YAZAR MAHİR ADIBEŞ'TEN MEKTUP VAR/ Hasan EJDERHA

 



Bu gün güzel dostum Yazar Mahir ADIBEŞ'ten bir mektup ile birlikte VELİAHT, YARENİM VAR YILDIZLARDAN, EŞŞEKLER KASABASI ve EYLÜLDE SOLDU BU ÇİÇEKLER romanlarından müteşekkil bir posta aldım.



Güzel kitaplarını armağan etmesine elbette çok sevindim; ama mektup çok duygulandırdı beni. Bizim nesil gençliğini binbir dertle "Surdan bir gedik açtık mukatdes mi mukaddes" mısraınca yaşadı. Binbir çabayla surdan açılan o mukaddes gedikle iş bitmedi. Her dem davanın yükünü "üf!" bile demeden taşıdı Yazar dostum Mahir ADIBEŞ gibi niceleri. Bu gün o nesil; koranada evlere kapanmayı, Kahramanmaraş depreminin acılarını yaşadı ve bir kısmı o depremde şehit oldular. Ahmet Doğan İlbey ağabey, Ferhat Ağca, Fazlı Bayram gibi nice ehl-i  dava 6 şubatta göç eyledi.



E be Mahir ADIBEŞ dosta kitap gönderilir gönderilmesine de bir de ihtiyarlığımıza merdiven dayamışlığımızın duygularından mürekkep bu mektupla yüreğimizi yokladın ha? Ömrüne, gönlüne bereket güzel dost. Mektubundaki kıymetli duyguları da, kitapları da öpüp başımızın üzetine koyduk muhabbetle...




Gri/Ferhat Altun















nedir bu gri yaşamak
ben 
ne çiçek renklerini
ne kuş adlarını bilirim 
biri senin ellerinden doğmuştur belki
öteki senin nefesinden almıştır kanatlarını
varsa kıymeti bundandır çiçeklerin ve kuşların
oysa
dört nala koşan bir atın sırtında 
dünyayı hançerlemek
basmak karnına dünyanın 
onu kepaze etmek âşıklarına
budur niyetim
yoksa
çiçek ne
kuş ne 
ben ne
nedir bu gri yaşamak


HASAN EJDERHA’NIN 12 NİSAN 2025 CUMA GECESİ 01:40’DA AHMET “ABİYE MEKTUP” ADI ALTINDA YAYINLAMIŞ OLDUĞU BİLDİRİYE CEVAP BAĞLAMINDA SAVAŞ KIYAK HOCAMA ARZUHÂL YA DA GECE BİLDİRİSİNE REDDİYE


 Muhterem Hocam;

Selam eder ellerinizden öperim. Çevrenizdeki eli öpüleceklerin de ellerini öperim. Taydaşlarımın ellerini sıkarım. Küçüklerin gözlerinden öperim. Şu günahkâr dilimle dua eder, ümmeti Muhammed’e huzur dilerim. Doğu Türkistan’dan Filistin’e; küre-i arzda dünyanın en ağır imtihanları ile imtihan edilen tüm din kardeşlerimi ayrıca selâmlarım.

Dostumuz, Dünya Çocuklarının Amcası nâm Hasan Ejderha kardeşimiz, yukarıda tarih ve saatini yazarak, “Bildiri” niteliğine özellikte dikkat çekmeye çalıştığım mektubunun “Gelişme”sine, zât-ı âlinizi ve bu fakiri zikrederek başlamış. Başlamış ama maalesef yanlış başlamış. Bizi cennet mekân Ahmet Doğan İlbey Abiye şikâyet etmiş. Bu dostumuz eskiden de zaman zaman böyle huysuzlanır; döndüremediği zaman elindeki devemeyi, çeliği çalamadığı -uzağa atmak- zaman değneği, vuramadığı zaman bilyesini yere atardı. Sonra yere oturur, ayaklarını bir ileri bir geri yapar, kilteli çarığının topuğu ile toprağı kazarak ağlardı. O da işe yaramaz, kimse kendisiyle ilgilenmezse bulduğu ilk taşın üzerine oturur, ellerini boynunda birleştirir, başını dizlerine dayar ve ağlayarak oyunu bırakırdı. Ben Ahmet Abi’ye şikâyet ederdim. Böyleyken böyle Ahmet Abi derdim. Ahmet Abi; “O, (oğlum) Alparslan’ın bir büyüğü.” der, hoş görmemi, idare etmemi tembihlerdi. Ben idare ederdim. Hoş görürdüm. İlk gördüğümde kucaklardım. Sevinirdi. Ben de sevinirdim. Ahmet Abi, bizi yan yana, kol kola görür, o da sevinirdi…

Hocam, bu bildirideki ilk yanlış şu ki; sizinle bu fakiri aynı “düzlemde” görüyor, bu dost. -Affınıza sığınarak- Benim, sizin adamınız, ortağınız olabileceğimden, ikimizin ticaretinden dem vuruyor. Hal bu ki ay, ışığını güneşten alır! Kibrit olmasa dünyaları aydınlatan alev, bir ot yığınından başka nedir ki? Gece mektubunda, “Bu Hikâye Malzemesi Dükkânı Ahmet abi; hani şu Savaş hocamla Keklikci’nin ticaretlerinden şüphelendiğim dükkân. Bu dükkân var ama yok, yok ama var Ahmet Abi. İşyeri yok dükkân var. İş yapılıyor dükkânda para yok.” diyor, mektupta. Dükkânın isminin bizim ama anahtarının kendisinin belinde asılı olduğunu unutuyor. Kapıyı zerzeleyip çıktığından, günlerce bizi kapıda nöbetçi diktiğinden bahsetmiyor hiç. Bizim dükkânın, kendisinin AVM’sinin içerisinde küçücük bir tezgâhtan başka bir şey olmadığını söylemiyor. İş yapılıyormuş, para yokmuş Muhterem Hocam! Bizde para olmayacağını bilir hal bu ki. Bizim “giyitlerimizde” döş cebimizden başka cep olmaz. Sağ elimizle aldığımızı, sol elimize fark ettirmeden yerine ulaştırırız. Bütün paramız döş cebimizde olur ve dışarıdan bakan da tüm varlığımızı görür.

Sayın Hocam, yine bahis mevzuu mektubun bir yerinde “Hasan Keklikci: Şöhretli dergilerde yazıyor daha çok.” diyor. Ah Hocam, şu yazıyı okuyan ve bizi tanımayan biri bizim şöhret peşinde koştuğumuzu zanneder. Her sene ülkesine, insanına ve dinine hakaret edenlere verilen, bir eşek yükü paraya tekabül eden Nobel ödülü hayali kurduğumuza hükmeder. Bizim yazılarımız bizim insanımız içindir Hocam. Ve karşılığı; bir tebessümdür. Yani, “Gâvur parasıyla beş para etmez” şeylerdir, yazıp çizdiklerimiz.

Çok uzatıp değerli vaktinizi almak istemem muhterem Hocam. Lâkin mektupta geçen şu, “Ben elin yalancısıyım” cümlesine de değinmeden geçmek istemiyorum. Bu cümle kıymetli dostumuzu kurtarmış gibi geldi. İşin içinde “el” varmış. Her insanın el sözüne kandığı zamanlar mutlaka olmuştur.

Muhterem hocam, mektubuma son verirken; aziz dost Ahmet Doğan İlbey Abimize ve tüm önden gidenlere Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum. Ehli Dükkânın huzuru ve selameti için dua ediyorum. Zat-ı âlinizden selam ve hürmetlerimin kabulünü arz ediyorum.


TANRI MİSAFİRİ TÜRKÜLER/Samet YURTTAŞ

 


Bir türkü dolanır damarlarımda

Nisan akşamlarının geldiğini bilirim

Fesleğenler, lavantalar ve

Bin çiçek kokusu

Bin beldeden kopup gelen türküler

Tanrı misafiri kapımda

Gün görmemiş türküler


Göğsümde bin yara açar

Bin yarayı kapatır

Kan damıtan göğümden

Yükselen türküler

Tanrı misafiri kapımda


Zemheri vurmuş ağaçları

Hüzün çökmüş avluya

Ben türküler aşılarım kurumuş dallara

Kurumuş dalları dirilten türküler

Tanrı misafiri kapımda


Gurbetten türküler duyarım

Yüzüm ayrılır bin parçaya

Aynı türküye ağlarım

Gözlerimde mor mor halkalanan türküler

Tanrı misafiri kapımda


Şu mermeri aşındıran türküler

Yüreğimi delen türküler

Damaklarımda eşsiz bir tat türküler

Başımı döndüren türküler

Tanrı misafiri kapımda


EDİRNE’NİN YAŞAR BABASI/Samet YURTTAŞ


Edirne halkı ona "Yaşar Baba" diye sesleniyor. Samimi, dost canlısı ve güler yüzlü bir adam Yaşar Baba. Arada deli diyenler de var, deli değilse âlimdir diyenler de. Yaşar Baba Edirne'nin ayaklı gazetesi gibi. Nerede bir olay olmuşsa Yaşar Baba mutlaka bilir. Tanımadığı insan yok ve ne zaman nereden çıkacağı hiç belli olmaz. Bir bakmışsınız Kızılay çadırında bir bakmışsınız Belediye Başkanı'nın yanında... Gece gündüz sürekli sokaklarda geziyor. Edirne'nin köylerinde dahi olup bitenlerden haberi var. Onu yakından tanıyan insanlar bazı olayları önceden bildiğini bile söyler. Ben onların yalancısıyım bilemem. Benim bildiğim "böyle deliye can kurban."
        Yaşar Baba'nın maddi durumu çok iyi değil. Onu tanıyanlar hayır ve yardım babında ona para verirler. Yaşar Baba öyle herkesin içerisinde böbürlenerek göstere göstere para verenlerin parasını da kabul etmez. Gösteriş için değil gizliden ve gönülden verilmesini ister. Sağ gözün verdiğini sol gözün görmeyecek misali. Bu söz böyle değildi ama neyse siz anladınız benim anlatmak istediğimi. Öyle tanımadığı insanlardan da para almaz Yaşar Baba. İşte belki de bu yüzden o para istemeden bir çok kişi ona para verir. Yaşar Baba Edirne' de çok sevilir ve saygı gösterilir. İşte böyle bir adam Yaşar Baba.
. Neyse lafı fazla uzatmadan Yaşar Babayla tanışma hikayeme geleyim. Her zamanki gibi akşam evimin yanındaki çayevine indim. Samet ağabeylerle çay içip muhabbet ederken Yaşar Baba geldi. O zaman ilk kez görmüştüm onu, adını dahi bilmiyordum. Samet ağabey masamıza oturan Yaşar Babaya hemen çay söyledi. Elini sıktı ve hal hatır sordu. Yaşar Baba'yı görenler masamıza doğru yaklaşıyor cebine ya da avucuna para sıkıştırarak uzaklaşıyordu. Çok merak etmiştim bu adamı. Samet ağabeyin kulağına eğildim:
-Kim bu adam ağabey?
-Yaşar Baba.
-Necidir, ne iş yapar?
-Bizim dernek başkanıdır.
-Ne derneği?
-"Deliler Derneği."
Bu son söylediğini tam olarak anlamamıştım ama soracağım şeyler daha bitmemişti. Gülüp diğer soruya geçtim.
-Peki neden para veriyorlar?
-Durumu çok iyi değil o yüzden. Bir ağabeyi var ama o da ayyaşın sarhoşun tekidir. İddia oynar bütün parayı kötü işlerde harcar. Başkada hiçbir kimsesi yok. Bu paralarla karnını doyurur ve gününü geçirir.
Samet ağabey bunları deyince içime bir hüzün oturdu. Duygulanmıştım. Ben de cebimden çıkardığım parayı Yaşar Babaya uzattım. Bana sert bir bakış attıktan sonra "olmaz" diyerek bağırdı. Israr ettim ama bir türlü o parayı kabul ettiremedim. Sonra Yaşar Baba kalkarak tuvalete gitti. Fırsattan istifade Samet ağabey parayı kendisine vermemi beni yabancı olarak gördüğü için parayı kabul etmeyeceğini söyledi. Ben de dediği gibi yaptım. Yaşar Baba tuvaletten dönünce Samet ağabey beni işaret ederek “bak bakalım bundan olur mu?” diye sordu. Yaşar Baba:
-Olur, olur. O da bizden, o da deli.
Bu sözlerle birlikte biz gülerken Samet ağabey parayı Yaşar Baba'nın cebine sıkıştırdı. Sonra Yaşar Baba çayevinden ayrıldı. Yaşar Baba çayevinden ayrılınca Samet ağabey bana dönerek:
-Hayırlı olsun. Sen de artık "Deliler Derneğinin" üyesisin.
         İşte Yaşar Baba ile benim ilk tanışmam böyle olmuştu. Bu ilk tanışmadan sonra Yaşar Baba beni görünce hemen yanıma gelir masaya oturur ve çay söyle derdi. Ben de masanın altından para uzatırdım. Allah kabul etsin diyerek cebine koyardı. Artık Yaşar Baba ile dost gibi olmuştuk. Öyleki para vermeyi unuttuğum zamanlar "hoca beni gör beni gör" diyerek bana hatırlatırdı. Parayı alınca da gülümseyip giderdi. Bazı zamanlar da kendisi bize çay ısmarlardı.
Aradan uzun bir zaman geçti Yaşar Babayı ne çayevinde ne sokakta görmüştüm. Sonradan öğrendim ki şekerden dolayı hastaneye kaldırılmış ve hastanede yatıyormuş. Bir fırsat bulup da yanına gidemedim.
           Bugün işten çıkınca güzel havayı fırsat bilerek Selimiye Camisine doğru yürümeye başladım. Caminin hemen yanında ara sıra uğradığım bir çay evi vardı. Tek başıma oturmak istediğimde genellikle buraya gelirdim. Oturdum ve bir çay söyledim tam o sırada karşıdan Yaşar Baba'nın geldiğini gördüm. En başta dedim ya ne zaman nereden çıkacağı belli olmuyor. Ben hastanede sanırken o şu an karşımda bana doğru yürüyordu. Beni görünce gülümsedi yanıma doğru yaklaşarak sandalyeyi çekti ve masama oturdu. Ciddi bir ses tonuyla "çay söyle" dedi. Kafamı çevirip çay söyleyeceğim sırada çayevinin sahibi çoktan bir bardak çay getirmişti. Anladım ki o da Yaşar Baba'yı tanıyordu. Zaten ben Edirneli olup da Yaşar Baba'yı tanımayandan şüphe ederim. Yaşar Baba'yı tanımayan insanı tanımaz benim için. Adam Yaşar Baba'ya hal hatır sorup geçmiş olsun dileklerini ilettikten sonra işinin başına döndü. Yaşar Baba sakin bir şekilde çayını yudumlarken yanımızdan geçenler ona selam verip halini hatrını soruyor ardından da gönüllerinden ne koparsa cebine sıkıştırıyorlardı. Yaşar Baba en son gördüğümde ki gibi değildi. Yüzü solmuş ve yorgun duruyordu. Yarın doktora gideceğini söyledikten sonra çayından bir yudum daha aldı. Ben de hazır etrafta kimse yokken cebimden çıkardığım parayı masanın altından uzatarak Yaşar Baba'nın eline sıkıştırdım. Yaşar Baba'nın en sevdiğim yanı kendisine verilen paraya hiç bakmadan cebine atmasıydı. O verilen paranın kaç lira olduğuna bakmazdı gönülden gelen bereketiyle gelir derdi. Ve Allah kabul etsin derdi. Ben de hemen konuyu değiştirmek istedim:
-Sen bilirsin Yaşar Baba bu Selimiye'nin restorasyonu ne zaman bitecek?
-İki ay sonra bitecek az kaldı.
-Açılsın artık özledik.
-Açılacak açılacak az kaldı.
Bu sırada Yaşar Baba çayını bitirmişti. Ayağa kalkarak çayevinin içine girdi. Adama beni göstererek bir şeyler söylüyordu. Konuşmaları bitince yanıma geldi ve Allah'a emanet diyerek ayrıldı. Ben de hesabı ödemek için içeri girdim. Hesabı ödedikten sonra kapıdan çıkacağım sırada adam:
-"Sen Yaşar Baba'yı nereden tanıyorsun delikanlı?"
-"Deli deliyi tanır."

21.05.2025 / Edirne

Sayıklamalar III/Ferhat Altun


toprağımız çorak bir kadınsa
oğlunun kanlı ayaklarını öpen 
annellerin ahlarına gebedir gökler
biz kurşunun düştüğü yerde
germemişsek göğsümüzü
çatlamamışsa altımızdaki at
sürmemişsek düşmanın kanını alnımıza
boşunadır boşunadır boşuna
göklerden rahmet beklemek
bizi ömürle bizi dermanla
"ey yağmur ey ölüm gel kurtar bizi"


BİR SABAH DURAKTA / MUSA YILDIZ

 


Bir bahar sabahı, bir durakta

Mehmet Yaşar’a rast gelince..


Gel Mehmedim bir resim çektirelim

Sabahın serin sularında

Bir durakta

Filizkıran fırtınasında

Kırılan dallar uçuşsun üzerimizden

Yalvaralım Mikail’e

Ama şükrümüz yine Allah’a


Unutma

Ben onun düğünlerinde ağlayan

Cenazelerinde gülenlerdenim


Edem seninle ben

Aynı fistanın ayrı renkleriyiz

Seninle ben dünyanın güzergâhına

Dipnot düşenleriyiz


ÂNESTÜ NÂRÂ…/Sibel Kök


“Bir ateşe düştüm.”

 Böyle başlıyor okuduğum kitap.

Günler, aylar, mevsimler geçiyor; kış bahara, bahar yaza eriyor da sönmüyor düştüğümüz ateş. Ne vakit bir türkünün pençesine takılsak harlandıkça harlanıyor Ahmet Abi, bin miligramlık sızı oluyor sinemizde.

“ İnsan, attığı her adımda, varacağı yahut ulaşmak istediği her menzilde, muhatap olmak istediği her insan karşısında önce yüreğini yoklamalı: Yüreğim yanımda mı?” demiştiniz. Yüreğimi yanıma alıp öyle yazıyorum bu satırları. Uzun zamandır yazmayı isteyip bir türlü cesaret edemediğim bir mektup, bir yazı, belki bir içlenme... Ama en çok bir sızı; kalbimden kalemime dökülenler.

Size dair çok şiirler söylendi, çok özlem dile getirildi, çok hatıra anlatıldı dostlarınız tarafından. Biz hepsini okuyup, dinleyip sızılandık. Anlatılan her hatırada sizin bizde bıraktığınız iz düştü hatrımıza, daha çok sızılandık.

Hüznünüze hayran kalıp yana yakıla "Bir Hüzünkarın Tahrir Defteri" kitabınızı aramış ama bulamamıştım bir vakit. Okumayı çok istediğim, arayıp da bulamadığım bu kitabı imzalayarak emanet etmiştiniz Hasan hocama. Emanetiniz bana ulaştığı andaki sevincimi hatırlıyorum. Bosna Günlükleri başlığıyla yazdığım yazılara yaptığınız incelikli yorumların bende bıraktığı tesiri, Bosna'dan gelen bir öğrencimizin söylediği "Yemen Türküsü" nü dizlerinize vura vura cezbe halinde dinlemenizi hatırlıyorum. Hatırımda tuttuklarımı bir bir sıralamama imkan yok. Şunu söylemeliyim ki Ahmet abi, siz fikir ve duygu dünyamda büyüdükçe büyürdünüz; hüznünüzle, inceliğinizle, duruşunuzla.

Memduh hocamın " Ahmet Abi benim anamdır" sözünün ne manaya geldiğini yüreğinizdeki şefkatin bütün insanları kapsayacak kadar büyük olduğunu gördüğümde anladım. Dostlarınıza duyduğunuz şefkatin ve sevginin haddini tahayyül bile edemedim.

Sizin portreniz; nezaketin, üslubun, baştan ayağa hüzün ve yürek kesilmiş bir adamın portresiydi benim için. Bu yüzden "Sevgili Hüzünkârım" dedim size gıyabınızda. Bütün vasıfların ötesinde size en çok yakışandı çünkü hüzün. O Hüzünkar'ın yürek ikliminde kimler yoktu ki... Bir Hocam'ı, Şair-i âzâmı, türküdârı, tercümanı ve daha niceleri... Şükür, biz de dinlendik Abi, gölgenizin serinliğinde. Fikir ve hüzün talim ettik ve dostluğu... Vefa, zaten sizin cümle gönül kapılarını açan anahtarınızdı.

Siz göçünüzü toplayıp sırlandığınızdan beri, dünya daha da tenhalaştı Ahmet Abi. Yunus'un " Göçtü kervan kaldık dağlar başında" mısrasındaki gibi tek ve tenhayız bu gurbet diyarında. Ne anlatacak bir hikayemiz kaldı ne halimizi arza mecalimiz. Herkes kendi mağarasında gurbet türküleri söyler oldu kendi dilince.

Benimse şöyle bitiyor başladığım kitap Ahmet Abi ve türkü olup dolanıyor dilime mısralar:

"Gidenlerin, nerede gitmeyen yoldaşları

Ne oldu savaşları

Hey mezar taşları, mezar taşları

İsimler söyleyin bana

Çağıracaklarım var"



BU KAÇINCI BIRAKMALARIM ZAMANA/Samet YURTTAŞ

 


Vay beni bin kapıdan çeviren

Mescitlere sol ayakla girmenin utancı

Bu kaçıncı gece bilmeden

Nefsimin beni diline doladığı


Vay benim tövbeye yüz sürmemiş

Nasipsiz suyu arayan yüzüm

Bu kaçıncı teyemmüm

Niyetsiz toprak arayan gözüm


Vay benim göğsüme

Dünya illetini yamalayan terzi

Bu kaçıncı tekrarıdır dudaklarımın

Göğsümü neşterle açan sûreyi


Vay benim omzuma yaslanan

Kurumuş kökleri gençliğimin

Bu kaçıncı can suyu döktüğüm

Çürümüş canımdan arta kalan


Vay benim tövbe yaşımı beklerken

Soluduğum günahkâr hava

Bu kaçıncı takvim eskittiğim

Bu kaçıncı bırakmalarım zamana


NAMERTTEN MERTE/Muhammet NACAROĞLU

                    Fotoğraf: Yasin MORTAŞ

 "Senkötü değilsin…
Aslında beni rahatsız eden tek şey:
Senin adil olman, beni de adil davranmaya mecbur bırakıyor.

Ben kendi düzenimi kurmuşum, kimse ses etmiyor…
Ama sen geldin, ‘herkesin hakkı kadar alması gerek’ dedin.

Sen kötü değilsin…
Ben seni kendi konforumun düşmanı yaptım kafamda.
O yüzden sana sataşıyorum.
Çünkü senin ışığın, benim gölgemi görünür kılıyor.

OKU!/Nurcihan KIZMAZ



Kitaplar okunmak içindir azizim, 
Her kelimesinde kırk mum yanar. 
Cehaletin karanlık yollarında
Koy gitsin zamanı, erisin aksın 
Paragrafların ışıklı kollarında. 

Ziyanda sayma zinhar, 
Vaktim yok deme, 
Ahı tutar her cümlenin, 
Tozlu raflarda! 

Ruhunu bırakmıştır belki, 
Sayfa aralarına bir şair. 
Esarettedir belki de dahiyane fikirler
Ne varsa hayata dair. 

Yolun çift ey kâri
Vakit dar çabuk yap seçimini
Biri bilinmeze gider,
Aydınlığa diğeri. 

Kitaplar okunmak içindir azizim, 
Her kelimesinde kırk mum yanar. 
Vaktim yok deme,
Zira cümlelerin ahı tutar!




Ahmet Abiye Mektup-Bir Hocam/ Hasan EDRRHA



Mektubum bitince "Bir hocam nerde?" Dediğini elbette duydum Ahmet abi. Bir hocam hangi hocamdı demeden gittin Ahmet abi. İlk mektubumda Yoldaki Kalemler ve yazarlarının hâlini arzedeyim istemiştim Ahmet abi.


Hocam. Hocam. Hocamsız kaldık Ahmet abi. Hocam sizler gittikten sizlersiz, gülsüz, Güllüsüz kaldıktan sonra Kavkaklı sahilindaki otağına yerleşti ve hiç şehra şehra olmuş şehre gelmiyor; kimseyle görüşmüyor. Yunus ve Musa ile bile görüşmüyor. Yüksel Kılıç soru soracak kadar bile bulamıyor hocamı. Gerçekten hocamsız kaldık Ahmet abi.

Yunus Barman hocamsız kalınca yollara düşmüş şehir şehir gezer olmuş Ahmet abi. Mithat durmaz zaten susuyordu; şimdi haza susmakta. Susarken gönlü ne durumda hiç sır vermiyor. Tayfun'a gelince hiç hocamsız gibi durmuyor. Sanki gizliden hocamın otağına gidip geliyor gibi duruyor.

Muzaffer hocamı bayramda gördük Ahmet abi. Bayram dedimsa; sizinle birlikte bayramlarda gitti Ahmet abi. Bizler anasını kaybetmiş kuzular gibiyiz artık. Ne kadar özlemişiz hocamı bilsen. Hocamın seni özlediği kadar biz de hocamı özlemişiz. Dükkanda oturduk ve Seni, Ferhat'ı, Fazlı'yı ve Derviş Ali'yi konuştuk. Oyle bir özlemişiz ki özlemler birbirine karışmış Ahmet abi.

Ali hocam'a da hasretiz Ahmet abi. Biliyoruz hocamda bizleri özlüyordur muhakkak ama biz daha çok özlüyoruz be Ahmet abi. Hâlimiz ağıt hâli; bizler ağıt olduk. Ne çok ağıtlar dinlerdik dükkânda şimdi tümden ağıta kestik. Barajlarımız öyle doldu, öyle doldu ki, barajımızın savaklarını açsak nefeslenmek için, dünyayı sele vermekten korkar olduk Ahmet abi.


AHMET ABİYE MEKTUP/Hasan EJDERHA


Bize misafir gelen iki çocuk konuşurken duydum Ahmet abi. Biri öbürüne "gel çörek yiyerek yıldızlara bakalım" diyordu. Aklıma sen geldin "Gel çay içerek fikir konuşalım derdik" değil mi. Ben tatlı da getirirdim muhakkak. Sen "tatlı fikri öldürür" der kızardın. Belki de "anene" gereği bir lokma yer miydin Ahmet abi.

***
Şu Hikâye Malzemesi Dükkânı varya Ahmet abi. Hani soyadı Keklikci. Savaş hocamın adamı. Adamı mı ortağı mı bilmiyorum. Ben elin yalancısıyım. Hasan Keklikci ile Savaş hocamın bir ticareti var ama çözemedim Ahmet abi. Bu Hikâye Malzemesi Dükkânı Ahmet abi; hani şu Savaş hocamla Keklikc'inin ticaretlerinden şüphelendiğim dükkân. Bu dükkân var ama yok, Yok ama var Ahmet Abi. İşyeri yok dükkân var. İş yapılıyor dükkanda para yok. İşin içinde Keklikci ve Savaş hocam varsa ben içinden çıkamıyorum Ahmet abi. Bir de korkuyorum ki anlatamam; adam çarpılırmı çarpılır. Gönülleri bir başka işliyor. Ondan korkuyorum Ahmet abi. Savaş hocamın sözüdür malum "dükkâncılardan kork!"
***
Mehmet Yaşar partici oldu Ahmet Abi. Partici dedimse kendi partilerini kurdular. Başka partiler keser mi onları değil mi Ahmet abi. Hâlâ kayınbabasının memleketini kendi memleketi biliyor. Umudumuz oğulları Yusuf ve Akifte Ahmet abi.
***
Enver Çapar'da istikrar daim abi. Yolundan şaşmadan devam ediyor aynı minval üzre. Gerçi parti tüzüklerinde yazdığı gibi dutları kurutamadılar; dutlar hâlâ israf oluyor Ahmet abi. Yakın zamanda şiir kitabı çıktı. "Gömleği hak ettin derdin "Uçurumlar Çağı" abi kitabının adı. Ama gömlek ödülünü kaybetti.
***
Hacahmet mi? Korkuyorum Hacahmetten abi. Barajlarının boşanmasından, dünyayı sele vermesinden korkuyorum Ahmet abi.
***
Udeba öğretmen oldu. Dersine girdiği çocuklara acım acım acıyoruz. Lisans değil doktora düzeyinde tarih sorularıyla çocukları imtihan ettiğini duyduk Ahmet abi.
***
İlker hocam cuma kapısının müdavimliğinde bilsen ne kadar istikrarlı abi. Kulağı Kutlu'nun en istikrarlı cemaati mübarek. "Nerede bu müslümanlar diye feryat ediyordu en son gördüğümde Ahmet abi.
***
M.Akif Şen de de bir hâl var ama Hacahmet gibi onu da çözemedim. Baze soruyorum "gönlünle nasılsın?" diye. Çok tatlı tebessüm ediyor. Bu tebessümden ne mana çıkarılmalı bilmiyorum. Fakat senin taşıdığın fiziki rahatsızlıklarının bazılarına talip olduğunu duydum Ahmet abi. Şu disk ağrın vardı ya! Kime hangi dertlerinin miras kaldığını konuşuyoruz.
***
Bilge ile arkandan konuştuk Ahmet abi. Daha doğrusu seni konuşturduk. "Hadi kızım annenin mezarınıda ziyaret et de evine git çocuğuna bak; dolaşma buralarda bu yağmurda kışta!" dedirttik seni. Aynen böyle derdin Bilge'ye değil mi Ahmet abi.
...
Hiç arkandan konuşmuyoruz Ahmet abi. "Kendi gitti, beraberinde tercümanı Ferhat Ağca'yı ve türküdarı Fazlı Bayram'ı da götürdü" diye hiç sokranmıyoruz Ahmet abi.
***
Dündar ve Narlı batıya gitti Ahmet abi. Kaçıncı oğul olarak batıya gittiler, direniyorlar mı bilmiyorum Ahmet abi.
Şimdi... batıya bir tane daha gidenimiz var ama nasıl söylerim bilmiyorum Ahmet abi. Sana Ali hocam da batıya gitti desem dayanamazsın dünya yıkılır da enkaz altında kalırsın diye korkuyorum Ahmet abi. Gerçi hemen şunu derdin: "Vay batının hâline. Ali hocam batıya gittiyse batının işi tamamdır. Nihayet batı derdinden kurtulduk diye sevinirdin değil mi Ahmet abi.
***
Avkatlar: Avukatlar kayınbabacı oldu Ahmet abi. Enbiya da mı? Evet. 
Ensar da mı? Eh! 
Ya Hasan Can? Kayınbaba bulsa, arkasından gider de bir daha dükkâna gelmez abi. Gerçi Mustafa Cihan'ın öncülük ettiğine dair şaibeler de yok değil...
Fakat Ahmet Emiroğlu'nun hakkını yemeyeyim. Bir fotoğraf çekme hikayesi var ama Alaaddin Küçükkürtül yüzünden olmuş.
***
Şu anda dükkânda olmam gerekirken evde bu yazıyı yazıyorum Ahmet abi. Neymiş? Dışarıda yağmur ve fırtına varmış. Kar fırtınası, kış kıyamete aldırmadan bizi dükkânda topladığın günleri düşününce şu anda hal-i mahcubum satırlarıma yansıyor Ahmet abi. Hep Hasan Keklikci'nin yüzünden be abi. Bir hastalıktır tutturdu. Dükkâna gidelim bir saat sonra diyorum. Bir mazeret düşüneyim de ben seni ararım diyor ve dükkâna gitmiyor. Ahmet abi.
***
Hamdolsun Cüneyt Sütçü İmam'a geldi Ahmet abi. Dükkâna da geldiği oluyor akademik faaliyetlerden fırsat buldukça.
***
İsmail Göktürk tarih yazıyor. Dükkâna gelmeme tarihi yazmıyor. Tarih Kıtabı yazıyor Ahmet abi. Dükkâna gelmeme kitabını Mehmet Yılmaz yazıyor.
***
Gelelim Yoldaki Kalemler'in yazarlarına:
Hasan Keklikci: Şöhretli dergilerde yazıyor daha çok.
Mehmet Yaşar: Yazacağını vaat ediyor. İnanıyoruz en geç üç sene içinde eserini teslim edeceğinden eminim Ahmet abi.
Udeba: Kaynak biriktiriyor.
Nurcihan abla: Keklikci gibi şöhretli dergilerde yazıyor daha çok. Sevineceğin habere gelince; nefis bir şiir kitabı çıktı Nurcihan Kızmaz'ın. Kıtabının adı da çok güzel; ALTI ÜSTÜ ŞİİR.
Şeyhşamil: Kalemini kaybetmiş herhalde. İdealist öğretmenlik peşinde koşan bir edebiyat öğretmeni olarak edebiyatı unuttu. Dükkânı da unuttu Ahmet abi.
Ferhat Altun ile Ömer Faruk Günay oldukça istikrarlı yazıyor. Hatta Ömer Faruk evlendiği halde bile yazıyor Ahmet abi.
Bilge, Sibel Kök,  Alirıza Karakale canı istediği zaman yazıyor.
Yeni haber ise; Seyfettin Albayram da yazmaya başladı. Miraç Doğantekin tekrar yazma umudu veriyor...
Yasin Mortaş,  Memduh Atalay, Ahmet Eralp, Mustafa Alper Taş, Murat Türkmenoğlu, İbrahim Topaldemir, Ufuk Türk, Metin Acar, Süleyman Kılıçbay, Akın Soylu, İsmsil Sağır, Gün Sazak Göktürk, Bekir Büyükkurt, Mustafa Cihan Alliş  Rıdvan Tanır, Sibel Kurt, Ökkeş Alper Taşlıalan, Mine Göktürk, Rıdvan Gökce, Casım Çoban, bizi unuttu Bizi unuttu demek haksızlık mı olur. Yoldaki Kalemler'e yazmıyorlar diye düzeltelim o zaman.
Anadolu'nun Somali Yöresinin Mahmet Muhammet Şıh Ali'si ise bizi unutmadı ama; o da yazmıyor Ahmet abi.
Hidayet Bağcı hem yazıyor seyrek de olsa hem gençleri teşvik ediyor. Bir kaç gencimizi edebiyat camiasına kazandırması takdire şayan...
Tevfik Karadaş'ın maşallahı var. En istikrarlı yazarlarımızdan birisi Tevfik hoca...
Samet Yurttaş'ı bilerek sona bıraktım Ahmet abi. Sürekli şiiri geliyor Yoldaki Kalemler'e. "Yoldaki Kalemler artık ömrünü tamamladı" diye bir düşünce alıma geldiği an Samet Yurttaş'ın şiirleri geliyor. Hem de ne şiirler Ahmet abi. Son zamanlarda şiirlerindeki mermilerin kalibresi öyle bir arttı ki her misraı yüreğimizde patlıyor. Sizin tabirinizle 1000 miligramlık mısralardan müteşekkil şiirler okuyoruz Samet Yurttaş'tan...
Samet ile Ferhat Altun zirveye doğru yol alıyorlar Ahmet abi.
***
Derviş Ali gitti Ahmet abi. Sen gideli ne çok acı var Ahmet abi. "Sohbetlerimizde "Acı insanı pişirir" derdin. Çok yaktın bizi Ahmet abi. Ferhat Ağca yaktı, Fazlı Bayram yaktı. Aybalamız yaktı, Hacı yaktı ve nice yakınımız akrabamız yaktı. Bu kadar pişmek yanmak değilse nedir be abi. Bu kadar yanmak iflah eder mi bizi Ahmet Abi

BANA GÖRE/Muhammet Şaban ÇİFTÇİ











Bana göre;

"Bitti o şiir!
Başka mısra gerekmez
"Der şair.
Ben de diyorum ki:
- Bittiğinde bir şiir damakta tat bırakır 
  Başlamadan boğaza dizildiğinde acı tat bırakır.


AYI AVI MACERASI / Teyfik KARADAŞ

 


Orta Toros Dağları ile Doğu Toros Dağlarının kesişim noktasına yakın bir yer olan Kahramanmaraş’ın Merkez ilçesine bağlı Döngel Köyünde dünyaya gelmişim. Çocukluk yıllarım bu zor coğrafyada, yoksulluk içinde ve çok mutlu bir şekilde geçti. Yazın yaylalarda oğlak güttüm. Sümbül, çiğdem ve kekik kokladım. Hayvanlarımıza kışlık yem hazırlamak için çakşır, kenger, dağ yoncası gibi yem bitkilerini topladım. Ardıç oluklu pınarların buz gibi soğuk sularını içtim. Şehir çocuklarının hayvanat bahçesinde kafesin içinde gördüğü ayı, kurt tilki, tavşan gibi hayvanları doğal yaşam alanlarında gördüm. Şahin, kartal, doğan, atmaca gibi yırtıcı kuşların yaşam koşullarına tanıklık ettim. Radyodaki türkü programlarının yerine bülbül ve keklik gibi ötücü kuşların sesini dinledim. Yaylaların serin havasında hakiki tere yağı ve doğal kara kovan balı ile beslendim. Obamızdaki çocuklarla çelik çomak, kale, kızgın taş gibi oyunlar oynadım. Yaz tatili bitince köyümde okula gittim. Tahta arabalar yapıp bindim. Arkadaşlarımla sokak ortalarında birdirbir, saklambaç, yakın topu gibi oyunlar oynayarak zaman geçirdim. Kar yağdığı zaman gübre torbasının üzerine binerek kayak yaptım. Dağlarda tavşan avladım. Tekir çayında olta ile kırmızı benekli alabalık tuttum. Anlayacağınız çocukluk yıllarım oldukça hareketli ve verimli geçti.

 Çocuk iken yüzlerce ilgi çekici hadiseyi ya bir zat yaşadım ya da yakından tanıklık ettim. Dağlarda dolaşırken eli silahlı hırsızlar gördüm. Kaçak kazı yapan definecilerle karşılaştım. Dağlarda karşılaştığım kurtlardan korktum. Tavuklarımızı kaçırmaya gelen tilkilere av tüfeğiyle ateş ettim. Ayı ile köpeğin boğuşmasını canlı olarak izledim. Köyler arası kavgaya karıştım. Düğünlerde halay çektim. Çayırlarda güreş tuttum. Ben gözlerimle görerek tanık olduğum veya bir zat yaşadığım binlerce anı arasından hiç unutamadığım bir ayı avı macerasını sizlere anlatmak istiyorum.

O sene dağlara, köylere, ovalara o tarihe kadar görülmemiş, duyulmamış miktarda kar yağdı. Köydeki tek katlı evler tamamen karın içine gömüldü. Bu evlerde yaşayan vatandaşlar evin kapısını açıp dışarı çıkmakta zorlandı. Devasa büyüklükteki çam, ardıç ve sedir ağaçları üzerine yağan karın ağırlığını taşıyamayarak kökünden yıkıldı. Kurucova Tüneline çığ düşmesi sonucu Kahramanmaraş Kayseri karayolu ulaşıma kapandı. Yolda kalan yolcuları Kurucova ve Tekir köylerinin halkı günlerce evinde misafir etti. Dağlardaki ormanlık yeşil alanlar gelinlik giymiş bir kız gibi beyaza büründü. Dereler, tepeler ve çukurlar kar ile doldu. Yollar açılmadığı için öğrenciler okula gidemedi. Memlekette adeta adı konulmamış bir felaket yaşandı.

Yüksek yaylalarda yiyecek bulamayan tilki, kurt gibi vahşi hayvanlar köylere indi. Vatandaşların ahırındaki hayvanlara saldırmaya başladılar. Serçeler, keklikler evlerin verandasının altına atılan yemleri tavuklarla birlikte yediler. Hayvanlar otlamak için doğaya gidemeyince evdeki yem mevsiminden önce tükendi. Vatandaşlar hayvanlar acından ölmesin diye şehirden köye çuval çuval yem taşıdı. Bakkal Muzaffer’in şehirden getirdiği çay, şeker, tuz gibi temel ihtiyaç maddelerini köy halkı karayolundan bakkala kadar imece usulüyle sırtlarında taşıdılar. Hayvanlar ahırdan dışarı çıkamayınca köy halkı çeşmeden kovalarla su taşıyarak hayvanlarını leğenlerle suladılar. Lambalara koyacak gaz kalmadı. Çaya atacak şeker bulunmadı. Komşu komşunun külüne muhtaç sözünün doğru olduğuna o zaman inandım. Evimizdeki bir kilo şekeri komşularımızla bölüştük. Komşularımızın evindeki bir paket tuzu paylaştık. O kış yaşadığımız felaketi tam manasıyla anlamak için yaşamak gerekir. Vaziyeti kelimelerle anlatmak mümkün değildir.

Yardımlaşarak, tasarruf ederek zor bela mart ayına kavuştuk. Mart ayında karlar erimeye başlayınca dereler, ırmaklar coştu. Yağmur suları da buna eklenince sel felaketleri yaşanmaya başlandı. Yalnız bizim köyde dört ev sele gitti. Sele giden evlerden bir adet çay kaşığı bile kurtarılamadı. Bu sel felaketlerinde can kaybı yaşanmadığı için mutlu olduk.

Köylere yakın rakımı düşük bölgelerin karı eriyince otlar yeşermeye başladı. Otlar yeşerince çobanlar sürülerini otlatmak için dağlara götürmeye başladı. Mevsimi geldiği halde Keş Dağı, Eşme, Karlık gibi yüksek rakımlı yaylaların karı erimedi. Yüksek yerlerdeki inlerinde kış uykusuna yatan ayılar kış uykusundan uyandı. Yüksek yaylalarda yiyecek bulamayınca ayılarda engin yerlerde inerek karınlarını doyurmaya başladılar. Karınlarını doyurmak için engin yerlerdeki arazilere inen ayılar köylerin içine kadar gelerek hayvanları telef etmeye başladılar. Sadece bizim köy değil Tekir, Tanır, Çukurhisar gibi komşu köylerden de sürülere ayıların saldırdığı hususunda haberler gelmeye başladı. Köy halkının malını ve canını ayılardan korumak için yöredeki avcılar harekete geçti.

Bizim köy ve komşu köylerdeki birçok avcı silahlarını ellerine alıp ayıları öldürmek için dağlara çıktılar. Bir hafta içinde çok sayıda ayının öldürüldüğü hususunda onlarca haber duyuldu. Tabi bu haberlerden her birinin hikayesi ayrı, yöresi farklıydı. O kadar ayı avcılar tarafından öldürüldüğü halde ayıların keçi sürülerine saldırısı konusundaki havadisler bir türlü kesilmedi. Her gün ayrı bir saldırı haberi duymaya devam ettik. Bir gün Yeşilgöz’den bir gün Kısıktan ayıları sürüye saldırdığı konusunda haberler gelmeye devam etti. O zamanlar bizim yörede her evin veya her ailenin mutlaka ama mutlaka bir sürü keçisi olurdu. Geçim kaynağımız hayvancılıktı. Keçisi olmayan insan fakir sayılırdı. Köy halkı zekatını, fitresini keçisi olmayan ailelere verirdi.

Yahya Ali namıyla bilinen merhum amcam Ali Karadaş keskin bir nişancı, usta bir avcıydı. Attığını vurur, kovaladığını tutardı. Komşu köylerden hayvanları zarar gören sürü sahipleri amcamı ziyarete gelmeye başladılar. Ziyarete gelen insanlar çoğu hayvanlarını öldüren ayının bir günde çobanlarına zarar vereceğinden korkuyorlardı. Ayının çok uyanık bir ayı olduğundan bahsediyorlardı. Amcamdan bu ayıyı vurmasını istiyorlardı. Hatta ayıyı öldürmesi durumunda amcama ödül olarak birer tane keçi vereceklerini bile söylüyorlardı. Bu konuda gelip giden insan çoğalınca amcam ayının peşine düşmeye karar verdi. Ayının avına gitmek için savaşa gidecek asker misali hazırlıklara başladı. Önce kendisi gibi keskin bir nişancı olan amcasının oğlu Kazım ile görüştü. Zorda olsa Kazım’ı ava gitmeye ikna etti. O zamanlar bizim köyde bazı varlıklı ailelerin evinde Osmanlı döneminden kalma beşli mavzer vardı. Kazım Amca Mustafa Kâhya ile Kara Mehmet’in mavzerlerini ödünç olarak aldı. Kara Mehmet’in mavzerini amcama verdi. Mustafa Kâhyanın mavzeri kendinde kaldı. Dağda yiyecekleri azıklar hazırlandı. Karda giyecekleri lekenler(hetik) onarıldı.

Ben o zaman on dört on beş yaşında vardım. Amcam bana arada bir av tüfeğiyle atış talimi yaptırırdı. Bazen köy çevresindeki yakın yerlere tavşan, keklik avına götürürdü. Ava gittiğimiz zaman beni tehlikelere karşı gözü gibi korurdu. Bende amcamla ayı avına gidip bir macera yaşamak istiyordum. Amcam tehlike olur diye bütün yalvarmalarıma rağmen beni ayı avına götürmek istemiyordu. Konuya dedem müdahil olunca amcam istemeyerekten de olsa beni ayı avına götürmeye karar verdi. Tek şartı kendinin verdiği talimatlara harfiyen uymamdı ve ayı vurmamız durumunda ayının postundan pay istemememdi. Amcam beni ayı avına götürmeye karar verince nasıl sevindiğimi sizlere yazıyla anlatamam.

Babam başka bir yerde hayvanlarımızı otlattığı için evde yoktu. Annem ayı avına gitmemi kesinlikle istemiyordu ama beni durduramayacağını anlayınca akşamdan azığımı hazırladı. Amcam av tüfeğini bana verdi. Komşulardan ayağıma olacak ödünç bir çizme aldım. Profesyonel bir avcı edasıyla amcamdan önce bütün hazırlıklarımı tamamladım. Amcamın en önemli şartı dağda kendisin yanından beş metreden fazla ayrılmamamdı. Ava gideceğimiz günün akşamı hazırlıklarımı tamamlayıp yatağa girdim ama gözüme bir türlü uyku girmedi. Ava gideceğim için seviniyor, ayıyı ilk önce ben görürsem ne yapacağım diye heyecanlanıyordum. Yatağın içinde öte dön, beri dön derken üç dört saat kadar uyumuşum. Horoz ötüm vakti annem beni uyandırdı. Elimi yüzümü yıkayıp acele olarak üzerimi giydim. Evden çıktığımda Ali Amcam ile Kazım Amcanın yola çıkmaya hazır vaziyette beni beklediğini gördüm. Amcamın evi ile bizim evin arasında sadece altı metre genişliğinde bir sokak vardı. Bende yanlarına varınca üçümüz birden yola koyulduk.

Silahlarımızın ruhsatı olmadığı için Tekir Jandarma Karakolunun önünden geçmemek için Döngel Mağaraları istikametinden köyden çıkış yaptık. Kısıktan geçip, Aliş Arlıların evlerinin karşısından Kocalar obasına doğru yol aldık. Muratlar obasını geçerken Tekir Camisinden okunan sabah ezanı duyuldu. Saman Taşına varınca stabilize yoldan ayrılıp dağlara vurduk kendimizi. Dikenliğin altından geçip Sakız Aklığından doğru Sakız Boynuna çıktık. Sakız Boynundaki Çavuş Hüseyin’in kışlasına vardık. Çavuş Hüseyin’in evinde hafif bir kahvaltı yaptık. Hüseyin Amcayı da yanımıza alıp yolumuza devam ettik. Hüseyin Amca da memlekette namı olan bir avcıydı. Aynı zamanda ayıların yaşadığı bölgede çobanlık yapıyordu. Bu avda da bize mihmandarlık yapacaktı.

Sakız Boynunu geçip Arı Taşına varınca ilk kar ile karşılaştık. Arıtasından Ağıl kayaya doğru baktığımda karşımda her tarafı karla kaplı bir buz dağı görünüyordu adeta. Gideceğimiz patika yolun tamamı kar ile kaplıydı. Karla kaplı yolun etrafında tavşan ve tilki gibi av hayvanlarının ayak izleri gözümüze çarpıyordu. Biz ilerledikçe rakım yükseliyor, kar kalınlığı artıyordu. En önde Çavuş Hüseyin Amca, en arkada ben yürüyordum. Gov Boyuna varınca yürüdüğümüz patika yoldaki kar kalınlığı yarım metreyi geçti. Kar kalınlığı yarım metreyi geçti ama kar don olduğu için yürümemizi engellemiyordu. Kanlı Çukur, Kara Yakup, Teke Kayası gibi yüksek tepeler üzerleri sisle kaplı olduğu için gözükmüyordu. Eşme Yaylasına varınca dağlar birdenbire ıssızlaştı. Yollar, köyler evler görülmez oldu. Üzeri karla küçük tepeler, tepelerin yamacındaki beyaza boyanmış minare yüksekliğindeki ardıç ve sedir ağaçları içimi ürpertmeye başladı. Eşmeye varıp bu ıssızlığı, bu çaresiz coğrafyayı görünce ava gittiğime pişman oldum. Korktuğum için tek başıma geri dönme şansım yoktu. Kaderime razı olup amcamın yanı sıra yola devam etmeye karar verdim.

Çavuş Hüseyin Aşağı Eşmeye varınca bir ayı izi buldu. Ayı izini buldu ama Yukarı Eşmeye varınca kar yağışı nedeniyle iz kayboldu. İz kaybolunca avcıların değerlendirmesi neticesinde ayının büyük bir ihtimalle Karlıktan yüze geçtiği yönünde düşünce hasıl oldu. Orada bir arama planı yapıldı. Kazım Amca Ayı Düşen İnlik tarafından, Çavuş Hüseyin Bıçaklıların Yurdu tarafından, Amcam ile ben ise Sakızlı Çukur tarafından Karlık Yaylasına hareket ettik. Biz Sakızlı Çukurdan geçip Karlığın Hacı Tıraşın Yurdunun arkasındaki tepeye varınca Kazım Amca Kavlak Ahmet’in Yurdunun arkasındaki tepeden “Buraya gelin” diye bizi çağırdı. Bu arada kar yağışı durdu. Rüzgâr kesildi. Rüzgârın kesilmesiyle dondurucu soğuktan kurtulduk.

Hava biraz ısındığı için karlar hafiften yumuşamaya başladı. Yumuşayan kar üzerinde bizim yürümemiz zorlaştı. Amcam sırtındaki lekeni indirip ayağına bağladı. Ben ise amcamın leken ile bastığı izlere basarak kara saplanmaktan kurtuluyordum. Bu zor şartlar altında bir kilometre kadarlık bir mesafeyi yarım saatte ancak yürüyebildik. Kazım Amcanın yanına giderken güney taraftaki sis perdeleri hafiften açıldı. Sis perdesi açılınca güneye baktığımda Delik Höbek tepesi beyaza boyanmış bir hançer gibi karşıma çıktı. Güney doğu tarafımızdaki Kapılı Yolak dağı modern bir kayak pisti edasıyla yamacımızda duruyordu. Kazım Amca yanına yaklaştığımızda eliyle ayının girdiği ini işaret etti. Yanına vardığımızda ise ayının dışkısı takip ederek inini bulduğunu söyledi.

Biz vardıktan beş dakika sonra Hüseyin Amcada geldi. Ben ayıdan korktuğum için inin yanına bile yaklaşamadım. Amcam inin başına varınca mavzerle bir iki mermi sıktı. Hep birlikte bağırdılar çağırdılar ama ayı bir türlü ortaya çıkmadı. Ali amcam iki üç tane av tüfeği mermisinin içindeki barutu çıkartıp gazete kağıdıyla fitil yapıp yanında taşıdığı dinamit lokumunu deliğin içine doğru attı. Dinamit patladı ama ayı yine delikten çıkmadı. Bu arda açlıktan karnımız zil çalmaya başladı. Ayının inine hâkim bir kayanın altındaki mağaranın önüne oturup azıklarımızı yemeye başladık. Daha ağzımıza aldığımız ilk lokmaları çiğnerken tünelden çıkmış tren misali kızıl renkli kocaman bir ayı homurdanarak delikten çıktı. Ben ayıyı görünce oturduğum yerde dizlerimin bağı çözüldü. Ağzımda çiğnediğim lokmayı yutamadım. Ayının homurtusu dağları taşları inletiyordu. Ayı delikten çıkar çıkmaz amcam anında refleks gösterip oturduğumuz yerin yanındaki bir taşa dayamış olduğu mavzeri kaptığı gibi ayıya ateş etti. Ayı ilk mermide başından isabet aldı. Başından isabet alan ayı can havliyle köze basmış aptal gibi en az üç metre havaya sıçradı. Tekrar dört ayağının üzerine yerdeki karın üzerine düştü. Ayının bu acıyla bağırtısı yeri göğü inletiyordu. Başından fışkıran kan en az iki metre karelik zemini kırmızıya boyadı. Ayıya Çavuş Hüseyin Amca iki mermi daha sıktı. Ayı ayaklarını karnını altına doğru çekerekten oracıkta can verdi. Ayı artık ölmüş Yeşilgöz Köyünün çobanları tehlikeden kurtulmuştu ama benim içimi bir hüzün kapladı.

Azıklarımızı yiyip karnımızı doyurduktan sonra amcam kazan kabı dediğimiz sırt çantasından kocaman bir bıçak çıkartıp ayıyı arka sağ ayağından yüzmeye başladı. Ben ayının ayağını tutarak amcama yardım etmeye ediyordum. Kazım Amcada cebinden bir bıçak çıkararak ayının sol arka ayağından derisini yüzmeye başladı. Ayının derisinin kalınlığı yarım santimden fazlaydı. Ayı iki yaşlı bir tosun büyüklüğünde vardı. Pençeleri insan elinden büyüktü. Ayıyı yüzdüğümüzde Amcamın sıktığı ilk merminin ayının başına isabet ettiğin ve beynini tamamen dağıttığını gördük. Ayıyı komple tuluk olarak yüzdüler. Postunu taşımak için yanımızdaki ardıç ağacından iki metre uzunluğunda bir sopa yapıp postu birkaç yerinden sopaya bağladılar. Amcam sopanın ön tarafını, Kazım Amca arka tarafını omuzuna alarak yürümeye başladılar. Bu sırada ben av tüfeklerini, Hüseyin Amca mavzerleri taşıyordu. Daha biz hareket ettiğimiz yerden iki yüz metre kadar uzaklaşmıştık ki o havalideki kartalar, kuzgunlar, doğanlar ve adını bilmediğim diğer yırtıcı kuşlar ayının leşine saldırmaya başladı. Biz gittiğimiz yoldan köye tekrar döndük. Ayının postunu Kazım Amcanın evine bıraktık. Ayının postunu dört saat omuzunda taşıyan Ali Amcam ile Kazım Amca yorgunluktan bitap düşmüştü. Bir an önce yatmak için Amcam ile ben birlikte evimize gittik. Eve vardığımda annem yatsı namazı kılıyordu.

Sabahleyin Kazım Amca ayının postuna ağaçtan iskelet yaptırmış. İçini saman ile doldurmuş. Gözlerine cıncık bilye taktırmış. Ayıyı adeta canlı haline döndürmüş evinin balkonuna koymuş. Köy halkının tamamı ayının postunu görmek için Kazım Amcanın evine akın etti. Canlısını gördüğüm halde merak edip bende gittim Kazım Amcanın evine. Kazım amcanın evine vardığımda Kazım Amcanın evinin panayır yerine döndüğünü gördüm. Onlarca insan ayının postunu görmek için toplanmıştı oraya. Kalabalık arasında ayıdan korkup ağlayan çocuklar gördüm. Ayının postu üç gün Kazım Amcanın evinin balkonunda teşhirde kaldı. Bizim köyde ve komşu köylerde ayının postunu görmeyen insan kalmadı.

Kazım Amca ayının postunu üç gün evinin balkonunda teşhir ettikten sonra dördüncü gün postu köyün minibüsünün bağıcına yükleyerek Maraş’a satmaya götürdü. Maraş’ ta ayının postunu gören ahali Kazım Amcanın başına toplanmış. Muhabirler Kazım amcanın eline bir av tüfeği tutuşturup resim çekmişler. Kazım Amca postu satamadan köye geri getirdi. Ali Amcam ile ben Kazım amca Maraş’tan dönünce akşam evine gittik. Kazım Amca Maraş’ta yaşadığı hadiseleri saatlerce anlattı bize. Bir gün sonra bütün ulusal gazeteler Yedi Köyün Ayısını Öldüren Avcı Kazım manşet haberiyle yayımlandı. Gazete haberini okuduğumda Kazım amcanın anlattıklarının biraz abartılarak yazıldığını gördüm.

Bir gün sonra Kazım Amca ayının postunu bir deri tüccarına bir inek alabilecek miktarda paraya sattı. Ali Amcam, Kazım Amca ve Çavuş Hüseyin Amca postun parasını paylaştılar. Beni de mahrum etmediler. Az bir miktarda bana da para verdiler. Onlara postan aldıkları para, bana da yaşadığım macera kar olarak kaldı.

Yaşadığım bu tehlikeli macerayı hiç unutmadım. Halen de hafızamın bir köşesinde yaşayıp tazeliğini muhafaza etmektedir


DÖNSELER DİYECEĞİM / Ömer Faruk Günay



Acı içinde bir yüzleyim dünya çapında. Onu sırtım dönük ve bir daha ne zaman görürüm bilemeden, ellerini akşamın içine bırakıp kimsenin peşinden yürümediği bir anlamda kendime karışmaya bıraktım. Yürüseler diyorum ki - Yaralar da durur beni güzel hatrıyla, akasyaya akşam gibi çöken, dallanan, budaklanan parmak uçlarım. Dokunduğu yere göğsümde çarpan bir iz bırakan parmak uçlarım. Öyleyse bana dönseler diyorum ki -Gündüz vakti açık alnıyla gülümsemiş halde reçete kağıtlarıyla dolu bir çekmecede bulsam yüzünü. Kesin vurmaya ben başlarım ilkin deseler, işte dedim mi beni benden kurtaracak budur o zaman ben kurduran olurum gözlerinde bir küçük mertebeyi dünya çapında. Tarihin en büyük insanlık ayıbını yüklenen insanlar birbirlerine salık veriyor ortada kimse yaralar da ağır demesin. Kimsenin bir kişiden fazla dahiline tahammül etmemeli diyorlar. Dönseler diyeceğim -Ne olacak bir fırın önünde akasya altında, gün ortasına memnun bir yüze?


Şiirin seslendirilme Linki:

https://youtu.be/PLbv0OW8gGc?si=BSVJkbxLwjlJMG0O 

Sayıklamalar II /Ferhat ALTUN










ha hilal görünmüştür
ha yüzün görünmüştür
o ne güzel bir gündü
bayram bayram içinde

UZAYIP GİDEN YAZ AKŞAMLARINDAN GELİYORUM/Samet YURTTAŞ

 


Uzayıp giden yaz akşamlarından geliyorum

Haziran bahçemizde parlayan ışıklar gibi

Dağılan bir şeylere benzer

Çekirgelerin uğultusunu duyarım

Balkonun ucuna itilmiş ürkek bir kedi gibi

-Annem elleriyle beslerdi-


Uzayıp giden yaz akşamlarından geliyorum

Gökyüzü harman yeri

Temmuz dallarda acı bir meyve

Oturup yıldızları sayıyorum bir bir

Garip adları vardı onların

Hâlâ aklımda

Şimdi omuzlarımda düş kırıklığı

Saçlarımda çiğ taneleri

Sabah olmuş

-Balkonda unutmuş annem beni-


Uzayıp giden yaz akşamlarından geliyorum

Ağustos alçalıyor tulumbanın ağzına doğru

Tulumbanın ağzında

Nisan yağmurlarından kalma paslı su

Sanki bin asırdır taşıyan

Bu yağmursuzluğu

-Annemin avuçlarında yağmur suyu-


Sayıklamalar/Ferhat ALTUN



ha dizinin dibinde 
ha o kafir-i çin'de
bu ne garip bir dünya
gurbet gurbet içinde