ADAM BİZİ DUMAN ETTİ/Hasan KEKLİKCİ

 -HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-




 -Demek öyle ha!

 -Vallahi aynen öyle.

 -Selamünaleyküm. Ne öyle mahallelim?

 -Aleykümselam. Ya Hu neredesin? Gel, gel. Yalan gırla gidiyor.

 -Amma yaptın ha! Dünya âlem bilir ki bizde yalan olmaz.

 -Tabii canım sizde yalan olur mu? Vicdansız, o gün adamı duman etmişsin. Garibim şuraya geldi oturdu, eline bir çay verdim. Şöyle baktım çayın şekerini karıştırmaya mecali kalmamış. Hayırdır, dedim “Adam bizi duman etti.” dedi.

 -Yok, yok! Yok! Bundan korkulur. Eee anlat bakalım ne öyle?

 -Ya, şu İnci Saat’in arkasındaki sokak yok mu? Hani Adana’daki Büyük Saat’in oradaki sokak gibi çaycıların, kebapçıların olduğu yer. Fırın var! Odun yığılı. Geçenlerde orada bir arkadaşla çay içiyorduk, yan tarafımızda da iki kişi sohbet ediyorlardı. Gayri ihtiyari kulak misafiri oldum heriflerin sohbetine.

 -Gayri, ihtiyari!?

 -Valla gerçekten öyle oldu, gayri ihtiyari. Sonra baktım laf kibar kulak verdim. Ne yalan söyleyeyim bizim adamın Hikâye Malzemesi Dükkânı’na gider, hem iki çay içerim ve hem de bu lafı anlatırım, dedim. Lafın başını bilmiyorum kulak kabarttığım yeri güzeldi çünkü.

 -Eee, neyse. Anlat bakalım şu güzel lafı da dinleyelim. Yine bizim hanımın temizlik hastalığı tuttu. Deterjan kokusundan bugün akşama kadar eve girilmez. Bari akşamı burada edelim. Ha, bak yalan yok ha! Keklik cücüğü gibi vık vık etmeye başladın mı bil ki yalan söylüyorsun.

 -Tamam. Tamam. Suç size laf anlatanda: “Kapı çalındı. Açtım. Yan taraftaki büroda çalışan gençlerden biri. Birkaç gün önce takılan kameraların çalışıp çalışmadığını soruyor. Sistemin çalıştığını, apartmanın merdivenlerinden tut, bizim tüm odalarda görüntü kaydı yapıldığını söyledim. Selami Ustanın ayağını hastanede, bizim sınıf arkadaşlarından birine denk gelip, bir güzel sardırıp, cebine yarım aylık kadar para koyup, şantiyeden bir arabaya bindirip evine yolladığımız günün ertesi günüydü işte. İçeri girdik delikanlıyla. Bilgisayarı açtık. Kırk dakika önce alınmış bir görüntü: Biri komşunun kapısının mermer eşiğine bir cüzdan bırakıp gidiyor. Eyvah! Dedi delikanlı. Utandı. Ben de utandım. İkimiz de tanıyorduk çünkü cüzdanı bırakanı. Lafı ben açtım. Hadi gel kimseye söylemeyelim, dedim. Sen sadece kendisine söyle, diye ilave ettim. Delikanlı gitti. Ben ne zamandır uğraştığım dosyanın içine tekrar gömüldüm. Yarım saat geçti geçmedi telefon çaldı. Biri bizim büroda kamera olup olmadığını soruyor. Var, dedim! Hı, dedi telefonu kapattı.

 Hani var ya, kitabın ortasından başlamak; benimki de öyle oldu. Bir sabah patron gelip ‘Hadi şu büroyu kameralarla donatın.’ demedi tabiî. Kameraya giden bir yol vardı onu tamamen unuttum.

İlk zamanlar birkaç günde bir değişik değişik adamlar gelmeye başladı büroya. Sonra sonra adamların gelişi sıklaştı. Bazı bazı birkaç kişi içeri giriyor, üç beş dakika duruyor sonra çay bile içmeden sessiz bir şekilde çekip gidiyorlardı. Bir sabah bizimki ‘Birazdan iki kişi gelecek. Konuşmalarını kayıt altına almak istiyorum.’ dedi. Çelik kapının zili çalar çalmaz bir cep telefonunu ses kayıt sistemini açarak, ortada bulunan sehpanın altına bıraktık. Ben diyeyim on beş, sen de yirmi dakika sonra içeriden beni çağırdılar. Bizimki ‘Şuradan bir ses geliyor.’ dedi, telefonun olduğu yeri göstererek. Gözleri donmuş, yüzü komşunun yeni filizlenmiş ekin tarlasının içinde yakalanmış tor dana yüzü gibiydi.

Dosya bitmiyordu. Bitiyordu bitmesine de her gün yeni bir şeyler ilave ediliyordu. Tek klasörle başladığımız hesap iki klasör olmuştu. Ve devam ediyordu. Bir gece telefonum çalıyordu. Saat iki! Karşımda bizimki. ‘Uyuyor muydun?’ Yok, canım daha saat gecenin ikisi! Bu saatte uyunur mu? Bir not yazdırıyordu, dosyaya girmesi için. Bir Pazar günü oluyordu. Bir elimde tuz, cin biber ve kekikle avcarlanmış bir topak et, öbür elimde bir Adana kebap şişi. Telefonum çalıyor. Çocuklardan biri elindeki bıçağı salata tabağının üzerine bırakıyor. Telefonu açıp kulağıma tutuyor. ‘Şunu yazıp dosyaya koydun mu?’ Bir sabah işyerine varıyorum kapıda bizim ustalardan biri, elinde bir tomar kâğıt…

Selami Usta karşımdaki koltuğa kuruldu, oturdu. Başımı dosyadan kaldırdım kapıya doğru baktım. Olmadı. Yerimden kalkıp koridora doğru etrafı kolaçan ettim. Yok! Selami Usta öyle bir geliş geldi ki aklım durdu. Elinde bir değnek. Değneği bir adım kadar ileri koyuyor. Sonra onu yere geçirmeye çalışıyormuş gibi iki eliyle tüm gücünü değneğe veriyor. Ardından bir ayağını da değneğin yakın bir yerine sabitliyor. Daha sonra sanki bir timsah tarafından ısırılmış da, timsahı ayağıyla çekiyormuş gibi zorlanarak, yüzüne milyon çeşit şekiller vererek o ayağını da diğerinin yanına getiriyor. Şu eski Türk filmlerinde; sırtında yeşil bir elbise, elinde boyu kadar tespih, başında ne idüğü belirsiz bir bez, suratına yapıştırılmış bir kucak eğreti kılla, imam veya şıh taklidi yaptırılan; kimi topal, kimi çolak şebek kılıklı tipleri hatırlatan bir yürüyüşle girdi içeri. Ola ki, adam bir video filan çekiyordur diye etrafa bakma gereği duydum. Yok! Ortalıkta ne kamera, ne ışık ve ne de ayna tutan kimse var. Uzun lafın kısası; abi, diyor, geçen şantiyede beton dökerken ayağımın üzerinden kepçe geçti ya. Eee! Ayağım daha iyileşmedi. İşe gidemiyorum. Bana para ver. Allah! Allah! Lan oğlum seni hastaneye götüren benim. Ayağını sardıran, ilaçlatan benim. Hiçbir şeyi yok, birkaç güne kadar iyileşir, dediklerini ikimiz de duyduk. Eee! Daha ne parası? Git işine devam etsene. ‘Şey abi, hani o zaman sigortam yoktu ya. Orada götürmediler buraya özel hastaneye gönderdilerdi ya. Şimdi orada hastaneye gitsem size sıkıntı olur diye...’ Tamam anlaşıldı. Şimdi akan sular durur.

Klasör üç oldu. Üç yıl önce yapılmış hesap üçe katlandı. Öyle mükemmel bir hesap çıktı ki ortaya, bırak ortağı, merteği, beribenzer maliye müfettişi bile itiraz edemez. Her sayfasına kaşesini basar onaylar valla. Yalnız, üç yıldır kâğıtların arasında sıkışıp kalmış gariban bir “1”, daha dün oraya girmiş bir “3”ün göz kamaştıran canlı rengini kıskanır mı ola diye de düşünmeden edemiyor insanoğlu. Akşamüstü iki kişi geldi. Biri geçenlerde gelen adam. Hani şu telefona sesini çektiğimiz adamlardan bıyıksız olanı. Takım elbiseli. Kravatsız. Telefonun hafızası dolmuş, aldığı sesleri dışarı vermeye başlamıştı da bizimki partutuş olmuştu. Karatahtaya dönmüştü suratı. Şehrin en işlek caddesindeki bir binanın yedinci katında bulunan işyerimizin kuzeye bakan pencerelerinden Ahır Dağı görünüyordu. Güneş şehrin gürültüsünden kurtulmuş dağın tepesine doğru gidiyordu. Mesai bitmiş sekiz beş çalışanlar çoktan evlerini bulmuşlardı. Yine de caddenin Ahır Dağı yönüne giden tarafı zaman zaman tıkanıyordu. Ara sıra bir ambulans sesi caddede çınlıyor, sonra binaların arasında kaybolup gidiyordu. İşyerimizin bulunduğu binanın kapısından çıkan ve elinde bir poşetin içerisinde üç klasör taşıyan otuz beş, kırk yaşlarında, kısa boylu, etine dolgun, gözleri velfecri okuyan gözlüklü adam belki de kimsenin dikkatini çekmemiştir. Önünden giden iki kişiye de kimse aldırış etmemiştir Alla hu âlem.

Selami Usta arıyor. ‘Abi ben büroya geldim de sen ne zaman geleceksin?’ Geliyorum çay verdiler mi? Sen çayını içene kadar oradayım, dedim. Yine değneksiz gelmiş, fakat ben içeri girince oturduğu koltuktan kalktı topallayarak başka bir koltuğa oturdu. Bizimkini aradım, böyle böyle dedim. ‘Ver’ dedi. Abi, dedim, bu adam filan ayın filanından beri gelip gidiyor. Bugün filan ayın sonu. Şu kadar ay olmuş. Tekrar ‘Allah Allah.’ dedi telefonu yüzüme kapattı. Telefonu boş masanın üzerine bıraktım. Bak Selami Usta, dedim, Zopur Menderes diyor ki, dedim; abi o gelip senden parayı alıyor, diyor dedim. Sigortasını sen yatırıyorsun, o gidip Kelce Mevlüt’ün yanında şu kadar paraya çalışıyor, diyor, dedim. Evinde her akşam bir çeşit kebap yapıyor, mahalleyi dumana veriyor, diyor, dedim. Mahalleli Zopur Menderes’e diyormuş ki, dedim, seninki ya gömü, ya da iyi bir enayi bulmuş herhalde, diyorlarmış, dedim. Kaldırana kadar ‘Zopur Menderes kendine baksın,’ dedi. ‘O mahalleli mangalı yakıp üzerine iç yağ ve kuzu kuyruğu atarak etrafı duman etmeyi, kebap yapıyor havası vermeyi Zopur Menderes’in babasından öğrendi. Anam bacım olsun; o, zengin Tosak Mustafa’nın kızını öyle ede ede almadı mı, onun babası? Kime sorsan he, der.’ dedi.

Bizim klasörler gitmişti. Geceli gündüzlü hesap yapma, yazma, çizme işlerinden kurtulmuştuk. Fakat büroya gelip gidenlerde bir eksilme olmamıştı. Hatta eskisinden daha çok gelip giden oluyordu. Gelenlerin birçoğunu tanıyorduk. Tanıyorduk tanımasına da ne onlar bize güler yüz gösteriyor, ne de biz onlara tebessüm ediyorduk. Kapıdan bir zemheri yeli gibi giriyorlar kar fırtınası gibi çıkıp gidiyorlardı. Onlar gelip gittikçe arkalarından bin çeşit laf ediyorduk. Ortaklıkla ilgili ne kadar atasözü ne kadar deyim varsa hepsini ezberlemiştik. Kimin dedesi bu konuda ne der, kim, kimin babasından ne duymuş hepsini öğrenmiştik.

Bir sabah odamın kapısını açtım. Bizim klasör poşeti masamın üzerinde. Boğazlanmış, organları kesilmiş bir kız çocuğunun cesedini görür gibi oldum, poşetin içerisinde. Tüylerim diken diken oldu. Biraz sonra bizimki geldi ‘Hesap kapandı o klasörleri arşive kaldırın!’ dedi. Yüzünden düşen bin parçaydı. Selami Usta’dan sonra bu işten de kurtulmuştuk. Gelemezdi artık Selami. Bürodan çıktıktan sonra balkondan takip etmiştik. Keklik gibi sekerek gidiyordu kaldırımda cebindeki avanta parayla. Videosunu çekmiştik. Bir daha gelirse o görüntüyü gözüne sokacaktık.”

-Eee, diline sağlık da ben bu hikâyeyi birine sattığımda benden klasör işinin nasıl sonuçlandığını da sorarlar, o iş nasıl bitmiş orasını anladın mı?

-O arada lafı anlatan adamın telefonu çaldı. İkisi bir kalkıp gittiler. Laf da öyle bitmiş oldu.

-Tamam, da öyle biterse hikâye olmuyor.

-Canım sen de bir şey uydur artık. Ne bileyim, adamın dili ağzındaki namlunun ucuna değince hesap bitmiş, poşeti sırtlanıp gelmiş, de çık işin içinden!

___________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir


Bir Sayfanın Eşiğinde “ALTI ÜSTÜ ŞİİR” / Hidayet BAĞCI




“Her ömür bir şiirdir. Acısıyla, tatlısıyla, bütün muhtevasıyla… Bazen bir dizeyle anlatılabilecek kadar sade, bazen de sayfalar yetmeyecek kadar derin bir şiir…”

Bu metin Kahramanmaraş’lı şaire hanım Nurcihan KIZMAZ’ın hayat ve gönül tecrübelerini şiirselleştirdiği kitabına ait 2025 yılı ilk baskısının belki de ilk kitap tahlili olacaktır. Kitap yedi bölümden oluşmaktadır. İlk bölümün ilk şiirine başlamadan önce sizi kapı eşiğinde misafirini bekleyen bir hanımın evine buyur etmesi gibi bir sunuş metni karşılar. Bu metni okumadan sayfanın eşiğini geçemezsiniz. Elbetteki ilk bölüm su üstüne değil gönül üstüne yazılan yirmiiki şiirden oluşmaktadır. Bir gönüle girmenin ilk adımı sevgidir. Sevgi üstüne yazılan şiirlerin yer aldığı bu ilk bölümde iklim şiiri bu gönül hanesinin atmosferini tasvir eder gibidir. Sanki sayfanın eşiğinde küçük bir kız çocuğunun neşesini duyumsarsınız. Kızmaz’ın şiirlerinde her şiirin içeriği kadar şiirlerinin başlığı dikkat çekmektedir. Özellikle A.Ş.K. şiiri sanki Amine Şuara Kızmaz’ın bir aşk hikayesinin çocuğu olduğunu okuruna fısıldar.

İkinci bölümde tabiat üstüne yazılan şiirler mevcuttur. Bu bölümde Kızmaz, kitap okuma dünyasında etkilendiği yazar ve şairlerin isimlerine atıfta bulunmuştur. Özellikle Bahar, Nergis, Babam ve Biz şiiri Kızmaz’ın dünyasında model olan babasının izlerini görürsünüz. Nergise olan sevgisi Kızmaz için baharı ve babasını anımsatmaktadır. Tabiat üstüne yazılmış şiirlerin çoğunda hatırların yer aldığı aşikardır.

Üçüncü bölümde Beşer üstüne yazılmış şiirler mevcuttur. Bu bölümün ilk sayfa eşiği ise cemreyle başlar. Cemre bir dönemecin sonu diğer yeni dönemecin ise başlangıcıdır. Bu şiir de okuyana yeni bir nefes aldıracak ve yeni bir başlangıçlara adım attıracak türdendir. Bir sonraki sayfanın eşiğinde ise Kahramanmaraş’ın 6 Şubat depremine vurgu yapan bir zaman dilimini anlatır. Bu şiirde herkesin bir hikayesi vardır. 4.17 şiiri enkaz altında kalan vatandaşlarımızı yad edecek türdendir. Dünya üstünde her ne varsa ve onu tanımlayan nesnelerin üzerine yazılmış şiirler size Anadolu’nun kokusunu duyumsatacaktır. Bu bölümün son şiiri Bir Zamandan önce yine bir geçmiş, yine bir hikaye ve yine bir nefes sahibinin dünyadan gidişini sözcüklerle fısıldayacaktır.

Dördüncü bölümde Kızmaz artık misafirliğinizin yavaş yavaş gitme vaktinin olduğunu söyler. Onun şiirlerinde siz mi onu dinlersiniz yoksa o mu sizin hikayenizi dinler ? Evet, misafirlikler böyle başlar. Eğer arada sevgi ve vefa varsa her iki kişi de bu duygulara and içmişcesine birbirleriyle yaren olur, dost olur. Dördüncü bölümün sayfaları birer birer parmaklarınızın arasından kayıp giderken bir bakmışsınız beşinci bölüme gelmişsiniz. Anlatacak hikayesi olan insanlar gibidir sayfalar … Ne siz gitmek istersiniz bu gönül hanesi olan dünyadan ne de o sizin gitmenize izin verir.

Beşinci bölüm dualar üstüne yazılmıştır. Dualar ve umutlar üstüne yazılmış bir üretkenlik bir yaratılış vardır. “İlla Hu” üstüne yazılmış bir şiir O’nun varlığını bir kez daha hatırlatır. Ve size Amenna ve Sadakna! ‘yı içtenlikle söyletir. Mihman şiiriyle taçlandırır dostluğunuzu. Kızmaz’ın şiirlerini okurken hüzünlerinizi dökersiniz bir ummana, o da akıp gider dünyanızdan, bir su misali…

Altıncı bölümde ise Kızmaz’ın bu şiir kitabını kimler için basıma verdiğini, onlara bir hatıra bırakmadaki niyetini hissedersiniz. Yine babası ve annesini yad etmiştir. Komşu kızının hikayesini dahi şiirlerine iğneli bir şekilde konu etmedeki kelime işçiliğini alkışlamalısınız. Yedinci bölümde şiire adını veren şiirini saklamıştır. Bu şiirde şiir yazma hevesini aşk edenleri ve etmeyenleri yine perdeli bir dille ifade eder. Bu şiir kitabı onun hayattayken çıkardığı ilk kitabıdır.

“velhasıl bu kitap, yalnızca kelimelerden ibaret değil. İçinde hayatımdan izler var. Belki bir satırında çocukluğunuza rastlayacaksınız, belki bir dizesinde eski bir hatıra canlanacak. Ama en çok da yüreğinize dokunmasını dilerim. Sevgiyle.”

Sevgili Şaire hanım Nurcihan Kızmaz’a hayırlı ömürler diliyorum. Şiirlerin baki olsun ve okurunu bulsun.


Döş Cebi Üzerine Küçük Bir Tetkik/Burak ÇIRAK

 


Mehmet Yaşar'ın Döş Cebi Köşesine Hürmeten


Efendim, şu “döş cebi” dedikleri müessese, insanın göğsüne en yakın duran, fakat çoğu zaman aklına en geç gelen bir cevher mahfazasıdır. Ceb-i sadr da diyebiliriz ama öyle deyince işin tadı kaçar; biz yine mahalle ağzıyla konuşalım: döş cebi.


Hani bir hocam, Tekel 2000 kırmızı uzun cuarasını aheste aheste çıkarıp bir meddah edasıyla çakmak çakmadan önce göğsüne şöyle hafifçe vurur ya… İşte o cebi söylüyoruz. Oraya konan şeyin hükmü ayrıdır efendim. Oraya konan kâğıt, “kâğıt” olmaktan çıkar;bir vasiyet, bir sır, bir mahcup hatıra kesilir.


Bir vakit biz de bir yazıyı ıslak ıslak kaleme almıştık da, “Bunu aman ha, döş cebime koyayım da sesi güzel bir abiye okuturum,” diye saklamıştık. Çünkü diğer ceplerin hepsi “harcıâlem”dir; ama döş cebi, insanın kendi kendine edep dairesi kurduğu tek yerdir.


Mustafa Çiftçi ağabeyin anacağzını camız yoğurduna benzetmesi misali,
bizim şu döş cebi de öyle mübarek, öyle kendine has bir benzetmeyi hak eder.

Camız yoğurdu nasıl kaşığı dik tutarsa,
döş cebi de insanın gönlünde dik tutulan hatırayı taşır. Yani döş cebi biraz yoğurt küpü, biraz hatıra mahzeni, biraz da gönlün kendine ayırdığı mahrem bir raf gibidir.


Oraya giren şey, kolay kolay dışarı çıkmaz; kimini yıllarca taşır, kimini bir ömür saklar. Bazılarımızın gönlü döş cebinden büyüktür ama bazılarımızın döş cebi gönlünden daha sadıktır o da ayrı mesele.


Velhasıl efendim, döş cebi dediğiniz,
pantolon cebinin delikli hâlinden, arka cebin unutkanlığından, çantanın izdihamından bıkan insanın, hatırasına “yer” olarak seçtiği mütevazı bir sığınaktır.


Kimine sigara, kimine kalem,
kimine gönül yarası taşır.
Ama her ne taşırsa taşısın,
kendine göre bir vakarı vardır.


Zira döş cebi, insanın üzerindeki en küçük yer, ama içindeki en büyük yükü taşıyan tek cüzdür

YILDIZLI GÖKYÜZÜ/ G. Hasan EJDERHA







Sobaları tütüyor karlar altında kalmış bir şehrin

Bembeyaz örtülmüş bütün suçlar, yalanlar ve günahlar

Noeli bekliyorlar bir gökdelenin üst katlarında

Küçük çocuklar gökyüzüne bakıyorlar 

Bütün kurduğu hayalleri getirecek birine

Babalarını bekliyor bazı cocuklar

Onlar da bakıyor aynı gökyüzüne 

Aynı gök fakat yıldızlar farklı

Birinde kayan yıldız, birinde savaş uçağı

Hepimizin göğü aynı gök fakat

İçimizdeki temiz duruyor mu ?

Yasa mıdır icimizdeki yoksa başka mı ?

Nedir gökyüzünden bomba yağdıranın içindeki ?

Kimdir yasayı koyan ve kimdir koruyacak olan?


Paris'te bir sanat müzesindekiler

Ya da Vegas'ta renkli ışıklarda kör olanlar

Hiç gördüler mi Vegas'ın altında, Paris'in sokağında yatanları

Duydular mı hiç karanlık sokakta silah seslerini ?

Ellerindeki Aristo kitabını okudular, fakat anladılar mı ?

Bayat bir ekmeğin kokusunu duydular mı?

Bayatlamış yüreklerinin içinde 


Üstümde yıldızlı gökyüzü fakat içimizdeki ne?

Yasa yürektedir, kara kalplilerde  ise nefiste

Gökyüzüne İbrahimce bakar yüreğiyle görenler

Diğerleri ziyan içindekiler...


Anlamasaydım yıldızları belki bir silah alnımda

Tetiği çekecek parmaklar benimkilerdi

Barınamazdım bu kadar adaletsizlikle

Boş bakardım göğümdeki yıldızlara

Eyerleri bağlanmış kırbaç vurulan bir at

Ona sarılır yok olurdum belki de

Dudaklarımda "Vel Asr" olmasa.


Günahkâr Dişliler/Samet YURTTAŞ

 



Bak

Dışarda güz yağmurlarından bir çember

İçinde yalnızlık dönüyor

Er kişi niyetine hazırlanmış

Hüzünlü bir kalabalık

Döndükçe gözümde büyüyor

Bir ihtiyar yürüyor önümde

Ağır ağır ve aksayarak

Diz kapaklarında bitmeyen sancıyı

Kasıklarında dünyayı kaldırıyor

Bir adım

Bir adım

Bir adım daha

Gelip duruyor ölümün genç kapısında

Kasketinin kıskacında hâlâ yağmur damlaları

Islatmıyor kibrini

Ve saçlarını

Gelip duruyor pişmanlığın son kapısında

Kulak veriyor nefsine

İçinde yıllardır pas tutmayan

Günahkâr dişliler

Dönüyor dönüyor dönüyor



Yeni Dünya Hikâyesi/Hasan EJDERHA




Ufuklar prangalara haykırmıştı

O gün bir daha koparılmıştı çiçekler

Tarihten öcünü almamış kılıçların

Pasları akar kan diye şakaklardan

Baharın ortasında yağan kardan

Arınmamış yağmurdan murdar sokaklar

Bataklık şimdi ortasında yüreklerin.


Bir daha çağır,

 gelirler mi ey 

siyah-beyaz resim.

Herkesin heybesi yaralı

Anı olsun diye saklananların

Anlam bilgisi kayıp

Ayıp ne varsa tarihe dair

Sergi salonlarında kutlu belge

Gevele ey spiker sunduğun haber

Kekre bir ihanet ağzında

Ey dünya!

Bende artık

Kışın da bir yazın da.


Ağzında korkuluk olmuş doğru kelimeler

Eğriltir insanını çağın

Karanlığın ortasındaki aydınlığın

Farkına bile varmadan kaynadı şehirler

Ve nehirler köpük köpük göğe merdiven

Seven ve sevmeyen bir şimdi kentlerde

Taylar ve anneleri şiirlerde bile yok

Varlık içinde karışmış yok yoka

Var varlığın içinde yok

Yok yokluğu içinde çok.


Bugün Yürekler Yere Değil, Göğe Kalktı/Burak ÇIRAK

 




Bugün öyle yüzler gördüm ki…
Hiçbiri konuşmadı,
ama her biri sessizliğiyle dünyayı susturuyordu.
Bir tabut geçerken kalabalığın arasından,
insan bir anlığına zamanı unutur:
Çünkü o an, ömrün bütün gürültüsü çöker de
yalnızca haysiyet ayakta kalır.

Bazıları “şehit oldu” der,
bazıları “gitti” der;
ama ben bugün anladım ki
şehadet, gitmek değilmiş.
Biz kalanlarmışız aslında.

Her adımda bir anne gördüm…
Eli titremiyor, sesi çözülmüyor,
ama yüreği toprağa işliyordu sanki.
O bakışta acı vardı elbet,
fakat acının üstüne örtülmüş küçük bir gurur
her şeyi bambaşka kılıyordu.

Her köşede bir baba gördüm…
Dik durmak için değil,
evladının ardında eğilmemek için çabalayan.
Bir insanın içindeki yangın
bu kadar belli olurmuş da
yine de etrafını ısıtmazmış meğer.

Bir de yaşlı gözler vardı…
kimisi dua ediyordu,
kimisi nefeslerini tutmuş bekliyordu;
çünkü bazı acılar
kelime ile anlatılmaz,
nefesle taşınır.

Bugün anladım ki
bir milletin en yüksek yeri
dağ başı değil,
evladını toprağa verirken düşmediği yerdir.

Ve biz her ne kadar yara almış görünsek de
o cenaze saflarında duran insanların
birbirine dokunmadan duruşu bile
toprağın altından daha güçlü bir şey söylüyordu:

“Biz ayaktayız.”

Rahmet isteyen dudaklar çoktu,
ama rahmetin değdiği yüzler daha çoktu.
Ve ben bugün,
bir ulusun nasıl dimdik kaldığını
bir kez daha gördüm.


Ahamet Özmen KILIÇ'ın AŞK ARASI ŞİİR MOLASI KİTABI/Hasan EJDERHA

 











Aşk Arası Kitap Molası şair Ahmet Özmen KILIÇ'ın şiir kitabı. Morene Yayıneni'nden çıkmış. Kitap nefis bir kapak ile seksen altı sayfa ve güzel bir şiir kitabı formatında okuyucuya sunulmuş.


"Ne zaman yalnızlığa dokunsak,/Yaralarımızda donuyoruz.  Kitabın ilk şiiri LÂL YALNIZLIK şiirinden mısralar ile başlıyoruz Ahmet Özmen KILIÇ'ın şiir kitabına.

Ahmet Özmen KILIÇ gönlü olan, şiirlerini hayatın tam ortasında, her şeyi yaşayarak söyleyen bir şairdir. Şiirlerinin her mısraının yaşanmışlıkları olan, gerçeklerin şairi diğer taraftan... çocukluğundan beri yakından tanıdığım için daha nice güzel şiirlerle şiir kitaplarına yürüyeceğine inancım tamdır.

"Acı bir fren sesi gelir içinden/Tam yaklaştım derken/Geriye dönersin içindeki onmaz bir seferden." YARISI KALMIŞ AŞKLARA şiirinden beni "zank" diye frenleten mısralar oldu bu mısralar. Ahmet Özmen KILIÇ şiirlerini rahat bir kurgu ile gözlerini budaktan sakınmadan yüreğinin sesiyle şöyleyen bir şair oldu her zaman.

GİTME şiirinde "Ömür boyu gidersen;/Hayat acır/Kahve daralır/Yaşam bunalır/Çay kırılır." Çay kırılır mısraı ne güzel değil mi. Sevgili giderse "Çay kırılır" daha neler olmaz ki.

"Bekler vardiyalı/Aşkın koperılan yarası" mısraları ile son buluyor Şair Ahmet Özmen KILIÇ'ın AŞK ARASI ŞİİR MOLASI kitabı.

Edebiyatımıza bu güzel kitabı kazandırdığı için yürekten tebrik ediyorum şair Ahmet Özmen KILIÇ'ı


Yer Gök Şehit/Nurcihan KIZMAZ

 



Ne diyorduk
gökten inen günahsızlara,
Zeval gelmiş mestûr
kanatlarına, 
Hem de yirmisi birden,
Dualar henüz tazeyken.

Yer değil nûr idi toprak ,
yiğitleri kucaklarken.

Peygamber ağuşunu açmış 
beklerken,
Makber ne lazım,
cennetten davet gelmişken


BUGÜN ÇOKÇA HAMZALAR GÖRDÜM/Samet YURTTAŞ

 




Şehitlerimize ithafen

Bugün çokça Hamzalar gördüm

Biri vatan gibi yürüyordu

Sarsılmaz, çelik gövdeli.

Biri rüzgâr gibi kanatlanarak

Omuzlardan arşa yükseliyordu.

Biri Al Bayrak gibi sarılmıştı babaocağına

O ocak cennetten bir mabed gibi

Işıl ışıl ufku aydınlatıyordu.

Bugün çokça Hamzalar gördüm

Hepsi gülümsüyordu.


Bugün çokça babalar gördüm

Biri bayrağı evlat diye öpüyordu.

Biri alnını tabuta koyarak

Al Bayrağı ütülüyordu.

Biri yüreğindeki yangını söndürüyordu.

Bugün çokça babalar gördüm

Hepsi: “Vatan sağolsun” diyordu.


Bugün çokça anneler gördüm

Biri gözyaşlarıyla

Damar damar toprağı çatlatıyordu.

Biri ayaklarını öpen Anadolu’yu

Ayağa kaldırıyordu.

Biri bayrak gibi dalgalanıyordu.

Bugün çokça anneler gördüm

Hepsi buram buram gül kokulu

Hamzaları uğurluyordu.


“Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum.”


Heybeme Tütün Koy/Burak ÇIRAK

 



Heybeme tütün koy…
Acı da olsa, yanık da olsa koy.
Gurbette bir nefes bile memlekete benzer bazen.

Çocuk salınmaz buralarda,
gülüşler yere düşmeden susar.
Bir bam telim kaldı içimde,
her çekişte biraz daha inceliyor.

Sabrımın taşı sessizce çatlıyor,
saçlar uzuyor, tırnaklar uzuyor,
ama yollar bir türlü kısalmıyor.

Ne bir kelime tam yerini buluyor,
ne de içimdeki sessizlik susmayı biliyor.
Söylenmeyen sözler,
bazen söylenmişlerden daha gür çıkar.


KALBİME RASTLADIM BU GECE/Nigar Yağcı

                                 Fotoğref: PXHere










Bu gece rastladım kalbime,

Öyle derin, öyle içten, öyle sevgiyle, 

Ve ne zaman rastlasam kendime, 

Yaşlı çınarlar durur önümde 

Kaç ikindiler öldü ruhumda 

Öyle sessiz, öyle buruk, öyle garip işte.

 Zaman kum tanesi, 

Saymadım ki hiç birini, 

Önümde devinip d...



GÜLÜN DİLİ/ Hidayet BAĞCI

 












Karanlıktan aydınlığa uzanan yolların ilk hüzmelerinde başlar bu hikaye. Yılların anımsattığı zamanın, bugüne taşıdığı birçok hatıra dile gelir. İnsan bazen de bu zaman yolculuğunda kendini seyreder. Eskiden buna insanın kendi mağarasına çekilmesi yani münzevileşmesi denirdi. Şimdi ise kendini bulunduğu ortamdan soyutlaması gibi anlamalara gelen cümleler ne kadar da yabancılaştırıyor, özellikle insanı kendine…

Aydınlığa çıkan bir yolculukta başlar bu hikaye. Özellikle insanın kendini anladığı ve sevdiği bir zaman diliminde.. Yani zihnindeki bulutları güneşle sildiğinde, gözlerini açtığında başlar bu hikaye…

Ezgi işine gitmek için evin bahçe kapısını örterken gözleri köşedeki gül ağacına takılır. Aylardan kasım ve günlerden pazartesi. ..Mevsim en soğuk hava şartlarına sahip olsa da bu soğuk havaya inat gül ağacında bir tomurcuk gül olmaya niyet etmiştir. Ezgi kapıyı yarı aralık bırakıp gülü dalından zarif bir şekilde kırıp çantasına yerleştirir. İş yerine geldiğinde ilk işi çantasındaki gülü masasına bırakmak olur. Gülün rengi kırmızı, yaprakları ise yeşil ve tozludur. Peçeteyi suyla ıslatarak sanki bir dostun yüzünü siler gibi incitmeden yeşil yaprakların tozunu temizler.

Odasında aylardır sahibine ulaştırmayı isteyip de randevu alamadığı bir tablo vardır. O tabloyu sahibine teslim etmek için paketleme kağıdını çekmecesinden çıkarır. Beyaz bir kağıda da bu zamana kadar tabloyu ulaştıramama sebebi adına duygularını ifade eden birkaç not düşer. Kağıdı katlayıp zarfına bırakır. Zarfı kapattığı noktanın hizasına bahçeden kopardığı gülü bırakır, onu da oraya sabitleyerek yerleştirir. Genelde not kağıtları paketin dışına küçük mandal veya bant ile sabitleştirilirken, Ezgi gül dalındaki beyaz zarfı paketin içine yerleştirir.

Uzun zamandır randevu alamadığı kamu kurumuna gider ve sekretere hediye paketini bırakır. Görünürde paketlenmiş bir tablodur ve üzerinde notu olmayan bir hediyedir. Ezgi yolları adımlarken üzerinde çalıştığı tablonun beğenilip beğenilmeyeceğini düşünse de birden gül gelir aklına. Acaba gül bekleye bekleye kurur mu? Hediye sahibine ulaşırsa gül de vazonun dibindeki suda hayat bulur mu? Ezginin dünyasında tablo bir yana gül bir yana iki ayrı dert olur.

Ne gariptir ki insan da bir kuş misali bir kalbe sahip, kuşlar da insan misali bir nefese… Kuştaki kanat çırpmalar insandaki heyecanın bir tezahürüdür. Heyecan ve bekleyiş insanı sabırdan ziyade imtihana sevkeder. Oysa verilmiş bir hediyenin akıbetinin derdini taşımak ise bir yetersizlik belirtisi olabilir mi?

Ezgi yerine ulaşmasını beklediği hediyenin derdine düşmeden sadece gülün kaç gün içinde o pakette canlı kalabileceğini düşündü. Eğer bir köşede beklerse, yerine ulaşmazsa gül önce yapraklarını solduracak sonra da küflenip, kuruyup değersiz bir çöp edasına dönüşecekti. Bu gibi düşünceleri zihninden silse de gülün derdini taşıdı içinde, bir kuş misali belki de bir bülbül edasıyla.

Tablo tam zamanında sahibine ulaşırsa bu aynı zamanda emanet bıraktığı sekreterin görevini fazlasıyla yerine getirdiğinin bir işareti olacaktı. Bir nevi Ezgi güle bekçilik görevini vermişti. Akşam olduğunda Nagehan hanım tablo hakkında teşekkür için aradığında Ezgi, gül adına mutlu olmuştu.

Aydınlığa çıkan bir yolculukta başlar bu hikaye. Özellikle insanın kendini anladığı ve sevdiği bir zaman diliminde.. Yani zihnindeki bulutları güneşle sildiğinde, gözlerini açtığında başlar bu hikaye


ZAMAN/Musa YILDIZ


    

Kuru bir Sonbahar

Sarı kavak dalları

Poyrazın ıslığı

Kulaklarımda

Bir yol var eski zamanlardan

Tüm zamanların yaşadığı

Boşluklardan

Benim

Şüphelerden uzaklara

Gidemediğim, bağlı kaldığım

Duygu

Düşünce

Saklı kalmış duygulardan

Ve çırılçıplak bir zamandan.

                  1989 BANDIRMA


ENVER'İM/G. Hasan EJDERHA








Yürünür bu yol çıkar Türkistana

O ulu atalar iner Tanrı Dağından 

Bir beyaz düşer burma bıyıklarına

Dertlenir bir iç çeker Enver'im


Yarin özlemi deşer yüreğini

Yarinden çok sevdiği vatanıda

Bırak vuslat ucmağa kalsın beyim

Uçmağda Nebiye komşu ol Enver'im


Mücahit olmak kolay değil 

Ama Cihat bize bir emirdir

Namımız öne atılan delidir

Mitralyoze doğru koş Enver'im


Çölde yine ümmete ol komutan

Küfür olsa da dört bir tarafı saran

Allah nidaları olsun yeryüzünü sarsan

Tekbir getir peşinden gelelim Enver'im


Yanındaki kırk çeri biz olalım

Yürü seninle Kızılelmaya varalım

Alemde nizamı bizler kuralım

Sen hayal kur biz yine ölelim Enver'im


Halid bin Velid atanın yolundan

Seyfullah olmak için yürüyelim

Hamza'nın imanından şuurundan

Kendimize yol belleyelim Enver'im