HANZALA/Muhammed Şaban ÇİFTÇİ













Duyuyor musun sesleri? 
Öyle çok, mermiler sinekleri. 
Duyamazsın! 
Kulakların sağır değil ki senin. 

Görüyor musun beni? 
Şöyle puzzle parçaları gibi...
Göremezsin! 
Öyle, öyle gören gözlerinle bile göremezsin.

Sırtımı dönmedim ben size!
"Neredesin?" diye soracak olmayın, 
Sormayın! 
O ,o gören gözleriniz, sağlam kulaklarınız, 
Gaflet tüllerinin ardından anlamaz.

Anlayamazsınız beni! 
Sırtımı dönmedim ben size. 
Aynı safa davettir duruşum. 
Safları sıkı tutalım, 
Sıkı sıkı tutalım. 

Bir zeytin dalının daha gölgesinden 
mahrum kalmayalım! 


GÜLÜŞÜ ŞAM ÇOCUKLARIN/Samet YURTTAŞ

 


Bir müjdeyle  
Ateşin söndüğü şehirlere
Yeniden geldik
Anadolu’dan bir avuç toprak cebimizde

Mâbedlerin ve şehrin inşasında  
Yeniden
Fırat’ın ve Dicle’nin suyundan içerek
Saçları dağılmış çocukların
Şam gibi
Yeniden örmeye geldik

Ellerimizde inancın çevikliği
Yûnus’un ve Mevlana’nın izinden  
Köprüler kurarak
Çölleri diriltmeye geldik

Ağlayan çocukların peşinden
Zalimin tahtını devirmek için
Alparslan’ın soyundan geldik

Geldik geldik yeniden
Şimdi gülüşü Şam’dır çocukların
Gülüşü Şehr-i Gülistan

Bahtsız İnsanın Vazifesi (Hikâye)/Melih ÇAKMAK



Hiçbir iş yapmamanın verdiği bunalmışlık hissiyle kendimi sokağa attığım bir gece, hava da iyiden iyiye soğuyunca, gördüğüm ilk kahvehaneye sığındım. İçerisi boş sayılırdı. Kapının hemen sağında kel bir adam çayını yudumlarken gazete okuyordu. Gür bıyıklarını ve sinekkaydı tıraşını hatırlıyorum. Bu adamdan başka dükkanın diğer ucunda iki kişi sohbet ediyordu. Birinin arada bir ocağa bakmasından çaycı olduğunu anladım. Dişlerinin eksikliği hemen gözüme çarptı. Saçları önden açılmıştı, sakallarıysa sapsarıydı.

Masalardan birine geçtim, oturur oturmaz belimden ayak bileklerime doğru üşür gibi titredim. Allah’ım, ne çabuk yorulmuştum! Daha yirmi beşinde bile olmayan bedenim ne çabuk eskimişti. ‘Bunların hepsi boş bulunmaktan efendim.’ diye düşündüm. ‘Evet efendim, boşluktan. Evde durmak, gün boyu kendine hiçbir uğraş edinmemek, yatmak, yatmak… Tembellik en zararlı alışkanlıktan bile çok yıpratır insanı.’

- Ağabey!

Kafamı kaldırıp baktığımda şişman bir adam gördüm. Sahi bu da kimdi? Kahvehaneye girdiğimde çaycı birisiyle muhabbet ediyordu ama kimle konuştuğuna dikkat etmemiştim. Sadece varlığının farkına vardım, o kadar.

- Çay demleniyor. Birazdan getiririz.

Tamam anlamında başımı salladım. Aman Allah’ım, ne iri adamdı. Vücudu oturduğu sandalyeye öylesine yayılmıştı ki insanın orada sandalye olduğunu tahmin etmekten başka seçeneği kalmıyordu. Kocaman bedeninin üstüne kondurulmuş küçücük, tüysüz kafası ve kalın sesiyle herif tam bir uyumsuzluk içindeydi. Bir yandan çaycıyı dinliyor, bir yandan da elindeki tespihi öylesine çekiştiriyordu ki ipliğin patlaması an meselesiydi.

- Seni severim Ali, iyi çocuksun. Birkaç sakarlığının dışında pek hatanı da görmedim ama dükkan kendi kendine yetemiyor oğlum. Eskiden olsa neyse, bu saatlerde tıklım tıklım olurdu burası. İnsanlar oturacak sandalye bulamazdı. Lütfen, beni anlamalısın, bu tekneden iki kişiye ekmek çıkmaz artık. Hem büyük oğlan üniversiteye başlayacak, kızın da yaşı geldi; seneye, bilemedin öbür seneye evlendiririz. Yani bu dükkan ihtiyar bir çaycıya zor bakıyor, sana nasıl baksın?

Yağmur başladı. Rüzgar, uğultuyla kapıyı açmaya çabalıyordu. Şişman çırak yalvarırcasına:

- Lütfen usta, bu işten de çıkarıldığımı duyarsa dedem sokağa atar beni. Lütfen, yalvarırım beni kovmayın; çok ucuza, hatta karın tokluğuna çalışırım ama çıkarmayın beni.

Usta bir şey demedi. Gözlerindeki manasız bakışlardan çırağın boşuna yalvardığı anlaşılıyordu. Sanırım gerçekten çırağın çıkması gerekiyordu. Ocağa doğru gitti, kasa olarak kullandığı çekmeceyi açtı, biraz karıştırdı ve birkaç kağıt parçasını çırağa uzattı.

- Böyle icap ediyor Ali, kusura kalma.

Tespih parçalandı ve boncukları her yere saçıldı. Ali telaşla yerinden fırladı ve boncukları kovalamaya başladı. Heyecanla tespih tanelerini yakalamaya çalışıyor, titreyen elleriyle yakaladığı bir tespih tanesini tutarken, diğerlerini düşürüyordu. Çırak dükkanın içinde koştururken usta elinde parayla öylece dikiliyor, hiçbir şey söylemiyordu. Aniden bir kahkaha yükseldi arka taraftan. Geldiğimden beri gazeteden gözlerini ayırmayan kel adam gülmeye başlamıştı. Bir yandan anırırcasına kahkaha atıyor bir yandan da şişman çırağa hakaretler savuruyordu.

- Beceriksiz herif! Seni doğuran anaya yazık be! İhtiyara kaç kere dedim şunu at işten diye. Sana yemek verende kabahat…

Ali’ye acımamak mümkün değildi. Belli ki çok utanmıştı, tespih tanelerini yakalamaya çalışırken birkaç defa kafasını çarptı, muhtemelen acımış olmasına rağmen aldırmıyor, boncukları kovalamaya devam ediyordu. Usta bu süre zarfında elinde parayla, ayakta, öylece dikiliyordu. Ali, herifin kahkahaları eşliğinde bir dakika kadar boncukları kovaladı. Tüm tespihi topladığı kanaatine varınca ayağa kalktı, yavaşça sandalyesine geri döndü. Oturduğunda nefes nefese kalmıştı.

- Allah seni ne yapmasın! Akşam akşam eğlendirdin beni, hiç güleceğim yoktu.

Bu esnada çay demlenmişti. Yalnız içilen çayın tadı genelde güzel olmaz. İşte bu tam da öyle bir çaydı.

Ali sandalyesinden kalktı, gözleri deminkinden daha yaşlıydı artık. Ağır hareketlerle ustanın masaya koyduğu parayı aldı. Saymadan pantolonunun cebine sokuşturdu ve masasına geri dönüp soğumuş çayından bir yudum içti. Uzun yıllar boyunca ezilmiş, sindirilmiş her insanın yaptığı gibi o da kendisini aşağılayan adama hiç yanıt vermemişti. Böyle insanların utandırıldıklarında yüzlerinde çaresiz bir gülümseme olur, ellerinden bir şey gelmediği gibi insanları eğlendirmeyi kendilerine görev edinirler ve karşıdaki sıkılıp susana kadar buna devam ederler. Hatta bazıları üstlendikleri soytarı rolünü öylesine benimser ki kimselerin kendileriyle alay etmediği saygılı insanlardan oluşan bir meclis tuhaf gelir onlara. Hiç ezilmemiş insanlar bunu asla anlayamazlar ve bu böyle sürüp gider.

İhtiyar çaycı kasada hasılatı sayarken Ali başını öne eğmiş oturuyor, kel adam ise gazete karıştırıyordu. Adamın, karnını tutarak, gözünden yaş gelene kadar güldükten sonra eski ciddiyetine bürünmesi fazla vaktini almamıştı. Şimdi ise ağırbaşlı bir insan edasıyla gazetenin yapraklarını çeviriyor, pürdikkat günlük havadisleri okuyordu.

Kısa zaman sonra yağmur hızını kesmiş, dışarısı izlenebilir hale gelmişti. Kalkmaya karar verdim. Çayı aceleyle içip biraz daha oturduktan sonra ocağa, ihtiyar çaycının yanına yöneldim. Ücreti ödemek için elimi cebime götürüyordum ki cüzdanımı evde bıraktığımı hatırladım. Gerçekten de, ne yapmalıydım şimdi? Kahvehaneye bir şeyler içmek için değil ısınma amacıyla girmiştim ama esnaf müşterisini boş bırakır mıydı hiç? Ne diyecektim ben ihtiyara? Efendim, aslına bakarsanız kahvehanenize çay içmeye değil dinlenmeye gelmiştim. Hiç istemediğim halde çayı getiren sizlersiniz…’ İhtiyar adamla da hiç tanışmıyordum ki sonra vereyim diyecek yüzüm olsun? Çare yok gibi gözüküyordu. Ocağın oraya, ihtiyarın yanına kadar yürüdüm. Yabancılardan istekte bulunmak insanın sesini kısar. Hemen önünde durup bana bakmasını beklerken ne diyeceğimi düşünüyordum. ‘Pardon beyefendi, çayınızı içtim ancak evden çıkarken cüzdanımı almayı unutmuşum ve bunu şimdi fark ediyorum. Çabucak eve gidip parayı getirsem sizin için sıkıntı olur mu? Zira başka seçeneğim yok.’ Adamın dibindeydim ancak ihtiyar yüzüme bakmamakta ısrar ediyordu. ‘Affedersiniz.’, dedim. Elindeki çay bardağını rafa yerleştirdi.

- Pardon ama ben… Yani şimdi çayınızı içtim de, evden çıkarken cüzdanımı unutmuşum. Acaba eve gidip parayı getirip gelsem…

Vakit hayli ilerlemişti. Sözümü bitirdikten hemen sonra, muhtemelen yürümek için oldukça uzak sayılabilecek evime gidip gelene kadar dükkanın kapanacağı aklıma geldi ve anında pişman oldum. Şimdi ne yapmalıydı? İhtiyar çaycı kafasını kaldırıp söze başlayacakken şişman çırağı araya girdi:

- Ben öderim beyefendi, bir çay içtiniz değil mi?

Bazı nazik yurttaşlarımız bu cömert teklifi sanki başka çarem varmış gibi geri çevirmem gerektiğini söyleyebilirler.

- Teşekkür ederim. Evet, bir çay içtim. Evden aceleyle çıktığım için cüzdanımı almayı unutmuşum, son zamanlarda pek dalgınım. Hakkınızı helal edin lütfen.

- Lafı mı olur efendim.

Kapının orada gazete okuyan kel adam sessizliğini bozdu.

- Ulan hıyar Ali! Ayranın yok içmeye, hala gösteriş peşindesin. Sanarsın hayırsever, hahaha. Önce aç karnını doyur! Hoş, senin gibilerin parası olsa ne fark eder? Deden olacak o içi geçmişin yerinde olsam seni beş dakika barındırmazdım da, adamcağız yalnız kalacak işte. Yoksa yerin köpek kulübesi senin.

Bu adam, geldiğimden beri sadece şişman çırağı aşağılamak için ağzını açmıştı. Dayanamadım, benden beklenmeyecek bir cesaretle kel adama doğru döndüm ve:

- Bağışlayınız efendim, aranızda geçenleri bilmiyorum. Ancak Ali’ye bu kadar ağır konuşmakla hata etmiyor musunuz?

- Ben mi hata ediyormuşum? Kusura kalma genç adam, hahaha! -Kaşlarını çatarak- Bu herif fare be, fare! Bunların topunu bileklerinden keseceksin. İflah olmaz yoksa bu adiler. Hem sana ne ulan! Daha kimi savunduğundan bile haberin yok.

Tam o anda umulmadık bir olay oldu. Ali iskemlesinden kalkıp adama doğru iki koşar adım attıktan sonra bir anda yerine çakılmış gibi durdu. Yumruklarını sıkıyor, gözyaşlarına engel olmaya çalışıyor, içine ağlıyordu. Herif, bu anı bekliyor olmalı ki, Ali’ye ağır bir küfür savurup yüzüne sert bir tokat attı. Tokadın etkisiyle şaşalayan Ali bir adım geri atıp başını öne eğdi. Zavallı genç bir yandan ağlıyor, bir yandan da yediği tokadı daha önce kim bilir kaç defa zedelenmiş gururuna yutturmaya çalışıyordu. Konuşmaya çabalıyordu ancak düğümlenmiş boğazının kelimelerin çıkmasına izin vermediği belliydi.
- Sus!
Sadece bu kadar konuşabildi. Bunu söylerken bile sesinin titremesine engel olamamış, hemen ardından tamamıyla gözyaşlarına boğulmuştu. İki eliyle yüzünü kapayıp koşarak kahvehaneden çıktı. İhtiyar çaycı inanılmaz bir kayıtsızlıkla işlerine devam ediyordu, olanlara karışmamak için kendini oyaladığına inanmak üzereydim. Kel herif sandalyesine oturmuş, duyulur duyulmaz bir sesle söyleniyordu. Bir an düşündükten sonra Ali’nin arkasından koştum…

İnsanlar, günahkarı cezalandırırken beklemeyi sevmezler. Hüküm onların vicdanında çoktan verilmiştir. Çünkü suçlunun cezalandırılması insanlara sadistçe bir hazzı tattırır. Yaşadıkları bu zevki de ‘Adalet yerini buldu.’ diyerek meşrulaştırırlar. Oysa ahlakı ve kanunu kendilerince arkalarına alan bu insanları artık ne durdurabilir?

Ali, bu zevkin kurbanlarından sadece biriydi. Peki, ben niçin Ali’nin peşinden koşuyordum? Belli ki bir suç işlemişti ama içimde doğan merhamet de neyin nesiydi? Bu mesele üzerine düşündüm dostlar. İnsan kendine benzeyen biriyle tanışma fırsatını bulduğunda vaktince kendisine neden yardım edilmediğini daha iyi anlıyor. Senelerce aşağılanmış bu gence karşı takınacağım kayıtsız ruh hali şahsıma ihanet ettiğim manasına gelirdi.

Ali, aldığı nefesin ona yüklediği vazifeyi, ümit ederek onun hakkını vermesi gerektiğini kendisiyle tanıştığımda henüz bilmiyordu. Şişman çırağın akıbeti bu hikayenin konusu değil ama şu kadarını söyleyebilirim ki o gece Ali’nin peşinden gitmeseydim, onun ilk arkadaşı olarak bu hayatın sevmeye değer olduğunu göstermeseydim zavallının hayat hikayesi felaketle sonuçlanabilirdi. Ancak öykümüz burada sonlanıyor, umudun insanı nasıl iyileştirdiği ise bir başka hikayenin konusu.


* * *
Özgeçmiş


2002 yılında İstanbul’da doğmuştur. Aslen Bursalıdır. İstanbul Teknik Üniversitesinde Endüstri Mühendisliği lisans eğitimine devam etmektedir

AĞIR/T (Şiir)-Ahmet Enbiya UZDİL



Yiğit iken ölenlere/gök ekini biçmiş gibi

Yiğittiniz,
Yiğitçe durdunuz mevzilerin ucunda
Başınızı kaldırdınız mı mertçeydi
Ve eğdinizse boynunuzu
Şanınızdandı
Biz şahit ve şaşkın izledik dünyadan geçişinizi
Geçip gittiniz ve bir defa olsun
dönüp bakmadınız

Tarif ederken sizi Ahmet abi
Hür ve serazat derdi
Hürdünüz ve serazat
ve tek başınıza

Ölümle kucaklaşırken ondan
Sarıldınız birbirinize
Eski bir dost gibi
 
Eski bir dost gibi
Bir gece sabaha doğru
Buluştunuz tenhada kimseler görmedi
Bilmeyen öldü sandı
Oysa biz hiç inanmadık
“Bilmeyen ne bilesi”
Canlar ölesi değil

Bir bir düşerken beden kafesleriniz toprağa
Gök alemine varıp oturdu can kuşlarınız
Kiminizin göğsünde çiğdemler açtı
Kiminizin tomurcuk güller
Erzurum ateş-i aşk ile kaynadı
Dağlarda karlar oysa
henüz erimemişti

Şahidiz
Ancak bir şehadet yakışırdı
Parlak çehrelerinize
Çünkü dünya kirletemedi sizin ahdinizi

Bayrak oldunuz
Bayrak oldunuz ve seyre
Aziz memleketin dört bir yanından kuşlar geldi
Kuşlar geldi mezar başlarınıza
Güvercin, kırlangıç, turna ve karga
Dönüp durduk beraber
Dönüp durduk günlerce
Bilmeyen deli sandı
Oysa biz hiç aldırmadık
“Bilmeyen ne bilesi”
Canlar ölesi değil


KESTANE(Hikâye)/Mehmet BOZDAĞ


Taksim meydanından istiklâl caddesine doğru kıvrılan noktada kestaneciler ocaklarını kurmuş müşteri bekliyorlar. Nefsime yenik düştüm nefsim körelsin diye "accicik alayım." dedim. Vakit tam ikindi olmuş, taksim camiinden yükselen ezan sesiyle anladım tabi bunu. Ocağa doğru yanaştım lafa girip kestanemi sipariş edemeden tez canlılıkla satıcı:

- "Hello my friends, welcommen, bonjoure" gibi gavurca birtakım sözcükler sarf etti. Ezan da ne gür okunuyor. Caminin dibi, İstiklâl’in girişi derken benim içimdeki gavurluğu bu satıcı nasıl görebilir? Sahiden var mıydı halimde, suretimde bir gavurluk emaresi diye düşünürken Cihan abiyi ve Raşit abiyi bir kere andım içimden. Dükkân diliyle birkaç espirik, gülünçlü sahneler canlandı kafamda. Her neyse bu düşünce baloncuklarını hocamın nar çubuklarıyla kovalayıp satıcıya Allah’ın selamını verdim:

-Selamünaleyküm, kaç kuruş kestane?

Bir şeyin fiyatını sorarken "kaç kuruş" diye sormayı adet edindim kendime bir nevi psikolojik olarak enflasyonla mücadele sürdürüyorum.

-Vay abim Türk müsün?

-Türküm.

Mehmet abinin hafif tebessüm halini andırır haliyle söyledim.

-Allah seni inandırsın sabah 7’de açtıydım tezgâhı ilk Türk müşterim sensin.

O anda beni sadece kestanenin fiyatı ilgilendiriyordu. Çünkü tezgâhın köşesine 100gr 200tl diye fiyat çekmiş. “Meteliğim yeter mi 100gr kestane almaya?” diye düşüncelerle boğuşurken satıcı:

-Türk kalmadı buralarda hep gavur milleti sefa sürer oldu.

-Taksim işte abim. Burada 72.5 millet gezinir durur.

-72.5 milletin hesabını yapamam şimdi, seni gördüm sevindim valla.

Sevinsin tabi sevinmesin mi? Hem müşteriyim hem de Türküm onun için. Ama benim aklım hâlâ cüzdanda. “Ulan! bakıp da alamazsam üstelik gavurların da arkamda sıra olup kestane beklediği halde yuhh olsun! bana da Türklüğüme de.” Bunları derken ezan sesi de kulaklarımdan yavaş yavaş silinmeye başlamasın mı? Kaldık bir başına satıcı, ben ve bir de cüzdan. O sırada imdadıma bir camel uzandı. Sigara dalı ilk defa o zaman gözüme bir ağaç dalı gibi göründü.

-Hele yak hemşerim!

İnsanın böyle umutsuz anlarında izmariti eze eze sigara içesi gelir zaten. Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirirken göz ucuyla arkamdaki kuyruğu süzdüm. Mahşer Taksim meydanı olabilir miydi? Bu modern sanat budalaları -budala kelimesi hakaret değil uğraşı anlamında- Taksim meydanında ufak çaplı bir mahşer performansı sergileyebilirler aslında. Siyahi bir adam, çekik gözlü kızlar ve ablak suratı sarı teniyle zannedersem alman bir adamı gördüm. Hikâyenin Temeli de ben oluyordum anlaşılan.

Bir yandan ceplerimi kurcalayıp çakmak arama telaşındayım bir yandan da arkamdaki kuyruğu süzmekteydim. Bizim bu milletin pratikte bu kadar gelişmiş olması da hayret verici. Bütün ceplerime tek tek bakındığım halde çakmak çıkmayınca maşanın ucuyla kıpkırmızı bir köz uzatıldı. Çakmak aramak bahanesiyle düştüğüm hali anlama çabam orada son buldu. Sorgusuz sualsiz közle sigaramı yaktım. Yaşanan bu sahne izleyiciler için de ufak çaplı bir şov oldu resmen. En çok da çekik gözlü kızları heyecanlandırdı sanırım. Siyahi adam benim alışveriş yapmaya pek niyetimin olmadığını anlayıp cebinden kocaman bir 200’lük çıkarttı, iki parmağının ucuyla uzattı. Para yeni çekilmiş olmalıydı. Bunu paradaki Yunus Emre resminden anladım.

Közü uzatan kestaneci; Taksim’de ne kadar eski olduğundan, İstanbul’a ne vakit geldiğinden, görüp geçirdiklerinden bahsedip bana nasihat etmeye yeltenecekti belki de ama siyahi adamın uzattığı 200’lüğü alarak bundan vazgeçtiğini hissettim.

-Bak! Mesela bu adam Allah bilir nereden geldi? Halooo where are you from? You from Somali?

Siyahi adam kendisine gülerek yöneltilen bu kötü İngilizce sorusu karşısında şaşırdı.

- No somali. Kestane, kestane!

- Vericem kestaneni bekle biraz. Adın ne senin vat iz yor neym?

- İbrahim benim ismim

- Allah allah! nerelisin sen ibraaahiimm?

- Sivaslıyım ben abe, sen neresi Türkiye?

Tezgahtar güldü ben güldüm, tezgahtar güldü ben güldüm ibrahim gülmedi. İbrahim gerçekten de Sivaslıydı çünkü.

-Siirtliyim ben, ibrahim!

“Nerelisin?” sorusuyla birçok cevabı soru sorulmadan alınabilirdi. Edirne’den Kars’a uzanan ipekten bir halıyı andıran bu memlekette üzerinde barındırdığı bütün renklerin ifşası için tek bir soru yetiyordu.

“Nerelisin?”

Siirtli tezgahtarın Kürt olduğu besbelli ortadaydı. Benim çekik gözlerimden, seyrek sakallarımdan yörüğü andıran tipim ve İbrahim’in hacer’ül esvedi andıran güzel teniyle ortamın yarattığı gülünçlüğü ve isabet ettiği konu bakımından ciddiyeti beni düşündürdü. Mesele kestane pazarlığı olmaktan çıkıp Fransız sosyologların ağzını sulandıran bir vakaya dönüştü. O gün siirtli tezgahtar, ben ve ibrahim bir millet olmuştuk.



BİR SU DAMLASI/ MİNE GÖKTÜRK



Bir su damlası
Ne çok kiri pası
Okyanus paklasa
Temizlenmez aynası

Bir su damlası
Kendi zerre içinde
Bir su damlası
Kürre onun içinde

Bir su damlası
Ağar göğe doğru
Bir su damlası
Yüzü yere doğru

Bir su damlası
Gider geldiği yere doğru
Bir su damlası
Derler adı insanoğlu

Kuşatılmış Şehirler Atlası/ Sibel Kök



Yakılmış bir şehir neyi anımsatır

Yakılmış ve tutsak edilmiş 

Grozni'de bir resim

Beyrut'ta bir sokak

Keşmir'de sessiz bir çığlık 

Düşer üzerime alınlarından damlayan kan

Çocuk yüzlerinin 

Dilimde hala genç ölen kızların şarkısı 


Bir yitiktir onur dediği insanın 

Vicdan ya da

Bu yitiği kim buldurur

Gönenen zalimken üstelik 


Gel kalan son nefer bizmişiz gibi

Son nefesimize kadar

Buğzedelim onlara

Çağa ve çağın tüm nemrutlarına

Elimizde taş olsun öfkemiz

Soluk soluğa koşsun sinemizde atlar

Nal sesleri Kudüs'ün sokaklarında duyulsun

KENDİ HALİME YANDIM/Samet YURTTAŞ

 


Gecenin şakağından

Bir tutam çiçek kopardım.

Ezdim, çiğnedim, göğsüme astım...

Dünya pınarına vardım.

Köklerine bir damla su bıraktım.

Her gece boğularak uyandım.

Bulutların ardından yürüyenler,

İmrendim sizin dünya halinize.

Güneş vurdukça pencereme

Duvarların ardında

Kendimi bir sır gibi sakladım.

Ben duvarların ardında

Kül gibi yanmışım.

Dilim dönmedi dünya haline.

Rüzgârı sırtıma aldım.

Dağlara tırmandım.

Kalbim buz tutmuş,

Kaf dağının zirvesinde.

Dönmedim kendi sesime,

Oturdum kendi halime yandım


GERMANİCİA GÜZELİ/Hasan KEKLİKCİ

 


Germanicia Güzeli Ali Avgın’ın üçüncü romanı. Daha önce Han Duvarları/Kalbe Düşen Kor ve Kayıp Sevda/Yasaklı Yılların Gizemli Aşkı romanlarını okumuştum. Her ikisini de beğenmiştim. Son kitabı Germanicia Güzeli, Eftalya Kitap’tan 2021 yılında 312 sayfa olarak çıkmış.

Okuduğum kitaplarla ilgili zaman zaman yazılar yazdığım oluyor. Şunu gönül rahatlığı içinde söyleyebilirim ki bu yazıları bir Molla Kasım özentisi içerisinde yapmak asla ve kat’a aklımın ucundan geçmez. Bizimki olsa olsa bir dostun emek verip, göz nuru dökerek meydana getirdiği eseri hakkında, dilimizin döndüğü ölçüde güzel sözler söylemek; bunun yanında, eserin güzelline güzellik katacağını umduğumuz, eksiklik demeyelim de aksaklıkları dile getirmek, kayda geçirmektir. Bu aynı zamanda; gözü kitap sayfasında, kulağı televizyonda, aklı cep telefonundaki “beğeni”lerde olan bir kısım günümüz okurunun içinde bulunduğu garabete de parmak basmaktır. Akşam sabah izlediği videolar hakkında her türlü yorumu yapan ancak, okuduğu bir kitap hakkında tek kelime edemeyen okurlara olan kırgınlığımızın dile getirilmesi, dışavurumudur.


Ali Avgın, memleketini seven, içtiği suyun, soluduğu havanın kıymetini bilen ve şehrinin ilerlemesi için çalışan; derviş meşrepli, sade yazan değil aynı zamanda okuyan, araştıran bir insandır. Hikâye ve roman eleştirmenleri, kahramanların yazarlarına benzediklerini ve yazarlarla birlikte onların da mesafe kat ettiklerini söyler. Halide Edip Adıvar da “Bugün bütün dünyada roman biçimi arkasında okuyuculara yenmez yutulmaz bilgiçlikler, anlamsızlıklar ve saçmalar sunulmaktadır.” diyor. Eserlerine dikkatle bakıldığı zaman, kahramanlarının kendisi gibi derviş meşrepli insanlar olduğu görülür, Ali Avgın’ın. Mesela “Güneş üstüne doğmamış, abdestsiz ezan dinlememiş…” diyordu ilk kitabında Selim Dede için. Son kitabının kahramanı Antinius da, çok sağlam bir karakter ve çok iyi anlatılmış bir başkahraman olarak kitaptaki yerini almış. O günkü dinin şartlarına göre güzel dinî eğitim almış, her bakımdan mâhir bir ustanın elinde yetişmiştir. Germanicia Güzeli’ne geçmeden önce yazarın Kahramanmaraş’ı; cadde, sokak, çarşı ve pazar isimleri ile kitaplarına aldığını, olayların geçtiği yerleri isim isim saydığını, böylelikle eserlerine ayrıca bir güzellik kattığını söylemeden olmaz.

Germanicia Güzeli romanını bir akşam elime aldım ikinci akşam okuyup bitirdim. Kitaba konu olan zamandaki Maraş’la ilgili geniş bilgiler, o zamanki dine dair güzel tespitler, İstanbul’dan gelen gençlerin şehir gezileri, araştırmaları ve tarihi yerlere yaptıkları yolculukları, Maraş’ta kendi alanlarında güzel çalışmalar yapmış ve hâlâ çalışmalarına devam eden değerli hocalarla birlikte, tarihi niteliği olan yerlere gitmesi çok güzel anlatılmış. Eshab-ı Kehf gezisi ve o mukaddes yerin anlatılmasından bizim gibi her okuyucunun da etkileneceğini tahmin ediyorum. Özellikle o bölümleri okurken rahmetli Ali Saim Emirmahmudoğlu hocayı rahmetle yâd ettim. Ali Saim Hoca, ömrünün sonuna kadar Karacoğlan’ın Maraşlı, Eshab-ı Kehf’in de Afşin’de olduğunu ispat etmeye çalışmıştı. Mekânı cennet olsun. Böyle bir çalışmayı görmek onu çok mutlu edecekti.

Kitabın ortalarına doğru başlayan heyecan sonuna kadar devam ediyor. Geben bölgesindeki Kızılkale’nin komutanı Gordios’un oğlu Antinius, Yaşar Kemal’in Ala Geyik hikâyesindeki geyik avcısı Halil gibi bir ceylanın peşine düşüyor. Bir okla ceylanı yaralıyor. Sonra ceylan kaçıyor kendi kovalıyor. Kovalıyor ama bu kovalama o kadar güzel anlatılmış ki okuyucuyu da ardı sıra sürüklüyor. Öyle heyecana geliyorsunuz ki elinizi sırtınıza atıp, sadağınızdan ok alacakmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz! Antinius, bir zamanlar kalede bulunan Maraş Aslanı heykeline ilham olan aslanla yaşadığı maceraların ardından, Hasan Ejderha’nın “Ah Ceylan! … senin gözlerinden kopan/bir deniz boğulur bende” dediği ve kendisinin “Sana kalbimi çıkarıp vermek isterdim…” diyeceği Maria’nın kucağında buluyor, yaralı ceylanını…

Bölümler kısa olmasına rağmen, bölümler arasındaki bağlantılarda gözü ve zihni rahatsız edecek bir kopukluğa meydan vermemiş yazar. Ufak tefek editör aksaklıklarını da hesaba katmamak gerekir. Fakat Meryemçil’in hikâyesini kısa da olsa önce muhtar anlatmış. Daha sonra bu hikâyeye etraflıca yer verilmiş kitapta. “Meşâleler, Roma’nın üzerine gökten serpilmiş yıldızlar gibi cılız, titrek, sarı noktalar halinde görünüyordu.” Roman ve hikâyeye ayrı bir güzellik katan bunun gibi güzel tasvirlerin de yeteri kadar kullanılmadığı görülmektedir. İki yerde “Mehmet Hoca … Kendine has üslubuyla…” diyor. Acaba Mehmet Hoca’nın kendine has üslubu tasvir edilseydi, etraflıca anlatılsaydı daha mı güzel olurdu, diye düşünmeden edemiyor insan.

Kitabın nasıl bittiğini, sonunun nereye vardığını burada anlatmak tabiî ki verilen bunca emeğe saygısızlık olur. Okuyan herkesin “Allah, Allah bunu yazan o günde böyle bir sonu nasıl hayal etmiş?” demekten kendini alamayacağı bir sonla bağlanmış, Germanicia Güzeli

ÜÇ GÜNDÜR AÇIM HOCAM BEN / Teyfik KARADAŞ

 


Gölbaşı; göklere yükselen karlı dağları, dünyanın en kaliteli çerezlik üzümlerinin yetiştiği üzüm bağları, binlerce çeşit kuşa ve onlarca çeşit balığa ev sahipliği yapan gölleri ve Mezopotamya topraklarına can veren ırmaklarıyla ülkemizin saklı cennetlerinden bir köşedir. Doğuyu Akdeniz’e bağlayan karayolu ve demir yolu Gölbaşı’nı bir bıçak gibi tam ortadan ikiye bölmektedir. Gölbaşı önemli doğalgaz boru hattı ve NATO petrol boru hatlarının geçtiği jeopolitik bakımdan önemli bir coğrafya yer almaktadır.

Kısmet oldu bende bu şirin ilçede faaliyet gösteren Gölbaşı Meslek Yüksekokulunda on bir yıl Yüksekokul Sekreteri olarak görev yaptım. Göreve başladıktan sonra 4 yıl süreyle Türk Dili Derslerini de ücretli öğretim görevlisi olarak okuttum. Derse girdiğim yıllarda okulun öğrencilerini daha yakından tanıma ve diyalog kurma imkânım oluyordu. Öğrenci mevcudumuz çok azdı. Derse girdiğim sınıflarda öğrencilere “Maddi ve manevi sıkıntısı olan öğrenciler hiç çekinmeden yanıma gelsin. Sorunlarının çözümünde, dertlerinin giderilmesinde yardımcı olurum” diye tembihte bulunuyordum.

Öğrencilerde beni sınıfta yakinen tanıyınca; babacan tavırlı, yardımsever bir insan olduğuma inanıyorlar, odama gelerek okulla ilgili veya şahıslarına münhasır özel sıkıntılarını bile çekinmeden benimle paylaşıyorlardı. İlçede Kredi ve Yurtlar Kurumuna bağlı öğrenci yurdu yoktu ama yüksekokulumuzun bünyesinde yüz kişilik bir kız öğrenci yurdu bulunuyordu. Yurt dediğimiz yer aslında bir artı bir, on sekiz adet apart daireden oluşan tatil köyü sitesiydi. Bu yurduda bizler alt yapı ve fiziki imkanların yetersiz olduğu halde, öğrencilerimiz açıkta kalmasın diye el yordamıyla işletiyorduk. Yurt olarak kullandığımız apart dairelerin tam arkasında demir yolu vardı. Demir yolundan ağır tonajlı maden taşıyan yük tenleri geçtiği zaman binalar dört şiddetinde deprem olmuş gibi sallanıyordu. Sarsıntı nedeniyle aparatların tavan betonlarında çatlaklar oluşuyor, çatlayan yerlerden de yağmur ve kar suları sızıyordu. Kaldığı apart ta musluğu bozulan, camı kırılan, ampulü patlayan veya başka bir arızası bulunan öğrenciler yanıma rahatlıkla gelip sorununu anlatıyordu. Bende derhal okulun teknisyenine talimat verip onarım işini yaptırıyordum. Apart daireler yurt olarak kullanılmakta işlevsiz bile olsa kız öğrencilerin barınma ihtiyacını karşılamaya yetiyordu. Erkek öğrencilerimiz ise barınma hususunda oldukça perişandı. Kiralık ev bulma konusunda zorlanıyorlardı. İlçe halkı hiç kullanmadıkları, işlerine yaramayan gece kondu bölgesindeki boş evleri bile erkek öğrencilere kiraya vermek istemiyorlardı. Bu defa devreye ben veya okulun yerli memurları girip kiralama konusunda öğrencilere kefil oluyorduk. Okulda görev yapan öğretim elamanları o zamanlar çok genç ve yabancı oldukları için ilçe halkı ile sosyal ilişkileri pek yoktu.

Öğrencilerin çoğu Adıyaman’dan veya Adıyaman’a komşu illerden geliyordu. Batıdan gelen öğrenci mevcudu bir elin parmakları kadar azdı. Okulumuzu kazanan öğrenciler ise genellikle fakir ailelerin çocuklarıydı. Hali vakti yerinde olan ailelerinin çocukları ise bir dönem sonra yatay geçiş yoluyla başka üniversitelere gidiyorlardı. Fakir öğrenciler devletten aldıkları kredi ve yaz tatillerinde inşaat veya tarım işlerinde çalışarak kazandıkları az miktardaki harçlıklarla geçinmeye çalışıyordu. Ben Türk Eğitim Vakfı Adıyaman Üniversitesi Temsilcisi olarak görev yaptığım için mülakat esnasında öğrencilerin ekonomik yönden ne kadar işler acısı durumda olduklarını görüyordum. Bir defa Fen Edebiyat Fakültesinde öğrencileri mülakat yaparken bir öğrencinin durumundan etkilenip göz yaşlarımı tutamadım. Ağlamaklı halimi kimse görmesin diye kendimi yaydan fırlamış ok gibi dışarı attım. Lavaboda on dakika kadar ağlayıp, elimi-yüzümü yıkayıp, gözyaşımı sildikten sonra mülakat salonuna geri gittim. Adıyaman merkezde okuyan öğrenciler fakir dahi olsalar, Gölbaşı’nda okuyan öğrenciler gibi barınma sorunları yoktu.

Kendimde ekonomik yönden zor şarlar altında okuduğum için Gölbaşı Meslek Yüksekokulunun öğrencilerini açta açıkta bırakmamak için vicdani bir sorumluluk olarak çok gayret sarf ediyordum. Bu nedenle “Başın düşerse dara, Mustafa Taşar’ı ara” misali başı dara düşen, sıkıntısı olan öğrencilerin tamamı sıkıntısı gidermem, işlerine yardımcı olmam için yanıma geliyorlardı. Atalarımızın “Köşker kendi söküğünü dikemez” dediği gibi sıkıntısı olan bazı öğrencilerde mahcup olurum düşüncesiyle kendi dertleri pek anlatamazlardı. Böyle durumdaki öğrencilerin durumlarını bana başka öğrenciler veya okul çalışanları naklederdi. İstisnalar kaideyi bozmaz tabi. İşte günlerimiz dert babası gibi dert keder çözme gayretiyle gelip geçerdi.

 İlk bahar mevsimi gelmiş söğüt, çınar ve akasya ağaçları yeşermeye başlamıştı. Bir gün idari binadaki odamda tek başıma oturmuş penceremden hem canlanmaya başlamış doğayı inceliyor hem Gölbaşı Gölü üzerinde uçan kuşları seyrediyordum. Bazen göl üzerinden uçan bir turna, bazen topraktan çıkan bir papatya çiçeği bana ilham kaynağı olabiliyordu. İlham yakaladığım anda bir şiir yazıyor, an itibariyle dünyanın en mutlu insanı ben olabiliyordum. Bu anda elimdeki kupa bardak içindeki çay hafiften soğumuş yudumlama kıvamına gelmişti. Üniversitede okurken eğitim yönetimi dersine gelen Bekir Türkmen Hocamız “Meslek hayatınızda okul müdürü, milli eğitim müdürü hatta bakanlık müsteşarı gibi idari görevlere atanabilirsiniz. İdari bir göreve atandığınız zaman makamınıza bir bayan girdiğinde kapınız açık kalsın. Mümkünse yanınızda bir insan daha bulunsun” diye bize nasihat ederdi. Biz bu konuda hocanın başına nasıl bir iş, nasıl bir sıkıntı geldiği bilmezdik ama hoca arada bir bu nasihatini tekrar ederdi. Bekir Hoca biraz aykırı bir insandı. Bu nedenle öğrencilerin çoğu onu sevmezdi ama ben çok severdim. Derslerini can kulağıyla dinlerdim. Genç yaşta yöneticilik görevine başladıktan hocamızın bu nasihati doğrultusunda odamın kapısını disiplin soruşturması, toplantı gibi gizlilik arz eden haller dışında sürekli açık tutmaya başladım. Belören İlköğretim Okulunda müdür yardımcısı olarak görev yaparken odamın kapısı doğrudan koridora açılırken yüksekokulda benim odama girmeden önce sekreter hanımın odası vardı. Sekreter hanıma sürekli olarak “bizim okulun çalışanları ve öğrencileri geldiği zaman benim odama doğrudan girsinler. Zorluk çıkartma” diye sözlü talimat verirdim. Bu nedenle işçiler, güvenlikçiler, memurlar ve öğrenciler yanıma rahatlıkla gelip giderdi. O gün odama önceden tanıdığım fakat fazla bir samimiyetim olmayan Merve isimli bir öğrenci geldi. Merve kısa boylu, esmer tenli ve tesettürlü bir öğrenciydi. Merve içeri girdiğinde gözlerinden bulgur bulgur yaş akıyordu. Bu akan yaşlarda hafif şiddette yağan bir yağmur gibi odanın tabandaki halıyı ıslatıyordu. Merve’nin lisanı halinden önemli bir derdinin olduğu anlaşılıyordu. Ben “Buyur otur Merve kızım” diye yer gösterdim. Merve “Hocam kapıyı kapatabilir miyim?” dedi. Ben “Kapat” dedim ama o anda aklıma acaba birileri bu kızı taciz mi etti diye bir kuşku geldi.

Merve kapıyı kapattı. Gösterdiğim koltuğa oturup hıçkıraraktan iki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. Merve ağlarken ben istemeyerek te olsa Merve’nin kılık kıyafetini inceledim. Merve’nin üzerindeki hâkî yeşili ceket eskimiş, bir ipliğini çeksen bin parçaya bölünecek hale gelmiş. Giydiği siyah etek yıkanıp, ütülene, ütülene siyahtan griye dönmüş renk değiştirmişti. Triko kazağı yıkana, yıkana iyice genişlemiş Merve’nin üzerinden çıkacak gibi duruyordu. Ayakkabısını anlatmaya gerek yok. Dilenciye versen ayağına giymez durumdaydı. Fakirliğin bütün emareleri Merve’nin üzerinde mevcuttu. Merve’nin bu halini görünce yüreğimin başı cız etti. Ortaokul yıllarımda komşunun verdiği ikinci el elbiseyle okula gittiğim günler geldi aklıma. Merve on dakika kadar ağladı. İyice rahatlasın diye Merve ağlarken ben Merve’ye hiç müdahale etmedim. Ağlaması kesilince göz yaşlarını benim verdiğim peçetelerle sildi. Bir bardak su içip kısık bir sesle başladı anlatmaya. “Hocam ben Adıyaman’ın falan ilçesinin falan köyündenim. Köyün ilkokuldan sonra okula giden tek kızıyım. Babam beni ilçedeki ortaokula kayıt ettirince tüm köy halkı babama başımıza iş çıkartma diyerek tepki gösterdi. En yakın akrabalarımız senin kızın kötü yola düşer diye babamla alay ettiler. Köy halkının hepsi babamı dışladı. Babam ise her şeye rağmen benim arkamda karlı dağ gibi durdu. Ortaokulu ve liseyi kendi ilçemizde yatılı olarak okudum. Bazı zamanlar köyden ilçeye, ilçeden köye gidecek yol parası bulamadım. Minibüse borca bindim. Borcumu babam tütünü satınca ödedi. Sonra bu okulu kazandım. Okulun yurdunda kalıyorum. Aldığım krediden başka gelirim yok. Okulun yemekhanesinde öğle yemeği yiyorum. Diğer öğünler genellikle aç duruyorum. Geçen ay yarıyıl tatiline memlekete giderken kardeşlerime küçük hediyeler aldım. Yol parası ödedim. Bu ay için yemek fişi alacak param kalmadı. Üç günden beri açım ben Hocam. Durumumu senden başka kimseye söylemedim. Seni babam gibi gördüğüm için yanına geldim Hocam” dedi ama yeniden göz yaşları nisan yağmuru gibi akmaya başladı. Merve’nin üç gündür aç olduğunu duyunca bende göz yaşlarımı tutamadım. Lisede okurken aç kaldığımda bir haftalık bayat ekmeği sıcak su ile haşlayıp yediğim günler geldi hatırıma. Merve ağladı. Ben ağladım. Ağlarken üniversite öğrencisi olduğum yıllarda yakın arkadaşım olan Ercan ile cebimizdeki son para ile bir ekmek üç kar Per peynir alıp akşam öğününü geçiştirdiğimiz gün gözümün önünden film şeridi geçti. Birdenbire o zaman altı yaşında olan büyük kızım Damla Nur’un üniversite yıllarındaki durumunu hayal ettim zihnimde. O anda sanki gök yüzü üstüme yıkıldı. Yalan dünya zindan oldu başıma. On, on beş dakika kadar ağlayınca Merve’n inde, benimde hırsımız bir anda indi. Birdenbire gözlerimizin yaşı kesildi. Durumumuz normale döndü.

Maaş almamıza az bir zaman vardı. Cebimde kalan paranın tamamı yirmi milyon liraydı. (O zaman paradan altı sıfır silinmemişti daha) O günlerde parayı çay parası falan ödenirken arkadaşlara mahcup olmayayım diye oldukça temkinli harcıyordum. Elimi cebime soktum. Cebimden çıkarttığım yirmi milyon lirayı Merve’ye verdim. Merve’ye “Sen git. İyi bir yemek ye. Karnını doyur. Öğleden sonra yanıma yeniden gel” dedim. Merve yarı mutlu, yarı üzüntülü vaziyette odamdan dışarı çıktı. Kıtlıktan kurtulmuş insan misali hızlı adımlarla çarşı tarafına doğru yol aldı. Ben biliyorsam karnını doyurmak için kardeşler lokantasına kadar gitti. Kardeşler lokantasının sahibi Mustafa Usta hem bizim öğrencilere bol kepçe yemek verir, hem de az para alırdı. Ben Merve dışarı çıkar çıkmaz telefonla Kaymakam Numan Beyi arayıp Merve’nin durumunu anlattım. Sağ olsun Kaymakam Beyde bana “Hocam Merve’ye bir öğrenci belgesi ver. Öğleden sonra yanıma gönder. Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Vakfı Mütevelli Heyeti yüz milyon liraya kadar yardımları tek başıma yapabilmem için bana yetki verdi. Bu öğrencimize hemen yüz milyon lira yardım vereyim. İleriki tarihlerde de dosya hazırlatır. Daha çok yardım yaparız inşallah” dedi. Allah devletimize, milletimize zeval vermesin. Adaletli, vicdanlı yöneticileri başımızdan eksik etmesin.

Merve karnını doyurmuş. öğleden sonra yanıma yeniden geldi. Bana “Hocam hakkınızı helal edin. Benim yüzümden sizde üzüldünüz. Bu kadar yufka yürekli bir insan olduğunuzu bilmiyordum” dedi. Bende Merve’ye “Hakkım helal olsun kızım. Bende senin gibi açta açıkta kalarak okudum. O günler aklıma geldi. Onun için ağladım. İnşallah sende bu kötü günleri atlatır, ileride mutlu ve müreffeh bir hayat yaşarsın” dedim. Merve’ye bir öğrenci belgesi düzenletip acele olarak Kaymakam Beyin yanına gönderdim.

Kaymakam Bey Merve’nin elinden nüfus cüzdanı, banka hesap numarası gibi belgelerin fotokopisini de alarak Sosyal Dayanışma ve Dayanışma Vakfından Merve’nin hesabına derhal yüz milyon lira para göndermiş. Merve’nin ailesinin yaşadığı ilçenin Kaymakamını aramış. Oraya da Merve’nin belgelerini faks ile gönderttirmiş. İlçelerinin kaymakamı da aynı gün Merve’ye beş yüz milyon lira yardım gönderttirmiş. Anlayacağınız Merve’nin hesabına bir günde yıl sonuna kadar yetecek para gelmiş. Merve Kaymakamlıktaki işlerini tamamlayınca mesai bitimine doğru yanıma tekrar geldi. Öğleden önce birlikte ağladığımız, birlikte göz yaşı döktüğümüz Merve’nin yüzünde bu sefer gülücükler açıyordu. Sevincinden gözlerinin içi dahi gülüyordu. Merve’yi böyle mutlu görünce bende mutlu oldum. Bana “Allah razı olsun. Allah ne muradınız varsa versin Hocam” diyerek dualar ediyordu. Mutluluk heyecanını üstünden attıktan sonra kaymakamlıktaki yaşadıklarını bana baştan sona kadar harfi harfine anlattı. Yardım konusunda Kaymakam Beyin göstermiş olduğu gayrete en az bende Merve kadar memnun oldum. Mesai biterken ben evime Merve yurduna gitti.

Merve benim yanıma geldiğinde mezun olmasına üç aydan daha az bir süre vardı. Merve’nin durumundan haberdar olduktan sonra ben ve benim aracılığımla okulumuzun yardım sever, hayır sahibi iki hocası Merve’nin üzerinden yardım elimizi hiç çekmedik. Hocalar maaş aldıkça, ek ders ücreti çektikçe sadaka niyetiyle bana para verdiler. Bende hocaların ismini söylemeden bir hayır sahibinin yardımı diyerek Merve’ye verdim. Merve dürüst ve namuslu bir insan olduğu için ihtiyacından bir lira bile fazla yardımı kabul etmedi. Yıl sonuna yani Merve’nin mezun olmasına bir ay kalmıştı. Bir esnaf arkadaşım ihtiyaç sahibi öğrencilere annesinin hayrına dağıtmam için bana hatırı sayılır bir miktarda para verdi. Ben bu paranın bir miktarını Merve’ye vermek istedim. Merve bana “Hocam benim yıl sonuna yetecek kadar param var. Ben bu parayı kabul edemem. Siz bu parayı ihtiyaç sahibi başka bir arkadaşımıza verin” dedi. Benim Merve’nin bu vakur davranışı karşısında kanım dondu. Şapka çıkarttım. Merve gözümde Nene Hatun, Kara Fatma kadar büyüdü. Merve parayı benden alıp muhtaç durumda olan ailesine götürebilirdi. Kendisine yeni kıyafetler alabilirdi. Parayı kabul etmedi. Allah onu yetiştiren annesinde ve babasından ebediyen razı olsun.

Merve sene sonunda bütünlemeye kalmadan dereceyle mezun oldu. Çıkış belgesini aldı. Yanıma geldi. Helalleşerek köyüne gitti. Köyüne gittikten sonra benim Merve ile irtibatım kesildi. Taki beş yıl sonra evimin telefonu çalıncaya kadar.

O gün akşam yemeğini yedikten sonra haberleri dinlemek üzere kanepenin üzerine uzanmıştım. Haberleri dinlerken uyumuşum. Ben uyurken hanım eliyle omuzuma dokunarak “Teyfik kalk. Merve diye bir kadın arıyor seni “dedi. Ben Rektörlükte sekreter olarak çalışan Merve Hanım diye tahmin ettim. Herhalde önemli bir durum var. Rektör Bey benimle görüşecek sandım. Yerimden kalktım. Yarı uykulu bir vaziyette, heyecanlı bir şekilde ahizeyi elime alarak “Alo buyurun Merve Hanım size nasıl yardımcı olabilirim” dedim. O anda karşımdaki bayanın sesinin Sekreter Merve Hanım’ın sesi olmadığını fark ettim. Bu sırada büyük ihtimal Mehmet Hoca beni işletmek istiyor, okey oynayacak dördüncü adamı bulamadılar. Beni kahveye çağırmak için bir plan yaptılar sandım. Karşımdaki bayan “Hocam ben Merve Hanım değilim. Ben öğrenciniz Merve’yim” dedi. Benim jeton yine düşmedi. Bu sırada okul büyümüş öğrenci mevcudu bir hayli artmıştı. Mevcut öğrencilerden ismi Merve olan üç beş öğrenci daha vardı. Ben bu defa hafiften sinirlenip “Kızım sen hangi Merve’sin” dedim. Karşımdaki bayan “Hocam ben cebinizdeki son yirmi milyonu verdiğiniz Merve’yim” dedi. Ben “Kızım kusura bakma. Biraz uykuluydum. Senin arayacağın hiç aklıma gelmedi. Rektörlükteki Merve Hanım arıyor sandım. Yirmi milyon liranın cebimdeki son para olduğunu nasıl anladın. Şimdi sen ne yapıyorsun ne diyorsun anlat bakalım” dedim. Merve” Hocam ben sizin oradan mezun olduğum yıl dikey geçiş sınavıyla Harran Üniversitesi İşletme Bölümünü kazandım. Öğrenci iken burada özel bir bankada işe başladım. Hem okudum. Hem çalıştım. Şu anda bankada şefim. Yirmi milyon lirayı bana verirken elinizi cebinize soktunuz. O gün ayın on üçüydü. Cebinizden yirmi milyon liralık tek banknot çıktı. Başka para çıkmadı. Ben memur olarak göreve başladıktan sonra o paranın son paranız olduğunu anladım. Öbür hafta sonu pazar günü aynı bankada birlikte çalıştığımız bir memurla evleniyorum. Düğünüm var. Sizi düğünüme davet ediyorum” dedi. Ben ise “Merve nazik davetin için çok teşekkür ederim. Katılmak isterdim ama aynı gün amcamın oğlunun düğünü var. Bu nedenle düğününe katılamam. Yüce Mevla’dan sana ömür boyu mutluluklar dilerim” dedim. Merve ise” katılabilseniz mutlu olurdum Hocam” diyerek konuşmayı bitirdi.

Bu görüşme Merve ile son görüşmemiz oldu. Bundan sonra ben Kahramanmaraş’a tayin oldum. Muhtemelen Merve’de Şanlıurfa’dan başka yere gitmiştir. Evlendikten sonra soyadı değiştiği için Merve’ye sosyal medyadan bir türlü ulaşamadım ama Merve’nin üst düzey bir banka yönetici olarak çalıştığını ve köyündeki eğitim gören kendi gibi muhtaç öğrencilere el uzattığına inanıyorum.

Bir gün mutlaka ve mutlaka bir hayır işinde bir araya geleceğimizi umut ediyorum.


ÇOCUK ŞEHİR/Alirıza KARAKALE


‘Yastık Savaşı’

Yorgun minarelerin şehri yalnızlığına terkettiği gündü o gün.  O günden sonra şehre küsmediklerini göstermek için birkaçı toplanıp tepede tek başına duran yorgun bir padişaha sarılmışlardı. Öyle gibi bu aralar Agâh Bey. Küsmediğini belli etmek için sarılmaları var sadece. İçe kapanık. Hele yastıkla arasında geçen düşmanlığından hiç bahsetmedi bana. Belki de nefes alışlarında verdiği uzun esler bunun sebebiydi, ben anlamadım. İçine doğru açan kaç çiçek var ki; mevsimine meftun kaç ağaç. Öyle gibi. Kiraz çiçeği görünümlü incir tahıldağı. İnsan gövdesi endişelerden, ayakları korkulardan, aklı düşüncelerden oluşan bir mahluk. Bu sıfatlardan kurtulmanın yollarını aradım yıllardır. Görünmeyen, dillendirilemeyen duygularımı azığım yaptım hissettirmeden. Öyle gibi bir gün, şöyle bir olaydı karşılaştığım. 

‘Rızık Savaşları’

Allah her kulunu bir gariple nasiplendirmiş. Anadolu’da her kişiye bir garip düşer neredeyse. Kimisi bunun bir rızık olduğunu bilir, kimisi iter elinin tersiyle. Trafiğin yoğun olduğu sabahın ikinci saatinde bindiğim ve ikinci saatin üçüncü çeyreğinde inmek üzere olduğum otobüse yanaşan bir garip ile şoförün dualaştığını şoförün onu, onun ise şoförü nasiplendirdiğine şahitlik ettim. Oturduğu şoför koltuğunun tarafındaki buğulu, yarıya kadar açılan sürgülü camdan siftahını uzattı adam. Tebessüm etti, anladı garip. ‘Bereket sana, nasip bana’ dedi. Çocukken çocuk bahçesinde bir berber çırağıydım. Elime süpürge sapıyla vurulmadığı günü kardan saymazdım. Takdirle kavga edilmezki. Dükkanın önüne günün ikindisinde gelen, kalfalara göre kusuru her şeye gülen bir garip vardı. O gülünce elimdeki acı silinirdi. Nasibimi aldığım hergünün şükrünü bugün idrak ediyorum.

‘Çocukların Savaşları’

Vakit bakkallarda ekmeğin tükendiği bir vakitti. Havada; iki hafta önce yeni yaralarla sabrını tazeleyen bir şehrin soğuğu; nice ağaçların kanadını kırdığı bir gücün, bana da bir ağacın ayak parmaklarının arasını gül kokulu sıvı sabunla yıkamak misyonunu yüklediği sabahın hüznü vardı. Karşı caddede yürümekte zorlanan, çocukluğu sadece kafasındaki üç renk bereden okunanan bir erkek çocuğuyla çakıştı bakışlarımız. Kâğıt toplama arabası henüz boş, saçları dağınık babasının umudu henüz diri. Ayağında; ya bir hanenin kapılarının önüne dahi yakıştıramadıkları için çöp konteynerinin kıyısına bıraktıkları ya da babasının büyüyünce de giyer bahanesiyle garibanlıktan iki numara büyük aldığı gri siyah ayakkabı. Aksak yürümesi hem bundan, hem yeni ayakkabısını çimento artıklarından korumaya çalışırkenki çabasından olsa gerek. Maraş gibi. Maraş’ta tüm bunları yaşamak için henüz çok çocuk bir şehir değil miydi?

‘Savaşın Çocukları’

Günahını bile bile, kafamda yaşadığım yasadışı hayatın en güzellerini anlatırken yalan söyledim. Yasadışı; çünkü benim kurallarını koyduğum bu gezegende sadece balinalar kendi rızalarıyla vururlar kıyıya. Kara yüzeyinde etten kemikten, omuz üstünde baş taşıyan varlıkların boş kafataslarındaki kirli yaşamlarını nesillerine kötü örnek diye anlatır balinalar. 

Hikaye o ki; bir gün dede balina denizde rızıklanırken, çöl topraklarının benekleri üzerine yapışmış, katil bir canlıdan kaçarken kendi yaşam alanı olmayan denize düşen ve ağzından köpükler çıkan bir insan evladı görür. Ne olduğuna anlam veremeyen dede balina arkasından bu insanların devamı var mı diye sağına soluna bakınırken ayakkabılarının silikon tabanı bir yüzgeç gibi parıldayan insanoğlunun gözden kaybolduğunu farketmişti. Hafıza sorunu yaşayan her balık gibi o an hissettiği duyguları heybesine dolduran dede balina yine torunlarına nasihat toplamak için kıyıya yeltenmiş. Denizde hareket halinde gördüğü kırmızı bedenli insanoğlunu bu kez yüzü koyun kıyıda yattığını görünce oraya doğru yönelmiş ve büzgüsünün yumuşak kısmıyla dokunarak ‘hadi kalk ve yerine yat’ demiş. Tepkisine sessiz kalan küçük bedenli insanın ruhuna dokunmuş ‘Onu yatağına yatırır mısın ? Çok üşümüş’ diyerek göğüs yüzgeciyle daha fazlasını görmek istemezcesine gözlerini kapatıp oradan uzaklaşmış. O günden sonra dede balina daha kötüsü olmamalı diyerek tüm hayatını ait olduğu yerde geçirmiş ve 150 tonluk narin bedenini bir daha asla karaya çıkarmamış. 

‘Sonun Başlangıcı’

Ve hikayenin sonunda bir mahalle mezarlığının duvarına asılan güzellik merkezi tabelası yön gösterir insana. Gökten iki acı düşer. İkisi de yine insanın başına. 


karakale’m

OHUMA (Okuma)/Nurcihan KIZMAZ

 


70'li yılların başlarına tekabül eden çocukluk zamanlarımdaki mahalle hocalarından ve mahallenin çocuklarının okul öncesinden başlayıp, uzun süren bir kuran eğitimi sürecinden bahsetmek istiyorum naçizane.

 Mahalle kültürünün olmazsa olmazlarından biri de “okuma” diye adlandırdığımız kuran öğretilen, çok sayıda çocuğun bir araya geldiği ev ortamlarıydı. Genelde yalnız yaşayan yaşlı kadınların ekmeğini çıkarmak için kendine göre bulduğu geçim kapısıydı bu bir nevi. Dini bilgi olsun olmasın, kuran okumayı ve 33 farzı bilmek yeterliydi hoca olmak için. Bazıları “eskimez Türkçe” de okuyabiliyorsa eğer bu işi master düzeyinde yapıyor demekti ve bu durum halk arasında tabiî ki tercih sebebiydi.

 Henüz dört beş yaşındayken "gözü karayı alsın, kulağı dolsun, yolunu yolağını öğrensin…" tabirleriyle ablasının abisinin yanına katılarak daha Türkçeyi öğrenmeden Elifba’yı büyüklerinden işiterek akıllarına kazınması sağlanırdı çocukların. Eğlenceli melodisi, harflerin şekillerle kodlanışı, ritmik hareketletiyle hala dün gibi aklımdadır ve bugün bile içimden mırıldanırken, engel olamadığım müziğiyle gözlerimin önünde uçuşur Elifba...

 Elif deynek gimi (değnek gibi)

 Be böyrek gimi (börek gibi)

 Te ona benzer 

 Se ona benzer

 Cim garnı yarık

 Ha ona benzer

 Hı ona benzer 

 Del semer gimi

 Zel ona benzer

 Ra orak gibi

 Ze ona benzer

 Sin üç dişli 

 Şın ona benzer

 Sad bir kulaklı

 Dad ona benzer

 Ta eli deynekli

 Zı ona benzer

 Ayın ağzı ayrık 

 Ğayın ona benzer

 Fe kuzu başlı

 Gaf koyun başlı.

 Kaf eğri büğrü

 Lam çangal gimi (çengel gibi)

 Mim tepiz gimi (topuz gibi)

 Nun çanak gimi

 Vov(vav) çomçaamı (çomça gibi)

 He iki gözlü

 Làmelif sındı gimi (makas gibi)

 Ye deve boynu.”

 Bütün harfleri bu şekilde tanıdıktan sonra sırasıyla, hece hece, kelime kelime, giderek bütünleştirerek bu uzun yolculuğun ilk adımları atılmış olurdu. Yarım gün okul, yarım gün okuma şeklinde çocukları olabildiğince sokaklardan ve yaramazlıktan uzak tutmak günün şartlarında en güzel yöntem idi.

 Yaşça büyük olanlar küçüklerini çalıştırır, beş on çocuk aynı anda hocanın huzurunda uzunca bir rahlenin etrafına dizilir, sabaklarını (ders) okur, hoca onaylarsa bir sonraki sabaklarınageçerlerdi. Bir kaç çocuğu bir arada dinleyen hoca aralarından birinin yanlış okuduğunu fark ediphemen müdahale eder onu çalıştıran galfesini (kalfa) tekrar öğretmesi için yanından uzaklaştırır, o anki psikolojisine göre ikisinin de ensesine tokatı basardı. Onca ses arasında yanlış olanı fark edebilmesi benim için hala muammadır. 

 “Okuma”nın en muzip talebesi derse hocanın dizinin dibinde başlar, sıkıldıkça bir yan mindere geçe geçe sonunda kapıya kadar ulaşır, usulca kaçıp yaramazlığını yapar tekrar bir minder bir minder derken hissettirmeden yeniden hocanın dizinin dibine yanaşırdı. Şimdi düşünüyorum da, hoca muhtemelen bu durumu fark ediyor da görmezden geliyordu.

 Sırasıyla ebcet, elif cüzü, elham cüzü diye devam eden bu yolculuğun her aşamasını geçtikçe çocukları motive etmek için başlarına şeker atılır, kulakları çekiştirilerek şu tekerleme yüksek sesle söylenir, bir mahalle inletilirdi.

 “Kulağın kutluuuuu olsun

 Çöreğin tatlııııı olsun

 Hocaya hediyelik getirmezsen

 Yüzün karaaaaa olsun

 Amiiiiinnn …”

 Arkadaşları tarafından bir sağa bir sola çekiştirilen çocuğun başından dökülen şekerler abartılı hareketlerle patırdayarak kapışılır, kulağı çekilen çocuk bir taraftan canının yangısı diğer taraftan aşama katetmenin mutluluğuyla şekilden şekle girerek hocaya hediyesini takdim ederdi. Bu hediye ailenin durumuna göre kimi zaman nakit para, bazen altın veya nakışlı bir bohçaya itinayla yerleştirilmiş çamaşır, başörtüsü, havlu, elbiselik, terlik vs. olurdu.

 Boyunlarına astıkları cüz torbalarıyla, boylarından büyük başörtüleriyle minicik kız çocuklarının neşe içinde, hoplaya zıplaya okumaya giderkenki görüntüleri, okuma dağılınca erkek çocuklarının hunharca bağırıp çağırarak koşuşturmaları görülmeye değer bir manzara oluştururdu. Herkes minderini evinden getirdiği için gün sonunda o minderleri toplamak yine kız çocuklarına düşerdi. Bu işler için seçilen nöbetçi kızlar onlarca minderi bir kenara yığıp ortalığı süpürür, hocanın başka bir isteği varsa – bakkala gitmek, bulaşık yıkamak, çamaşır asmak- gibi, onları da yerine getirdikten sonra evlerine herkesten sonra dönerlerdi.

 Cuma günleri ders işlenmez, hep bir ağızdan yüksek sesle hocanın sorduğu “Müslümanlık” diye tabir ettiğimiz sorulara cevap verilir bilenler bilmeyenlere öğretmiş olurdu. 

 “Hoca: Müslümanmısııız?

 Talebeler: Müslümaaanız elhamdülillah

 Hoca: Ne zamandan beri müslümansıız?

 Talebeler: Galubeladan beri müslümaaanız elhamdülillah

 Hoca: Galubela diye neye denir?

 Talebeler: Hak Teâlâ ruhlarımızı sarı karınca suretinden halkedip, hitap buyurup "Ben sizin Rabbiniz miyim?” deyip, “Bela, rabbimizsin” denildiği günden beri müslümaaanız elhamdülillah.

 Hoca: 33 farz neyde neyde?

 Talebeler: Beşi islamda, altısı imanda, üçü gusülde, üçü teyemmümde, dördü abdestte, onikisi namazda. “

 Bütün bu soru cevaplar arasında her rüknünü işaretlerle tarif ederek her hafta bilgiler tazelenir,en son da hocanın “cumalık” dediğimiz ücreti takdim edilirdi. Bazı hocalar kim ne kadar verirse kabul eder fiyat kesmeyi makbul saymaz, kimisi de belirlenen fiyattan kuruş eksik kabul etmezdi. Kendilerince özel eğitim isteyen, daha disiplinli katı kuralları olan bir okuma olsun dileyen aileler için de her gelen kişiyi kabul etmeyip, seçici davranan, hem ücret olarak çok farklı hem de eli değnekli zalim hocalar da vardı ki onlar eğitmesi zor olan deli dolu, şimdiki tabirle hiperaktif çocukların korkulu rüyası idi. Yalan söyleyen, birine ait bir şeyi izinsiz alan, hoş görülmeyecek davranışlarda bulunan çocuklar için de evin altında kuytu bir köşede içinde yılanların olduğu bir kuyunun varolduğu söylentisi kulaktan kulağa yayılır bu sayede en ıslah olmaz çocuklar bile yaptıkları yanlışlardan döndürülürdü. Bu kuyuyu gözleriyle gördüğünü iddia edenler bile olurdu. O hocada yetişen çocuklar gözle görülür bir şekilde değişim gösterirler, diğer çocuklar için de; “bak seni …. hocaya gönderirim haa” şeklinde tehdit unsuru olarak kullanılırlardı. Ve gayet tabi o hocanın tedrisatından geçen çocuklar toplumda falanca hocanın elinde yetişti diyerek takdir edilirlerdi.

 Her çocuk mutlaka bu yola başlar, kimi namazlık surelere kadar gelir kimi mızraklı ilmihal okur, sesi güzel olanlar mevlüd-ü nebeviye yönlendirilirdi. Bazıları ahmediye muhammediye gibi“eskimez yazı”yla yazılmış kitapları okuyarak, hocayla birlikte mevlütlere katılır, hocanın gittiği bütün toplantı sohbet mukabele tarzı yerlerde hocaya eşlik ederdi. Yeri geldiğinde kuran tilaveti,yeri geldiğinde ilahi kaside mevlüd okuyarak hocaya asistanlık eder, vakti gelince kendisi de aynı vazifeyi devam ettirmek üzere toplumun gözünde “okumuş” diye tabir edilir ve manevi diplomasını almış olurdu.

BİR AĞACIN DİLİNDEN/Hasan Keklikci




“Ben bir kestane ağacıyım Beşiktaş sahillerinde.” Nazım Hikmet’in “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda” şiirine nazire yazıyorum sanılmasın. Kahramanmaraş’ın yetiştirdiği ender sanatçılardan Lütfi Bilir’in Bir Ağacın Dilinden adlı kitabının, ilk hikâyesi Beşiktaş-Üsküdar Vapuru’nun başındayım. “Annem, Beşiktaş sırtlarında … büyük kestane ağaçlarından biri olmalı.” diye devam ediyor hikâye…

 Bir Ağacın Dilinden, Lütfi Bilir’in altıncı kitabı. Daha önce bir hikâye, (öykü) dört şiir kitabı yayınlanmış. Bu kitaptan sonra da, yine bir şiir kitabıyla birlikte toplam yedi kitabı okuyucusuyla buluşarak, kitap raflarındaki yerlerini almış. Berikan Yayınevi tarafından basımı yapılan Bir Ağacın Dilinden, on iki güzel hikâye ve doksan dört sayfadan oluşmaktadır. Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere, hikâyeleri bir ağaç anlatıyor. “Ağaç, mimarîmizin ve bütün hayatımızın en lütufkâr yardımcısıdır.” diyor Tanpınar. Gerek din bakımından ve gerekse Türk tarihinde önemli bir yer tutan ağacın; Türk mitolojisinde, zor durumda kalan insanlara yardım etmek için yeryüzüne indirildiğine inanılmaktaymış. Umay ve Ülgen Han’ın yardımıyla dünyaya indirilen ağaç, yardım isteyenlerin imdadına yetişirmiş. Hatta ağaç o kadar çok sevilen bir varlık ki; mitolojide, yerle göğü birleştiren hayat ağacı, Ulukayın’ı korumakla görevli Ağaç Ana vardır. Hızır, dervişler ve yeşil sarıklı, aksakallı ermişler hep bir ağacın altına tasvir edilirler. Kestane ağacına gelince; bol rızkı ve uzun ömrü simgeliyormuş. Aynı zamanda kestane ağacının meyvesi, onu yiyenlerde mutluluk hormonlarını arttırıyormuş. Bu bilgiler ışığında bakıldığı zaman, kitabın ismi ile kitapta anlatılanlar mükemmel bir uyum sağlamış. Her bölümün sonunda insanları iyiye, güzele, adalete, doğru olana ve özlenene yöneltmek saikiyle bir şiir yazıyor veya okuyor, kestane ağacı. “İkisi de aşk şiirleri yazdığı için, dilleri ve üslupları farklı olmalarına rağmen Karacoğlan ve Nedim aşk konusunda birleşirler.” diyor Mehmet Kaplan. Bu zaviyeden bakıldığında, insanları doğru olana yöneltmek için yazılmış, bölüm aralarına ve sonlarına beyitler serpiştirilmiş olan, yazıldığı günden bu yana değerlerinden hiç bir şey kaybetmeyen asırlar önce yazılmış kitapların küçük bir özeti sayılabilir, Bir Ağacın Dilinden.

 


Kitabın kahramanı kestane ağacı; hemen hemen her şehirde bir örneği bulunan, özellikle sanatçıların buluştuğu bir mekân olarak karşısına çıkıyor okurların. Ağacın altında; Behçet Necatigil’den Cahit Külebi’ye, Şükrü Erbaş’tan Cahit Zarifoğlu’na birçok sanatçı buluşuyor. Neyzen Tevfik ve Mehmet Akif Ersoy, yine bizim kestane ağacının altında sohbet eden büyük ustalardır. Kitabın sayfalarını çevirmeye başladığınız zaman; Korkuluk hikâyesinde “Yani her haliyle insana benzetmeye çalışılır. Ve ondan sonra da kendilerine benzettikleri bu nesneye, “korkuluk” adını koyarlar.” diyor Lütfi Bilir. Yine Onda Gitti hikâyesinde Veli diye bir dostu var kestane ağacının. Kitabı okumamış olanları da düşünerek fazla ayrıntıya girmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Fakat Veli’nin gezip dolaştığı çarşı pazarın uğuru sayıldığını da söylemeden geçememek gerekir. Ayrıca bu bölümün sonundaki “Bir deri, bir kemik/zavallı çocuk/şu obez dünyada/açlıktan öldü./ Günahlar bizde kaldı/sevaplar onda gitti.” mısraları maalesef insanlığın geldiği noktayı anlatma bakımından çok manidardır. Bütün bu güzel hikâyelerin içerisinde Erik Ağacı hikâyesi bizim neredeyse yarım asır önce kaybettiğimiz bir özel dostu çıkardı karşımıza: Yonuz Eriğini! Hani güzel bir edebi metin okunurken yazar aradan çekilir, okuyucu anlatıcıyla baş başa kalır ya, yonuz eriğini gördüğüm anda metni unuttuğum gibi anlatıcı kestane ağacını da unuttum doğrusu. Yonuz eriğini bilen her insanın kapılacağı duyguya kapılarak, kendimi çocukluğumda yaylalarda gördüğüm eriklerin dibinde buldum. Bu erik, hikâyede de anlatıldığı üzere neredeyse kışa kadar kalır. Kabuğu diğer eriklere göre biraz kalın olduğu için soğukta, ayazda kolay kolay bozulmaz. Bulunduğu dağda azığı bitmiş yolcuların ve çobanların imdadına yetişir.

 İnsan elinden çıkan en mükemmel esere bile edilecek laf vardır mutlaka. Şurası şöyle olsaydı, burası böyle olmasaydı denmemiş bir eser verilememiştir herhalde. Bir Ağacın Dilinden kitabında da bazı şeylere -sanatçının affına sığınarak- “laf” edilebilir mi diye düşünmeden edemiyor insan. Kestane ağacı birçok hikâyede “…altımdaki banka oturdu” diyor. Keşke misafirlerini “altına” değil de; dallarının altına, yapraklarının gölgesine, arıların bayram yerine çevirdiği, çiçeklerinin güneşten koruduğu banklara, masalara oturtsaydı. Bunun yanında bazı okuyucular, bazı hikâyeleri, bir konu hakkında çok fazla bilimsel ayrıntıya girildiği gerekçesiyle, hikâyeden ziyade deneme olarak değerlendirebilirler.

 Sonuç olarak Lütfi Bilir’in Bir Ağacın Dilinden adlı kitabı; okuyucusunun kendisinden önce okuduğu kitabın, zihninde bıraktığı tadı aramasına gerek bırakmayacak kadar güzel bir kitap olmuş. Okuyucusuna ulaşması en büyük temennimizdir.