılarını dinlerken kendisine bir şeyler anlatmak istediğini, evin ruhu
olduğunu düşünürdü. Dört bir tarafı aydınlığı görmeyen gölgelere mahkûm edilmiş
olan bu oda, eski ceviz oyması işlemeleri ile süslü eşyaların tıkış tıkış bir
arada durduğu, yine göz dolduran süslemeleriyle sahibesinin en değer verdiği
köşesiydi her haliyle.
Dört
yapraklı yoncayı andıran çıkıntıları ile rahat görünümlü küf yeşili rengindeki mat
koltuğuna, ağrılı eklemleriyle yavaşça oturdu. Kendini bıraktığında bir ürperme
tüm vücudunu sararken, aynı duygu geçişiyle parmak uçlarına doğru yayılan
sıcaklıkla rahatlama yaşıyor, derin bir iç çekiyordu. Otururken küf yeşili koltuğun
şeklini alıyordu hafif dolgun baldırları. Bir süre kaldığı yerde içinin geçtiğini,
vaktin ise akşam sularında dövünmüş olduğunu fark etti. Gözlerin yuvalarından
aralandığı mahmurlukla akşam alacasının eşyaları yalayıp geçtiğini anlayıp,
doğrulduğu yerden eski gaz lambalarını anımsatan duvardaki ahşap apliğin
düğmesine dokunur dokunmaz loş bir ışıkla aydınlatıveriyordu etrafı. O an garip
bir duygu sardı içini: Sanki odada yalnız değilmiş gibi bir his yüreğinin
başını cız ettirdi. Keskin bir bakış attı kenarları kakmalı, yer yer derin
oyukların olduğu gözgüde yakaladığı yansımasına. Bir yabancıyı izler gibi,
lakin umursamaz bakıyordu. Biraz sonra dudak kıvrımında bir iğrenti kıvılcımını
anımsatan küçük bir mimik çaktı. Hoşnutsuzluğuyla alnındaki katlar daha da katlanarak
çoğalıp, göz kapaklarından aşağıya doğru tüm yüzü ve çenesinden ağrı, su gibi akacakmışçasına
bir an yaşardınız eğer orada olsaydınız.
Toz
olup havaya karışmaya yakın yama şeklinde parça parça etlerin parmak
boğumlarında kaldığı görülen ve iskelet gibi olan romatizmalı şekil bozuğu ellerindeki
parmakların tırnaklarını koltuğun yanlarına geçirmesiyle, sinsi bir atmaca gibi
yerinden fırladı. Yaşına göre sergilediği çeviklikle yaşayan bu hal bir ölünün tazı
hızında nasıl da atak davranır düşüncesinden doğan garip bir hissin şaşkınlığı ile
olduğunuz yerde kala kalırdınız. Bu yaşlı tazının sanırım kendi de öyle hatırlıyordu;
adı Mehlika’idi. Çoğu kez Meliha diye seslenirlerdi ona. Genelde işlerine öyle
gelirdi. Ağız dolduran ve adından anlaşılacağı gibi bir zamanlar ay kadar güzel
ve sultanlar gibi ihtişamlı olan bu kadının her yönüyle güçlü durması,
çekemeyenlerin ağızlarını eğirterek, ismi mahalle arası bayağılıyla söyleme
çabaları kıskançlıkların tattırdığı acizlikten başka bir şey olamazdı. Şuan bildiği
bir şey varsa o da Meliha isminin de çok güzel olduğuydu. Bu yaşananlar çok uzun
zaman önceydi ve anı olarak kalmışlardı. Artık kapısını çalan ve dostu olduğunu
düşündüğü tek bir yakın arkadaşı dahi kalmamıştı çevresinde. Kendisi bu
dünyadan göçüp gitmeye hazırdı. Lakin yaşayarak her ölümü izlemek zorunda
bırakılan, onların acılarına mahkûm edilmiş lanetliler gibi hissederdi çoğu kez
kendini. Haksız da sayılmazdı. Yaşanan her olgu gerçeğin yapbozunda birer
parçaydı ve bu parçalar onun yaşanmışlığını bir araya getiriyordu. Tıpkı
acılarının toplamının yine kendisine eş değerde olması gibi. Tamamen yalnızlığa
olan mahkûmiyeti ise sabahın erken saatlerinde kalp krizi geçiren çok sevdiği hayat
eşinin bu dünyan ansızın göçüp gitmesiyle daha da perçinlenmişti. İnsanın sevdiğini
hatırlaması bu kadar tatlı iken, hem nasıl bu kadar acı çekebiliyordu ki hâlâ anlam
verememişti. Kalbi sıkışıyor, nefes alamaz hale geliyor, kurumuş gözyaşı kanalındaki
azıcık ıslaklık, soluk yanaklarından geriye kalan teni nasıl da yakarak
geçiyordu. Şu hayatta tek bildiği doğru vardı oda çok özlüyor olmasıydı. Bu
özlem içinde çığ gibi büyürken dışını sükûta bürümüş, hissedilen ama varlığı
gerçekte bilinmeyen biri haline sokmuştu onu.
Kalktığı
koltuktan ağrı, aynı bilinmeze doğru adımlarcasına yol aldı. Yanına geldiği şifonyerin
üstünde duran, siyah kedi biblosunun önünde çalımla dikiliverdi kemik yığıntısı
hatlarıyla. Bakışları ne kadar derinleşmiş olsa da buğulu bir camdan bakar gibi
seyrediyordu eşinden yadigâr bu sevimli biblo’yu. Kulaklarında, yaşlılığın
verdiği bir uğultu sürekli uğulduyordu. Öylece dikilip kaldığı yerden bir süre sessizliğin
içini dinledi. Tıpkı tanısını koyamadığı hastanın göğsünü dinleyen bir doktorun
ciddiyetine bürünmüştü ekşi bir surat ile. Anladı ki aşina olduğu duvarların
çıtırtı sesinden başka bir yabancıydı kulaklarının zarını titreştiren. Boğuk,
derinlerden gelen bir ses, puslu bir inleme, kristallerde tınlayan tınıydı adeta;
konuşmuyor, fısıldıyordu lakin. Cümleler miyav der gibi çıkıyor; sarf edilen ve
bilinen her garip ses birkaç cümle, zihninde anlamlı bir yer bulup kelimelere
dökülerek öbek oluşturuyordu. Göz bebekleri dehşet içinde büyüdü. Yüreği
ağzından çıkacak sanıp ellerini ağzına sıkı sıkıya bastırdı. Çığlık atmak için
mi, yoksa çığlıkları yutmak için miydi bilinmez? Anlamları çözemez halde,
dizlerinin bağı çözüldü. Yığılıp kalacak diye beklerken korku yerini biraz
meraka bırakmış olmalı ki kendini olduğu yerde mıhlı kaldı. Sonunda yalnızlığı
onu delirtmiş miydi yoksa? Anlamları kargaşaya yükledi. İçinde düğümlendi
hisler, yumak haline gelip göğsüne oturdu. ‘Kedi biblosu konuşuyor’ deyiverdi
dişlerinin arasından. Bu nasıl bir sanrıydı, sapkınlığı alıp başını gidecek
sonunda diye düşündü. Bir cesaret ile eğilip kulak verdi kediden olma seramik bibloya.
Biblo
konuştu, o dinledi: “Miyavvv…mırrr…bunca zaman gözünün önünde olanı görmedin!..
İlahi cümleler eritip yüreğimden akıtacağım diline mırrr…miyavvv….”
Bu
ne demekti şimdi, kendisi mi uydurmuştu yoksa duyduklarını fısıldayan gizli bir
dil mi vardı odada? Sonunda ecel saati mi yokluyordu kendisini? Azrail’i nerede
kaldı?
Sesler
yankılanarak arttı. Kulağını tıkadı fakat bu seferde şiddetini arttırdı. Sağa sola deli gibi telaşlı gözlerle bakıyor, bakan
gözler ne kapıyı ne de pencereleri görüyor, biblo ise susmuyordu. Gözünün önü
karardı. O sürekli yineliyordu sözlerini, sıklığı artmış her bir yanda
yankılanıyordu miyavlaması. Bir an yığılıp kaldı orta nokta da. Çaresizce
başını kaldırıp göğe bakmak istedi yıldızları görse iyi gelecekti sanki. Fakat
tavanda göremediği asılı avizede dondu kaldı bakışları.
Tüm
vücudunu soğuk bir üşümenin ürpertisi sardı, dili dolaştı ağlayamadı. Saçlarını
yolmak geldi içinden belki acıyı hissederse delirmediğini anlayacaktı. Tutup
çekti beyazın öptü tutam tellerini. Canının yandığını hisseti; hissettiğini düşünebiliyordu.
Delirmemişti. Lakin bu ses de neyin nesiydi, neden konuşuyor cansız bir varlık?
Süs eşyası olmaktan öte bir şey değildi sonuçta o biblo. İçinde bilmediği bir
varlık mı vardı ona ulaşmak isteyen yoksa. Korku siyah bir perde gibi çekildi
önüne. Göremediği pencereleri fark etseydi kesin atlardı aşağıya doğru. İçine
doğru büküldü, bir yumak halini alarak dizlerini kırıp karnına çektiği
ayaklarını yorgun kollarıyla etrafından sıkıca sardı. Her zamanki gibi yine her
şeye kendini kapatmıştı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadan uzun bir süre beşik
gibi bir sağa, bir sola salınıp durdu.
Bir
süre sonra zihnini boşaltmış, tek bir düşünce bile beyin kıvrımlarında kol
gezmez halde; bir hamsi kadar aptal görünüyor ve ağız kenarından akıttığı
salyasıyla deli gömleğini çoktan hak etmiş bir divane gibi dövünüp duruyordu.
Çaresizce boşuna hırpaladı kendini. Uyanışa geçmişti ki siyah kedi biblosunun hâlâ
tekerlemelerini yuvarladığını gördü kendisine. Düşündü… Ne kadar kara
gözüküyordu gözüne; kap kara, tıpkı kendi yalnızlığı gibi. Sevimli miydi yoksa
çirkin mi? O an karar verdi, çirkindi. Daha önce hiç bunu düşünmemişti. Sade,
basit bir yadigârdı. Rahmetli olan eşi için değerliydi. O an zihninde pek de
parlak olmayan bir fikir patlaması yaşadı; Yoksa o çok sevdiği eşi onu terk
etmemişiydi? Yadigârıyla mı ulaşmaya çalışıyordu kendisine? Yok, yok kesin
deliriyor, biblo ise bir türlü susmuyordu. Bir an doğrulup onu olduğu yerden alıp
tüm hışmıyla yere çalarak kırmayı düşündü. Ne güzel olurdu diye geçirdi
aklından. Etrafa saçılmış seramik parçalarını,
kırılırken ki çıkartacağı şıngırtı seslerini hayal etti. Bu sesler hoş
birer nağme gibi kulak zarının pasını sildi. Biraz cesaret geldi üzerine.
Gözünü kısıp, yüreğini yeniden yalnızlığıyla kararttı; “Ya o gider ya ben”
dedi. Ne anlattığı önemli değil, benim ne hissettiğim önemli diye düşündü.
Kendini
yeniden mezarı olan salonuna, onu da bu odadan uzakta bir mezara gömmeyi
düşündü. Hışımla susmayan bibloyu kaptığı gibi burnunun dibindeki pencereden
karşı duvara fırlattı. Camı da delerek geçen biblo, çıkarttığı şıngırtı sesi ile
yıldırım gibi havada süzülerek karşı duvardaki tuğlaları şaklattı. Sesler dalgalar
halinde, sanki suda haleler çizer gibi yayılarak hiçlikte kayboldu. Geriye
camdan bakıldığında leş bir arka sokak duvarının dibine saçılmış siyah parçalar
halinde hayal kırıklıkları ile yalnızlık kaldı. D.B
(10.02.2015)
ÖZGÜR RUH
Siyah bir kısrağım evim yıldızların altı.
Kara yarasa yoldaşım.
Baykuş gözü, kurt ulumasıyım dolunaya.
Dörtnala ıssızlığa koşarım.
Fısıldayan rüzgârla olur derin muhabbetim.
Gönül meclisim ufkun son noktasına kurulur.
Ulu ağaçların, bodur otlakların bağrında yatağım.
Kopan fırtına, ulu gök gürültüsü eşlik edin;
Karanlığın içine doğru deli gibi çığlık çığlığa dalalım.
Ayağımın altında parçalanan şarapnel parçaları
Böğüre böğüre ağlayalım, kimse işitmesin sesimizi.
Kulaklara mil!
Göğsüme parsellenen ayaz;
Keskin ve kesik kaburga altında.
Gecenin öptüğü nehir!
Selini coşturarak taş üstüme kaynaş senim.
Zirve bakir toprağa teslim edilen ruhum.
Artık et, nefsiyle kokuşmuş.
Sonbaharın nezdi kuru odun altında.
Çırçıl, çıplak eti sar!
En derin yerine çektiğin içinden dışarı
Göğe doğru fışkırır, isyan okunurum.
Dört bir yana mutlak hâkimiyet
Köklerimi saldım.
Her şey ben!
Ben her şeyim.
***
ZAMAN TÜRKÜSÜ
Sana zamandan şarkılar söylesem, akrebin kıskacında
yelkovanın gece yarısını gösterdiği sularda nağmeler yankılansa göğsümüzden
ağrı, bedenden aşırı son adreste buluştursak ruhu.
Uzun cümlelerle yoruyorum kendimi.
Vuslatı saniyelerle vursak, buluşma ertesine çiçeklense
baharın.
Daha kaç şarkı tüketsek dilimizin tüyünde.
Yoğursak kelimeleri.
Ezip cümle lapasını, yutsak zamanın çanağından; ermez
mi aşk yürek tekkesine.
Ham mıdır? Divaneliğin kapısına erişmiş melül ten;
yoksa değil midir sözü telef eden dilin kemiksizliği ve ta kendisi nankörün
düdüğünü üfleyen gafil beden.
Bana mıdır gaflet, bu kıyamet?
Acıtmaz mı ahım sızını?
Sen değil miydin yaranla kanayan yerime merhem olan
Âdemoğlu?
Nankörlüğün, Kabilin taşı gibi şeytanın fesadından
nasibini almış gönül evi, Kâbe’mi döver. Kutsallığımı çiğnerken kime
bu inkârın? İsyan vadisine kurulur mu teslim şöleni çıplak ruhlarımızla. Ait
olduğum son satırlar bilesin.
Meyilim sana değil, zamanın efendisine bu türküler.
İnceden nakış işler cümle perileri, ilahiler yükselir
göğün maviliğinden ileri. Beyaza boyalı şeffaflığın tülü kaplamış tanrı evini.
Aydınlık gecelerim ile tanrı arasında çiğnediğim yollar ile tozlu ayakların
kumu dünyamın ta kendisi, tükettiğim bu yollar ise sendin sevgili.
Yalnızlığın maskesi takıldığında: Mağrur bir
kadının, ihanet eden aşığına olan öfkesine eş; tüm hiddetini
yağdırdığı yağmur damlalarının seli, bir de üstüne katilini önüne katmasıyla
serseri rüzgâr ile yaptığı kanlı dansı: bir ileri iki geri.
Etrafta ne kadar varlık var ise savrulduğunda varoluşuma
felaket kusuyorum.
İnsan uzuvlarını anımsatan karartılardan kendisine
sopa yapmış, karanlığın içinde ses, bir inilti belki de insan kanını donduran
çığlıklar ile adeta geceyi delerek geçiyorum.
Tutup yırtıyorum rahminden zamanı, çok öncesine
yine sana doğuyorum.
Bakir zamanlardan kalma saflığa eş düğünler
kurulsun meclisine.
Mutluluğun adını beyaz güvercin kanadına aşk mührü
ateşle yazalım. Yazgılarımız, beyazın teninde al olan kuşun, kurban ayininde
kilitleyelim gönül kapımızı nankörden olma muhabbete.
İşlemesin içeri toz zerreciğinde yüklü ayrılığın
kum saati.
İşlemesin gönül kapıma adından başkası gayrı.
Gaip olan ses, yitikliğime ses ver ötelerden.
Bu başıboşluk nicedir içimi dolduran yara.
Kördüğümden acılar. Baht mı kara, yoksa haram mıdır
aydınlıklar! Saatler yalnızlığımın hangi dakikalarını dövmekte bir
bilsen? Belki beni, belki yalnızlığımı o vakit severdin.
***
KULAĞI KESİK
Öksüzdü! Rahmetli anacığı toprağa karışalı üç ayı
doldurmasına yakın bir vakitte kardeşleri ile babası çoktan üvey ananın eline
bakar olmuştu. Zulmün sadığı bu zalim kadın her türlü sevimsizlikten
bolca nasibi almıştı. Vicdanın, kırıntı emaresinde bir nebze gölgede kalan izi
dahi yoktu. Issızdı, kurak topraklar gibi üstüne bereketli sevgi yağmurları
yağmaz, güzelliğin rüzgârları esmezdi çorak yüreğinde. Babalarının gölgesinin
silindi yerde karanlık fırtınalar üflerdi çocukların üzerine. Ne kadar zehri
varsa kusuyor, kustuklarında boğulmaları için üstüne tüm gücüyle
itiyordu.
Uğursuz sayılan aylardan bir gün kardeşlerin büyüğü
tartaklanarak hırsızlığa zorladı. Eli daha önce hiç harama uzanmadığından kapı
eşiğinden içeriye tek bir helal olmayan lokma sokamamıştı. Hiddetlenen kadın
yavuz hırsızlar gibi maraza yatmış, arsızca Yahudi bozması bir ağızdan saçılan
anlaması güç küfürleri savuruyor, kelam ile havaya kalkan kollar birer şamar
halinde suratında patlıyordu.
İnatla yapamayacağını haykıran küçük oğlanın
ağıtına tahammül fazla olmayınca önü kesilen aygırların toprağı dövmesi gibi
bir yanda ayaklarını yerlere vurarak tepiniyordu. Zavallı yavrucağı ensesinden
kaptığıyla sürüdü ahır damının en karanlık köşesine. Şöyle bir savurduktan
sonra direğe gerilmiş, hayvanlara vurulan gemin ucunda bağlı halatı kaptığı
gibi çelimsiz vücuduna yılan gibi dolayıp biçare bıraktı. Üzerinden çıkardığı
toz toprakta bereli, yırtık dizleri yamalı esvabını el yordamıyla bir çırpıda
sıyırıverip, soğuk ahırın kapısını üstüne kilitleyivermişti. Maksat ağlamaktan
gözleri şişmiş öksüzü iyice çaresiz bırakıp, dünyalık ne kadar hevesi varsa
kırıp kendine kul eylemekti. Lakin bu oğlanın inadını hakkıyla bilemedi.
Uzatamadığı elin kırılırcasına dövülmesi bir
yumurtanın komşudan çalınıp, üvey ananın eteğine koyulmamasındandı.
Soğuk tüm iliklerine nakış işlenir gibi sanki
iğneyle işlenmişti. Dudakları, parmak uçları göz göz olmuş morlukları. Yetmedi
işkencesi araladığı ahır damının kapısını, şöyle bir göz ucuyla süzdükten sonra
dalıverdi arsızca. Bir iki arşın zafer turu attı korkudan tüm vücudu
kilitlenmiş yavrunun önünde. Bir noktada durdu, vahşi hayvanlar gibi bakıyordu.
Çocuğun vücudundan daha soğuk, daha katıydı yüz hatları. Tiksinti uyandıran bir
sesle âdeta konuşmuyor çığlık atıyordu.
“Çıkıverirsen sözümden gayri olacak olan halin bu
dur işte!”
Nafile konuşmaktaydı.
Dil yalan konuşur. O da dayağı katık ettiğinden,
fakat el uzanmaz idi harama, anladı vicdanı olmayan bu kadın. Bahçedeki otlara
lazım olur diye belindeki kuşağa kıstırdığı kör bıçağı kaptığı gibi havada
kulak memesine doğru savuruverdi. Kopmaya yakın kesilen kulağın, damla damla
akan kanı hızını alamadı, sızarak aktı vardı yatağını buldu, ayakucunda
birikince küçücük bir göl oluverdi.
Bağırarak ağlamadı, istedi ama olmadı.
İçin için ağladı, aslında sade gözleri
ağladı.
Epey bir zaman sonra iyileşti yarası ama bıçağın
izi çocuğun yüreğinde kaldı.
Kardeşlerine yapılan işkenceye de artık gözleri
dayanamaz olmuştu. Babasına da kızgındı. Aç ve açıktalardı fakat ne olduğunu dahi
sormuyordu.
Karar verdi kaçacaktı
bir akşamüstü. Gizlice yol aldı bilmiyordu nereye gidecek, nasıl gidecekti?
Nizamiyede buluşmaya tembihli inzibatları takip edecekti kışla kapısına kadar.
Rastlayınca iki ere takılıverdi peşlerine, lakin çocuk yüreği gördüğü şeylerde
oyalanıyordu. Ormanlık alanda yitirince kendini bilemedi ne yapmalı,
durdu uzun bir süre seyre daldı. Etrafına bakındı belki bir ormancı gelir alır
kendisini diye. Lakin akşam karanlığı çoktan çökmüştü üzerine. Etraf
sessizleşince yitikliğin verdiği sızı sinsice sızdı en derinlerine.
Birazdan Kurt ulumaları duyuldu yakınlarda bir yerlerde, bir bahar gecesiydi
sıyırdı ceketini üzerinden tırmandı koca asırlık çınarın tepesine, uykuya
kalırım diyerek ceketiyle bağladı bedenini ağacın bedenine.
Sürü halinde gezindi kurtlar dolunayda kaldırıp
göğe başlarını tekrar tekrar uludular.
Çocuk hayretler içerisinde bir yanda da korku dolu
bakışlarla izledi olup bitenleri. Sabah olunca indi yola, vardı gitti bir
değirmenci babanın yanına. Adam sevdi çocuğu, aldı yanına. Karnı tok, sırtı pek
idi, emeği iyi belledi. Değirmenin taşı suyu dövdükçe para kazandı.
***
İÇİM ACIYOR
Uzun cümlelerle yoruyorum kendimi.
Noktan değdi, beyazın ağdı
kalbime, karalar giydiriyor. Damarlarımı boyadığım mürekkebe dalan divitin ucu
hançer gibi sine de paralanıyor. Şarapnel parçaları gibi saçılan virgüllere
kızgın cümleler uzadıkça uzuyor, anlamlar kargaşa, çöp yığıntıları heyelan
cümleler, ruhun boynuna attığı kement ile göçüğün damsız bıraktığı akrebin
dansı gibi kıvrılıyor.
Çilekeş ruhun isyanına, harlanmış
alevde eriyen yağa misal zamanda çürüyen et; kilit vurduğu kapısından cümle
âlemin kelime şarabından yeterince kanmamak biryana; fikrin anahtar deliğinden
saçılan ışık huzmeleri gibi tüm benlik âlemine doğması bu kadar sancılıyken ve
yetinemezken sözlerim yol gibi kıvrılmış şahsımın umurunda mı sanırsınız?
Bir gün daha deyip
kemiksiz dilimle, bir gün daha siliniyor ömür küremden.
Tam böğürümde keskin bir yalnızlık ağrısı nefesimi kesiyor.
Tam böğürümde keskin bir yalnızlık ağrısı nefesimi kesiyor.
Sen çaresizmişsin?
Bir fısıltı…
Gece yarısı tam da kulak
zarımda titreşen uğultu; göğsümü sökercesine pâreleyen kurt ulumaları…
Pençelerimi dayayıp yalnızlığın duvarlarına zorluyorum kaderimi, tutup
nabzından, zamanın can çekişini sayıyorum ruhumun.
Sayıyorum bir ve birden sonrası hatırlamıyorum.
Sonunda yırtıp rahmini
karanlığın yazıyorum uzun uzadıya…
***
YİTİK RESİM
Gözler
dış dünya açılan perdeler. Uyanıp da gözlerimi diktiğim ilk gerçeklik, tavanın
ortasında pervasızca sallanan avize oluyor. Seyre dalıp da benim için hiçbir
anlam ifade etmeyen, boş bakışlarımdan nasibini alan bu oda ve diğer tüm
eşyalar düşüncelerim kadar manasız, zihnimdeki boşluk kadar derinlerde. Dünyada
kendime biçtiğim değer oranında değersiz onlar. Sanki odayla ve diğer tüm
eşyalarla ruh bütünleşmiş, kendi hayatıma olan bakış açım onların değeriyle
ölçülür olmuştu. Hayatta benliğimin var olma amacı kadar onların varlık amacı
şekilleniyor, kısaca ‘insan nasıl düşünürse öyle görüyordu.
Annemin
küçük Keriman’ı, bütün tatlılığı ile güneşin aydınlattığı o bukleli altın
sarısı saçlarını savururken, karış karış talan ettiği sokak, izbe bir köşesinde
gölgesiyle yaladığı bu yıpranmış fotoğrafın siyah beyaz renkleriyle gözlerini
buğulamasıyla, kime ait olduğunu tasvir edemediği simayı bizlere tanıtmak
amacıyla, cebine koyduktan sonra günü, akşamın ilerleyen saatlerine kadar sokaktaki
diğer çocukların şen şakrak cıvıltılarıyla harmanlayarak geçirmişti. Ta ki
yorgun argın eve döndüğünde, resimdeki yabancıyı evin sakinlerine takdim etmesi
kurulu yemek safrasına nasip olmuştu. Meraklı bakışlarla el değiştiren, mekân
ve yabancı hakkında yapılan birkaç yüzeysel tartışmalardan sonra yıpranmış bu
eski fotoğraf ev ahalisinin ilgisini uzun süre üzerine de barındıramadı.
Gündelik telaşların rutine bağlanmış cümlelerle her zaman ki ağız yordamıyla
sıradanlaşan muhabbet akşamlarını, aynı hayatın yeni bir gününe uyanmak üzere
ilerleyen saatlerin gecesinde, derin bir uykuyla sabah alacasına bırakıyordu.
‘Heybetli
bir dağın tepesinde bir rüzgâr gibi eserdi tanrının siyaha boyadığı saçlarında
dalga dalga güneşin rengi. Alabildiğine derin, bir atmacanın çığlıkları kadar
keskin mavilikte ki ‘dış dünya’ya açılan penceresi’ gözleri ummanlar gibi
dipsiz ve dingin.
Görünenin
ötesinde sarıp sarmalayan bu bakışlar anlamsız bir ürperti ile titretiyordu
insanın vücudunu. Bu sert hatlara inat, ömründen silinen yılların yüzünde
bıraktığı çizgiler yaşanmışlığın verdiği hüzünlü ağırlıkla bütünü tamamlayan
köklerin yazgıları gibi okunmaktaydı dillendirilmesi tarifsiz
acıları. İhtiyar bir delikanlının siyah beyaz fotoğrafı, bir dostun
samimi anısı, bir kadının kocası, bir çocuğun babası dahası bilmediğim ve
tahminim onun da teferruatlarını unuttuğu bir tarihin silinmiş, saniyelerin
ucuz bir hamura hapsolduğu, bana göre elimde ki bir bilinmezin karelerini
şimdiki zamana gelişinin tahminleriyle kelimeler dünyasında kendimi
boğmaktaydım. Bu anlık zaman yolculuğundan kurtulup, tekrar kendi saatlerime
irkilerek uyandığım dakikalarda insanoğlunun geçmişi ile geleceği arasında ki
uçurumun farkına varan ilk şahidi benmişim gibi şaşkın bir edayla
seyretmekteydim bana ait olan bu zamanın yabancı misafirini’.
Ertesi
sabaha baharın hoş kokularıyla uyandığım saatler de ayakucunda duran bu
yitikliği parmaklarımın arasına kilitlediğim de resmin, ruh’a çaktığı
şimşeklerle, sessizliği delip geçen bu keskin bakışların tesiri altında beyin
zarımda yeni fikir kümecikleri oluşuyordu. Ekili şüphe tohumlarının filiz veren
gölgesinde acaba mı? diyen fısıltılar eşliğinde tatlı bir uyuşukluğa teslim
olan benliğimin adı ‘hiç’lik yaftasından kurtulup, şüphe denizlerine doğru
çoktan yol alıyordu. Hiçte yabancısı olmadığım bu surete bakışlarım
derinleşmişti.
‘Kar
tanelerinin kırağı toprağı sarması gibi sarmıştı saçlarını beyazı, tıpkı ölümü
kefenleyen hüzün gibi gözleri ufukta görülmeyen uzakları kilitleyip
kayboluyordu bakışları. Zihninde saklı hatıraların ruhu ile bütün olmasıyla
başlıyordu içindeki yolculuklar. Bu gitmelere artık yollarda yetmiyordu. Saf
çocukluğu, günahkar gençliği ile ruha giydirdiği pişmanlığın ihtiyarlık
oluyordu son durağı. Asırlık çınarlar gibi heybetli bedeni şimdilerde iki
büklüm gezinmekteydi kaldırımlarda. Seken bir ayağında sürüdüğü gölgesiyle
uzayıp gidiyordu köşeyi gören kırık beyaza boyalı evin sokağına. Alnında, çatık
kaşlarıyla izlediği hayatın yığılmış katları ve göğsünü delercesine aldığı
nefesiyle soluyordu keskin havayı. Adım adım tüketiyordu evinin güllerle
çevrili bahçesinden görünen kapının arkasındaki yalnızlıkla örülü boş odanın
menzilini. Titreyen yorgun bedeniyle sabitlediği orta noktayı ağrılı boyun
hareketleriyle, sırtında taşıdığı kamburuyla ve uzun zamandır giydiği
siyahlarla seyre dalmaktaydı ‘derin çatlakların kaynaşıp, beyazımsı badana’nın
pul pul yüzünü döktüğü, küf kokan yeşilimsi duvarların içini dolduran bu ağır
kasvet kokusunu. Derin bir iç çekti. Sürüdü ayağını tam köşeyi gören aynada ki
solun bir yanı kırık, renginin ise ne olduğu tam olarak anlaşılmayan koltuğun
yanına. Boşluğu dolduran çuval edasıyla, çıtırtılar eşliğinde sarmaktaydı
koltuğu beden kitlesi. Seslerin bu yıllanmış varlıkların hangisinden geldiği
ise bu saatten sonra pekte anlaşılmıyordu’.
Tüm
bu olanları kirin buğuladığı bir pencere camından ‘kulağımda’ ben istemediğim
halde ürkekliğime ritim tutan kalbin resitali eşliğinde izlemekteydim.
Mahallenin diğer çocuklarıyla oynadığımız bir sokak oyunun sonunda
bakışlarımıza şüpheli gelen bu ihtiyarın sessiz adımlarla hergün yokuşu
tırmandıktan sonra gizemin süslediğini düşündüğümüz bir edayla evini
arşınlaması, belki de sevimli bir yavrucağın saçlarını dahi okşamamasından da
olacak ki uyandırdığı körüklü meraka birlikte eşlik eden yarı alaycı tavırlarımızla
takibe almıştık. Ne büyük tesadüftür ki şimdiler de gençliğine ait bir parça
yatak odam da masanın üzerindeki manasız boşluğu doldurmaktaydı.
Bu
yitik ‘an’ gerçekte neydi? Ben on iki yaşında ki bir çocuğun hayal dünyasına
giden yolun sokaktaki önemsizmiş gibi görünen resmin, siz farkına varmasanız da
işlenmesi gereken cevherlerin ütopyasına açılan bir kapı olduğunu
anlatmalıydım. Bir zamanlar herkes gibi gençliğin şerbetini tatmış bu gizem
şimdiler de yaşadığım evin iki sokak arkasında oturan kimsesiz yaşlı bir adama
aitti. Sıradan bir öykü gibi görünüyor olsa da bir yabancıya ait avucumda saklı
anı, geçmişle yüzleşmek istenmediği için atılmış olabilirdi. Kim bilir? Henüz
on iki yaşındaydım fakat kalbim ve duygularım dünyayı anlayabilecek büyüklükteydi.
En azından ben öyle sanıyordum. Yinede beni şaşırtan yılların insanlara nasıl
acımasız davrandığıydı. Gözlerimi boşluğa diktiğim bu saatlerde hayatı daha
fazla nasıl farlı kılabilirim diye fikirler kovalarken, aklımın bir köşesi
resimde ki ihtiyara takılıyordu. Merak ediyorum benim anılarım da pis bir sokak
köşesinde yitirilip, yabancı evlerin yemek sofrasından geçip evin küçük
çocuğunun zihninde hayat bulabilecek miydi? Maceram tıpkı bu bilinmezin
heyecanıyla kıvrandıracak çocuk ruhu bulabilecek miydi? Bu kadarını düşlemek
dahi bana ayrı bir haz sunuyordu. Anlıyorum ki hayatta hiç bir şey önemsiz diye
geçiştirilmemeliydi. Küçücük görünen ayrıntı, insanlıkta büyük fark
yaratabiliyor. Çocuk bedenim siz olgunların dünyasına ait olduğunda ki ruhum
sizin dünyanıza asla ait olmayacak; Hayatımda bir kez olsun kadeh kaldırma
ayrıcalığına sahip olursam farklılıkların, bilinmeyenin, ayrıntıların ve
unutulmaya yüz tutulmuşların şerefine olurdu. İşte tam da bu yüzden ruhumu kâğıtlara
karalıyorum. Belki bir gün ihtiyacı olanın hayatına küçük dokunuşlarla
ayrıcalık katabilirim diye…
***
SOKAK
Gölgesi, çelimsiz vücudundan büyük sevimli bir çocuğun ayağının altında çiğnedi, tuğla duvarıyla sağ köşemi boyuna kesen, kırmızı boya ile örülü evin kırık-dökük, balkonun paslı demirleriyle çevrili terasından üzerime boca edilen su kadar soğuktu taşlarım. Ağustos ayı sıcağı haricinde alnımın ateşler içinde yandığını da bilmem. Nisan yağmurlarında ılık olur biriken oluktan akan damlaların bütünlüğü gölcükler. Tıpkı ağlar gibi. Yanağınızdan süzülen, teni yalayıp geçen gözyaşları gibi tuzlu mudur bilmem. İçinde kâğıttan gemi kaydıran çocuklar belki bilir. Dokunsalar anlarlar ana yüreğinde yoğrulan şefkat gibi sarmalayan sıcaklığımı. Dört mevsimi kendi içimde yaşarım. Sadece başıboş hayvanlar bilir, en çok da tekir kedi. Sahipsizliğine gocunması, kasabın önündeki sulu ete işkillenmesinden mi bilinmez. Bir acı miyavlama… Tam şura; nabzımın attığı, kimsenin kimsizliğimi bilmediği orta noktada… Günün sabah saatleri ile güneşin terk edip evine döndüğü saatlerin aydınlattığı bir parçam; sonrası hep karanlık, buhran bir yalnızlık. Kaç adı bilinmeyen siluetler ezip geçer üzerimden. Anlamazlar orada olduğumu, seslerine ses verdiğimi. Derin bir kuyunun içine fırlatılan çakıl taşları gibi havada asılı kalan, uzaklarda bir yankı edası ile sağa sola dövünen sesim. Yitikliğime bir kanıt daha mı?
Geçenlerde uğrak verdi yine bu çelimsiz
çocuk. Mutlu gibiydi, ayağının altında ben, tepindi durdu. Tap tap ayak sesi.
Günün ikindiyi vurduğu saat, tik tak. Kırmızı boyalı, paslı demirli yıkık evin
karşı yakamda bulunan, adı Blum, caz mıdır nedir, müzik yapılan yerden daha
güzel bir şarkı mırıldandı boşluğa doğru. Gerçi saksafon sesini severdim. Adına
tekerleme diyor. Hep bir ağızdan diğer yaramazlar da eşlik etti. Sahip ve ait
olunan soğuk, karanlık, küflü ve rengârenk boyalı duvarlar, tüm varlığımla ritim
tuttum. Bilmem onlar anladı mı? Bilmem anladı mı? Mutluydu, ben mutluydum. Arkadaşım olur mu, yine gelir mi bilinmez.
Uzun süren kışın ardından, gebe, kuru ağaç dallarından tomurcuklanan sürgün
yeşili yapraklar gibi belki bahara gelir, belki gelmez.
Sürekli adres değiştiren insanlara
anlam veremedim, oysa onlar kendi içinde yalnızlar. Çünkü hiçbir yere ait
olamamışlar. Aitlik nedir bilmiyorlar. Ben kendi varlığımdan başkasına ait olmadım.
Eğer köşesinde sivri çıkıntılarıyla örülmüş tarih kadar eski taşlarım olmasa
tanrı var mı diye de sorgulardım. Hani hiç sorgulamamış değilim. Evet, yaptım
ve tanrı var biliyorum. O olmasa birilerin takılıp kaldığı derin, kendi iç âlemleri
dışında dış dünyayı unutmuş dalgın insanların, kırılmış taşları emanetçi
kıldığı çamurlu çukur kuytularım olmazdı. Her iki tarafıma yaslanan renkli dükkânlar,
iki ruh birbirine bu kadar yakışamaz ve onlara refakat eden gölgeler, nasıl unuturum
ilk ziyaretçilerimi, en son onların veda ettiğini.
Yaşamak için ne çok sebebi var
insanoğlunun bir bilseniz, ya ölümü istemek için ne çok acı. Geçenlerde, hani
tekirin müdavimi olduğu kasabın bitişiğindeki dar basamaklar ile tırmanılan ahşap
döşemelerin gıcırtı senfonisini resmileştirdiği, silik hikâyelerin örüldüğü, sıvası
dökük duvarlarıyla yükselen dört katlı otelin arkaya bakan odasından çıkartılan
paçavralı ceset, sınırlarım içerisinde dedikodu olmaktan çok uzaktı. Anılar anı
olmaya mahkûm edildiğinden beri, insan kalbi dört odacıklı olmaktan çıkmış.
Tanrı, şefkat, vefa en önemlisi insanlık unutulmuş. Unutulanları sıralarken
fark ettim, anlatılanlar içinde ne çok kendimi unutmuşum. Şimdi hatırlıyorum da
sokak...
Sokak benim yalnızlığım.
***
KÖLE
Kıyıyı izleyen nehirlerinde yıkanan gözlerim, küçük düşlerin oynaşan parlaklığıyla daldığım derinlerin nihayetinde, aralanan sabahın mahmurluğuyla; çiğdemin yaprağından dem vurup, bahar güneşinden ağrı, toprağın bağrından kırağı, çocuğun süzülen çiğ taneleri ile yıkadığı sevdalı hülyalarına uyanışım.
Hoş geldin mabedime…
Bunun adı gönül! Ne iğrenti ne de gurur barındırır.
Adın yazılınca odacıklarına, çiğne aşkını tükür kanıma. Ruhumdan öte can, canan
olur. Damarlarımda en keskin iksirin ve gamım kalem, dilim bahtım, kelam
kâğıdım, mürekkebim kanım olsun.
Akşamım eşref saatinin sularını gördüğü dakikalarda,
kendini hissettiren meltemin tatlı esintileri okşarken zeytin karası saçlarını,
yasemin kokan baharın ve camına gölgesi düşen iğde ağaçlarının eşliğinde bir
çığ gibi büyüyüp içimden taşan, boşluğunu delip geçen nazarlık bakışlarım
pencerenden içeri doluyor. Görmez misin? Aşkımda feryat figan, köleyim,
bileğimde görünmeyen zincirler. Evinin duvarlarında inleyen ıslık sesler balyoz
edasıyla kulakları döverken, sen işitmedin mi? Yetmiyor mu, insanları gören
kaldırımların sokağında acıyla perdelenen nefes.
Havada asılı kalan tokattır sevdan.
Saniyeleri saydıran birbiri ardına dizili göz
kırpmaları ile bir vahşiyi dövercesine pârelendi suratımda, inceden sızı
yanağımda. Tam şurada solum da. Tenimin beyaz duruluğunda al al olan yanağın,
tokadı gören tarafı yüreğimin ise büsbütün her yanı acıyor. Şiddetinden olacak
geriye doğru sendeleyip kalıyorum. Bakıyorum etraflıca vefasızın göğsünde bir
eli; diğer eli ise boşlukta tutunacak, sımsıkı saracak, başkaca eşya, ya da
uzuv arıyor.
Nafile!
Seni kim affetsin tanrımdan başka.
Aradı boşlukları tutunamadı, tutunamadım. Yığıldı
kaldı. Dudak arasında iki kelam dökülüveren “beni de mi aciz kıldın?” diyen,
yarım bir ağızda yuvarlanan, eksik, belki yamalı cümleler sıralanan, buluverseydi
aradığını sıkıca saracak, ya bir çarenin, gönlümün yaralarını kim sarsaydı?
Güle güle viranem…
Ruhumdan koparılan gönül sayfama, kendi yalnızlığımı
karalayıp anlatmak istedim. Gözleri tıpkı seninkine benziyor: Uçurum gibi
derin, karanlık uyku kadar sessiz, cazip.
Boğulmak keder.
Çaresizlik kader.
Hayalinle batıyorum; diplere.
Karanlığın içindeki gölgelerin, loş ışıkların dans
edişini izliyorum. Soğuk duvarlarda zeytin karası saçlarını tarayan gölgen gibi
özlem kokuyor viranem. Ben buranın kölesiyim. Gerisi laf kalabalığı, sevdam ise
yalan. Saatler sınırlı mı? Vakit mi çok geç? Ben mi geç kaldım? Susmalarım;
konuşursam yalanım sana. Lafımın kalabalığına aldanma. Ruhum senin ruhuna
kilitli. Ruhunu açarsan varım, açmasan yok olurum.
***
KARATÜN
Haber ver ötelerden, zamanın da ötesinden.
Çığlık mıdır döven boşluğun duvarını?
Çığlık mıdır döven boşluğun duvarını?
Geleyim;
Kırılan mührün nanköre satılan boyasından,
Arta kalan son meteliği sayan sandalcıdan.
Suskunluğum;
Kırılan mührün nanköre satılan boyasından,
Arta kalan son meteliği sayan sandalcıdan.
Suskunluğum;
Saldırdığım dilin rengi
zifir.
Belki bir gece buluşmak için sıfır iyi bir vakit.
Nahoş ayrılıklara vermez ise aman,
Dalmak için nehrin mükemmel gece.
Nehir balıkları sırtına siyah benek mührü!
Sen gelin! Giyme beyazı gecemi giyen teni yakar.
Telef etmek midir niyetin balıklarımı?
Bilmez misin kabrim de taşım kara,
Işık mı sızar topraktan sol yana, tam şuraya.
Varın kıssası, geceler de seyyahım,
Karanlık rast gelmez erin uzununa.
Âlemim;
Belki bir gece buluşmak için sıfır iyi bir vakit.
Nahoş ayrılıklara vermez ise aman,
Dalmak için nehrin mükemmel gece.
Nehir balıkları sırtına siyah benek mührü!
Sen gelin! Giyme beyazı gecemi giyen teni yakar.
Telef etmek midir niyetin balıklarımı?
Bilmez misin kabrim de taşım kara,
Işık mı sızar topraktan sol yana, tam şuraya.
Varın kıssası, geceler de seyyahım,
Karanlık rast gelmez erin uzununa.
Âlemim;
Cümle bahtın teni kara,
Aydınlığı ver elin arayanına.
Sen beyazın gelini kulağıma eren çığlık,
Giyme ışığı gözler yokluğun âmâsı.
Uzuvlar gölgene saklı.
Aydınlığı ver elin arayanına.
Sen beyazın gelini kulağıma eren çığlık,
Giyme ışığı gözler yokluğun âmâsı.
Uzuvlar gölgene saklı.
Sen kokladığım dipsiz
kuyular nem!
Ben gölgeler aşığı, Romeo’su
Ben gölgeler aşığı, Romeo’su
Sen beyaz kadın Şirinim.
Kavuşmalar küçük hesabın sabahına mı kalır gebe?
Kavuşmalar küçük hesabın sabahına mı kalır gebe?
Yeter! Gecelerime gel.
Ben ölümü düğün bilir ıssızlığımla cenaze şenliği beklerim,
Beklediğim sorgu sual katrana bulanan saçlarında nihayet.
Karanlığım ile feda olayım.
Nazarına bir garip köle
oturttum,
Görmez misin eğri büğrü durur.
Görmez misin eğri büğrü durur.
Divanın da pençe, el ne
fark eder?
Diyor beyhude çırpınış son beyitler.
Noktayı koyma vakti.
Gece aydınlığın karanlık silahıyla cenk saati.
Sen! Bilmenin zehriyle lânetlemiş sevgili,
Karanlığa sevdalı olan olur mu ışığa,
Ya maşuka pervane?
Diyor beyhude çırpınış son beyitler.
Noktayı koyma vakti.
Gece aydınlığın karanlık silahıyla cenk saati.
Sen! Bilmenin zehriyle lânetlemiş sevgili,
Karanlığa sevdalı olan olur mu ışığa,
Ya maşuka pervane?
(02.08.2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder