Bu gün güzel dostum Yazar Mahir ADIBEŞ'ten bir mektup ile birlikte VELİAHT, YARENİM VAR YILDIZLARDAN, EŞŞEKLER KASABASI ve EYLÜLDE SOLDU BU ÇİÇEKLER romanlarından müteşekkil bir posta aldım.
Bu gün güzel dostum Yazar Mahir ADIBEŞ'ten bir mektup ile birlikte VELİAHT, YARENİM VAR YILDIZLARDAN, EŞŞEKLER KASABASI ve EYLÜLDE SOLDU BU ÇİÇEKLER romanlarından müteşekkil bir posta aldım.
Muhterem Hocam;
Selam eder ellerinizden öperim. Çevrenizdeki eli öpüleceklerin de ellerini öperim. Taydaşlarımın ellerini sıkarım. Küçüklerin gözlerinden öperim. Şu günahkâr dilimle dua eder, ümmeti Muhammed’e huzur dilerim. Doğu Türkistan’dan Filistin’e; küre-i arzda dünyanın en ağır imtihanları ile imtihan edilen tüm din kardeşlerimi ayrıca selâmlarım.
Dostumuz, Dünya Çocuklarının Amcası nâm Hasan Ejderha kardeşimiz, yukarıda tarih ve saatini yazarak, “Bildiri” niteliğine özellikte dikkat çekmeye çalıştığım mektubunun “Gelişme”sine, zât-ı âlinizi ve bu fakiri zikrederek başlamış. Başlamış ama maalesef yanlış başlamış. Bizi cennet mekân Ahmet Doğan İlbey Abiye şikâyet etmiş. Bu dostumuz eskiden de zaman zaman böyle huysuzlanır; döndüremediği zaman elindeki devemeyi, çeliği çalamadığı -uzağa atmak- zaman değneği, vuramadığı zaman bilyesini yere atardı. Sonra yere oturur, ayaklarını bir ileri bir geri yapar, kilteli çarığının topuğu ile toprağı kazarak ağlardı. O da işe yaramaz, kimse kendisiyle ilgilenmezse bulduğu ilk taşın üzerine oturur, ellerini boynunda birleştirir, başını dizlerine dayar ve ağlayarak oyunu bırakırdı. Ben Ahmet Abi’ye şikâyet ederdim. Böyleyken böyle Ahmet Abi derdim. Ahmet Abi; “O, (oğlum) Alparslan’ın bir büyüğü.” der, hoş görmemi, idare etmemi tembihlerdi. Ben idare ederdim. Hoş görürdüm. İlk gördüğümde kucaklardım. Sevinirdi. Ben de sevinirdim. Ahmet Abi, bizi yan yana, kol kola görür, o da sevinirdi…
Hocam, bu bildirideki ilk yanlış şu ki; sizinle bu fakiri aynı “düzlemde” görüyor, bu dost. -Affınıza sığınarak- Benim, sizin adamınız, ortağınız olabileceğimden, ikimizin ticaretinden dem vuruyor. Hal bu ki ay, ışığını güneşten alır! Kibrit olmasa dünyaları aydınlatan alev, bir ot yığınından başka nedir ki? Gece mektubunda, “Bu Hikâye Malzemesi Dükkânı Ahmet abi; hani şu Savaş hocamla Keklikci’nin ticaretlerinden şüphelendiğim dükkân. Bu dükkân var ama yok, yok ama var Ahmet Abi. İşyeri yok dükkân var. İş yapılıyor dükkânda para yok.” diyor, mektupta. Dükkânın isminin bizim ama anahtarının kendisinin belinde asılı olduğunu unutuyor. Kapıyı zerzeleyip çıktığından, günlerce bizi kapıda nöbetçi diktiğinden bahsetmiyor hiç. Bizim dükkânın, kendisinin AVM’sinin içerisinde küçücük bir tezgâhtan başka bir şey olmadığını söylemiyor. İş yapılıyormuş, para yokmuş Muhterem Hocam! Bizde para olmayacağını bilir hal bu ki. Bizim “giyitlerimizde” döş cebimizden başka cep olmaz. Sağ elimizle aldığımızı, sol elimize fark ettirmeden yerine ulaştırırız. Bütün paramız döş cebimizde olur ve dışarıdan bakan da tüm varlığımızı görür.
Sayın Hocam, yine bahis mevzuu mektubun bir yerinde “Hasan Keklikci: Şöhretli dergilerde yazıyor daha çok.” diyor. Ah Hocam, şu yazıyı okuyan ve bizi tanımayan biri bizim şöhret peşinde koştuğumuzu zanneder. Her sene ülkesine, insanına ve dinine hakaret edenlere verilen, bir eşek yükü paraya tekabül eden Nobel ödülü hayali kurduğumuza hükmeder. Bizim yazılarımız bizim insanımız içindir Hocam. Ve karşılığı; bir tebessümdür. Yani, “Gâvur parasıyla beş para etmez” şeylerdir, yazıp çizdiklerimiz.
Çok uzatıp değerli vaktinizi almak istemem muhterem Hocam. Lâkin mektupta geçen şu, “Ben elin yalancısıyım” cümlesine de değinmeden geçmek istemiyorum. Bu cümle kıymetli dostumuzu kurtarmış gibi geldi. İşin içinde “el” varmış. Her insanın el sözüne kandığı zamanlar mutlaka olmuştur.
Muhterem hocam, mektubuma son verirken; aziz dost Ahmet Doğan İlbey Abimize ve tüm önden gidenlere Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum. Ehli Dükkânın huzuru ve selameti için dua ediyorum. Zat-ı âlinizden selam ve hürmetlerimin kabulünü arz ediyorum.
Bir türkü dolanır damarlarımda
Nisan akşamlarının geldiğini bilirim
Fesleğenler, lavantalar ve
Bin çiçek kokusu
Bin beldeden kopup gelen türküler
Tanrı misafiri kapımda
Gün görmemiş türküler
Göğsümde bin yara açar
Bin yarayı kapatır
Kan damıtan göğümden
Yükselen türküler
Tanrı misafiri kapımda
Zemheri vurmuş ağaçları
Hüzün çökmüş avluya
Ben türküler aşılarım kurumuş dallara
Kurumuş dalları dirilten türküler
Tanrı misafiri kapımda
Gurbetten türküler duyarım
Yüzüm ayrılır bin parçaya
Aynı türküye ağlarım
Gözlerimde mor mor halkalanan türküler
Tanrı misafiri kapımda
Şu mermeri aşındıran türküler
Yüreğimi delen türküler
Damaklarımda eşsiz bir tat türküler
Başımı döndüren türküler
Tanrı misafiri kapımda
Bir bahar sabahı, bir durakta
Mehmet Yaşar’a rast gelince..
Gel Mehmedim bir resim çektirelim
Sabahın serin sularında
Bir durakta
Filizkıran fırtınasında
Kırılan dallar uçuşsun üzerimizden
Yalvaralım Mikail’e
Ama şükrümüz yine Allah’a
Unutma
Ben onun düğünlerinde ağlayan
Cenazelerinde gülenlerdenim
Edem seninle ben
Aynı fistanın ayrı renkleriyiz
Seninle ben dünyanın güzergâhına
Dipnot düşenleriyiz
“Bir ateşe düştüm.”
Böyle başlıyor okuduğum kitap.
Günler, aylar, mevsimler geçiyor; kış bahara, bahar yaza eriyor da sönmüyor düştüğümüz ateş. Ne vakit bir türkünün pençesine takılsak harlandıkça harlanıyor Ahmet Abi, bin miligramlık sızı oluyor sinemizde.
“ İnsan, attığı her adımda, varacağı yahut ulaşmak istediği her menzilde, muhatap olmak istediği her insan karşısında önce yüreğini yoklamalı: Yüreğim yanımda mı?” demiştiniz. Yüreğimi yanıma alıp öyle yazıyorum bu satırları. Uzun zamandır yazmayı isteyip bir türlü cesaret edemediğim bir mektup, bir yazı, belki bir içlenme... Ama en çok bir sızı; kalbimden kalemime dökülenler.
Size dair çok şiirler söylendi, çok özlem dile getirildi, çok hatıra anlatıldı dostlarınız tarafından. Biz hepsini okuyup, dinleyip sızılandık. Anlatılan her hatırada sizin bizde bıraktığınız iz düştü hatrımıza, daha çok sızılandık.
Hüznünüze hayran kalıp yana yakıla "Bir Hüzünkarın Tahrir Defteri" kitabınızı aramış ama bulamamıştım bir vakit. Okumayı çok istediğim, arayıp da bulamadığım bu kitabı imzalayarak emanet etmiştiniz Hasan hocama. Emanetiniz bana ulaştığı andaki sevincimi hatırlıyorum. Bosna Günlükleri başlığıyla yazdığım yazılara yaptığınız incelikli yorumların bende bıraktığı tesiri, Bosna'dan gelen bir öğrencimizin söylediği "Yemen Türküsü" nü dizlerinize vura vura cezbe halinde dinlemenizi hatırlıyorum. Hatırımda tuttuklarımı bir bir sıralamama imkan yok. Şunu söylemeliyim ki Ahmet abi, siz fikir ve duygu dünyamda büyüdükçe büyürdünüz; hüznünüzle, inceliğinizle, duruşunuzla.
Memduh hocamın " Ahmet Abi benim anamdır" sözünün ne manaya geldiğini yüreğinizdeki şefkatin bütün insanları kapsayacak kadar büyük olduğunu gördüğümde anladım. Dostlarınıza duyduğunuz şefkatin ve sevginin haddini tahayyül bile edemedim.
Sizin portreniz; nezaketin, üslubun, baştan ayağa hüzün ve yürek kesilmiş bir adamın portresiydi benim için. Bu yüzden "Sevgili Hüzünkârım" dedim size gıyabınızda. Bütün vasıfların ötesinde size en çok yakışandı çünkü hüzün. O Hüzünkar'ın yürek ikliminde kimler yoktu ki... Bir Hocam'ı, Şair-i âzâmı, türküdârı, tercümanı ve daha niceleri... Şükür, biz de dinlendik Abi, gölgenizin serinliğinde. Fikir ve hüzün talim ettik ve dostluğu... Vefa, zaten sizin cümle gönül kapılarını açan anahtarınızdı.
Siz göçünüzü toplayıp sırlandığınızdan beri, dünya daha da tenhalaştı Ahmet Abi. Yunus'un " Göçtü kervan kaldık dağlar başında" mısrasındaki gibi tek ve tenhayız bu gurbet diyarında. Ne anlatacak bir hikayemiz kaldı ne halimizi arza mecalimiz. Herkes kendi mağarasında gurbet türküleri söyler oldu kendi dilince.
Benimse şöyle bitiyor başladığım kitap Ahmet Abi ve türkü olup dolanıyor dilime mısralar:
"Gidenlerin, nerede gitmeyen yoldaşları
Ne oldu savaşları
Hey mezar taşları, mezar taşları
İsimler söyleyin bana
Çağıracaklarım var"
Vay beni bin kapıdan çeviren
Mescitlere sol ayakla girmenin utancı
Bu kaçıncı gece bilmeden
Nefsimin beni diline doladığı
Vay benim tövbeye yüz sürmemiş
Nasipsiz suyu arayan yüzüm
Bu kaçıncı teyemmüm
Niyetsiz toprak arayan gözüm
Vay benim göğsüme
Dünya illetini yamalayan terzi
Bu kaçıncı tekrarıdır dudaklarımın
Göğsümü neşterle açan sûreyi
Vay benim omzuma yaslanan
Kurumuş kökleri gençliğimin
Bu kaçıncı can suyu döktüğüm
Çürümüş canımdan arta kalan
Vay benim tövbe yaşımı beklerken
Soluduğum günahkâr hava
Bu kaçıncı takvim eskittiğim
Bu kaçıncı bırakmalarım zamana
Fotoğraf: Yasin MORTAŞ
"Senkötü değilsin…
Aslında beni rahatsız eden tek şey:
Senin adil olman, beni de adil davranmaya mecbur bırakıyor.
Ben kendi düzenimi kurmuşum, kimse ses etmiyor…
Ama sen geldin, ‘herkesin hakkı kadar alması gerek’ dedin.
Sen kötü değilsin…
Ben seni kendi konforumun düşmanı yaptım kafamda.
O yüzden sana sataşıyorum.
Çünkü senin ışığın, benim gölgemi görünür kılıyor.”
Mektubum bitince "Bir hocam nerde?" Dediğini elbette duydum Ahmet abi. Bir hocam hangi hocamdı demeden gittin Ahmet abi. İlk mektubumda Yoldaki Kalemler ve yazarlarının hâlini arzedeyim istemiştim Ahmet abi.
Bize misafir gelen iki çocuk konuşurken duydum Ahmet abi. Biri öbürüne "gel çörek yiyerek yıldızlara bakalım" diyordu. Aklıma sen geldin "Gel çay içerek fikir konuşalım derdik" değil mi. Ben tatlı da getirirdim muhakkak. Sen "tatlı fikri öldürür" der kızardın. Belki de "anene" gereği bir lokma yer miydin Ahmet abi.
Bana göre;
Orta Toros Dağları ile Doğu Toros Dağlarının kesişim noktasına yakın bir yer olan Kahramanmaraş’ın Merkez ilçesine bağlı Döngel Köyünde dünyaya gelmişim. Çocukluk yıllarım bu zor coğrafyada, yoksulluk içinde ve çok mutlu bir şekilde geçti. Yazın yaylalarda oğlak güttüm. Sümbül, çiğdem ve kekik kokladım. Hayvanlarımıza kışlık yem hazırlamak için çakşır, kenger, dağ yoncası gibi yem bitkilerini topladım. Ardıç oluklu pınarların buz gibi soğuk sularını içtim. Şehir çocuklarının hayvanat bahçesinde kafesin içinde gördüğü ayı, kurt tilki, tavşan gibi hayvanları doğal yaşam alanlarında gördüm. Şahin, kartal, doğan, atmaca gibi yırtıcı kuşların yaşam koşullarına tanıklık ettim. Radyodaki türkü programlarının yerine bülbül ve keklik gibi ötücü kuşların sesini dinledim. Yaylaların serin havasında hakiki tere yağı ve doğal kara kovan balı ile beslendim. Obamızdaki çocuklarla çelik çomak, kale, kızgın taş gibi oyunlar oynadım. Yaz tatili bitince köyümde okula gittim. Tahta arabalar yapıp bindim. Arkadaşlarımla sokak ortalarında birdirbir, saklambaç, yakın topu gibi oyunlar oynayarak zaman geçirdim. Kar yağdığı zaman gübre torbasının üzerine binerek kayak yaptım. Dağlarda tavşan avladım. Tekir çayında olta ile kırmızı benekli alabalık tuttum. Anlayacağınız çocukluk yıllarım oldukça hareketli ve verimli geçti.
Çocuk iken yüzlerce ilgi çekici hadiseyi ya bir zat yaşadım ya da yakından tanıklık ettim. Dağlarda dolaşırken eli silahlı hırsızlar gördüm. Kaçak kazı yapan definecilerle karşılaştım. Dağlarda karşılaştığım kurtlardan korktum. Tavuklarımızı kaçırmaya gelen tilkilere av tüfeğiyle ateş ettim. Ayı ile köpeğin boğuşmasını canlı olarak izledim. Köyler arası kavgaya karıştım. Düğünlerde halay çektim. Çayırlarda güreş tuttum. Ben gözlerimle görerek tanık olduğum veya bir zat yaşadığım binlerce anı arasından hiç unutamadığım bir ayı avı macerasını sizlere anlatmak istiyorum.
O sene dağlara, köylere, ovalara o tarihe kadar görülmemiş, duyulmamış miktarda kar yağdı. Köydeki tek katlı evler tamamen karın içine gömüldü. Bu evlerde yaşayan vatandaşlar evin kapısını açıp dışarı çıkmakta zorlandı. Devasa büyüklükteki çam, ardıç ve sedir ağaçları üzerine yağan karın ağırlığını taşıyamayarak kökünden yıkıldı. Kurucova Tüneline çığ düşmesi sonucu Kahramanmaraş Kayseri karayolu ulaşıma kapandı. Yolda kalan yolcuları Kurucova ve Tekir köylerinin halkı günlerce evinde misafir etti. Dağlardaki ormanlık yeşil alanlar gelinlik giymiş bir kız gibi beyaza büründü. Dereler, tepeler ve çukurlar kar ile doldu. Yollar açılmadığı için öğrenciler okula gidemedi. Memlekette adeta adı konulmamış bir felaket yaşandı.
Yüksek yaylalarda yiyecek bulamayan tilki, kurt gibi vahşi hayvanlar köylere indi. Vatandaşların ahırındaki hayvanlara saldırmaya başladılar. Serçeler, keklikler evlerin verandasının altına atılan yemleri tavuklarla birlikte yediler. Hayvanlar otlamak için doğaya gidemeyince evdeki yem mevsiminden önce tükendi. Vatandaşlar hayvanlar acından ölmesin diye şehirden köye çuval çuval yem taşıdı. Bakkal Muzaffer’in şehirden getirdiği çay, şeker, tuz gibi temel ihtiyaç maddelerini köy halkı karayolundan bakkala kadar imece usulüyle sırtlarında taşıdılar. Hayvanlar ahırdan dışarı çıkamayınca köy halkı çeşmeden kovalarla su taşıyarak hayvanlarını leğenlerle suladılar. Lambalara koyacak gaz kalmadı. Çaya atacak şeker bulunmadı. Komşu komşunun külüne muhtaç sözünün doğru olduğuna o zaman inandım. Evimizdeki bir kilo şekeri komşularımızla bölüştük. Komşularımızın evindeki bir paket tuzu paylaştık. O kış yaşadığımız felaketi tam manasıyla anlamak için yaşamak gerekir. Vaziyeti kelimelerle anlatmak mümkün değildir.
Yardımlaşarak, tasarruf ederek zor bela mart ayına kavuştuk. Mart ayında karlar erimeye başlayınca dereler, ırmaklar coştu. Yağmur suları da buna eklenince sel felaketleri yaşanmaya başlandı. Yalnız bizim köyde dört ev sele gitti. Sele giden evlerden bir adet çay kaşığı bile kurtarılamadı. Bu sel felaketlerinde can kaybı yaşanmadığı için mutlu olduk.
Köylere yakın rakımı düşük bölgelerin karı eriyince otlar yeşermeye başladı. Otlar yeşerince çobanlar sürülerini otlatmak için dağlara götürmeye başladı. Mevsimi geldiği halde Keş Dağı, Eşme, Karlık gibi yüksek rakımlı yaylaların karı erimedi. Yüksek yerlerdeki inlerinde kış uykusuna yatan ayılar kış uykusundan uyandı. Yüksek yaylalarda yiyecek bulamayınca ayılarda engin yerlerde inerek karınlarını doyurmaya başladılar. Karınlarını doyurmak için engin yerlerdeki arazilere inen ayılar köylerin içine kadar gelerek hayvanları telef etmeye başladılar. Sadece bizim köy değil Tekir, Tanır, Çukurhisar gibi komşu köylerden de sürülere ayıların saldırdığı hususunda haberler gelmeye başladı. Köy halkının malını ve canını ayılardan korumak için yöredeki avcılar harekete geçti.
Bizim köy ve komşu köylerdeki birçok avcı silahlarını ellerine alıp ayıları öldürmek için dağlara çıktılar. Bir hafta içinde çok sayıda ayının öldürüldüğü hususunda onlarca haber duyuldu. Tabi bu haberlerden her birinin hikayesi ayrı, yöresi farklıydı. O kadar ayı avcılar tarafından öldürüldüğü halde ayıların keçi sürülerine saldırısı konusundaki havadisler bir türlü kesilmedi. Her gün ayrı bir saldırı haberi duymaya devam ettik. Bir gün Yeşilgöz’den bir gün Kısıktan ayıları sürüye saldırdığı konusunda haberler gelmeye devam etti. O zamanlar bizim yörede her evin veya her ailenin mutlaka ama mutlaka bir sürü keçisi olurdu. Geçim kaynağımız hayvancılıktı. Keçisi olmayan insan fakir sayılırdı. Köy halkı zekatını, fitresini keçisi olmayan ailelere verirdi.
Yahya Ali namıyla bilinen merhum amcam Ali Karadaş keskin bir nişancı, usta bir avcıydı. Attığını vurur, kovaladığını tutardı. Komşu köylerden hayvanları zarar gören sürü sahipleri amcamı ziyarete gelmeye başladılar. Ziyarete gelen insanlar çoğu hayvanlarını öldüren ayının bir günde çobanlarına zarar vereceğinden korkuyorlardı. Ayının çok uyanık bir ayı olduğundan bahsediyorlardı. Amcamdan bu ayıyı vurmasını istiyorlardı. Hatta ayıyı öldürmesi durumunda amcama ödül olarak birer tane keçi vereceklerini bile söylüyorlardı. Bu konuda gelip giden insan çoğalınca amcam ayının peşine düşmeye karar verdi. Ayının avına gitmek için savaşa gidecek asker misali hazırlıklara başladı. Önce kendisi gibi keskin bir nişancı olan amcasının oğlu Kazım ile görüştü. Zorda olsa Kazım’ı ava gitmeye ikna etti. O zamanlar bizim köyde bazı varlıklı ailelerin evinde Osmanlı döneminden kalma beşli mavzer vardı. Kazım Amca Mustafa Kâhya ile Kara Mehmet’in mavzerlerini ödünç olarak aldı. Kara Mehmet’in mavzerini amcama verdi. Mustafa Kâhyanın mavzeri kendinde kaldı. Dağda yiyecekleri azıklar hazırlandı. Karda giyecekleri lekenler(hetik) onarıldı.
Ben o zaman on dört on beş yaşında vardım. Amcam bana arada bir av tüfeğiyle atış talimi yaptırırdı. Bazen köy çevresindeki yakın yerlere tavşan, keklik avına götürürdü. Ava gittiğimiz zaman beni tehlikelere karşı gözü gibi korurdu. Bende amcamla ayı avına gidip bir macera yaşamak istiyordum. Amcam tehlike olur diye bütün yalvarmalarıma rağmen beni ayı avına götürmek istemiyordu. Konuya dedem müdahil olunca amcam istemeyerekten de olsa beni ayı avına götürmeye karar verdi. Tek şartı kendinin verdiği talimatlara harfiyen uymamdı ve ayı vurmamız durumunda ayının postundan pay istemememdi. Amcam beni ayı avına götürmeye karar verince nasıl sevindiğimi sizlere yazıyla anlatamam.
Babam başka bir yerde hayvanlarımızı otlattığı için evde yoktu. Annem ayı avına gitmemi kesinlikle istemiyordu ama beni durduramayacağını anlayınca akşamdan azığımı hazırladı. Amcam av tüfeğini bana verdi. Komşulardan ayağıma olacak ödünç bir çizme aldım. Profesyonel bir avcı edasıyla amcamdan önce bütün hazırlıklarımı tamamladım. Amcamın en önemli şartı dağda kendisin yanından beş metreden fazla ayrılmamamdı. Ava gideceğimiz günün akşamı hazırlıklarımı tamamlayıp yatağa girdim ama gözüme bir türlü uyku girmedi. Ava gideceğim için seviniyor, ayıyı ilk önce ben görürsem ne yapacağım diye heyecanlanıyordum. Yatağın içinde öte dön, beri dön derken üç dört saat kadar uyumuşum. Horoz ötüm vakti annem beni uyandırdı. Elimi yüzümü yıkayıp acele olarak üzerimi giydim. Evden çıktığımda Ali Amcam ile Kazım Amcanın yola çıkmaya hazır vaziyette beni beklediğini gördüm. Amcamın evi ile bizim evin arasında sadece altı metre genişliğinde bir sokak vardı. Bende yanlarına varınca üçümüz birden yola koyulduk.
Silahlarımızın ruhsatı olmadığı için Tekir Jandarma Karakolunun önünden geçmemek için Döngel Mağaraları istikametinden köyden çıkış yaptık. Kısıktan geçip, Aliş Arlıların evlerinin karşısından Kocalar obasına doğru yol aldık. Muratlar obasını geçerken Tekir Camisinden okunan sabah ezanı duyuldu. Saman Taşına varınca stabilize yoldan ayrılıp dağlara vurduk kendimizi. Dikenliğin altından geçip Sakız Aklığından doğru Sakız Boynuna çıktık. Sakız Boynundaki Çavuş Hüseyin’in kışlasına vardık. Çavuş Hüseyin’in evinde hafif bir kahvaltı yaptık. Hüseyin Amcayı da yanımıza alıp yolumuza devam ettik. Hüseyin Amca da memlekette namı olan bir avcıydı. Aynı zamanda ayıların yaşadığı bölgede çobanlık yapıyordu. Bu avda da bize mihmandarlık yapacaktı.
Sakız Boynunu geçip Arı Taşına varınca ilk kar ile karşılaştık. Arıtasından Ağıl kayaya doğru baktığımda karşımda her tarafı karla kaplı bir buz dağı görünüyordu adeta. Gideceğimiz patika yolun tamamı kar ile kaplıydı. Karla kaplı yolun etrafında tavşan ve tilki gibi av hayvanlarının ayak izleri gözümüze çarpıyordu. Biz ilerledikçe rakım yükseliyor, kar kalınlığı artıyordu. En önde Çavuş Hüseyin Amca, en arkada ben yürüyordum. Gov Boyuna varınca yürüdüğümüz patika yoldaki kar kalınlığı yarım metreyi geçti. Kar kalınlığı yarım metreyi geçti ama kar don olduğu için yürümemizi engellemiyordu. Kanlı Çukur, Kara Yakup, Teke Kayası gibi yüksek tepeler üzerleri sisle kaplı olduğu için gözükmüyordu. Eşme Yaylasına varınca dağlar birdenbire ıssızlaştı. Yollar, köyler evler görülmez oldu. Üzeri karla küçük tepeler, tepelerin yamacındaki beyaza boyanmış minare yüksekliğindeki ardıç ve sedir ağaçları içimi ürpertmeye başladı. Eşmeye varıp bu ıssızlığı, bu çaresiz coğrafyayı görünce ava gittiğime pişman oldum. Korktuğum için tek başıma geri dönme şansım yoktu. Kaderime razı olup amcamın yanı sıra yola devam etmeye karar verdim.
Çavuş Hüseyin Aşağı Eşmeye varınca bir ayı izi buldu. Ayı izini buldu ama Yukarı Eşmeye varınca kar yağışı nedeniyle iz kayboldu. İz kaybolunca avcıların değerlendirmesi neticesinde ayının büyük bir ihtimalle Karlıktan yüze geçtiği yönünde düşünce hasıl oldu. Orada bir arama planı yapıldı. Kazım Amca Ayı Düşen İnlik tarafından, Çavuş Hüseyin Bıçaklıların Yurdu tarafından, Amcam ile ben ise Sakızlı Çukur tarafından Karlık Yaylasına hareket ettik. Biz Sakızlı Çukurdan geçip Karlığın Hacı Tıraşın Yurdunun arkasındaki tepeye varınca Kazım Amca Kavlak Ahmet’in Yurdunun arkasındaki tepeden “Buraya gelin” diye bizi çağırdı. Bu arada kar yağışı durdu. Rüzgâr kesildi. Rüzgârın kesilmesiyle dondurucu soğuktan kurtulduk.
Hava biraz ısındığı için karlar hafiften yumuşamaya başladı. Yumuşayan kar üzerinde bizim yürümemiz zorlaştı. Amcam sırtındaki lekeni indirip ayağına bağladı. Ben ise amcamın leken ile bastığı izlere basarak kara saplanmaktan kurtuluyordum. Bu zor şartlar altında bir kilometre kadarlık bir mesafeyi yarım saatte ancak yürüyebildik. Kazım Amcanın yanına giderken güney taraftaki sis perdeleri hafiften açıldı. Sis perdesi açılınca güneye baktığımda Delik Höbek tepesi beyaza boyanmış bir hançer gibi karşıma çıktı. Güney doğu tarafımızdaki Kapılı Yolak dağı modern bir kayak pisti edasıyla yamacımızda duruyordu. Kazım Amca yanına yaklaştığımızda eliyle ayının girdiği ini işaret etti. Yanına vardığımızda ise ayının dışkısı takip ederek inini bulduğunu söyledi.
Biz vardıktan beş dakika sonra Hüseyin Amcada geldi. Ben ayıdan korktuğum için inin yanına bile yaklaşamadım. Amcam inin başına varınca mavzerle bir iki mermi sıktı. Hep birlikte bağırdılar çağırdılar ama ayı bir türlü ortaya çıkmadı. Ali amcam iki üç tane av tüfeği mermisinin içindeki barutu çıkartıp gazete kağıdıyla fitil yapıp yanında taşıdığı dinamit lokumunu deliğin içine doğru attı. Dinamit patladı ama ayı yine delikten çıkmadı. Bu arda açlıktan karnımız zil çalmaya başladı. Ayının inine hâkim bir kayanın altındaki mağaranın önüne oturup azıklarımızı yemeye başladık. Daha ağzımıza aldığımız ilk lokmaları çiğnerken tünelden çıkmış tren misali kızıl renkli kocaman bir ayı homurdanarak delikten çıktı. Ben ayıyı görünce oturduğum yerde dizlerimin bağı çözüldü. Ağzımda çiğnediğim lokmayı yutamadım. Ayının homurtusu dağları taşları inletiyordu. Ayı delikten çıkar çıkmaz amcam anında refleks gösterip oturduğumuz yerin yanındaki bir taşa dayamış olduğu mavzeri kaptığı gibi ayıya ateş etti. Ayı ilk mermide başından isabet aldı. Başından isabet alan ayı can havliyle köze basmış aptal gibi en az üç metre havaya sıçradı. Tekrar dört ayağının üzerine yerdeki karın üzerine düştü. Ayının bu acıyla bağırtısı yeri göğü inletiyordu. Başından fışkıran kan en az iki metre karelik zemini kırmızıya boyadı. Ayıya Çavuş Hüseyin Amca iki mermi daha sıktı. Ayı ayaklarını karnını altına doğru çekerekten oracıkta can verdi. Ayı artık ölmüş Yeşilgöz Köyünün çobanları tehlikeden kurtulmuştu ama benim içimi bir hüzün kapladı.
Azıklarımızı yiyip karnımızı doyurduktan sonra amcam kazan kabı dediğimiz sırt çantasından kocaman bir bıçak çıkartıp ayıyı arka sağ ayağından yüzmeye başladı. Ben ayının ayağını tutarak amcama yardım etmeye ediyordum. Kazım Amcada cebinden bir bıçak çıkararak ayının sol arka ayağından derisini yüzmeye başladı. Ayının derisinin kalınlığı yarım santimden fazlaydı. Ayı iki yaşlı bir tosun büyüklüğünde vardı. Pençeleri insan elinden büyüktü. Ayıyı yüzdüğümüzde Amcamın sıktığı ilk merminin ayının başına isabet ettiğin ve beynini tamamen dağıttığını gördük. Ayıyı komple tuluk olarak yüzdüler. Postunu taşımak için yanımızdaki ardıç ağacından iki metre uzunluğunda bir sopa yapıp postu birkaç yerinden sopaya bağladılar. Amcam sopanın ön tarafını, Kazım Amca arka tarafını omuzuna alarak yürümeye başladılar. Bu sırada ben av tüfeklerini, Hüseyin Amca mavzerleri taşıyordu. Daha biz hareket ettiğimiz yerden iki yüz metre kadar uzaklaşmıştık ki o havalideki kartalar, kuzgunlar, doğanlar ve adını bilmediğim diğer yırtıcı kuşlar ayının leşine saldırmaya başladı. Biz gittiğimiz yoldan köye tekrar döndük. Ayının postunu Kazım Amcanın evine bıraktık. Ayının postunu dört saat omuzunda taşıyan Ali Amcam ile Kazım Amca yorgunluktan bitap düşmüştü. Bir an önce yatmak için Amcam ile ben birlikte evimize gittik. Eve vardığımda annem yatsı namazı kılıyordu.
Sabahleyin Kazım Amca ayının postuna ağaçtan iskelet yaptırmış. İçini saman ile doldurmuş. Gözlerine cıncık bilye taktırmış. Ayıyı adeta canlı haline döndürmüş evinin balkonuna koymuş. Köy halkının tamamı ayının postunu görmek için Kazım Amcanın evine akın etti. Canlısını gördüğüm halde merak edip bende gittim Kazım Amcanın evine. Kazım amcanın evine vardığımda Kazım Amcanın evinin panayır yerine döndüğünü gördüm. Onlarca insan ayının postunu görmek için toplanmıştı oraya. Kalabalık arasında ayıdan korkup ağlayan çocuklar gördüm. Ayının postu üç gün Kazım Amcanın evinin balkonunda teşhirde kaldı. Bizim köyde ve komşu köylerde ayının postunu görmeyen insan kalmadı.
Kazım Amca ayının postunu üç gün evinin balkonunda teşhir ettikten sonra dördüncü gün postu köyün minibüsünün bağıcına yükleyerek Maraş’a satmaya götürdü. Maraş’ ta ayının postunu gören ahali Kazım Amcanın başına toplanmış. Muhabirler Kazım amcanın eline bir av tüfeği tutuşturup resim çekmişler. Kazım Amca postu satamadan köye geri getirdi. Ali Amcam ile ben Kazım amca Maraş’tan dönünce akşam evine gittik. Kazım Amca Maraş’ta yaşadığı hadiseleri saatlerce anlattı bize. Bir gün sonra bütün ulusal gazeteler Yedi Köyün Ayısını Öldüren Avcı Kazım manşet haberiyle yayımlandı. Gazete haberini okuduğumda Kazım amcanın anlattıklarının biraz abartılarak yazıldığını gördüm.
Bir gün sonra Kazım Amca ayının postunu bir deri tüccarına bir inek alabilecek miktarda paraya sattı. Ali Amcam, Kazım Amca ve Çavuş Hüseyin Amca postun parasını paylaştılar. Beni de mahrum etmediler. Az bir miktarda bana da para verdiler. Onlara postan aldıkları para, bana da yaşadığım macera kar olarak kaldı.
Yaşadığım bu tehlikeli macerayı hiç unutmadım. Halen de hafızamın bir köşesinde yaşayıp tazeliğini muhafaza etmektedir
Uzayıp giden yaz akşamlarından geliyorum
Haziran bahçemizde parlayan ışıklar gibi
Dağılan bir şeylere benzer
Çekirgelerin uğultusunu duyarım
Balkonun ucuna itilmiş ürkek bir kedi gibi
-Annem elleriyle beslerdi-
Uzayıp giden yaz akşamlarından geliyorum
Gökyüzü harman yeri
Temmuz dallarda acı bir meyve
Oturup yıldızları sayıyorum bir bir
Garip adları vardı onların
Hâlâ aklımda
Şimdi omuzlarımda düş kırıklığı
Saçlarımda çiğ taneleri
Sabah olmuş
-Balkonda unutmuş annem beni-
Uzayıp giden yaz akşamlarından geliyorum
Ağustos alçalıyor tulumbanın ağzına doğru
Tulumbanın ağzında
Nisan yağmurlarından kalma paslı su
Sanki bin asırdır taşıyan
Bu yağmursuzluğu
-Annemin avuçlarında yağmur suyu-