GÖZLERİM KIR(I)K TESTİ/Samet YURTTAŞ

 


Saydım kırk gün geçti

Kırk gün

Kırk acıyı

Kırk yerinden bağladım

Yazmanda kırk çiçek açtı

Topladım


Göğsümde kırk yere astım

Saydım kırk ikindi geçti

Mendilimde kırk gözyaşı

Kırk yağmur damlası

Kırk kan lekesi topladım

Sen gittin

Ben kırk asır yaşadım


Saydım kırk mevsim geçti

Hani sen varken

Kırk günde açardı kiraz bahçeleri

Sen gittin

Şubat kırk gün çekti

Baharı görmedim

Kırk zemheri geçti


Saydım kırk gece geçti

Gözlerim kır(ı)k testi

Her gece yastığımda sesi

Sen gittin

Zaman

Harlıyor yüreğimdeki ateşi


ENVER METE/Nurcihan KIZMAZ



İçimde bir heyacan, bir umut
Göğsümde bir sükunet
Adını taşırken tarih, 
Gözlerinde Enver Paşa'dan
Miras kalan o kudret. 

Çabuk büyü minik kurt! 
Görmek istiyorum
Bağrındaki Metehan rüzgarını. 
Adın madalyonun olsun omuz başında. 
Anneannen kucakladıysa seni bu ahir yaşında,
Dualarına kattıysa her nefesinde,
Sen de durma yak ışığını
Dünya görsün benim yakışıklımı.

MÜBALAĞALI BİR GÜREŞ HATIRASI / Teyfik KARADAŞ

 


Belli kurallar içinde güç kullanarak iki kişinin çeşitli oyunlarla birbirlerinin sırtını yere getirmeye çalışmasına güreş denir. Güreş Türkler tarafından icat edilmiş bir spor dalıdır. Güreşin serbest güreş, grekoromen güreş, karakucak güreşi, yağlı güreş, aba güreşi, şalvar güreşi, deve güreşi, bilek güreşi gibi birçok çeşidi bulunmaktadır. Güreş sporu genellikle minikler, yıldızlar, gençler ve büyükler olmak üzere dört kategoride icra edilmektedir. Her çeşit güreşin ve her türlü klasmanın kural ve kaidesi farklıdır. Örneğin serbest güreş yapan kişi müsabaka sırasında mayo giyerken, karakucak güreşi yapan kişi kispet giyer. Serbest güreş kapalı spor salonlarında minder üzerinde icra edilirken, karakucak güreşi açık alandaki çim sahalarda gerçekleştirilir. Güreş yapan kişiler halk arasında pehlivan ünvanlıyla anılırlar. Dünya spor tarihini incelediğimiz zaman Türk milletin bağrından Koca Yusuf, Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Kel Ali Ço, Ahmet Ayık gibi adını tarihe altın harflerle yazdırmış nice pehlivanların çıktığını görürüz.

Bende çocuk iken köy düğünlerinde, lisede okurken okul takımında güreş yaptım. Kısa süren sporculuk hayatımda bazen yendim, bazen yenildim. Katıldığım güreş müsabakalarında ulusal ve uluslararası seviyelerde başarı kazanamasam bile il ve bölge şampiyonalarında çeşitli dereceler elde ederek okul takımımızın ulusal müsabakalara girmesi için gereken puana azda olsa katkı sağladım. En azından ağır sıklet bir insan olarak okul takımındaki sporcu sayısını tamamladım. En önemlisi de sporcu ahlakı kazandım. Güreş sporu nedeniyle çocuk denecek yaşta ülkemizin birçok şehrini gezdim dolaştım. Ülkemizin değişik şehirlerinden gelen sporcularla arkadaşlıklar kurdum, dostluklar edindim. Güreş yapmam nedenliye lisede arkadaşlarım bana “Pehlivan” diye hitap etmeye başladı. Üniversiteye gittim, pehlivanlık yaftası beni yine bırakmadı. Erciş’te öğretmen olarak göreve başladım. Erciş’te pehlivanlık unvanımın yanına birde hocalık unvanı eklendi. Hocalık unvanı da eklenince İşin merhalesi iyice arttı. Çalıştığım okulda, Milli Eğitim Müdürlüğünde, çarşıda, pazarda kısacası Erciş’in her yerinde “Pehlivan Hoca” olarak anılmaya başladım. İlçede görev yaptığım okulun çalışanları haricinde adımın Teyfik olduğunu kimse bilmezdi ama Pehlivan Hoca denildiğinde kocaman Erciş ilçesinin bütün halkı beni tanırdı. Pehlivan Hoca diye anılmaktan hiç rahatsız olmazdım. Rahatsız olmadığım gibi bilakis kendi kendimle gurur duydum. Serhat şehrimiz Van ilimizin Emrah ile Selvi’nin diyarı güzel Erciş’in güzel insanları beni Pehlivan Hoca olarak bağrına bastı. Bende onlara hiçbir zaman saygıda kusur etmedim.

 Erciş’ten tayınım sahabeler diyarı kadim şehir Adıyaman’ın şirin ilçesi Gölbaşı’na çıktı. Gölbaşı ilçesinde göreve başlarsam taşımakla iftihar ettiğim ve kimi zaman da taşımakta zorlandığım Pehlivan Hoca etiketinden kurtulurum diye umut ediyordum. İş hiç umduğum gibi olmadı. İlçeye ilk adım attığım gün zamanın Gölbaşı Kaymakamı Turan Çuhadar Bey beni ilçe protokol üyelerinin eksiksiz olarak hazır bulunduğu bir ortamda Pehlivan Hoca olarak tanıtmaz mı? Sırtımdan silinir diye düşündüğüm Pehlivan Hoca yaftası silinmeyecek şekilde sırtıma iyice yapıştı. Milli Eğitim Müdürü Ali Kuşağlı ve Mal Müdürü Mehmet Yavaş başta olmak üzere bütün ilçe müdürleri beni nerde görseler Pehlivan Hoca diye ünlemeye başladılar. Onlardan çalıştığım okulun müdürü Ali Kaya ve okulun öğretmenleri duydu. Öğretmenlerden öğrenciler duydu. Kısa süre içinde namımı ilçede ve görev yaptığım Belören beldesinde duymayan kalmadı.

Belören beldesinde yedi yıl görev yaptım. Belören’ de görev yaparken Gölbaşı ilçe merkezinde oturuyordum. Bu süreçte Pehlivan Hoca unvanım yine adımın önüne geçti. Öyle ki okulda müdür yardımcı olarak yapıyordum. Odamın giriş kapısında Müdür Yardımcısı Teyfik KARADAŞ diye isim levhası vardı ama iş icabı yanıma gelen öğrenciler bile bana Pehlivan Hocam diye hitap ediyorlardı. Aradan otuz yıldan fazla zaman geçtiği halde Belören beldesinde namım Pehlivan Hoca olarak nesilden nesile aktarılıyor.

Yedi yıl Belören İlköğretim Okulunda Müdür Yardımcısı olarak görev yaptıktan sonra kurumlar arası nakil yoluyla Gaziantep Üniversitesi Gölbaşı Meslek Yüksekokuluna Yüksekokul Sekreteri olarak atandım. Yüksekokul Gölbaşında olunca Pehlivan Hoca namım doğal olarak Yüksekokula aktarılmış oldu. Gölbaşı Meslek Yüksekokulunun öğretim elamanları vasıtasıyla Pehlivan Hoca olarak binen namım Gaziantep Üniversitesinin her yerinde duyuldu. Gaziantep Üniversitesi Rektörü Profesör Doktor Hüseyin Filiz’den tutun Döner Sermaye İşletme Müdürü Sabri Yıldız’a kadar herkes bana Pehlivan diye hitap etmeye başladı.

Yüksekokul Müdürü Murat Karahan Bey ve ben haftada bir gün Gölbaşı’ndan Gaziantep’e giderdik. Murat Bey senato toplantısına katılır, bende okulumuzun idari işlerini takip ederdim. İdari işlerimizin yürütülmesinde en fazla Gaziantep Üniversitesinde görev yapan daire başkanlarıyla muhatap olurdum. Üniversitedeki sekiz daire başkanının sekizi ile de görüşüp tanışırdım ama daha çok maaş ve ek ders ücretlerinin ödenmesi için Bütçe Daire Başkanı Hüseyin Akay ile sarf malzemelerinin tedariki için İdari ve Mali İşler Daire Başkanı Halit Kankaya ile yemekhane ve yurdun ihtiyaçları için Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanı Mehmet Sayar ve okul binamızın onarımı için Yapı İşleri Daire Başkanı Cevdet Er Leblebici’nin kapısını çalardım. Onlarda Gölbaşı’na taşra gözüyle baktıkları için işlerimizin hızlı şekilde çözülmesine katkı sağlarlardı. Görevimin doğası gereği ayağımın biri Gölbaşı’nda biri Gaziantep’teydi.

Gaziantep Üniversitesinin çalışanları da Pehlivan namıma hürmette kusur etmezlerdi. Bana üniversite tabldotundan yemek yedirmezler çarşıdaki lokantalarda öğle yemeği ikram edip ağırlarlardı. Aylarımız yıllarımız Gölbaşı’ndan Gaziantep’e uzanan bir gönül köprüsü üzerinde gelip geçerdi.

Bir cuma günü öğleden sonra camiden gelmenin manevi huzuru içerisinde odamda oturmuş çayımı yudumluyordum. Elimde sigara olup olmadığını hatırlamıyorum. Telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdım. Karşımdaki insan Bütçe Daire Başkanı Hüseyin Akay Abiydi. Hüseyin Abi beni çok sever sayardı ama telefonla pek aramazdı. Yaptığımız işlemlerde hata olursa bütçe dairesinin memurları bizim muhasebe memurlarını ararlar istişare ederek gerekli düzeltmeleri yaparlardı. İlk anda Hüseyin Abinin beni araması pek hayra alamet değildir diye düşündüm. Hüseyin Abiye “Alo buyur Abi” dedim. Hüseyin Abide bana “Pehlivan kardeşim sen Gaziantep’e ne zaman geleceksin” dedi. Bende “Abi pazartesi günü saat on ikide orada olurum. Hayrola” dedim. Hüseyin Abi ise” Burada Veli diye bir adam var. Ben Pehlivanım diyor. Bende bizim pehlivanımız Gölbaşı’nda onunla güreşirmişsin dedim. Oda bana ben babamla yine güreşirim dedi. Gelirsen bu adamla bir güreş tut” dedi. Ben işin bir şaka olduğunu tahmin ederek “Baş üstüne Abi. Güreşirim” dedim. Görüşmemiz bitip telefon ahizesini kapatacağım anda duyduğum gülüşme seslerinden Hüseyin abinin yanında çok sayıda insan olduğunu fark ettim. Doğrusu bu güreş konusuna bir anlam veremedim. Benimle telefon aracılığıyla şaka yapıp gülmek istemişlerdir diye düşündüm.

Pazartesi günü erkenden arabamı çalıştırıp Gaziantep istikametine hareket ettim. Güreş müsabakası yapacağıma inanmadığım için yanıma mayo eşofman gibi spor malzemelerimi dahi almadım. Pazarcık’tan geçip Narlıdan sola döndükten sonra Gaziantep’e vardım. Maaş aldığımız bankada İşleri tamamlayıp Üniversiteye gittim. Gaziantep Üniversitesinin ana nizamiyesinden girerken beni en az yirmi kişi olimpiyat şampiyonu olmuş pehlivan edasıyla coşkuyla karşıladı. Boynuma çiçekten yapılmış çelenk taktılar. Bana eşlik eden bu coşkulu ve seçkin kalabalıkla Yapı İşleri Daire Başkanlığına gittik. Başkanlığın önünde toplanan kalabalıkla bana eşlik eden kalabalık birleşince sayı bir anda elli kişiye yükseldi. Ben arabamdan inerken üç beş kişi birden kapımı açtılar. Alkış sesleri üniversite yerleşkesini inletmeye başladı. Alkışlar ve tezahüratlar içinde başkanın odasına girdim.

Başkanın odasında benimle güreşecek olan rakibim Veli Abi ile tanıştık. Veli Abi üniversitenin ihale gerektirmeyen küçük onarım işlerini yapıyormuş. Gençlik yıllarında kendi köyünde aba güreşi yapmış mütevazi bir insandı. Veli Abiye “Kaç yaşındasınız?” diye sordum. Veli Abi” Elli iki yaşındayım” dedi. Ben o zaman otuz yedi yaşındaydım. Veli Abiye “Ben bunların elinden kurtulamadım. Siz niye geldiniz. Elli iki yaşındaki bir insan güreş yapamaz” dedim. Veli Abi “Ben Pehlivanım yorum. Güreşirim “dedi.

Artık yapacak bir şey kalmamış ok yaydan çıkmıştı. Benim ağam Bütçe Daire Başkanı Hüseyin Akay, Veli Abinin ağası Yapı İşleri Başkanı Cevdet Erleblebici oldu. Ben yenilirsem Hüseyin Akay, Veli Abi yenilirse Cevdet Erleblebici bir tepsi kare baklava alacaktı. İddialaşma işi tamamlanıp taraftarlar belli olunca Hüseyin Akay Spor Yüksekokulu Müdürü Muhsin Hazal Hoca’yı aradı. Muhsin Hocaya “Hocam Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Sekreterimiz Teyfik Pehlivan ile Müteahhidimiz Veli Pehlivan güreş yapacaklar. Güreş müsabakası için spor salonunu hazırlatır mısınız” dedi. Biz bu arada biz çay kahve içiyorduk. Bu arada yapı İşlerindeki bütün odalar mevlit okutulacak ev misali güreşi izlemek isteyen seyircilerle doluydu. Ardan yarım saat geçmeden Muhsin Hocadan salon hazır diye haber geldi. Ağzına kadar seyirci dolu ondan fazla arabayla spor salonuna gittik.

Üniversiteler sosyal imkanları çok zengin kurumlardır. Spor salonuna vardığımızda yarım saat içinde minderlerin serildiğini, mayoların hazırlandığını, hakemin görevlendirildiğini görünce mutlu oldum. Ben kırmızı mayoyu aldım. Veli Abi mayi mayoyu aldı. Soyunma odasına girdik. Soyunurken Veli Abiye “Elli yaşında güreş yapılmaz. Bu güreşten vaz geç “dedim ama dinletemedim. Ben o zaman yüz on kiloydum. Veli Abi ancak doksan kilo gelirdi. Ben bir seksen beş boyundaydım. Veli Abinin boyu ancak bir yetmiş beş gelirdi. Aramızda yaş farkı, kilo farkı ve boy farkı vardı. Bütün farklarda ben avantajlı olduğum halde Veli Abinin ısrarla benimle güreşmek istemesine anlam veremiyordum. Böyle bir düşünce içinde mayoyu giyip mindere çıktım. Benden bir dakika sonra Veli Abide mindere geldi. Veli Abinin mindere gelirken attığı takla, yaptığı parende görülmeye değerdi.

Duman ile mi haberleştiler, tellal mı çağırttılar bilemiyorum. Salondaki izleyici sayısı bir anda yüz kişiyi geçti. Hakem bize kuralları anlattı. Düdüğü çaldı. Veli Abi ile tokalaştık. Güreş başladı. Veli Abi çok güçlü bir insan olurda alttan dalar, başının üstüne alır, beni sırt üstü yere vurur düşüncesiyle önce oyuna girmedim. Gücünü test etmek amacıyla boy avantajımı da kullanarak Veli Abiye uzaktan bir el ense çektim. Veli Abi çektiğim el ensenin etkisiyle raydan çıkmış tren misali minderin dışına savruldu. Minderin dışına çıkınca ikinci bir oyun yapma şansı bulamadım. Bu arada taraftarlarımızın Veli, Teyfik diye çıkarttıkları tezahürat sesleri salonun tavanından çıkıp gökyüzünü inletiyordu adeta. Zihnimden ikinci elde rakibime salto atıp tuş etmeyi planladım. Çünkü o zamanlar sigara içiyordum. İki dakikadan fazla güreş tutamazdım. Bir an önce rakibimi tuş etmeliydim. İkinci elde ben salto atmak için Veli Abinin beline sarılmak istedim. Veli Abide bana oyun yaptırmamak için kendini müdafaa etmeye çalışırken, nasıl oldu anlayamadım. Veli Abi birdenbire sağ elini tutup “Anam parmağım kırıldı” diye bağırmaya başladı. Hakemlik yapan Hoca Veli Abinin eline baktı. Oradakilere “Acele olun. Serçe parmağı kırılmış. Veli Abiyi giyindirin” dedi. İzleyicilerin kimi Veli Abinin pantolonunu, kimi ceketini kimi ayakkabısını getirdi. Mayoyu çıkartmadan Veli Abiyi minderin üzerinde giyindirdiler.

Ben bu durum karşısında şoke oldum. Veli Abinin parmağının niye kırıldığını anlayamadım. Bana kimse bir şey söylemedi ama kendi kendimi suçlamaya başladım. Bu yaşlı adamla niye güreştim diye. Veli Abiyi zaman geçirmeden Tıp Fakültesi Hastanesine götürdük. Yapılan tetkikler ve çekilen filmler sonucu Veli Abinin serçe parmağının kırıldığına karar verildi. Bölümdeki asistanlar dışından iki ince tahta parçası koyup serçe parmağı sardılar. Sarım işlemi bitince reçetesini yazıp Veli Abiyi taburcu ettiler.

Ben Hastaneden çıkınca Veli Abi ile helalleşerek ve refakatçilik eden arkadaşlarla vedalaşarak ayrıldım. Üniversitedeki işlerimi hızlıca hallettikten sonra biraz üzgün, biraz mağrur bir haleti ruhiye içinde Gölbaşına gittim.

Yaptığımız güreş müsabakasının haberi bir gün sonra mübalağalı bir şekilde üniversitenin her biriminde her yerinde duyulmuş. Kimi Teyfik Veli’yi bir üfürmede havaya uçurdu derken, kimi Teyfik Veliyi bir vuruşta salonun duvarına yapıştırdı gibi abartalı şekilde olayı başkalarına nakletmişler. Üniversite camiası beni kurumun itibarını kurtaran bir kahraman olarak görmeye başlamış. Zamanın Rektörü Hüseyin Akay Beyi senato toplantısına çağırtarak müsabakayı anlattırmış…

Bu müsabakadan sonra üniversite çalışanlarının bana karşı bakış açısı pozitif manada değişti. Bu hadiseden kısa süre sonra bizim okul Adıyaman Üniversitesine bağlanınca bizim Gaziantep Üniversitesiyle irtibatımız zayıfladı. Zayıfladı ama benim sağlık, akraba ziyareti gibi çeşitli vesilelerde Gaziantep Üniversitesinden irtibatım hiç kopmadı. Aradan otuz yıl geçmesine rağmen benim yaptığım güreş müsabakası hiç unutulmadı. Dilden dile, gönülden gönüle aktarılarak zihinlerdeki tazeliğini korudu ve Gaziantep Üniversitesin de yaşanmış önemli hatıralar arasındaki yerini aldı.

Geçen yıl Sütçü İmam Üniversitesinde birlikte çalışırken Gaziantep Üniversitesine giden Mete isimli memurumu ziyarete gitmiştim. Mete beni oda arkadaşına “Teyfik müdürüm hem pehlivan hem de şair” diyerek takdim etti. Mete’nin oda arkadaşı da bana “Müdürüm vakti zamanında burada da Tevfik adında bir pehlivan varmış. Spor salonunda bir adamla güreşmişler. Adamı tek eliyle vurunca duvara yapıştırmış “dedi. Ben ise söylesem de inanmaz diye “O pehlivan benim. Olayda abartı var” diye konudan hiç bahsetmedim. Söylesem inanır mıydı bilemiyorum ama adamın kafası karışmasın diye sohbetin konusunu değiştirdim. An itibariyle kendi kendimle hafiften gururlanmadım desem yalan olur. Gözümün önünden o anlar bir film şeridi gibi gelip geçti.

Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.


DİNGİN AKŞAMÜSTLERİNDE ÇAĞIR BENİ/Samet YURTTAŞ

 


Sesin akşamın güzelliğine karışıyor

Sesin atlasım pusulam

Rehberim yol haritam

Sesinin sokaklarında kaybolmadan

Dingin akşamüstlerinde çağır beni

Bende türkülere dönüşüyor sesin

Yüreğimdeki saz mırıldanıyor

Rüzgâr aşındırıyor sırtımdaki dağları

Yufkadır yüreğim

Telleri kopmadan çağır beni

Sesin göğe karışıyor

Bir parça gök düşüyor yüzünden

Yağmurlar düşüyor

Gözlerim kamaşıyor gökyüzünden

Gün doğmadan çağır beni

Sesin dağ sularına karışıyor

Nehirlere ırmaklara çağlayanlara

Sesin yer altı suyu zenginliği

Mağaralarda saklı sır gibi

Denizlere karışmadan çağır beni

Senin sesin güllerin başını okşuyor

Bülbüllerin sesi bozuk

Havaya düşüyor sesin suya ve toprağa

Sesin baharda dallara düşen tomurcuk

Ayaz vurmadan çağır beni


HERKES GİBİ / HİDAYET BAĞCI

 


Herkesin sevdalanma şekli başkadır.

Her insanın ilgi alanı başka olduğu gibi. Kimisi platonik sevgiyi tercih eder kimisi de sevdanın bir üst seviyesine geçerek sevgiliye yakın olmak ister. Biri sevgiliye olan uzaklıktan dolayı acıyı lezzet tadında duyumsarken diğeri ona yakîn olmak şerefiyle bahtiyar olur. Aslında her iki insanın da temel gayesi, iç huzuru ve mutluluğu yakalamak arzusudur.

Herkesin sevme şekli başkadır.

Sevmek makamı kişinin kendini tanımasını ve keşfetmesini sağlar. Bu makama yücelmek ise çok meşakkatlidir. Sevmek için önce insanın her zorluğu kolaylaştıracak güce, ilgiye, özverili çalışmaya ve istikrarlı olmaya yatkın olması lazım.

Sevmek makamı tılsımlı bir anahtara benzer. Bu anahtar kişinin iç dünyasının kapılarını teker teker açar. İnsanı her kapıda başka hakîkat, birbiriyle bağlantılı anlam ve mana bütünlüğü karşılar. Bu makamda kâinattaki her zerre onunla konuşur ve ona bu dünyada eşlik eder. İçtiği sudan lezzet almasını sağlar. İnsan ilk ve son gezdiği dünyanın kendi kalbinde, ruhunda olduğunu bilmez. Tıpkı mutluluğu iç dünyasında değil de dış dünyasında aradığı gibi...

Herkesin yazma şekli başkadır.

Yazana kelime sunarsın, o kelime kimi zaman bir kitabın sırtında isim olur kimi zaman da o kitabın içindeki hikâyenin cümlesinde anlamına kavuşur. Belki de kendini o kitabın hikâyesinde ifade edemez. Bazı insanların kendini bulunduğu toplumun ya da mekanın içinde ifade edemediği gibi. Kim bilir? İnsanın kendini ifade edememesi de bir anlamdır. Tıpkı köşedeki masanın üzerinde duran bir biblo gibi…

Herkesin okuma şekli başkadır.

İnsan, doğru insanı bulana dek birçok süreçlerden geçtiği gibi okuyacağı kitabı da tıpkı insan eler gibi seçmeye başlar. İnsanın sîmasını seyreder gibi önce kitabın sırtındaki isme bakar. Almakla almamak arasında yaşadığı bu çelişki sonu düşünce dünyasından yakalar. Bir kitabı seçme sürecine dek insanlarla yaşadığı tüm hatıralar onu kitaplarla hemhal olmaya, dost olmaya doğru yüceltir. Aslında düşünce çevresindeki insanların kendindeki değerinde saklıdır.

Kitaplar her zaman insana okumanın kapısını açar ve ona almak istediğini verir. Bir bardak suyu kana kana içer gibi ruhundaki bahçeye hava, toprak, su ve güneş olur. İnsan, düşünce dünyasına göre kitabını eler, seçer ve okur.

Herkesin konuşma şekli başkadır.

Sen hiç konuşmadan da konuşan insanlar gördün mü? Ben görmedim ama hissettim. Kırıldığımda sustum. Mutlu olduğumda ne aldıysam en güzelini verdim. Ama vermeden önce almanın hüznünü yaşadığım o anda susarak ağladım. Konuşmak “Beni anla!” demek değildir. “Beni hissederek dinle!” demek kadar aziz ve meleklere has olmayan empati duygusu kadar insancıldır, ama dozunda olmak kaydıyla…


4 :17..... /Nurcihan KIZMAZ

 


rüzgar gibi geçmedi bu defa zaman
ağır ağır ,eze eze,üze üze,
üstüne bastı geçti
yarım kalan hayallerin,
kimi öksüz, kimi yetim
evladı mevt olana ne denir
bilemedim...

kimi son kez güldü ,
kimi bin kez öldü o gece,
kimi vedalaşamadı bile,
kiminin dudağında dondu son hece,

göz açıp kapayıncaya geçmedi
kimi hiç açamadı gözünü,
çünkü zaman
vermedi aman,
yığın yığın molozlarda kaldı
akrep yelkovan,

su gibi akmadı bu defa dakikalar
buz kesti kara kışın avuçlarında,
gidenmiydi kalanmıydı kurtulan,
yoksa insanlıkmıydı
enkaz altında kalan

SÜRGÜN GÜNLERİM/ Teyfik KARADAŞ

 Hatırat-Günlük


Nedir suçum ne günahım 

Göğe yükseldi feryadım 

Haksız yere sürgün oldum 

Yakar sizi benim ahım

Teyfik Karadaş

 Kamu kurumlarında çalışan işçiler ve memurların o bölgedeki görev süreleri dolmadan ve kendi istekleri dışında atamaya yetkili amirler tarafından yasal ölçüler dahilinde görev yeleri değiştirilebilir. Memurların ve işçilerin istekleri dışında görev yeri değişikleri yasal bir işlem olsa bile bu işlemin kamu çalışanları arasındaki adı sürgündür. Sürgün cezası memurların hayatında derin izler bırakan sevilmeyen bir durumdur. Devlet hayatımızda kurum içi, il dışı gibi sürgün cezaları olduğu gibi yurt dışına sürgüne gönderilen memurların varlığına da tanıklık etmekteyiz. Ben de bugün sizlere memuriyet hayatımda yaşamış olduğum bir sürgün olayını anlatmaya çalışacağım.

 Üniversiteden mezun olduktan sonra 1989 yılında öğretmen olarak göreve başladım. On iki yıl süreyle Niğde, Van ve Adıyaman illerimizde Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve eğitim yöneticisi olarak göre yaptım. Bu süreçte kaymakamlıktan cumhurbaşkanlığına kadar birçok makamdan teşekkür, takdir, aylıkla ödül ve başarı belgesi gibi çeşitli ödüller verilerek taltif edildim. Çok iyi sicilden iki defa kademe aldım. Bir kez bir öğrenci velisinin asılsız şikâyeti yüzünden soruşturma geçirdim ama disiplin cezası almadım. Hayatı başarılarla dolu bir fert bir memur olarak bir gün gelip sürgün cezasına çarpılacağımı rüyamda görsem inanmazdım.

2001 yılında kurumlar arası nakil yoluyla Gölbaşı Meslek Yüksekokuluna Yüksekokul Sekreteri olarak atandım. Yüksekokul sekreteri olarak göreve başladığım zaman Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Gaziantep Üniversitesine bağlıydı. 2006 yılında çıkartılan Adıyaman Üniversitesi kuruluş kanunuyla birlikte Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Adıyaman Üniversitesi'ne bağlandı.

Gölbaşı Meslek Yüksekokulunda 2001 yılından 2006 yılına kadar geçen beş yıllık süreçte üç müdür ve iki rektör ile çalıştım. Bu beş yıllık süreçte ne yüksekokul müdürlerimle, ne de rektörlerimle bir sorun yaşamadım. Sorun yaşamadığım gibi üniversitede en üst seviyede sevgi ve saygı gören ender kişilerden biriydim. Gölbaşı ve Besni Meslek Yüksekokulu'nda ders okuttum. Gölbaşı İlce Sınav Merkezi Yönetici Yardımcılığı görevini yürüttüm. Amiyane tabirle amirlerim tarafından el üstünde tutulan bir insandım. Gölbaşı İlçe Protokol üyelerinin tamamı da bana eksiksiz olarak sevgi ve saygı gösterir, hürmet ederlerdi. Gölbaşı halkının tamamıyla muhabbetim vardı.

Adıyaman Üniversitesi kurulduktan sonra İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu belli bir süre tedviren Adıyaman Üniversitesi Rektörlüğünü yürüttü. O dönemde de bir sorun yaşamadım. 2007 yılının mayıs ayında Prof. Dr. Mustafa Gündüz Adıyaman Üniversitesi Rektörü olarak atandı. Mustafa Gündüz’ün rektör olarak atanmasına memleket adına çok sevindim. Gölbaşı’lı olduğu için memlekete yardımı olur diye tahmin ettim. Kendisini tanımıyordum ama kardeşleriyle dostluğum arkadaşlığım vardı. Anasının eviyle benim oturduğum ev arasında sadece üç ev vardı. Üniversitede bir sorun yaşasam rektöre kardeşleri vasıtasıyla ulaşırım diye de düşündüğümü hatırlıyorum. Ben böyle düşünürken Mustafa Gündüz Rektörlüğe başladıktan kısa bir süre sonra benim huzurum kaçmaya başladı. Rektörün benimle ilgili olumsuz görüşleri olduğunu duymaya başladım. Huzurum kaçtı ama o günkü Yüksekokul Müdürüm Prof. Dr. İrfan Şiap arkamda karlı dağ gibi durdu. Beni kurda kuşa yem etmedi. İrfan Şiap bana sahip çıktı ama kendisinin de morali bozulmaya, huzuru kaçmaya başladı. Adıyaman Üniversitesi kurulurken gecesini gündüzüne katarak çalışan İrfan Şiap 2009 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi'ne gitti.

İrfan Şiap’ın görevden ayrıldığı gün Adıyaman Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim elamanlarından Yrd. Doç. Dr. Fikret Mazı bizim okula müdür olarak atandı. Fikret Mazı’nın müdür olarak atanmasına en çok ben sevindim. Kendisiyle yakinen tanışıyorduk. Hemşerimdi. Babası Kahramanmaraş Belediye çarşısında esnaftı. Kendisini 2007 yılında tanısam bile babasını seksenli yıllardan beri tanırdım. Temiz insandı. Fikret Mazı’nın evi Kahramanmaraş’taydı. Maraş’a kıymetli hemşerim İdari İktisadi ve idari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fatih Doğanoğlu Beyle birlikte gidiş geliş yapıyorlardı. Adıyaman’dan Kahramanmaraş’a gidip-gelirken yanıma uğralar birlikte çay kahve içer muhabbet ederdik. Bu nedenle Fikret Mazı’nın Gölbaşı Meslek Yüksekokuluna müdür olarak atanması benim için önemli bir şanstı.

Fikret Mazı bizim okula haftada bir gün göreve geliyordu. Göreve geldiği günlerde de genel olarak doçentlik dosyasını tanzim etmekle uğraşıyordu. İlişkilerimiz iyiydi ama bir iki kez benim ilçe protokol üyeleri tarafından çok fazla saygınlık görmemden dolayı huzursuz olduğu hisseder gibi oldum. Hisseder gibi oldum lakin ben yanlış anlamışım Fikret Hoca benden rahatsız olmaz diye düşündüm. Bu düşüncemi kimse ile de paylaşmadım zaten. Fikret Mazı müdürlüğe başladıktan kısa bir süre sonra tepemde kavak yelleri esmeye, başımda karakuşlar uçmaya başladı. Fikret Hoca ile idari konularda aramızda bazı anlaşmazlıklar yaşandı. Bu anlaşmazlıkları da kimseye hissettirmedim. Zaman su gibi akıp gidiyor, Fikret Hoca ile dostluğumuz devam ediyordu.

Fikret Hoca göreve başlayalı beş altı ay kadar zaman olmuş. Takvimler 2010 yılının ocak ayını gösteriyordu. Yüksekokul Müdürümüz Fikret Mazı Beyin olmadığı bir gün Rektör Yardımcısı Atike Hanım ile Genel Sekreter Vekili Gökhan Bey bizim okula geldi. Teamüllere aykırı bir şekilde temizlik işçileriyle gizli bir toplantı yaptılar. Onlar işçilerle toplantı yaparken onları Gölbaşına getiren şoför Mahmut yanıma gelerek “Teyfik Abi bunlar Adıyaman’dan Gölbaşı’na gelinceye kadar senin hakkında şifreli bir şeyler konuştular fakat ne konuştuklarını anlayamadım. İnşallah başına bir çorap örmezler” dedi. İşçilerle toplantıları bitince okuldan çekip gittiler. Şoförün anlattıkları ve okuldaki tavırlarını birlikte değerlendiğimizde şahsımla ilgili olumsuz bir durum olacağı anlaşılıyordu. Ben kadere inanan bir insan olduğum için “Allah’ın dediği olur” diyerek bu durumu pek umursamadım. “İp inceldiği yerden kopsun” dedim.

Rektör Yardımcısı Atike Hanım ile Genel Sekreter Gökhan Bey’in bizim okulu ziyaretlerinden birkaç gün sora 27 Ocak 2010 Çarşamba günü okulun Rektörlükteki işlerini takip etmek üzere resmi araçla Adıyaman’a gitmiştim. Adıyaman’da işleri tamamladım. Dönerken Müdürümüz Fikret Beyle birlikte dönecektik. Adıyaman’dan dönmeden önce şoför Hüsamettin Yalçınkaya’ya “Yazı İşlerine çık. Bizim okula yazı varsa alda gel” dedim. Ben arabanın içinde beklemeye başladım. Hüsamettin Bey Rektörlük binasına girdikten beş dakika sonra dışarı çıktı. Arabanın olduğu yöne doğru yürürken elindeki bir yazıyı dikkatlice okuduğunu fark ettim. Okuduğu bu yazıyı arabaya gelinceye kadar elli metrelik mesafede duraklayarak üç kez okudu. Ben Hüsamettin Bey arabaya gelmeden önce anormal bir durum olduğunu anladım ama durumun ne olduğuna karar veremedim.

Hüsamettin arabaya binmeden ben arabadan indim. Hüsamettin Bey” Hocam bu neyin nesi. Seni bizim okuldan almışlar. Teknoloji Fakültesine görevlendirmişler” dedi. Hüsamettin’in ağzından çıkan sözler bitmeden gözlerimin önü karardı. Tüm Adıyaman’ı karanlık görmeye başladım. Moralim birdenbire alt üst oldu. Ancak “Hüsamettin Bey hayırlısı olsun inşallah kardeşim” diyebildim. Ocak ayının soğuğundan üşümeyen bedenim birdenbire titremeye başladı. Daha ben arabaya binmeden telefonum çaldı. Baktım arayan can dostum İbrahim Sağlam’dı. İbrahim Bey benim hemşerim, üniversiteden ev ve okul arkadaşımdı. O zaman Gölbaşı İlçe Tarım Müdürü olarak görev yapıyordu.

Alo İbrahim Bey dedim.

Seni Gölbaşından sürgün etmişler. Haberin var mı? Dedi.

Bir dakika önce haberim oldu dedim.

Sen şimdi neredesin dedi

Adıyaman’dayım dedim

Sen Adıyaman’dan ayrılma. Biz Mehmet Bey’le Adıyaman’a geliyoruz. Sen bizi Dibek Kafede bekle dedi.

Mehmet Bey Gölbaşı İlçe Tarım Müdürlüğünde ziraat mühendisi olarak çalışıyordu. İbrahim Bey ve benim yakın arkadaşımızdı. Can, mal ve namus güvenilebilecek değerli bir insandı. Dostunun dostu, düşmanın düşmanıydı. Aynı zamanda Rektör Mustafa Bey’in küçük kardeşiydi. Ben İbrahim Bey ile telefon görüşmem bitince şoför Hüsamettin Bey’e “Sen müdürü fakülteden al. Gölbaşı’na git. Ben burada kalacağım” dedim. Ben Rektörlüğün karşı tarafında faaliyet gösteren Dibek Kafeye giderek köşedeki bir masaya oturdum. Masada oturup arkadaşları beklerken dakikalar saatler geçmek bilmiyordu. Benim sıkıntımı artırmak için sanki saatlerin akrepleri ve yelkovanları yerinde sayıyordu. Ben orada beklediğim iki saatlik sürede kaç bardak çay kaç tane sigara içtim bilemiyorum. Kendimi tutsam da gözlerime yaşlar doluyordu. Gözlerimden akan yaşı yad ellerde kimseler görmesin diye peçeteyle siliyor, ıslattığım peçeteleri kendi ellerimle çöp kutusuna atıyordum. Saatin yediye yaklaştığı bir anda İbrahim Bey ile Mehmet Bey bir Hızır gibi kafenin ana kapısından içeri girerek yanıma geldiler.

Ben kafede beklediğim iki saatlik süre içerisinde Mehmet Bey’in bu sürgünü mutlaka durduracağını hayal etmiştim. İbrahim ile Mehmet masaya oturup hoş beş faslı bittikten sonra Mehmet Bey “Tayınını durdururum umuduyla gelmiştim ama tayinini şimdi durduramadım kardeş” diye yaşlı gözlerle bana sarılınca kafenin çatısı adeta üzerime yıkıldı. O buz gibi havada sırtımdan soğuk terler akmaya başladı. Bu üzüntülü halimi arkadaşlara hissettirmek istemesem de vücudum freni patlamış kamyon gibi irademin dışında hareket etmeye başladı. Bazen gözümden yaş geliyor bazen gayri ihtiyari olarak kendi kendime gülüyordum. Refleksimi kontrol edemez oldum. Psikolojim iyice bozuldu. Mehmet Gündüz Rektörlükteki genel sekreter ve abisiyle yaptığı görüşmeleri bana başından sonuna kadar harfi harfine eksiksiz olarak anlattı ama etik olmayacağı düşüncesiyle ben bu konuya girmek istemiyorum.

Dibek Kafede İbrahim Bey, Mehmet Bey ve ben birlikte akşam yemeğimizi yedik. Yemek yerken elim titriyor, elimdeki çatalı tutmakta zorlanıyordum. Yediğim yemek ağzıma giriyor, burnumdan mı çıkıyor bilemiyordum. Yemeğimizi yedikten sonra derhal Gölbaşı’na hareket ettik. Normalde kırk dakika süren Adıyaman Gölbaşı yolu o gün bitmek bilmedi. Yolculuk esnasında zihnimden geçen senaryoları kayıt etme imkânı olsa kapalı gişe oynayan en az beş tane film çekilirdi. Yolculuktaki gündemimiz yine benim sürgünümdü ama benim zihnimden farklı şeyler geçiyordu. Allah razı olsun İbrahim Sağlam ve Mehmet Gündüz benim sürgünüme benden fazla üzülüyorlardı.

Yolculuk bitip Gölbaşına varınca arabam orada olduğu için doğruca Meslek Yüksekokuluna gittik. Yüksekokul Müdürünün odasının ışığı yanık olduğu için hep birlikte Fikret Beyin yanına çıktık. İbrahim ve Mehmet müdür beyle hoş beş edip hâl hatır sorduktan sonra ayrıldılar. Ben okulda kaldım. Fikret Bey benim atamam konusunda bilgisinin olmadığını ve kendisinin bu nedenle müdürlük görevinden istifa etmesi gerektiğini söyledi. Ben de “Müdürüm sen istifa etme. İnşallah ben bu tayını durdururum” dedim. Yüksekokul müdürünün bilgisi olmadan yüksekokul sekreterinin görev yerinin değiştirilmesini çok manidar buldum. Sizce de öyle değil mi? Müdür Beye bir hasta sevk belgesi imzalatarak okuldan ayrıldım.

 Eve vardığımdaki haleti ruhiye mi anlatmaya hiç gerek yok. Çocuklar uyuyuncaya kadar vaziyeti idare ettim. Çocuklar uyuduktan sonra Adıyaman’a sürgün olduğumu eşime söyledim. Eşim gayet metanetli bir şekilde “Allaha şükür hırsızlık yapmadın. Yolsuzluk yapmadın. Alnın açık. Yüzün pak. Bir şey olmaz gider gelirsin” diyerek beni teselli etmeye başladı. Her şeye rağmen gözüme uyku girmedi. O gece bir dakika bile uyuyamadım.

Görev belgesini tebellüğ etmemek için sabahleyin 20 gün istirahat raporu alıp okul idaresine teslim ettim. Benim Adıyaman’a sürgün edilmemem sabahleyin erkenden Gölbaşı’nın her yerinde manşet haber olarak duyuldu. Bu habere ilçe halkının çoğunluğu üzülse bile, sevinenlerde olmuştur elbette. Dışarıdan baktığın zaman benim atamam ilçeden ile, yüksekokuldan fakülteye olduğu için terfi gibi görünse de benim ve sevenlerimin penceresinden sürgün sayılıyordu. Ben istirahatli olunca ailemi ziyaret etmek ve Aksu Televizyonunda yayınlanan Ne Var Ne Yok programına katılmak için memleketim Kahramanmaraş’a gittim. Benim sürgünümden iki gün sonra Öğretim görevlisi Mustafa Kahraman ile Yardımcı Doçent Doktor Osman Atay’da Adıyaman’a gönderildiğini duydum.

Ben memlekette iken tayinimi durdurmak için adeta bütün Gölbaşı halkı topyekûn seferberlik ilan etmiş. Bana dahi haber vermeden Gölbaşı Kaymakamı Bünyamin Yıldız ve Belediye Başkanı Yusuf Özdemir Rektör Beyin ziyaretine gitmişler. Rektör Bey Gölbaşılı olunca hafta sonu ilçeye geldiğinde akrabaları arkadaşları ricacı olmuşlar. Okulun bütün öğrencileri benim göreve dönmem için imza toplayıp bir dilekçe ekinde Rektörlüğe göndermişler. Herkes karınca misali bir mücadele vermiş. Ben bu gelişmelerden belli bir zaman sonra haberdar oldum. Bu faaliyetlere katkı sağlayan ve benim için dua eden herkesten Allah razı olsun. Bu konuda şirin Gölbaşının kadirşinas halkının tamamına mütemadiyen müteşekkirim.

Yirmi günlük istirahat raporu bitti ama gösterilen bütün gayrete rağmen benim tayınım, benim sürgünüm bir türlü durdurulamadı. Ancak Belediye Başkanı Yusuf Özdemir abiye Rektör Beyin “İmzamın mürekkebi kuruduğu zaman göndereceğim” demesi azda olsa içimi rahatlattı. İstirahat iznimin bittiği gün Gölbaşı Meslek Yüksekokulu'na gidip ilişiğimi keserek Adıyaman’a hareket ettim. Gölbaşından çıkıp Adıyaman’a giderken Yarbaşı köyüne vardığımda içim burkuldu. Kuz Dağı üzerime doğru yürümeye başladı. Arabam bile Çöplüden başlayıp Burunçayır köyüne doğru giden iniş yolda Dokuz Dolambacın rampasını çıkmışçasına zorlanıyordu. Her hafta en az iki defa Adıyaman’a gittiğim araba uzun ve geniş araçlar gibi karayolundaki kendi şeridine sığmıyordu. Şambayat Kasabasından geçerken marketin önünde durup aldığım sigaralar vücudumu rahatlatmak için eczanede satılan haplardan daha etkiliydi. Göksu Irmağı üzerindeki sırat gibi ince ve uzun köprüyü çekerken yolun tek şeride düşmesi Şartellerimi attırmaya yetiyordu. Çimento fabrikasının yanından geçerken yükselen toz tabakasını anlatmaya gerek yok. Üniversite Yerleşkesinin Gölbaşından gelen yolun girişinde olması önemli bir avantajdı. Yerleşke Nizamiyesinde nöbet tutan güvenlikçilerden Teknoloji Fakültesi faaliyetlerini Sağlık yüksekokulunun binasında sürdürdüğünü öğrendim. Hafif bir U dönüşüyle fakülte binasına vardım. Dekan Bey yerinde olmadığını öğrenince Sağlık Yüksekokulu Sekreteri Mustafa Çetin Beyin odasına giderek Dekan Beyin gelmesini bekledim. Özel Kalem Sekreteri Dekan Beyin geldiğini haber verince Dekan Beyin odasına girdim.

Dekan Beyi daha önce hiç görmediğim için kapıdan içeri girerken kısa künye yapan asker edasıyla kendimi tanıttım. Dekan Beyde bana kendisini tanıttı. Dekan Profesör Doktor Turan Koyuncu Bey Efendi bir insanmış. Kendisi Malatya-Erguvanlıymış. Bana çok nezaketli davrandı. Ben varmadan dersini iyi çalışmış benimle ilgili her şeyi öğrenmişti zaten. Bana” Gölbaşı’n da ne yaşanmış beni alakadar etmez. Burada senin amirin benim. Benden başka kimse sana karışamaz. Göreve yetişeceğim diye hız yapma. Geç gel. Erken git. Burada da kalıcı değilsin zaten. Rektör Beyle görüştüm. Yakın zamanda Gölbaşı’na gidersin inşallah dedi. Dekan Beyin bana göstermiş olduğu yakın ilgiden ve samimi tavırlarından fevkalade memnun olduğumu söylemezsem haksızlık yapmış olurum.

Dekan Beyin odasından çıkınca binanın üçüncü katında benim oturmam için tahsis edilen odaya gittim. Odada Yapı İşleri Teknik Daire Başkanlığından gönderilmiş, kızağa alınmış mimar Aysel Hanım’ da vardı. Birlikte aynı odada oturacaktık. Aysel Hanım aklı başında oturaklı bir insandı. Adıyaman’ın yerli eşrafından tanınmış bir ailenin kızıydı. İçeri girdim kendimi tanıttım. Aysel Hanım’da kendisini tanıtarak sizinle aynı kaderi paylaşıyoruz hocam dedi.

 Adıyaman’a bir ay kadar gittim geldim. Bu bir aylık süreçte Dekan Beyin yapmış olduğu güneş enerjisiyle çalışan taksi ve minibüse yedek parçalar aldık. İşleri Sağlık Yüksekokulu Sekreteri Mustafa Çetin Bey yürütüyor, bana sade imza atma işi kalıyordu. Fazla bir iş yoktu zaten. Fakültede bir dekan, bir mühür ve bir de ben vardım. Fakülte yeni kurulduğu için henüz ne bir tane öğrencisi ne de bir tane çalışanı vardı. Dolasıyla iş yoğunluğu azdı. İş konusunda bir sıkıntı yaşamadım ama manevi yönden hayali hüsrana uğradığım anlar oldu. Hiç beklemediğim insanlar bana destek olmak amacıyla hayırlı olsun ziyaretine gelirken dost sandığım insanlar Rektör görürde bize de zarar verir düşüncesiyle benimle karşılaşmamak için yollarını değiştirdiler. Hiç beklemediğim insanlar da beni en lüks mekanlara öğle yemeğine götürüp ağırladılar. Para ihtiyacımın olup olmadığını sordular. Ben Gölbaşında çalışırken önümde ceket düğmeleyen bazı çalışanların aleyhimde dedi kodular yaptıklarını duyunca nasıl üzüldüğümü ifade edecek kelime bulamıyorum. O gündeki iyiliği de kötülüğü de aradan yıllar geçse de unutamıyor insan. O bir aylık süreçte çalışma arkadaşlarım arasından gerçek dostlarımın kimler olduğunu öğrendim. Yalaka taklacı ve fırsatçı insanların kimler olduğuna tanıklık ettim. Bu bir aylık sürgün hayatım için ilk günlerde tarifi mümkün olmayacak seviyede üzülsem bile sonradan çok önemli kazanımlar elde ettiğimin farkına vardım. Bu kazanımların ne kadar önemli olduğunu yaşamayan insanların yeterince anlaması mümkün değildir.

Ben Adıyaman’da göreve başlayalı bir ay olmuştu. Yol kenarındaki bademler çiçek açmış, yola yakın tarlalardaki ekinler bir karış kadar yükselmişti. Benim sinirlerim yatışmış, öfkem inmişti. O sabah Gölbaşı’ndan hareket edip Adıyaman istikametine doğru giderken Atmalı Köyüne vardığımda telefonum çaldı. Arabayı sağa çekip durdum. Arayan numara Rektörlük Özel Kaleminin numarasıydı. Telefonu açtım. “Alo buyurun. Teyfik Karadaş Teknoloji Fakültesi Sekreteri” dedim. Rektörün özel kalemi olan hanım efendi “Hocam Rektör Bey sizi makama bekliyor” dedi. Ben de “Yirmi dakika içerisinde orada olurum” diyerek telefonu kapattım. Keçeyi suya atıp üste çıkan yere bir taş koyduğum için Rektör Beyin bu daveti negatif veya pozitif olarak ruhumda bir heyecan yaratmadı. Kıyafetim düzgün, sakal tıraşım yeniydi. Yine de Adıyaman’dan Kâhta’ya gönderecek olsa zaten makama çağırmaz dedim. İnşallah hayırlı bir iş için çağırmıştır düşüncesi zihnimde ağırlık kazandı.

Rektörlük binasının önüne varıp arabamı park ettim. Makama çıktım. Özel kalem görevlileri beni bekletmeden içeri aldı. İçeri girip kapıyı kapattıktan sonra “Sayın Rektörüm beni emretmişsiniz buyurun efendim” dedim. Tabi Rektör Bey bu sürgün konusundan benim ne kadar üzgün olduğumdan kısmen de olsa haberdardı. Eliyle yer gösterip “Buyur Teyfik Bey otur” dedi. Ben oturduktan sonra çay söyledi. Benimle ilgili olarak “Sizinle ilgili olarak yanıltıldım. Hakkınızı helal edin. Bugün sizi tekrar Gölbaşına gönderiyorum. Kaldığınız yerden devam edin. Ben Rektör olduğum müddetçe artık size kimse dokunamaz” dedi. Ben de “Sayın Rektörüm teşekkür ederim” dedim ve makamdan ayrıldım.

Personel Daire Başkanlığına geçtim. Rektör Beyin talimatı üzerine memurlar acele olarak görevlendirmemin iptali hususundaki yazıyı hazırlayıp ilgililerin parafına sundular. O gün Personel Daire Başkanı Filiz Hanım izinde olduğu için yerine vekalet eden hanım efendi “Yarın Filiz Hanım paraflasın” diyerek benim yazımı paraflamadı. Ben de kendi gururuma yedirip konuyu Rektör Beye intikal ettirmedim. Onay yazım bir gün geç çıktı. İlişiğimi kesmek için Adıyaman’a bir gün daha gittim. O bir gün fazladan gitmek bir ay gidip gelmekten daha zor geldi bana. (Benim sürgünümü bir gün daha uzatmak için yazımı paraflamayan hanım efendi bir yıl sonra benim yanıma sürgün edildi. Ben kendisine, kendisinin bana davrandığı gibi davranmadım.) Olur çıktığı için Teknoloji Fakültesinden ilişiğimi kestim. Dekan Bey başta olmak üzere bütün çalışma arkadaşlarımla vedalaşarak Adıyaman’dan ayrıldım. Aynı gün Gölbaşı Meslek Yüksekokulundaki görevime başladım.

Kırılan camın kaynak tutmadığı gibi benim gönül kırgınlığımda bir türlü düzelmedi. Okulu bahçesinde bir amele gibi çalışırken, kendi çabalarımla Yüksekokula halkın desteğini sağlarken böyle bir sürgüne reva görülmem kuvveyi maneviye mi bozdu. Bir yıl sonra Rektör değişti. Beni sürgün edenlerden kimse ortalıkta kalmadı gönlümde açılan bu yara bir türlü baş tutmadı. Yeni gelen Rektör Rektörlükte çalışmam için daha üst seviyede görev teklifinde bulundu ama onu da kabul etmedim. 2012 yılının başında ailevi mazeretlerim nedeniyle kurum değiştirerek memleketim Kahramanmaraş’ta faaliyet gösteren Sütçü İmam Üniversitesindeki farklı bir göreve atandım.

Gölbaşı Meslek Yüksekokulunda çalışırken Adıyaman’a sürgün olduğum dönemde benden maddi manevi desteklerini esirmeyen Kaymakam Bünyamin Yıldız, Belediye Başkanı Yusuf Özdemir, Tarım Müdürü İbrahim Sağlam, Ziraat Mühendisi Mehmet Gündüz başta olmak üzere Gölbaşı Meslek Yüksekokulunun bütün çalışan ve öğrencilerine, Şirin Gölbaşının kadirşinas halkına ve ismini zikredemediğim bütün dostlara teşekkür etmeyi vicdani bir sorumluluk olarak bilirim. Sürgünüme imza atan amirlerime hakkımı helal ediyorum ancak; benim hakkımda Rektör Beye yalan yanlış bilgiler vererek, iftiralar atarak sürgünüme vesile olan kişi veya kişilerle adaleti dünyada olmasa bile adaleti Kübra da hesaplaşmak istiyorum

Hikayeme Henry Fielding’in “İftira, kılıçtan daha keskin bir silahtır, çünkü iftiranın açtığı yaralar hiç kapanmaz” sözleriyle son veriyorum.

Kalın sağlıcakla


KUDÜS'ÜN ÇOCUK MUHAFIZLARI/Cihan BİLGİ

 


Kaldır ürkek yüreğini çocuk !
Toparla sarsılmış cesaretini,
Girme çıkmaz sokaklara !
Koş  Bulutlara ağırlaşmış bedeninle...

Nasıl olur? bu kulaklarımı sağır eden sessizlik ?
Kaldır  nazlı yüzünü arşa,
Baksana  semaya,
Belki bir umuttur tezahür
eden sana.

Kapılma hüzüne çocuk!
Karamsarlığa iltica etme!
Çek gözlerindeki sisi,
Hayallerinle ört karanlığı...

Yık içindeki barbar kavimleri 
Kurut sadrındaki 
kök salmış vehimleri
Def et ! İçindeki  buhranı  
Getir zevali ruhundaki kasvete 

Aç Semanın bab-u huzurunu,
Uzan yedi tabaka özgürlüğe..
Uçur  uçurtmayı düşlerinin mavisine...

Arama  özlüğünü ırâkda 
Çocuk uyan benliğine,
Özünü özümse..



ESKİ BİR FOTOĞRAFTIR DOSTLARIM: SAMAN SARISI/Samet YURTTAŞ

 


Gece olur

Eski bir fotoğraf düşer aklıma

Hâlâ esmer yüzüm

Hâlâ çoban yalnızlığında

O vakit gözyaşlarım savrulur

Hatıralar yüklerim kağnılara


Dostlarım eskimiş biraz

Güneş vurmuş fotoğraflara

Hep saman sarısı

Özlemek

Gurbetin sırtımdaki ağrısı

İçimde katırlar koşar

Rüzgâra karşı

O vakit dostlarım başıma dikilmiş

Soğuk mezar taşları


Zaman

Fotoğraflarda saklı bir söz

Kulaklarımda dünyanın gıcırtısı

O vakit dostlarım

Parmaklarımın arasından dökülen kum taneleri

Hangisini tutsam

Avuçlarımda yalnızca gölgesi