Enver ÇAPAR'ın Şiir Kitabı UÇURUMLAR ÇAĞI/Hasan EJDERHA

 


UÇURUMLAR ÇAĞI Birnokta Kitaplığı şiir serisinin 46 ncı kitabı olarak İstanbul Yayınları'ndan 2025 Şubat'ta çıktı. Kitapta otuz sekiz şiir yer alıyor ve nefis bir kapak ile okuyucuya oku beni diyor adeta. Enver ÇAPAR'ın UÇURUMLAR ÇAĞI kitabı Deprem şehitlerimiz Ahmet Doğan İlbey, Fazlı Bayram ve Ferhat Ağca'ya ithafla başlıyor.
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şube Başkanlığını görevi yanında Kahramanmaraş'ta Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı bir okulda idarecilik görevini de yürüten Enver Çapar'n yazı ve şiirleri; Birnokta, Yitiksöz, Yoldaki Kalemler (internette yayınlanıyor) ve Ayasofya dergilerinde yayınlandı. Şiirleri samimi ve yerli, her Anadolu insanının kendisini bulacağı nefis şiirler. Enver Çapar yazdığına tapan bir şair değildir asla. O, gönlünden kopan bir sözü o anda nasıl içinden geliyorsa öyle ifade eder ve şiirini de böyle bir rahatlıkla söyler. Şiir yazacağım diye asla ıkınıp sıkılmaz. Ne demesi geliyorsa onu söyler ve okuyucusunu asla yormaz. Enver Çapar mısralarında neyi söylemek istemişse onu anlarsınız ve üstelik rahatlıkla anlar ve okuduğunuz Enver Çapar şiirinden zevk alırsınız.

Kitabın ilk şiiri Peygamber Efendimiz'e yazılmış, okuyunca içimizin derinliklerine kadar yunduğumuzu, arındığımı hissettiğimiz naat NİSAN YAĞMURU;

Mübarek bir doğuma hazırlanan yeryüzü
Onu arındıran Nisan Yağmuru
O gün aldı adını
Rahmet oldu âlemlere, sağanak sağanak
Irmaklar ve denizler sırılsıklam.

Doğunca ebediyet nuru
Gökyüzü aydınlandı, yerin yüzü güldü
Yüzünü yağmura dönenler
Aşk deryasın boyladı
...
Dinmeyen yağmur kuşatıverdi çölü
Toprak hiç böyle kokmamıştı.
...
Gönülde dillenen ilk senin adın
Yabancı değil bize, garipliğin, yetimliğin
Hüzün peygamberim.

Daha bu naat ile hüzne gark olmuş bir halde UÇURUMLAR ÇAĞI'nın sayfalarını çevirince MUTLU BULUT şiiri karşılıyor bizi ve şiir kitabının ithaf edildildiği deprem şehitlerimizden Ahmet Doğan İlbey'in tabiri ile; "yüreğin yanındaysa" eğer yüreğin varsa tam da okuyucusuna yüreğini hissettiriyor şair:

Küçük bulut sen ne kadar şanslısın
Âlemin efendisine gölge olmuşsun
Sende saklı bir sır mıdır
O'nun gül kokan çocukluğu
En güzeli gördün, sen ne bahtiyarsın.

Söylesene bize,
Hangi oyunları oynardı arkadaşlarıyla.
Koyun otlatırken dağlarda ovalarda.
Gölgesi düşmezmiş toprağa.
Güneşin gözü kamaşırmış nurundan.

"Söylesene bize/Hangi oyunları oynardı arkadaşlarıyla" tam da bu mısraları okurkan yüreğimin yanımda olduğunu anladım ve yüreğimde kaldım. Kitabı aynı hal-i cezbe ile okurken fakire ithaf edilmiş bir şiir beni cezbeden uyandırıyor;

BİR HAYAL UĞRUNA

Kendinden kaçamıyorsan
Kendinden geç
İsteme bizden nasihat
Düşte gördüğün sende hakikat

Dünyaya bakıp da geç
Gözlerin sende kalsın

....

Dersimi alıyorum ve Ahmet Doğan İlbey, Fazlı Bayram, Ferhat Ağca, Muhsin Yazıcıoğlu ve Mahmut Bıyıklı'ya ithaf edilen şiirlerle devam edip soluk almadan bitiriyorum kitabı.


Enver Çapar'ın Uçurumlar Çağı şiir kitabı zevkle okuyacağınız, her dostunuza tavsiye edebileceğiniz, rahatlıkla çocuklarınıza okutabileceğiniz nefis bir şiir kitabı. Hayırlı olsun inşallah.

KIYMETİNİ BİL/Ali Rıza KARAKALE


Dün son teravihti. Teravih; baba adı Ramazan, ana adı Bayram olan bir çocuğun derdine dermandı hep. İki şanslısı daha var yüzyılda bir gelen bu doğa olayının. Belki onlar benden daha şanslıdır. Onu bilemem! Ama benim de şansım o iki cennetlik şanstır belki.

Babamın adaşı benim hep sırdaşım oldu. Küçük köy caminin kapısının karşısında alabildiğine dik bir yokuş vardı. Bazı amcalar vişne çürüğü bir partnere doluşup yokuşu kolaylıkla çıkarken bazıları bu sevaptan da mahrum kalmamak için ellerinde yaştaş bastonlarla tırmanmayı ibadet bilmiş gibi tırmanıyorlardı. Evleri ilk sol sapakta olanlar kendini “bahtsız”, ikinci sol sapaktan sapanlar “olduğuna şükür”, yokuşun başında olanlar kendini “bahtiyar” kabul eder gibiydiler. Ben yine arafta kalanlardandım. Bu Ramazan o yokuşu hep başımın içindeki depremleri bir daha yaşamamak için dualarla çıktım; kafasındaki püsküllü takkeyle yokuş çıkan amcalardan habersiz. Beynimi kurcalayan; herhangi bir yerindeki huysuz bir parça mı, yoksa bir avuç kalbi parçalayan hadsiz bir sırça mı bilemedim henüz. Bunu bir din alimi, bir tıp uzmanı, 35 yıllık bir anne, 35 yıllık bir baba, 30 yıllık bir abi, 10 yıllık bir adam da bilemedi hâlâ. Kadir Gecesi gibiydi. “Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin?” gibi bir ilahi uyarıydı. Yaştaş bastonunu sağ elinde dayanak eden, sol elinde de yokuş yukarı tütününü tüttüren Maraş şalvarlı, kara kış yelekli amca, o da adını bildiğine şükretti yanımdan geçerken. “Kıymetini bil, Ramazan’a iyi bak!” dedi sonra nefes nefese. Başımı salladım istemsizce. Bu bende bir ayı aşkın zamandır vardı zaten.

Eve çıktım. Annemin ‘emanet sandığımda hatimler var’ dediği günün gecesiydi. Bulunduğum hâl bir emanete sahip olmanın ağırlığıyla sarstı. Sarsıntılar devam ediyor son zamanlarda artarak. Sorumluluk mu ? Kendimi anlatamayışım mı? Beni anlamayışları mı ? Onu da bilemedim. Bilememek değil de bilmemek iyidir bence. Bu sandık benim ruhumun yuvası oldu. Siz deyin Yusuf’un Kuyusu, ben deyim Nuh’un Gemisi!

Arefeydi! En çok bugün susamak istedim. 35 yıldır hep öyle olsun isterim. Gelişine sevindiğim günün teravihinde ağlamaya başlamak gibi onu sevmek. Gideceğini bilmek ağır gelir. Bir yatsı ezanıyla gelip bir akşam ezanıyla gitmek, bir ezanla bağlanıp bir sela ile ağlanmak gibi de değil midir ?

Öyle işte! Gittiğine ağlamak kadar geleceğine gülmek benimkisi. Geldiğinde bulursan beni, geldiğinde bulursam seni…

Elveda ümidim, özletme kendini !

Armağanına layık olabilmek niyazıyla, hayırlı bayramlar.

YİTİK/Seyfettin ALBAYRAM

                             


                                 Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin

                       Hadis-i Şerif

Siz herhangi bir eşyanızı yitirdiniz mi? Eşya yitirmek zordur. İnsan bir şey yitirdiği bölgeyi tarar durur. Hiç aklından çıkmaz. O mekâna her geldikçe yitirdiği eşya aklına gelir, gözleriyle yeri tarar acaba şuraya da bakmış mıydım, diye.

 Aslında toplum olarak biz çok şey yitirdik. En başta özelliklerimizi yitirdik, acıma ve merhamet duygumuzu yitirdik. Birçoğumuz vicdanımızı yitirdik. Toplum olarak bizi birbirimize bağlayan duygularımızı yitirdik. Kahramanmaraş’ta bir deyim vardır; “eşek yitirmişe benzememek” diye. Duyarsız ve duygusuz olanlar için kullanılır. Maalesef eşek yitirmişe benzemiyoruz. Yitirdiğimiz şeyleri bulmak için de herhangi bir çabamız yok. Komşunun komşudan haberi yok. Aynı apartmanda oturan insanların birçoğu birbirini tanımıyor. Karşı dairede cenaze var, bu dairede çalgı çengi, kahkahalar.

  Çocukken komşu büyüklerden çekinir anormal hareket edemezdik. Çünkü hemen müdahale ederlerdi. Babam terzilik yapardı. Van’dan, Siirt’ten sert bakışlı, ayaklarında şalvar başlarında bazen kasket, bazen poşu bağlı insanlar gelirdi. Bize göre boylu poslu adamlardı. Biz çocuklar onların bozuk Türkçelerine gülerdik, babam bizi azarlardı;” insanlarla dalga geçmek günah” diye. Toptan kumaş alır, gömlek, pijama vs. diktirir, memleketlerine götürür satarlardı. Biz dikiş işini üstlenirdik. Bazen paraları çıkışmaz; “Usta kalanı gelecek gelmeme vereyim derlerdi.” Van nere Gaziantep nere. Adam gitse bulma imkânı bile yoktu. Ancak her seferinde babam “Tamam” derdi. Kredi kartı yok, senet yok, kefil yok. Söz senetti çünkü. Hiç aksattıklarını hatırlamıyorum. Üstelik bu adamlar kendi dükkânımızda bize gazoz ısmarlamaya kalkarlardı. Doğu insanı genelde böyledir. Hele Diyarbakırlılarla herhangi bir yere oturup bir şeyler yemiş içmişseniz sakın elinizi cebinize atmayın, vallahi cebinizi yırtarlar. Diyarbakır’da okurken Diyarbakırlı arkadaşlarla kahveye giderdik. Genelde durumları iyi olmayan kişilerdi, ancak buna rağmen kasada birbirleriyle itişirlerdi, illa parayı ben vereceğim diye. Bizim “yahu bu seferlik ben vereyim” deme şansımız bile yoktu. Onlar için ben yabancıydım, yani misafirdim, mutlaka ağırlanmam gerekirdi. Kasada birbirleriyle itişen kişiler görürseniz bilin ki mutlaka Diyarbakırlılardır. Korkmayın, dövüşmüyorlar, birbirlerine ikramda bulunmaya çalışıyorlar.

 Genelde köyde kalıyorum. İki gün önce şehre indim, yaya dolaşmaya başladım. Ayaklarım beni Bakırcılar Çarşısına sürükledi. Biraz da orada çay ocağının müdavimlerinden Nurettin adlı arkadaşımı görmeyi ümit ediyordum. Çay ocağını yokladım, yoktu. Çarşının en meşhur kebapçısı Abidin Ustadır. Baktım orası ana baba günü, her bölgeden insan ve turistler. Çoğu ayakta kebap yiyor. Hoşlanmadım hemen arasa’nın girişindeki kebapçıya yöneldim. Masalar bomboş. Kapının önündeki masaya yerleştim.

Usta bana bir dürüm ciğer, diye seslendim.

Sonra telefonumu çıkararak gelen mesajları okumaya başladım. Çevremdeki sesleri duymuyordum.

Birisinin “Selamaleyküm “dediğini duyar gibi oldum. Başımı telefondan kaldırmadan gayri ihtiyari “Aleykümselam “dedim.

 Sen yemeğini yediii.

Başımı kaldırdım, karşı sandalyede benden yaşça büyük birisi oturuyordu. Başında kasket, ayağında şalvar, sert bakışlarla bana bakıyor, sorusuna cevap bekliyordu.

 Efendim, anlamadım.

Sen yemeğini yediii.

Yok, yiyeceğim.

Ne söyledin?

Ciğer.

Ben de ciğer söyledi.

Yetmişli yaşlarda ama dinç gösteriyordu. Çocukluğumda gördüğüm Vanlılara benziyordu.

 Nerelisin?

 Emmi ben buralıyım, Gaziantepliyim. Ya sen nerelisin?

 Vallahi beeen, Fırat kenarından, Arabanlıyım. Arabanı biliymisin?

 Bilirim emmi.

Bu arada telefonu kapattım, masanın üstüne bıraktım.

Lav ben Kürdüm,Türkçeyi fazla çeviremiym.

Baş tacısın emmi. Ben seni anlıyorum,sen konuş.

 Ben kövlüyüm. Benim koyunum var, ineğim var, culluğum var, bir de atım var. Benim fıstığım da var. İki ton fıstık satmışam. Benim oğlan öğretmen. Bana “Babo sen burda dur ben pazara gidip geleceğim”dedi. Benim de karnım acıktı, ciğeri seviym. Halım eyi çok şükür, kimseye muhtaç degilem.

Biraz alış veriş yapmışam… (sonra üzerime doğru eğilerek) lav her şey çok bahali. Heç birşeye güç yetmiiiy. Bir iş ayakkabısı almışım yüz seksen kağıt,vay babo lav bir ayakkabı yüz seksen kağıt oluuur?

Hele bir bakayım şu ayakkabıya.

Poşetten bir çift siyah mekâp çıkardı, kırk beş numara.(Çocuk mezarı gibi)

İnceledim. E emmi bu hakiki mekâp, biraz pahalı tabi. Bundan üç çiftte bende var. İş için çok iyi. Bu arada kebaplarımız geldi. Kebapçı “ ayran ister misiniz?” diye sordu.

 Yok, ben su alırım.

 Ben de su alırım.

Yemeği yerken sohbet faslımız devam etti. Kızı üniversitede okuyormuş. Bir oğlu Hollanda daymış. Öğretmen oğlu çok başarılıymış vs.

Yemeği bitirdik. Ben kalktım kasaya yöneldim.

Usta borcum ne kadar?

On sekiz TL.

Peki, al, emmimin parasını da al.

Adının Halil olduğunu öğrendiğim emmi masadan fırladı, cebinden parayı çıkardı,

Lav yok, ben verecağım.

Emmi ben verdim, hadi bana eyvallah, sana afiyet olsun.

Kolumdan yapıştı. Lav sen benim parayi niye verdi?

Emmi ikramda bulunmak sünnettir, ikramda bulundum.

Lav ben seni bırakmam. Sana bir şey alayım. Sen ne istersen onu alayım. Hah tamam bir ayakkabı da sana alayım.

Emmi bende o ayakkabıdan üç çift var. Bırak kolumu da güle güle git.

Ben seni bırakmam. Hah ben de sana baklava yedirecağım.

(Emmimin eminim baklava fiyatlarından haberi yoktu) Emmi ben baklavayı sevmem.

Hemen çay ocağının yanındaydık. Herkes bize bakmaya başlamıştı.

 Emmi gel sen bana bir çay ısmarla ödeşelim. Kolundan tuttum masalardan birine sürükledim. Çaycıyı beklemeden çay ocağına hücum etti. Eli ayağı birbirine dolaşmış titriyordu. Geldi karşıma oturdu.

Lav ben yetmiş altı yaşındayam, hayatım boyunca bele bir şey görmedim. Lav sen bana bunu niye yaptı? Gözleri kızarmış, sicim gibi yaş akıyordu. Benim de gözlerim doldu, sesim çatallaşmaya başladı, neyse ki kendimi toparladım.

Lav ben sözü sayılır bir adamam, sen bunu niye yapti.

Emmi şimdi ben senin köyüne gelsem sen bana yemek yedirmez misin?

Lav ben sana koç keserem.

E tamam işte ben buralıyım sen misafirsin, bende sana ikramda bulundum.

Poşeti uzatarak lav al bu ayakkabıları SEN GEY,BEN GEDER YENİSİNİ ALIRIM.

Emmi bunlar benim ayağıma olmazki. Bak Allah büyük, dünya küçük bir gün köyüne gelirsem seni bulurum, ödeşiriz, tamam mı?

Benim işim var emmi , benim gitmem lazım. Öğretmen oğluna selam söyle ben de öğretmenim. Biz öğretmenler böyleyiz, işte.

Lav ben senin gözlerinden öpecağım. Zorla boynumdan çekti alnımdan öptü. Güçlü kuvvetli bir adam boynumu elinden kurtaramadım. Ayrıldık.

Gönül seferberliği diyorduk ya, evet dostlar benim hatırım için yarın herkes tanımadığı birisine ikramda bulunsun. Görüyorsunuz buna ne kadar ihtiyacımız var.


Cennetten Gelen Şiir/Ferhat Altun



-dükkan rüyaları-

türküdâr-ı dükkan, merhum başkan, şair fazlı bayram, fakirin bir şiirini şerh ederken "ben yazıda giriş, gelişme, sonuç bilmem. böyle başlar yazılarım." demişti. böyle bir hâlet-i ruhiye içinde kaleme alıyorum bu satırları.

"insan rüyada mıdır, ölünce mi uyanır; yoksa agah iken gördüğümüz her şey asıl hayatı temsil eden birer işaret midir, bu gurbet nasıl ve ne zaman biter, tabutumun tahtası bilmem hangi ağaçta, var mı bir yerim kendi mezarımdan başka" gibi sorularla derunumdaki mahşeri temaşa ettiğim bir dönemden geçiyorum. fakat şu mahşer yeri olan zihnimde, bir çiçek yeşeriyor. bir çiçek varsa bir yerde, çiçeklerin şeyhi de oradadır. bir çiçek diyoruz, yani bir rüya, bir ziyaret.

derler ki "rüyâ âleminde gördüğünüz kişinin vefat etmiş olduğunun farkındaysanız bu rüyâ değil, ziyarettir." eğer durum böyleyse bir soru sormak düşüyor bize: "onlar mı geliyorlar, yoksa biz mi gidiyoruz?"

rüya bahsi elbette cilt cilt kitapları dolduracak kadar derin ve kuramlarüstü bir bahistir. fakat fakirin başındaki öyle bir hâldir ki dostlar! dışa baktı, rüya gördü; içe baktı, uyandı. canın asıl emanet olduğunun künhüne, yarı ölüm hâlindeyken, vardı.

emanet, demişken bu yazının kaleme alınmasının sebebi ferhatların şu kısacık ömürlerinde iki emanet taşımasıyla alakalıdır. hani çiçeklerin şeyhi, sümbülleri parmakları ile emziren, nergislerin çobanı ferhat ağca, TYB tarafından "gönül dağı" dizisine ödül verilirken, dizi ekibini temsilen sahneye çağırılmıştı. ödülü emaneten aldığında tebessüm etmiş ve "artık iki emanetim var." demişti. iki emanetten ikincisini ne zaman teslim etti bilmiyorum, fakat o elîm gecede dünya sürgününü tamamlayarak asıl emanetini hz. ölüm'ün ellerine teslim etmişti.

aradan tam 2 yıl 2 gün geçti. aynı ismi taşıdığımızdan mıdır, yoksa şiir ile olan ünsiyetimizden midir, bilmiyorum -bu akif abi'nin cast çalışması da olabilir-. 8 şubat 2025 tarihinde, sabah namazı vaktinde, cennetten bir emanet geldi, fakire. bu bir rüya içinde rüya, rüya içinde ziyaret hâliydi.

bir derin uykuya dalmıştım ve rüyada dünyadan bir mızrak boyu uzaklaşmanın huzuru içinde uzanmışken içeri hacı ahmet eralp girdi. hemen doğruldum, yüzünde o mübarek hüznü temaşa ettim. her şey onun gelişine ayarlanmış gibi elimde bir tesbih olduğunu fark ettim. "sen değil siz" şiirini söylemesi münasebetiyle fakire hediye ettiği tesbihti bu. "7 fatiha, 33 kere lâ ilâhe illallah muhammedün resulullah, diye zikret." dedi. fakir de hemen başladı zikre, elham bitti. tevhid zikrine başlarken mekân büküldü, kalbimin ve nabzımın daha hızlı attığını duymamla rüya içinde bir başka rüyaya dalmam bir oldu. rüyada çiçeklerin şeyhi karşımdaydı. başında fazlı abi'nin kasketi, sırtında ahmet abi'nin ceketi. "ferhat, sana bir şiir söyleyeceğim; bunu hacım'a ilet." dedi ve devam etti:

“şimdi dostun hoş sohbeti gönlümü şâd eyledi

şâd olsun gönlü onun rûhumu yâd eyledi”

hemen ikinci rüyadan fırladım, ilk rüyaya döndüm. uyandığımda not etmek için onlarca kez okudum, nihayet ezberledim. ve uyandım, yandım, yazdım.

artık fakirin de iki emaneti vardı. emaneti sahibine teslim etmek üzere öğle vakti hacısını aradım. ziyareti ve şiiri kendisine ilettiğimde birkaç dost ile kapıçam'a gidiyorlarmış. o ağladı, bizim yüreğimize kan damladı.

siz de rüyada dostları görmek isterseniz yahut cennetten şiir almak isterseniz bulutlara, ağaçlara, dağlara, suya onların adıyla seslenin


YABAN DOMUZU / Teyfik KARADAŞ



Kişinin başından geçmiş olayları samimi bir dil ile anlatmasına anı veya hatıra denilmektedir. Kişilerin öğrencilik, askerlik, iş hayatı ve emeklilik dönemlerinde yaşamış olduğu anıların konusu farklılık arz eder. Öğrencilik çağındaki anılarımızda anımızın baş kahramanı genellikle öğretmenlerimiz olurken askerlik anılarımızın baş kahramanı bir çavuş veya onbaşı olabilir. Öğretmenlik yapan bir kişinin anılarının baş kahramanı bir öğrenci iken polislik yapan bir kişinin anılarının baş kahramanı bir hırsız bir katil olabilir. Ben de sizlere bu gün Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Sekreteri olarak görev yaparken bir yaban domuzuyla yaşamış olduğum enteresan bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum.  
Adıyaman Üniversitesi Gölbaşı Meslek Yüksekokulu eğitim öğretim faaliyetlerini geçici olarak, mülkiyeti Adıyaman İl Özel İdaresine ait Gölbaşı Vali Selahattin Onur Sosyal Tesisleri Yerleşkesinde sürdürüyordu.  Yerleşkenin etrafı kuzeyinde Gölbaşı Gölü, güneyinde Malatya-Adana Demiryolu, batısında dere ve dereden sonra İlçe Jandarma ve İlçe Emniyet Müdürlüğüne ait piknik alanı olarak kullanılan park ve doğu tarafında vatandaşlara ait tarım arazisiyle çevriliydi. Yerleşkenin toplam alanı otuz dönüm civarındaydı. Yerleşkenin Malatya Adana Demiryoluna paralel olarak uzanan sınırında kümbete benzer mimariyle inşa edilmiş bir adet güvenlik kulübesi, tesbih tanesi gibi yan yana dizilmiş 18 adet 1+1 apart daire yer alıyordu. Apart dairelerin tam orta kısmında alt katı kazan dairesi, üst katı kafeterya olarak kullanılan yüz metre kare civarında 2 katlı beyaz renkli ayrı bir bina bulunuyordu. Bu binanın mimarisi apart dairelerden farklıydı.
Yerleşkenin Gölbaşı Gölünün sınırına yakın kısmında alt katı toplantı salonu ve restoran, restoran kısmının üst katı ise otel olarak inşa edilmiş iki katlı büyükçe bir bina vardı. Büyükçe olarak inşa edilmiş bu bina ile apart daireler arasında yapıldıktan sonra, çatlak olması nedeniyle hiç kullanılamamış yarı olimpik büyüklükte bir yüzme havuzu ile minik bir futbol sahası ve büfe olarak kullanılan altıgen vaziyette yapılmış küçücük bir kulübe vardı.
Otel ve restoran olarak inşa edilen binada tadilat yapılarak alt kat dersliğe, üst kat idari odalara çevrilmişti. Apart daireler kız öğrenci yurdu olarak kullanılıyordu. Gölbaşı Meslek Yüksekokulunun kullandığı yerleşke doğa harikası çok güzel bir yerdi. Kuzeyindeki Gölbaşı Gölü 2200 dönüm genişliği ve yer yer 100 metreyi bulan derinliği ile adeta ilçenin can damarıydı. Yerleşke coğrafi özellikleri ve doğal güzellikleri bakımından harikası bir yer olmakla birlikte mimari yapıları bakımından okul olarak kullanmaya çok elverişli değildi. Sosyal tesis olarak yıllarca kullanılmadığı için duvarların sıvası çatlamış, boyası eskimiş, her ne kadar tadilat yapıldı ise de derslikler ve idari ofisler standart hale getirilememişti. Kız öğrenci yurdu olarak kullanılan apart dairelerde ise dağınıklık nedeniyle disiplin ve kontrol sağlamak oldukça zordu.
Yerleşkenin çevresi oldukça ıssız ve sakindi. Gölbaşı Gölünün etrafı boyu yer yer dört beş metreyi bulan kamışlık ve insanları yutan bataklıklarla kaplıydı. Biz okul sınırı içindeki kamışlığı büyük emekler vererek ıslah etsek bile doğu tarafımızdaki tarlanın altındaki kamışlık kurumumuz açısından büyük tehlike arz ediyordu. İlçedeki sahipsiz köpekler bu kamışlığın içine yuva yapıyor, fırsat buldukça da karnını doyurmak için yerleşkenin bahçesine giriyorlardı. Kamışlığın içinde yılan akrep, gibi tehlikeli sürüngenler yaşıyordu. Aldığımız bütün tedbirlere rağmen doğu ve batı sınırımızdan gelen tehlikeyi önlemekte zorlanıyorduk. Karnını doyurmak için okul bahçesini ziyaret eden tilkilerle dost olmuştuk zaten. Her şeye rağmen Gölbaşı Gölünün en güvenli yeri bizim okulun sınırları içinde kalan kıyı kısmıydı. Avcılar tarafından kaçak avlanma nedeniyle bir silah sıkılsa gölde yaşayan kara bataklar, turnalar ve yaban ördekleri bizim okulun kıyısında toplanırlardı. Okulumuzun öğrencileri yemekhanedeki ekmek

2/3
ve yemek atıklarıyla kuşları beslerlerdi. Balıklar bile tehlike anında sürüler halinde bizim okulun kıyısına sığınırdı.
Gölbaşı gölünün çevresinde açan türkülere konu olmuş güller, ilkbahar ve sonbahar mevsiminde göllerin üzerinden uçan göçmen kuşlar yöreye ayrı bir güzellik katardı. Gölde yaşayan bir yılanı öldürdükten sonra gagasıyla yuvasındaki yavrularına yem olarak taşıyan leylekler ile söğüt ağaçlarının tepesindeki leylek yuvalarının zarafetini anlatacak kelime bulamıyorum. Kıyıda güneşlenirken bir insan gördüğünde suya bir dalgıç edasıyla dalıp saniyeler içinde gözden kaybolan su kaplumbağalarını hafızamdan nasıl silebilirim. Göl kıyısında yetişen nilüfer çiçeklerinin güzelliğine hayran olurdum. Gölün üzerinde kanat çırparak uçan ismini dahi bilmediğim martıya benzeyen kuşlar beni başka alemlere alır götürürdü. Gölün karşı yakasındaki engebeli arazi üzerindeki üzüm bağları, üzüm bağlarının bitişiğindeki fıstık ağaçlarının güzelliğini anlatmakta zorlanıyorum. Tek cümleyle ifade edecek olursak yüksekokulumuz doğal güzellik olarak ülkemizdeki saklı cennetlerinden bir köşesiydi.
Kız Öğrenci Yurdu olarak kullandığımız apart dairelerin en sonuncusunu Vakkas Bağlantı isimli temizlik personelimiz lojman olarak kullanıyordu.  Vakkas gündüz temizlik yapıyor, gece yurdun kaloriferini yakıyordu. Yaz mevsiminde ise okul bahçesindeki ağaçları suluyordu. Güvenlik personeli sıkıntısı olduğu zaman güvenliğe destek sağlıyordu. Vakkas çok başarılı ve güvenilir bir insandı. Bende Yüksekokul Sekreteri olarak maddi ve manevi yönden Vakkas’a sahip çıkmaya çalışıyordum.  Çünkü Vakkas okulda tek başına üç kişilik iş yapıyordu. Vakkas okulumuzun bel kemiği sayılırdı.
Bir bahar günü erkenden okula gitmiştim. Arabadan ineceğim anda Vakkas heyecanlı bir vaziyette koşar adımlarla yanıma geldi. Arabamın kapısını açtı. Bana yönelerek “Hocam size bir şey söyleyeceğim ama öğrenciler duymasın” dedi. Bende” Söyle bakalım Vakkas” dedim. Vakkas “Hocam bugün sabah namazına kalktığımda yurdun önünde adı batasıca (domuz) gördüm” dedi. Ben “Vakkas oğlum bu köpek falan olmasın. Burada domuz ne gezer” dedim. Vakkas “Hocam ben çocuk muyum? Vallahide billahi de domuzdu” dedi. Çünkü o güne kadar okul çevresinde domuz gören kimse olmamıştı. Ben “Vakkas domuzu öğrencilerden gören oldu mu? Domuz nereye gitti anlat bakalım” dedim. Vakkas “Hocam öğrencilerden gören olmadı. Ben bağırınca koşar adımlarla kaçıp şu kamışlığın içine girdi” dedi.
Öğrencilerin domuzu görmemesi önemli bir şanstı. Bir öğrenci görse korkudan bayılır, biz ondan sonra yurtta tek bir öğrenci barındıramazdık. Vakkas’a “Sen domuz gördüğünü kimseye söyleme” diye tembih edip odama çıktım. Konuyu kendi beyin süzgecimde mütalaa ettikten sonra Kaymakam Beyi aramaya karar verdim.
Kaymakam Bünyamin Bey’i arayıp konu hakkında kısaca bilgi verdim. Kaymakam Bey “Hocam sıkıntı edecek bir durum yok. Şimdi size avcılar kulübünden üç tane avcı gönderirim onlar gereğini yapar” dedi. Bende Kaymakam Beye teşekkür ederek telefonu kapattım.
Odamda bekleyen yazıları paraflamaya, yeni gelen evrakları ilgilisine havale etmeye başladım. Kaymakam beyle görüşmemizden yarım saat kadar sonra Gölbaşı Avcılar Kulübünden yanıma tam teçhizatlı üç tane avcı geldi. Gölbaşı küçük bir yer olduğu için herkes birbirini tanırdı. Gelen avcılarla muhabbetim olmasa da selam alıp verecek kadar tanışmışlığım vardı. Avcılarla domuzun kaçtığı bölgede küçük bir keşif çalışması yaptık. Okulun arka tarafına kırmızı bir şerit

3/3
çekerek güvenlik bölgesi oluşturduk. Okulda çalışan özel güvenlik görevlileriyle, memurları ellerine birer tane kürek vererek öğrencilerin kapalı alana geçmesini önlemek ve domuzun okul bahçesine girmesini engellemek için görevlendirdim. Temizlik görevlilerinden Doğan, Vakkas ve Yılanoğlu namıyla tanıdığımız Habib’in eline birer boş teneke vererek yaban domuzunu ürkütmek için kamışlık bölgeye gönderdim.
Avcıların biri kamışlık alan ile okulun ihata duvarının alt tarafındaki boşluğa, biri kamışlık alanın doğu tarafındaki çıkış bölgesine, birisi kamışlığın üst tarafındaki tarlaya konuşlandı. Bizim işçiler ellerindeki tenekeye sopalarla vurarak kamışlık alanı doğudan batıya doğru taramaya başladı. Bende o güne kadar Yılanoğlu dedikleri için Habib’i çok cesaretli bir insan sanıyordum. Kamışlık bölgeye girdikten iki dakika kadar sonra Habib “Vakkas Abi domuz” diye bağırdı. Habibin bağırmasından yerler ve gökler inledi. Habib’in domuzu gördüğü bölgeye Avcı Başı Ali Kütük yıldırım hızıyla koştu. Ali Kütük kamışları arasında domuzu görmüş olmalı ki ilk mermiyi sıktı. Ali Kütük’ün mermiyi sıkmasıyla yaban domuzu okul yerleşkesi tarafına doğru can havliyle kaçmaya başladı. Yaban domuzu kaçarken gemi gittiği zaman denizin suyu ortadan yarılır ya kamışta öyle ortadan yarılıyordu. Domuz okulun bahçesine girerken ilk gördüğümde elimde kocaman bir balta olduğu halde irkilmedim desem yalan olur. Avcı Veysel domuz hedefe gelince bir mermi sıktı. Mermi isabet etti ama domuz yine düşmedi. Veysel ikinci mermiyi de sıkınca domuz içi saman dolu bir çuval gibi yere yıkıldı.
Avcılar domuzun telef olduğuna karar verince belediyeden bir traktör ile bir kepçe çağırdım. Traktör gelinceye kadar memurlar, işçiler ve avcılar anı belgelendirmek için siyah renkli devasa büyüklükteki domuzun leşinin yanında hatıra fotoğrafı çektirdiler. Kepçe yaban domuzunu traktörün römorkuna yükledi. Traktörün şoförü domuz leşini meskûn mahal dışındaki bir yere gömmek üzere bilinmeyen bir adrese doğru hareket etti. Kepçe operatörü de ardı sıra gitti. Bende böyle bir tehlikeyi kazasız ve belasız şekilde def ettiğim için rahat bir nefes aldım.
Bu hadisenin meydana geldiğinde yaz tatiline az bir süre kalmıştı. Yaban domuzunun öldürülme anına hiçbir öğrenci tanık olmadı. Öğrencilere öldürülen hayvanın uyuz bir köpek olduğunu söyledik ama inandırıcı olmadı. Öğrenciler bir gün sonra işin aslını çarşıda öğrenmişler. İyi ki o yıl yurt kapatıldı. Öğrencilerde domuz korkusundan kurtulmuş oldu.
O günden sonra bu bölgede böyle bir vahşi yaratık olduğu ne duyuldu nede görüldü.

SON DAKİKA / Ömer Faruk GÜNAY


Aslında yalnızca gün bitiyor
Kamyon tekerleri
Hakkari'de bir menuvaya 
Toz seslerini
Hiç anlamadığımız bir dilden 
Takvime pay ediyor.
Bir çift göz yalana yer bırakmadan 
Yumuyor kendini

Uyku derin
Geçen her dakika daha
Bir servet harcıyor ve 
Parça kontör resimleri
Mektep çocukları arasına
Mildan çekiyor.

Teknelerin payı büyük
At sığmıyor kendi içine 
Hemen çağırıyorum aslında
Yalnızca gün bitiyor.

Uykum bir parça açıldı
Durgun Latin müzikleri 
Alışılmışın dışında es veriyor 
Kısa yahut uzun onu fark etmedim 
Güverte kırmızı esiyor ve yalnızca 
Gün bitiyor.

Şiir II/ Ferhat ALTUN



yüzünü gördüm 
ve tazelendi imanım
yüzüm sürdüm
suyum döktüm
bir daha görmek için

İBRÂHİM/Samet YURTTAŞ

 


         “İbrahim Enes’e”

Bingöl dağlarında ne gezinirsin

Sürünü mü kaybettin İbrâhim

Elindeki kavalı ney mi sanırsın

Ne diye yüreğimize üflersin İbrâhim

Şu dağdan kopan kaya sen misin

Kendini yerden yere vuran İbrâhim

Rüzgârın önünde duran sen misin

Bir gün ufalanır gidersin İbrâhim

Sen kendini koçtan kuzudan mı sanırsın

Başında bilenmiş bıçaklar İbrâhim

Sen “Adaklı”ya kurban mısın

Ne diye boyun bükersin İbrâhim

Sen kendini bülbül mü sanırsın

Ne diye dertli dertli ötersin İbrâhim

Gül bahçesinde gezinen bahçıvan mısın

Ayaklarında güllerin dikeni duruyor İbrâhim


YILDIZ/ Büşra KIVRAK



Gecenin karanlığı çöktü yine
Gündüz aydınlık mı ki?

Yıldızlar ışıl ışıl yine
Sanki hüznümü bilirler
Anlarlar onlara bakışımdan

Aramızdaki bağ kuvvetlidir

Tek tek gülümserler derinden

Teselli etmek istercesine

Gece ilerledikçe çoğalıyor
Yıldızlar, sessizlik huzur...

İnsanlardan uzak bir vakit
Dünyadan sıyrılmış bir zaman
Tevekküle dalmış bir ân...

Gece olsa da karanlık
En iyi dinlediğin an, kendine ayırdığın zamandır

Aydınlığa attığın adımdır gece
Avuçlarını en güzele açıp
Gecendir gözyaşını döktüğün zaman

En samımı yalvarış
En ihlaslı dualar
En doğru pişmanlıktır gece

Karanlık gece gündüze gebedir
Kıştan sonra gelen bahar gibi
Derdin ortasına gelen derman gibi.