BİZE YAZILANLAR...
Enver ÇAPAR'ın Şiir Kitabı UÇURUMLAR ÇAĞI/Hasan EJDERHA
KIYMETİNİ BİL/Ali Rıza KARAKALE
Babamın adaşı benim hep sırdaşım oldu. Küçük köy caminin kapısının karşısında alabildiğine dik bir yokuş vardı. Bazı amcalar vişne çürüğü bir partnere doluşup yokuşu kolaylıkla çıkarken bazıları bu sevaptan da mahrum kalmamak için ellerinde yaştaş bastonlarla tırmanmayı ibadet bilmiş gibi tırmanıyorlardı. Evleri ilk sol sapakta olanlar kendini “bahtsız”, ikinci sol sapaktan sapanlar “olduğuna şükür”, yokuşun başında olanlar kendini “bahtiyar” kabul eder gibiydiler. Ben yine arafta kalanlardandım. Bu Ramazan o yokuşu hep başımın içindeki depremleri bir daha yaşamamak için dualarla çıktım; kafasındaki püsküllü takkeyle yokuş çıkan amcalardan habersiz. Beynimi kurcalayan; herhangi bir yerindeki huysuz bir parça mı, yoksa bir avuç kalbi parçalayan hadsiz bir sırça mı bilemedim henüz. Bunu bir din alimi, bir tıp uzmanı, 35 yıllık bir anne, 35 yıllık bir baba, 30 yıllık bir abi, 10 yıllık bir adam da bilemedi hâlâ. Kadir Gecesi gibiydi. “Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin?” gibi bir ilahi uyarıydı. Yaştaş bastonunu sağ elinde dayanak eden, sol elinde de yokuş yukarı tütününü tüttüren Maraş şalvarlı, kara kış yelekli amca, o da adını bildiğine şükretti yanımdan geçerken. “Kıymetini bil, Ramazan’a iyi bak!” dedi sonra nefes nefese. Başımı salladım istemsizce. Bu bende bir ayı aşkın zamandır vardı zaten.
Eve çıktım. Annemin ‘emanet sandığımda hatimler var’ dediği günün gecesiydi. Bulunduğum hâl bir emanete sahip olmanın ağırlığıyla sarstı. Sarsıntılar devam ediyor son zamanlarda artarak. Sorumluluk mu ? Kendimi anlatamayışım mı? Beni anlamayışları mı ? Onu da bilemedim. Bilememek değil de bilmemek iyidir bence. Bu sandık benim ruhumun yuvası oldu. Siz deyin Yusuf’un Kuyusu, ben deyim Nuh’un Gemisi!
Arefeydi! En çok bugün susamak istedim. 35 yıldır hep öyle olsun isterim. Gelişine sevindiğim günün teravihinde ağlamaya başlamak gibi onu sevmek. Gideceğini bilmek ağır gelir. Bir yatsı ezanıyla gelip bir akşam ezanıyla gitmek, bir ezanla bağlanıp bir sela ile ağlanmak gibi de değil midir ?
Öyle işte! Gittiğine ağlamak kadar geleceğine gülmek benimkisi. Geldiğinde bulursan beni, geldiğinde bulursam seni…
Elveda ümidim, özletme kendini !
Armağanına layık olabilmek niyazıyla, hayırlı bayramlar.
YİTİK/Seyfettin ALBAYRAM
Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin
Hadis-i Şerif
Siz herhangi bir eşyanızı yitirdiniz mi? Eşya yitirmek zordur. İnsan bir şey yitirdiği bölgeyi tarar durur. Hiç aklından çıkmaz. O mekâna her geldikçe yitirdiği eşya aklına gelir, gözleriyle yeri tarar acaba şuraya da bakmış mıydım, diye.
Aslında toplum olarak biz çok şey yitirdik. En başta özelliklerimizi yitirdik, acıma ve merhamet duygumuzu yitirdik. Birçoğumuz vicdanımızı yitirdik. Toplum olarak bizi birbirimize bağlayan duygularımızı yitirdik. Kahramanmaraş’ta bir deyim vardır; “eşek yitirmişe benzememek” diye. Duyarsız ve duygusuz olanlar için kullanılır. Maalesef eşek yitirmişe benzemiyoruz. Yitirdiğimiz şeyleri bulmak için de herhangi bir çabamız yok. Komşunun komşudan haberi yok. Aynı apartmanda oturan insanların birçoğu birbirini tanımıyor. Karşı dairede cenaze var, bu dairede çalgı çengi, kahkahalar.
Çocukken komşu büyüklerden çekinir anormal hareket edemezdik. Çünkü hemen müdahale ederlerdi. Babam terzilik yapardı. Van’dan, Siirt’ten sert bakışlı, ayaklarında şalvar başlarında bazen kasket, bazen poşu bağlı insanlar gelirdi. Bize göre boylu poslu adamlardı. Biz çocuklar onların bozuk Türkçelerine gülerdik, babam bizi azarlardı;” insanlarla dalga geçmek günah” diye. Toptan kumaş alır, gömlek, pijama vs. diktirir, memleketlerine götürür satarlardı. Biz dikiş işini üstlenirdik. Bazen paraları çıkışmaz; “Usta kalanı gelecek gelmeme vereyim derlerdi.” Van nere Gaziantep nere. Adam gitse bulma imkânı bile yoktu. Ancak her seferinde babam “Tamam” derdi. Kredi kartı yok, senet yok, kefil yok. Söz senetti çünkü. Hiç aksattıklarını hatırlamıyorum. Üstelik bu adamlar kendi dükkânımızda bize gazoz ısmarlamaya kalkarlardı. Doğu insanı genelde böyledir. Hele Diyarbakırlılarla herhangi bir yere oturup bir şeyler yemiş içmişseniz sakın elinizi cebinize atmayın, vallahi cebinizi yırtarlar. Diyarbakır’da okurken Diyarbakırlı arkadaşlarla kahveye giderdik. Genelde durumları iyi olmayan kişilerdi, ancak buna rağmen kasada birbirleriyle itişirlerdi, illa parayı ben vereceğim diye. Bizim “yahu bu seferlik ben vereyim” deme şansımız bile yoktu. Onlar için ben yabancıydım, yani misafirdim, mutlaka ağırlanmam gerekirdi. Kasada birbirleriyle itişen kişiler görürseniz bilin ki mutlaka Diyarbakırlılardır. Korkmayın, dövüşmüyorlar, birbirlerine ikramda bulunmaya çalışıyorlar.
Genelde köyde kalıyorum. İki gün önce şehre indim, yaya dolaşmaya başladım. Ayaklarım beni Bakırcılar Çarşısına sürükledi. Biraz da orada çay ocağının müdavimlerinden Nurettin adlı arkadaşımı görmeyi ümit ediyordum. Çay ocağını yokladım, yoktu. Çarşının en meşhur kebapçısı Abidin Ustadır. Baktım orası ana baba günü, her bölgeden insan ve turistler. Çoğu ayakta kebap yiyor. Hoşlanmadım hemen arasa’nın girişindeki kebapçıya yöneldim. Masalar bomboş. Kapının önündeki masaya yerleştim.
Usta bana bir dürüm ciğer, diye seslendim.
Sonra telefonumu çıkararak gelen mesajları okumaya başladım. Çevremdeki sesleri duymuyordum.
Birisinin “Selamaleyküm “dediğini duyar gibi oldum. Başımı telefondan kaldırmadan gayri ihtiyari “Aleykümselam “dedim.
Sen yemeğini yediii.
Başımı kaldırdım, karşı sandalyede benden yaşça büyük birisi oturuyordu. Başında kasket, ayağında şalvar, sert bakışlarla bana bakıyor, sorusuna cevap bekliyordu.
Efendim, anlamadım.
Sen yemeğini yediii.
Yok, yiyeceğim.
Ne söyledin?
Ciğer.
Ben de ciğer söyledi.
Yetmişli yaşlarda ama dinç gösteriyordu. Çocukluğumda gördüğüm Vanlılara benziyordu.
Nerelisin?
Emmi ben buralıyım, Gaziantepliyim. Ya sen nerelisin?
Vallahi beeen, Fırat kenarından, Arabanlıyım. Arabanı biliymisin?
Bilirim emmi.
Bu arada telefonu kapattım, masanın üstüne bıraktım.
Lav ben Kürdüm,Türkçeyi fazla çeviremiym.
Baş tacısın emmi. Ben seni anlıyorum,sen konuş.
Ben kövlüyüm. Benim koyunum var, ineğim var, culluğum var, bir de atım var. Benim fıstığım da var. İki ton fıstık satmışam. Benim oğlan öğretmen. Bana “Babo sen burda dur ben pazara gidip geleceğim”dedi. Benim de karnım acıktı, ciğeri seviym. Halım eyi çok şükür, kimseye muhtaç degilem.
Biraz alış veriş yapmışam… (sonra üzerime doğru eğilerek) lav her şey çok bahali. Heç birşeye güç yetmiiiy. Bir iş ayakkabısı almışım yüz seksen kağıt,vay babo lav bir ayakkabı yüz seksen kağıt oluuur?
Hele bir bakayım şu ayakkabıya.
Poşetten bir çift siyah mekâp çıkardı, kırk beş numara.(Çocuk mezarı gibi)
İnceledim. E emmi bu hakiki mekâp, biraz pahalı tabi. Bundan üç çiftte bende var. İş için çok iyi. Bu arada kebaplarımız geldi. Kebapçı “ ayran ister misiniz?” diye sordu.
Yok, ben su alırım.
Ben de su alırım.
Yemeği yerken sohbet faslımız devam etti. Kızı üniversitede okuyormuş. Bir oğlu Hollanda daymış. Öğretmen oğlu çok başarılıymış vs.
Yemeği bitirdik. Ben kalktım kasaya yöneldim.
Usta borcum ne kadar?
On sekiz TL.
Peki, al, emmimin parasını da al.
Adının Halil olduğunu öğrendiğim emmi masadan fırladı, cebinden parayı çıkardı,
Lav yok, ben verecağım.
Emmi ben verdim, hadi bana eyvallah, sana afiyet olsun.
Kolumdan yapıştı. Lav sen benim parayi niye verdi?
Emmi ikramda bulunmak sünnettir, ikramda bulundum.
Lav ben seni bırakmam. Sana bir şey alayım. Sen ne istersen onu alayım. Hah tamam bir ayakkabı da sana alayım.
Emmi bende o ayakkabıdan üç çift var. Bırak kolumu da güle güle git.
Ben seni bırakmam. Hah ben de sana baklava yedirecağım.
(Emmimin eminim baklava fiyatlarından haberi yoktu) Emmi ben baklavayı sevmem.
Hemen çay ocağının yanındaydık. Herkes bize bakmaya başlamıştı.
Emmi gel sen bana bir çay ısmarla ödeşelim. Kolundan tuttum masalardan birine sürükledim. Çaycıyı beklemeden çay ocağına hücum etti. Eli ayağı birbirine dolaşmış titriyordu. Geldi karşıma oturdu.
Lav ben yetmiş altı yaşındayam, hayatım boyunca bele bir şey görmedim. Lav sen bana bunu niye yaptı? Gözleri kızarmış, sicim gibi yaş akıyordu. Benim de gözlerim doldu, sesim çatallaşmaya başladı, neyse ki kendimi toparladım.
Lav ben sözü sayılır bir adamam, sen bunu niye yapti.
Emmi şimdi ben senin köyüne gelsem sen bana yemek yedirmez misin?
Lav ben sana koç keserem.
E tamam işte ben buralıyım sen misafirsin, bende sana ikramda bulundum.
Poşeti uzatarak lav al bu ayakkabıları SEN GEY,BEN GEDER YENİSİNİ ALIRIM.
Emmi bunlar benim ayağıma olmazki. Bak Allah büyük, dünya küçük bir gün köyüne gelirsem seni bulurum, ödeşiriz, tamam mı?
Benim işim var emmi , benim gitmem lazım. Öğretmen oğluna selam söyle ben de öğretmenim. Biz öğretmenler böyleyiz, işte.
Lav ben senin gözlerinden öpecağım. Zorla boynumdan çekti alnımdan öptü. Güçlü kuvvetli bir adam boynumu elinden kurtaramadım. Ayrıldık.
Gönül seferberliği diyorduk ya, evet dostlar benim hatırım için yarın herkes tanımadığı birisine ikramda bulunsun. Görüyorsunuz buna ne kadar ihtiyacımız var.
Cennetten Gelen Şiir/Ferhat Altun
-dükkan rüyaları-
türküdâr-ı dükkan, merhum başkan, şair fazlı bayram, fakirin bir şiirini şerh ederken "ben yazıda giriş, gelişme, sonuç bilmem. böyle başlar yazılarım." demişti. böyle bir hâlet-i ruhiye içinde kaleme alıyorum bu satırları.
"insan rüyada mıdır, ölünce mi uyanır; yoksa agah iken gördüğümüz her şey asıl hayatı temsil eden birer işaret midir, bu gurbet nasıl ve ne zaman biter, tabutumun tahtası bilmem hangi ağaçta, var mı bir yerim kendi mezarımdan başka" gibi sorularla derunumdaki mahşeri temaşa ettiğim bir dönemden geçiyorum. fakat şu mahşer yeri olan zihnimde, bir çiçek yeşeriyor. bir çiçek varsa bir yerde, çiçeklerin şeyhi de oradadır. bir çiçek diyoruz, yani bir rüya, bir ziyaret.
derler ki "rüyâ âleminde gördüğünüz kişinin vefat etmiş olduğunun farkındaysanız bu rüyâ değil, ziyarettir." eğer durum böyleyse bir soru sormak düşüyor bize: "onlar mı geliyorlar, yoksa biz mi gidiyoruz?"
rüya bahsi elbette cilt cilt kitapları dolduracak kadar derin ve kuramlarüstü bir bahistir. fakat fakirin başındaki öyle bir hâldir ki dostlar! dışa baktı, rüya gördü; içe baktı, uyandı. canın asıl emanet olduğunun künhüne, yarı ölüm hâlindeyken, vardı.
emanet, demişken bu yazının kaleme alınmasının sebebi ferhatların şu kısacık ömürlerinde iki emanet taşımasıyla alakalıdır. hani çiçeklerin şeyhi, sümbülleri parmakları ile emziren, nergislerin çobanı ferhat ağca, TYB tarafından "gönül dağı" dizisine ödül verilirken, dizi ekibini temsilen sahneye çağırılmıştı. ödülü emaneten aldığında tebessüm etmiş ve "artık iki emanetim var." demişti. iki emanetten ikincisini ne zaman teslim etti bilmiyorum, fakat o elîm gecede dünya sürgününü tamamlayarak asıl emanetini hz. ölüm'ün ellerine teslim etmişti.
aradan tam 2 yıl 2 gün geçti. aynı ismi taşıdığımızdan mıdır, yoksa şiir ile olan ünsiyetimizden midir, bilmiyorum -bu akif abi'nin cast çalışması da olabilir-. 8 şubat 2025 tarihinde, sabah namazı vaktinde, cennetten bir emanet geldi, fakire. bu bir rüya içinde rüya, rüya içinde ziyaret hâliydi.
bir derin uykuya dalmıştım ve rüyada dünyadan bir mızrak boyu uzaklaşmanın huzuru içinde uzanmışken içeri hacı ahmet eralp girdi. hemen doğruldum, yüzünde o mübarek hüznü temaşa ettim. her şey onun gelişine ayarlanmış gibi elimde bir tesbih olduğunu fark ettim. "sen değil siz" şiirini söylemesi münasebetiyle fakire hediye ettiği tesbihti bu. "7 fatiha, 33 kere lâ ilâhe illallah muhammedün resulullah, diye zikret." dedi. fakir de hemen başladı zikre, elham bitti. tevhid zikrine başlarken mekân büküldü, kalbimin ve nabzımın daha hızlı attığını duymamla rüya içinde bir başka rüyaya dalmam bir oldu. rüyada çiçeklerin şeyhi karşımdaydı. başında fazlı abi'nin kasketi, sırtında ahmet abi'nin ceketi. "ferhat, sana bir şiir söyleyeceğim; bunu hacım'a ilet." dedi ve devam etti:
“şimdi dostun hoş sohbeti gönlümü şâd eyledi
şâd olsun gönlü onun rûhumu yâd eyledi”
hemen ikinci rüyadan fırladım, ilk rüyaya döndüm. uyandığımda not etmek için onlarca kez okudum, nihayet ezberledim. ve uyandım, yandım, yazdım.
artık fakirin de iki emaneti vardı. emaneti sahibine teslim etmek üzere öğle vakti hacısını aradım. ziyareti ve şiiri kendisine ilettiğimde birkaç dost ile kapıçam'a gidiyorlarmış. o ağladı, bizim yüreğimize kan damladı.
siz de rüyada dostları görmek isterseniz yahut cennetten şiir almak isterseniz bulutlara, ağaçlara, dağlara, suya onların adıyla seslenin
YABAN DOMUZU / Teyfik KARADAŞ
SON DAKİKA / Ömer Faruk GÜNAY
İBRÂHİM/Samet YURTTAŞ
“İbrahim Enes’e”
Bingöl dağlarında ne gezinirsin
Sürünü mü kaybettin İbrâhim
Elindeki kavalı ney mi sanırsın
Ne diye yüreğimize üflersin İbrâhim
Şu dağdan kopan kaya sen misin
Kendini yerden yere vuran İbrâhim
Rüzgârın önünde duran sen misin
Bir gün ufalanır gidersin İbrâhim
Sen kendini koçtan kuzudan mı sanırsın
Başında bilenmiş bıçaklar İbrâhim
Sen “Adaklı”ya kurban mısın
Ne diye boyun bükersin İbrâhim
Sen kendini bülbül mü sanırsın
Ne diye dertli dertli ötersin İbrâhim
Gül bahçesinde gezinen bahçıvan mısın
Ayaklarında güllerin dikeni duruyor İbrâhim
YILDIZ/ Büşra KIVRAK
Gecenin karanlığı çöktü yine
Gündüz aydınlık mı ki?
Yıldızlar ışıl ışıl yine
Sanki hüznümü bilirler
Anlarlar onlara bakışımdan
Aramızdaki bağ kuvvetlidir
Tek tek gülümserler derinden
Teselli etmek istercesine
Gece ilerledikçe çoğalıyor
Yıldızlar, sessizlik huzur...
İnsanlardan uzak bir vakit
Dünyadan sıyrılmış bir zaman
Tevekküle dalmış bir ân...
Gece olsa da karanlık
En iyi dinlediğin an, kendine ayırdığın zamandır
Aydınlığa attığın adımdır gece
Avuçlarını en güzele açıp
Gecendir gözyaşını döktüğün zaman
En samımı yalvarış
En ihlaslı dualar
En doğru pişmanlıktır gece
Karanlık gece gündüze gebedir
Kıştan sonra gelen bahar gibi
Derdin ortasına gelen derman gibi.