Ordugahtan Namazgâha/Aziz Can KARAKOYUN



Şehr-i İstanbul’a intikal ve ikamet edişimin ilk ayında, gaziler diyarı ve evveli başkentimiz Bursa’daki dostları görmek maksadıyla; başkumandanımız Ahmet abinin dostluk tabirlerini ve nasihatlerini sırtıma, başka başka ama hepsi de bambaşka şehirlerdeki dostları gönlüme, Emre Acıharap’ı da yanıma kattım. Cihanda bize ağabeylik eden Cihan Alliş’in, yar gibi yarenlik eden Kadir Aydın’ın ve sessizliğiyle bizlere yoldaşlık eden Davud’un yanına “kaçak dükkân” eylemeye gittik.

Evvela, Cihan Alliş’in bizi epeyce dolandırmasından sonra (sanıyorum ki şehir hakkında önceden bilgimiz olsun diye), nihayet yalnızca iki gurbetçinin gözünde yanan dükkân mumunu görüp kucaklaştık. Dostluk gibi karnı da aç olan Emre Acıharap’ı doyurmak için Cihan abi, kollarımıza girerek biz iki fakiri götürdü. Amma velakin bizi dosta götürdüğünü, sokak başından bir mumla daha gelen Kadir Aydın’ı görünce anladık. Onunla da kucaklaştıktan sonra, hemen yanı başımızda olan Ulu Camii’nde namazımızı eda eyledik. Mülkü cihan olan Osman Gazi ve Orhan Gazi’ye selam durup dua ettik.

Taşı toprağı, ilim medreseleri ve camileriyle bereketli olan sokakları geçerek Haraççıoğlu’nda Osmanlı çayı, doğal sahlep ve çay eşliğinde ilk “kaçak dükkân”ımızı gerçekleştirdik. İkindi namazını ise evveli başkentin ilk camisi olan Alaaddin Camii’nde kıldık. Dualı dillerimiz ve abdestli adımlarımızla aziz dost Davud’a vardık. Kısa bir hasbihalden sonra Cihan Alliş’in evine intikal ettik. Demli ve dükkân kokulu çay ve tütünlerimiz eşliğinde nihayet ertesi tatil olan dükkânımızın mumunu Bursa’da da yaktık.

Sabahleyin, Cihan abimizin bizlere Göçmen Parkı’nda gurbetçi dostlara ısmarladığı ecnebi kahvesiyle Bursa’dan İstanbul’a geri döndük.


Bursa Adamı Çok Büyütüyor/Osman Emre HACIARAP

 

                                Fotoğraf: İstock

aziz dostla yağmurlu istanbuldan yağmurlu bursaya bir saatte gittik. yan yana oturduk yanyanadan hiç bahsetmedik. sadece paçadan bahsettik.

bursa'ya vardıktan sonra metroda cihan abiyle buluştuk. biraz gergindi, bizi gördükten sonra geçti. çarşıda biraz adımladıktan sonra cantıkçıya gittik. yuvarlak formdaki bir pide çeşidiydi. garsonları iri göbekli, nostaljik bir mekandı. cantıklar geç geldi ama güzeldi. cantıklardan daha güzeli kadir de geldi. kadir tarz değişikliğine gitmiş. deri ceket giyiyor. artık sadece kafası salaş.

içinde havuz olan camiiye gittik. namazları kılmanın mutluluğuyla yere çömdük ve biraz sohbet ettik.

çok yağmur yağıyordu ve biz bursanın şehir planını konuşmak adına yüksek bir tepeye çıktık. kadir ve cihan abinin sohbeti bizi derinden etkiledi. azizle beraber evlenmekten ve büyümekten korktuk. bursada yaşamaktan da korkmuş olabiliriz. dediğim gibi çok yağmur yağıyordu.

sakin bir yerde sıcak bir şeyler içtik. o soğukta sıfır kollu giyen bir evliya gördük.

dükkandan adını sık duyduğum davut'la tanıştım. büyük ve sessiz biriydi. bize çay ısmarladı buradan teşekkürlerimi iletiyorum.

namaz kılmak için cihan abinin sık gittiği camiye vardık. cihan abi bize günlük rutinlerinden bahsetti. bunları bahsederken ona karşı daha samimi hissettim. namaz sonrası apar topar camiyi terketti. sebebi hâlâ bilinmiyor.

yemeğin ardından evine geçtik. tütsü adında kedisiyle tanıştım. kendisi british. rahip bronson olayının ardından türkiyeye iltica etmiş. ırkçılık yaşamadığını dile getirdi. hikayesini dinlerken karnını kaşıdım.

gece boyunca epey sohbet ettik. davutla yeniden tanıştım. kadir'i daha çok sevdim. cihan abinin çok büyük biri olduğunu farkettim. aziz dostum azizle artık telepatik yollarla anlaşabildiğimizi farkettim.

bolca lezzetli yemekler yedim. bolca güldüm. dostlarıma ve tütsüye selam ederim.


Kuşakları Buluşturan Bir Edebiyat Yürüyüşü: Yoldaki Kalemler/Mehmed YAŞAR


Kelimelerin de bir ruhu, bir asaleti olduğu kanaatindeyim. Bazı kelimeler bunu fazlasıyla hissettirir. Dile gelince ya da yazılınca fark edersiniz hemen. Merâmınız sarihleşir, bereketlenir… Yol kelimesi de bunlardandır. Güzel Türkçemizin en zengin tedailere sahip, en asil kelimelerinden biridir. Gerek yalnız kullanıldığında, gerek türetildiğinde, gerekse başka bir kelimeyle yan yana geldiğinde bir yönü, bir kaderi, bir seyri, bir hedefi asil bir şekilde fısıldar kulaklarınıza.

İşte internet ortamında yayımlanan Yoldaki Kalemler isimli edebiyat dergisi de ismini bu asalet ve zenginlikten alır. Yoldaki Kalemler, bir internet dergisi olmanın çok ötesinde, farklı kuşakların ve tecrübelerin buluşup kalem yoldaşlığı ettiği; edebiyatın nizâsız bir yürüyüş, diriltici bir nefes, birleştirici bir güç olduğunu yeniden hatırlatan özel bir mekân ya da zeminin adıdır aslında. 2012 yılında değerli büyüğümüz Şair-Yazar Hasan Ejderha tarafından ve kendisinin yayın yönetmenliğinde kurulan Yoldaki Kalemler, 13 yıllık yolculuğunu bütün zarâfetiyle devam ettiriyor.

Her yeni kalem, edebiyat yolculuğuna çıkarken genellikle yalnızdır. Ve doğal olarak karşısında, edebiyat yayıncılığının muhkem kalelerinin görkemli ve korunaklı kapılarını ya da ticari kaygıların edebi hassasiyetleri gölgede bıraktığı popüler kültür çukurlarını bulabilme ihtimali yüksektir. Yoldaki Kalemler, bu vaziyetin bilinciyle genç kalemlere bir "sığınak" ve bir "fidanlık” olmuştur. Hasan Ejderha gibi gönlü dağlardan yüce ve deryalardan engin bir adanmış adamın emeğiyle yürütülen bu çaba, edebiyata, yani Türkçe’ye duyulan saf sevginin en güzel şahitlerinden biridir. Bu vesileyle Yoldaki Kalemler, edebiyatın bir inanç, bir adanmışlık meselesi olduğunu da vurgular.

Bu nokta-i nazarla bakınca görülüyor ki Yoldaki Kalemler’in en önemli özelliği, edebiyat dünyasına yeni adım atan kalemlere rehberlik etmesidir. Şöhretli dergilerin ve yayınevlerinin kapılarını çalmaya cesaret edemeyen genç yetenekler için bir başlangıç noktası sunar. Onların ilk ürünlerini, ilk heyecanlarını ve ilk hatalarını paylaşabilecekleri güvenli bir liman görevi görür. Bu, aynı zamanda kuşaklar arası bir köprü işlevi de taşır. Genç yazarlar, sayfalarında eserlerine yer verilen daha tecrübeli yazarların derinliğinden ve inceliğinden ilham alırken, usta kalemler de genç kuşakların dinamik ve yenilikçi bakış açısıyla tazelenirler. Geçmişin birikimiyle geleceğin enerjisini buluşturan bu tavır, Yoldaki Kalemler'in en büyük muvaffakiyetidir. Tabi bu karşılıklı etkileşim, dergiyi sadece bir yayın organı olmaktan çıkarıp, adeta bir "edebiyat okulu"na dönüştürmektedir. Yeni başlayanlar için bir tecrübe alanı, tecrübeliler içinse gençliğin nabzını tutabildikleri bir mecra sunarken edebiyatın birikimini ve geleceğini aynı sayfada buluşturarak nesiller arası diyaloğu canlı tutmaktadır.

Yoldaki Kalemler'in bir blogspot adresi üzerinden varlığını sürdürmesi, onu, hem erişilebilir hem de samimi kılmaktadır bence. Bu tarafıyla bir internet dergisi olarak sadece güncel edebiyat ürünlerini sunmakla kalmaz, aynı zamanda bir dönemin kaygılarını, beklentilerini, hassasiyetlerini de belgeleyen arşiv vazifesi görür. Her yayımlanan metin, aslında bir yazarın o anki ruh halinin, hayallerinin ve düşüncelerinin bir izidir. Bu izler bir araya geldiğinde, ortaya bir dönemin edebî ve fikrî hafızası çıkar. Yıllar sonra bu sayfalara dönüp bakıldığında, belirli bir dönemin ruhunu, genç kalemlerin umutlarını veya hayal kırıklıklarını görmek mümkün olacaktır. Yoldaki Kalemler, edebiyatın geleceğini inşa ederken, aynı zamanda o geleceğe anlamlı bir geçmiş de bırakır.

Yazımızın başlığında Yoldaki Kalemler’i, kuşakları buluşturan bir edebiyat yürüyüşü olarak tavsif ettik. Yoldaki Kalemler’in bu vasfı, elbette bir tesadüfün neticesi değil. Taammüden yapılmış bir şey. Ki yayın yönetmeni değerli büyüğümüz Şair-Yazar Hasan Ejderha, “Yoldaki Kalemler” bağlamında kendisiyle yapılan bir söyleşide bu durumu şöyle açıklıyor: “Bir gün, liseyi bitirdiğim yıllarda, iki kıtalık bir şiirimi, Cemil Meriç’in yazısının bittiği sayfanın altına koymuşlardı. Dergide Cemil Meriç’in adı da yazıyordu orada. O kadar mutlu olmuştum ki! Cemil Meriç’in yazısının yanında, koynunda benim iki mısralık şiirim duruyordu. Kendi kendime dedim ki: “Öyle bir dergi olsun ki, ilk defa şiiri yayınlanan bir gençle, herkesin tanıdığı meşhur bir yazar yan yana dursun. Hiç mizanpajla uğraşmadan, hangi yazı gelirse onu yayınlayalım, ardından gelen bir sonraki yazıyı da hemen koyup yan yana durduralım.” Ünlü bir şair ya da hikâyeci olabilir; onun hemen arkasına genç bir şairin yazısını koyalım, yan yana dursunlar. Hani benim bir mısram var ya: “Melâikelerin çektiği yeryüzü resimlerinde yan yana çıkmalıyız ikimiz.” İstedim ki melâikelerin çektiği yeryüzü resimlerinde, Yoldaki Kalemler’de yazanlar yan yana çıksın. Çünkü ben o zaman çok sevinmiştim. Sonraları da ünlü yazarların, şairlerin yanında bir yazım, bir şiirim yayınlanınca o çocukça sevinci hep yaşadım, gençler de bu sevinci yaşasın istedim. Bir de şu vardı: Kendi yazısı yayınlanınca, o yazıyı gönderen genç, oradaki ustaların yazılarını da okuyacaktı. Böyle bir sistem oturtalım dedik.”

İşte değerli büyüğümüz Hasan Ejderha’nın bu niyeti, doğru eylemlerle de buluşunca ortaya Yoldaki Kalemler gibi bir okul çıkmış oldu. Hoca-talebe, usta-çırak, abi/abla-kardeş, büyük-küçük ne derseniz deyin, nasıl tesmiye ederseniz edin, bu mecra edebiyat üzere ve dahi dostluk üzere insan yetiştiren bir mecra olmuştur. Bu mecra etrafında sadece eserler değil, nice hatıralar, nice dostluklar da husûle gelmiştir. İlk ürünlerini burada yayımlayan ya da yazdıklarını ilk defa burada paylaşan pek çok dostumuzun şimdi kitaplarını okuyor olmak nasıl bir mutluluktur anlatılması zor. Burada Hasan Ejderha Bey’in yeri geldiğinde bir abi, bir baba, bir arkadaş gibi, yeri geldiğinde de ketum ve acımasız bir editör gibi davranarak yoldakileri hasbî bir alaka ile yönlendiriyor olması bu yolculuğun en bereketli tarafıdır bence.

Yoldaki Kalemler’de farklı kuşakların buluşması aynı zamanda farklı coğrafyaların, farklı kültürlerin de buluşması anlamına gelir. Değerli büyüğümüz Hasan Ejderha Bey’in her ne kadar şimdi emekli olsa da uzun yıllar boyunca Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesinde vazife yapmış olması, hem de üniversitenin kütüphanesinde Şube Müdürü olarak vazife yapmış olması, bu kapsamda şiire, edebiyata ilgi duyan ve farklı şehirlerden ya da ülkelerden gelen pek çok üniversite talebesiyle dostluk kurması, doğal olarak Yoldaki Kalemler’e de azımsanmayacak derecede katkı sunmuştur. Yol’da şiirler, yazılar okurken bozkırın yalnızlığını, Karadeniz’in şirinliğini, Akdeniz’in sıcak nefesini, Tuna’nın sızılarını, Doğu Türkistan’ın çaresizliğini, Bosna’nın nazlı bekleyişini, Somali’nin hayallerini, Halep’in matemini, Doğu’nun hüznünü, Batı’nın samimiyetini de okursunuz. Dolayısıyla bin yıldır yetmiş iki millete beşik olmuş, yuva olmuş Anadolu’nun cesametini ve gözünü bu topraklardan ayırmadan bekleyen gönül coğrafyamızın melâlini de okursunuz burada.

Yoldaki Kalemler, 2012 yılında başlattığı bu kutlu yürüyüşü aynı samimiyetle devam ettiriyor. Duamız, dileğimiz nice 13 yıllar daha bu yürüyüşün devam etmesi, nice Hasan Ejderha’ların daha böyle yolculuklara öncülük etmesidir.

Yol’a girenlere, Yol’da olanlara selam olsun


Taşın Ürküttüğü Resim/ Sibel Kök

 


Sonra...
Sonrası sanrılar
Kabuslar ve boşluklar
Hayatla aramıza çizilen keskin çizgi
Uçurum yahut
Yokluğa yakınlık varlıktan çok
Sonrası ihanet panayırları
Yangın yeri köhne vicdanların
Bilenmiş öfkeler
Haykırışlar yeryüzünün küçük ve sevimsiz tanrılarına
İbrahim'iniz nerede,
İbrahim'iniz nerede?
Nerede karıncanın yuttuğu deniz,
Kimsenin aldırmadığı ateş?
Siz ve diğerleri
Hani şu varlığıyla kimliğinizi inşa ettiğiniz
Bir başkası
Veya öteki
Ufalmış ruhlarınız geldiği yerden habersiz
Ve nefis
Ve iktidar hırsı
Ve iblisten ödünç aldığınız kibir
Modası geçmiş bir kamburun
Sarsılmaz kalesi gibi sırtınız
Yalanlar ve yanılgılar çağının
Açık büfe günahları
Nasıl da kabartıyor iştahınızı
El ovuşturduğunuz kazançlar mesela
Hangi kalburun üstüne çıkarıyor sizi?
Söyleyin de bilelim
Hangi dağın zirvesinde eteğinizin çamura bulanmış yüzü?
Siz, siz, siz
Kör şeytanın fal taşı gibi açıp gözlerini
Hayretle izlediğisiniz:
Heyhat!
Heyhat!
Bunca putu nasıl taşıyor kemiksiz gövdeniz?

EVLAT SEVGİSİ / Teyfik KARADAŞ

 


Memuriyete serhat şehri Van ilimize bağlı, Emrah ile Selvi’nin diyarı yeşil Erciş ilçesinde öğretmen olarak başladım. O yıllarda terör olayları yüzünden Doğu ve Güneydoğu illerimizde can güvenliği yoktu. Devletimiz bölgede olağanüstü hal ilan etmişti. Olağanüstü hal bölgesinde görev yapan memurlara olağanüstü hal tazminatı adı altında fazladan bir para ödüyordu. Buna rağmen Olağan üstü hal bölgesine tayin olan memurların birçoğu göreve başlamıyordu. Ailemin ekonomik durumu iyi olsa belki bende göreve başlamazdım. Bölgedeki şartlar nedeniyle memleketim Kahramanmaraş’tan Erciş’e giderken ağlayarak gittim.

Erciş’te dört yıl görev yaptım. Orada görev yaparken Doğu Anadolu’nun birçok ilini ve ilçesini bir seyyah edasıyla adım adım dolaştım. Erzurum’daki Aziziye Tabyaları, Doğubayazıt’taki İshak Paşa Sarayı, Ahlat’ta ki Selçuklu Mezarlığı, Van’daki Akdamar Adası daha dün görmüşüm gibi hafızamdaki tazeliğini korumaktadır. Van Gölünün sodalı sularında bir dalgıç gibi yüzdüm. İlkbahar mevsiminde olta ile inci kefali avladım. Otlu peyniriyle kahvaltı yaptım. Serde şairlik olunca Ercişli Halk Ozanlarının Dergâhına intisap ettim. Onların çaldığı sazı, söylediği türküleri dinledim. Erciş’teki her günüm bayram coşkusunda geçti. Ağlayarak gittiğim Erciş’ten dört yıl sonra ağlayarak ayrıldım.

Erciş’ten sonra benim isteğim üzerine atamam sahabeler şehri Adıyaman vilayetimizin Gölbaşı ilçesine yapıldı. Atalarımız “Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur” diye boşa söylememiş. Belören İlköğretim Okulunda üniversiteden okul arkadaşım Mesude Çalık ile karşılaştık. Kendisi üniversitede tanıdığım en değerli insanlardan birisiydi. Eşi Adnan Menderes Beyde bir o kadar kıymeti bir insanmış. Onlarla aynı okulda çalışmak benim hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu.

Göreve başladığım ilk yıllarda tanık olduğum mutsuz evlilikler ve mutsuz evlilikler yüzünden ortaya çıkan dramatik hadiseler nedeniyle evlenmemeye karar vermiştim. Vermiş olduğum bu karar yüzünden altı yıl bekâr olarak çalıştım. Belören’e gelince Mesude Hanım beni evlenmeye ikna etti. Gölbaşı’nın Belören Kasabasında göreve başladıktan bir yıl sonra Mesude Hanımın yardımlarıyla Belören Sağlık Ocağında hemşire olarak görev yapmakta olan Safiye Hanım ile evlenmeye karar verdik. Törelerimize uygun şekilde nişan ve düğün törenlerimizi yaparak evlendik. Evlendikten iki yıl sonra nur topu gibi bir kız çocuğumuz oldu. Çocuğumuz dünyaya gelince yaşamış olduğum manevi huzuru ve mutluluğu ifade edecek sözcük bulamıyorum. Çocuğumuzun adını istikbali aydınlık olsun diye Damla Nur koyduk. Damla Nur’um bir çınar fidanı gibi büyümeye başladı. Beş yaşına gelince anaokuluna kayıt ettirdik. Damla Nurun çantasını sırtına alıp anaokuluna gittiği ilk gün, nasıl sevindiğimi hiç unutamıyorum. Damla Nur beş yaşında iken ikinci çocuğumuz Hilal Filiz doğdu. Hilal Filiz altı yaşında iken en küçük evladımız Elif Şeyda dünyaya gözlerini açtı. Hilal Filiz ve Elif Şeyda’nın doğumlarında da en az Damla Nur’un doğumunda yaşadığımız sevinç ve huzuru yaşadık. Elif Şeyda’nın doğumundan sonra beş kişilik çekirdek ailemiz tamamlanmış oldu.

 Belören İlköğretim okulunda yedi yıl müdür yardımcısı olarak çalıştım. Bu sırada Gölbaşına Gaziantep Üniversitesine bağlı iki yıllık bir meslek yüksekokulu açıldı. Ben Gölbaşı Meslek Yüksekokuluna Yüksekokul Sekreteri olarak atandım. Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Gölbaşı Gölünün güney kıyısında yer alan saklı cennetlerden bir köşeydi. Gölde yüzen turnalar, avcıların mermisine hedef olan karabatak kuşları, kıyıdaki kamışları arasında saklanan yaban ördekleri ve arada bir su üstünde takla atan yayın balıkları bana ilham kaynağı oluyordu. Odamın balkonunda bir taraftan çayımı ve sigaramı içiyor, bir taraftan da Gölbaşı Gölündeki yaban hayatını saatlerce seyrediyordum. Yaban hayatını seyrederken bazen tanık olduğum küçük bir görüntü yazacağım bir şiirin konusu olabiliyordu. Kalemi elime alıp şiir yazmaya başlıyordum…

Mesai bitiminden sonra eve gitmeden önce çarşıya gidiyor esnaflarla muhabbet ediyordum. İlçede görev yapan bütün memurlarla dostluk kuruyordum. Gölbaşı’n da hâkim, savcı, kaymakam gibi üst düzey memurların görev süresi üç yıldı. Gölbaşı’nda on sekiz yıl çalışınca onlarca kaymakam, hâkim ve savcı ile tanışma imkânım oldu. Ben Gölbaşı’nı, Gölbaşı halkıda beni sevdi. Günlerim Gölbaşı’n da mutlu ve huzurlu bir şekilde gelip geçiyordu. Ben bu şirin ilçede en azından emekli oluncaya kadar çalışmak istiyordum ama eşim benimle aynı düşüncede değildi. Eşim Gölbaşı’nı benim kadar sevmiyordu. Ailesi Adıyaman’dan Kahramanmaraş’a göç ettiği için kendisi de Kahramanmaraş’a gitmek istiyordu. Bu düşüncesini arada bir bana söylüyordu. Ben ise eşime “Bir üniversiteden, başka bir üniversiteye geçmenin zor olduğunu” söyleyerek vaziyeti idare etmeye çalışıyordum. Benim ailemde kahramanmaraş2a gelmemi istiyordu. Gölbaşında çalışmaktan memnun olduğum için Kahramanmaraş sütçü İmam Üniversitesine atanmak için hiçbir girişimde bulunmuyordum. Girişimde bulunsam atamamın yapılma olasılığı, yapılmama ihtimalinden daha yüksekti. Eşimde benim tayinimin olmayacağına inanıyor, kaderine boyun eğip Gölbaşı’n da yaşamaya devam ediyordu.

Güzel kızım Damla Nur artık on dört yaşamış sekizinci sınıfta okumaya başlamıştı. Damla Nur sekizinci sınıfın sonunda gireceği liseye geçiş sınavında başarılı olmak için gecesini gündüzüne katarak ders çalışıyordu. Bizde kızımızın başarılı olması için elimizden gelen çabayı sarf ediyorduk. Gölbaşında başarılı öğrencilerin okuyacağı üst düzey bir lise yoktu. Ben kendisiyle paylaşmasam bile Damla Nur’un Kahramanmaraş Süleyman Demirel Fen Lisesini kazanmasını istiyordum. Altıncı ve yedinci sınıftaki puanları oldukça başarılıydı. Damla Nur sekizinci sınıfta Liseye Geçiş Sınavına girdi. Sonuçlar açıklandı. Geçmiş yıllardaki puan ve yüzdelik dilimlerini incelediğimde Damla Nur Süleyman Demirel Fen Lisesini kıl payı kaybedeceğini fark ettim. Gaziantep Fen Lisesine girme şansı hiç yoktu. Almış olduğu puan Adıyaman ve Şanlıurfa Fen Liselerini kazanmaya yetiyordu.

Biz ilk sıraya Adıyaman Fen Lisesini mi, Şanlıurfa Fen Lisesini mi yazalım diye istişare ederken bizim okulun Türk Dili Okutmanı Burak Telli Kahramanmaraş Anadolu Öğretmen Lisesini tercih etmemizi tavsiye etti. Burak Hoca okutman olmadan önce Kahramanmaraş’ta dershane müdürlüğü yaptığı için konuya vakıftı. Kahramanmaraş’taki liselerin başarı durumlarını elinin içi gibi biliyordu. Burak Hoca bana “Abi Kahramanmaraş Anadolu Öğretmen Lisesi, Fen lisesinden daha başarıl bir okul. Çocuk kazanırsa pişman olmazsınız” dedi. Burak Hocanın tavsiyesine uyarak Kahramanmaraş Anadolu Öğretmen Lisesini tercih ettik. Damla Nur Kahramanmaraş Anadolu Öğretmen Lisesini kazandı.

Damla Nur’un okul kaydını yaptırdık. Kahramanmaraş’taki akrabalarımızın kalacak münasip bir evi olan olmayınca, kendini okulun pansiyonuna paralı yatılı öğrenci olarak yerleştirdik. Damla Nur hafta içi okulun pansiyonunda kalıyor, hafta sonları babaannesinin evine, evci iznine çıkıyordu. Bizde Damlanın hasretine dayanamayıp cumartesi günleri Kahramanmaraş’a gelip, pazar günü Gölbaşı’na gidiyorduk. İki gün Damla Nur ile zaman geçiriyorduk. Biz Damla Nur’u el bebek, gül bebek büyüttüğümüz için ben lisanı halinden pansiyonda kalmaktan memnun olmadığını hissediyordum. Bu hissimi eşimle dahi paylaşmıyordum. Bütün aile Damla Nur’un hasretiyle Gölbaşı Kahramanmaraş kara yolunda mekik dokumaya başladık.

Kırk yaşını geçmiş elli yaşına merdiven dayamış bir insan olarak benim dayanamadığım bu hasrete Damla Nur’un hiç dayanma gücünün olmadığını tahmin ediyordum. Her hafta sonu Kahramanmaraş’a geldikten sonra tekrar Gölbaşı’na dönerken gözlerim nemleniyor, için için ağlıyordum. İçimde yanan bu hasret ateşi her hafta biraz daha artarak bedenimin her tarafını kaplıyordu. Platonik aşkım Gölbaşı’nda huzurum kaçmaya başlamıştı. Duygusal bir insan olduğum için yemek saatlerinde Damla Nur’un sandalyesinin boş kalması bile beni ağlatmaya yetiyordu.

Eylül ve Ekim aylarında Gölbaşı’ndan Kahramanmaraş’a gidip gelirken pek bir sıkıntı yaşamıyorduk. Kasım ayı gelince bölgede kar yağışı başladı. Kar yağması sonucu yollar, bazen buzlanmaya bazen de yoğun kar yağışı nedeniyle kapanmaya başladı. Mevsim şartları nedeniyle yolculuk zorlaştı. Kasım ayının üçüncü haftası karlı bir cumartesi günü Kahramanmaraş’a gitmek için yola çıktık. Haydarlı Köyündeki rampada meydana gelen buzlanması vesilesiyle iki tane tırın kayması sonucu yol kapandı. Biz bir saatlik yolu dört saatte ancak gidebildik. Yoluculuk süresinin uzamasını boş ver bir kamyonun kayarak üzerimize doğru gelmesiyle canımızdan oluyorduk. Yaptığımız bir iyilik mi karşı geldi Rabbim bizi çocuklarımız için mi bağışladı bilemiyorum kamyon bize çarpmasına beş metre kala sağ tarafa yan tarafa devrildi.

Akçalar Yokuşunu indikten sonra buzlanma bitti. Pazarcık’tan geçip Narlıdan geçtikten sonra Kahramanmaraş’a vardık. Damla Nur bizi okulun giriş kapısında karşıladı. Geç kaldığımız için üzüldüğü lisanı halinden anlaşılıyordu. Damla Nur’u okuldan alıp çarşıya gittik. Çarşıda birlikte gezip dolaştık. İhtiyaçlarını aldık. Yemek yedik. Birlikte üç- dört saat güzel zaman geçirdik. Damla Nur konuşmalarında durmadan pansiyondaki sorunları anlatıyor, yatılılıktan memnun olmadığı yönünde mesaj veriyordu. Ben de konuyla ilgili yorum yapmadan Damla Nur’un kısa süre sonra bu yaşama uyum sağlayacağını düşünüyordum.

Çarşıdaki alış veriş işlerini bitirince akşamüzeri kayın pederin Namık Kemal Mahallesindeki evine gittik. Geceyi orada geçirdik. Pazar günü öğle namazını kıldıktan sonra damla Nuru okuluna götürüp oradan da Gölbaşı’na gitmek için kayın babamdan izin istedik. Kayınım Talat “Siz geç kalmayın Gölbaşı’na gidin. Damla Nur’u ben okuluna bırakırım” dedi. Bunun üzerine bizde valizlerimizi alıp arabaya binmek için dışarı çıktık.

Kayın babam, kayın validem, kayınlarım, baldızım Bahriye ve kızım Damla Nur bizi yolcu etmek için sokağa çıktılar. Sokağa bizi yolcu etmek için çıkan herkesle ayrı ayrı vedalaştıktan sonra arabayı çalıştırıp hareket ettim. Sokağın caddeyle birleştiği yerde beklerken gayri ihtiyari olarak dikiz aynasına baktım. Dikiz aynasından bizi uğurlamaya çıkan herkes içeri girdiği halde Damla Nur’un boynu bükük bir vaziyette bize arkadan bakmak için dışarıda beklediğini gördüm. Bir evden cenaze giderken erkekler tabutu omuzuna alıp hareket eder, kadınlar arkadan bakar kalır ya Damla Nur’um da o vaziyette bize bakıp kalmıştı. Damla Nur’u mu o vaziyette görünce yüreğimin başı cız etti. Tarifi mümkün olmayacak derecede canım acıdı. Gözlerim yaşardı. İçim burkuldu.

Böyle kederli psikojik durum içinde Gölbaşı’na gitmek için yola revan olduk. Arabanın kaloriferini çalıştırdım. İçeri ısınınca Hilal ile Şeyda Kapı Çam’a varınca arka koltuğun üzerine uyudular. Anneleri üstlerini örttü. Çocuklar uyanmasın diye biz eşimle kısık bir sesle muhabbete devam etmeye başladık. Muhabbete devam ederken güzel kızım Damla Nur’un arkamızdan bakarak kalması hiç aklımdan çıkmıyordu. Ben zihnimde Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine tayin istemeye karar verdim. Narlıya varınca düşüncemi eşim ile paylaştım. Eşim “Daha önce ben söylediğimde tayinim başka yere olmaz. Benim kadrom çakılı kadro diyordun” dedi. Ben ise “Bundan sonra olur” dedim. Geldiğimiz gibi yolda buzlanma ve kapanma olmayınca bir saat süren yolculuk sonunda Gölbaşı’na vardık.

Akşam yemeğinden sonra Osmaniye’de il tarım müdürü olarak görev yapmakta olan yakın arkadaşım İbrahim Sağlam’ı aradım. Durumu anlattım. Sütçü İmam Üniversitesine atanmak istediğimi söyledim. İbrahim Sağlam’ın amcası Prof. Dr. Mehmet Sağlam o zaman milletvekiliydi. Aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili olarak görev yapıyordu. Daha öncede YÖK Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı için üniversite camiasında sözü geçen, saygınlığı olan bir insandı. İbrahim bana” Kurban bayramının ikinci günü Göksun’a gel. Seni amcamla görüştüreyim” dedi. Ben bir özgeçmiş dosyası hazırlayıp kurban bayramının ikinci günü Göksun’a gittim. Hem İbrahim’in ailesiyle bayramlaştım hem de Mehmet Sağlam Abi ile görüştüm. Mehmet Sağlam Abi dosyamı elimden alıp şoförüne teslim etti. Bu dosyayı meclise gittiğimiz ilk gün benim odama getir dedi. Mehmet Abi Ankara’ya hareket ettikten sonra bende Göksun’dan ayrılıp köyüme gittim.

Ben Mehmet Abi ile görüştükten on gün sonra İbrahim beni aradı. Bana” Kardeş amcam Sütçü İmam Üniversitesi Rektörü ile görüşmüş. Kahramanmaraş’a git. Dilekçeni ver ”dedi. Ben gerekli evrakları tedarik ettikten sonra dilekçe vermek üzere Kahramanmaraş’a gittim. Üniversite Kütüphanesinde şube müdürü olarak görev yapan şair ve yazar Hasan Ejderha Abimin yanına gittim. Hasan Abi dilekçemi inceledi. Güzel olmuş dedi. Dilekçeyi Hasan Abinin yanında çalışan Mehmet isimli bir görevliyle rektörlük yazı işlerine gönderdik. Mehmet Bey dilekçeyi teslim edip kayıt numarasını da alarak kısa sürede geri geldi.

Hasan Abinin yanında çay içip biraz muhabbet ettikten sonra izimin üstüne Gölbaşı’na gittim. Bekleme süreci başladı. Aradan bir ay kadar bir süre geçtiği halde olumlu veya olumsuz olarak bir cevap gelmedi. Umudum azalmaya başladı. Ben bu arada tayinimin yapılması için Kahramanmaraş’ta tanıdığım bütün insanları devreye soktum. Bunlardan değerli arkadaşım Murat Çakıroğlu’nun bu konudaki iyiliğini hiç unutamam. Tayinimin yapılması için Rektör Beyin evine kadar gitti. İki aydan fazla süren bir bekleme sürecinden sonra Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine şube müdürü olarak tayin oldum. Ocak ayının karlı bir cumartesi günü evimi Gölbaşı’ndan Kahramanmaraş’a taşıdım. Üniversitenin İdari ve Mali İşler Dairesindeki göreve başladım.

Ailem, eşim ve arkadaşlarım Kahramanmaraş’a tayin olmamı çok istediği halde ben on sekiz yıl boyunca Gölbaşı’nda çalışmayı tercih ettim ama kızımın hasretine dayanamayıp dört ay içinde platonik aşkım Gölbaşından ayrılıp memleketim Kahramanmaraş’a geldim. Be kızım Damla Nur’a, kızım Damla Nur’da ailesine kavuşmuş oldu.


İç Acıların Toplamı/Nurcihan KIZMAZ



Gazze,
yeryüzünün açık yarası.

Bakışları zonkluyor çocukların,
mideleri de.

Dualar yanık kokuyor.
Dünya susuyor.

Bir ekmek parçası kadar bile
eşit değil hayat.

Ve insanın iç acılarını toplasan,
sonuç:
Gazze çıkıyor.


Türkünün Demini Bulmak/Burak Çırak

 


Dutun gölgesinde,
“Nasıl yar diyeyim ben böyle yare” derken
Kaç dem geçti, ağabeyim…

Mağaralarda demlenen türküler nerede şimdi?
Demli türküsüyle yanına oturan dost,
Yemen yollarına gidip gelirken
Dizinize şöyle tok bir şelpe çalıyor musunuz?

Ahmet ağabey,
Her şelpe bir kahkaha mıydı,
Yoksa türkünün içinden kopan bir dem mi?

Biz hâlâ dut gölgesindeyiz,
Ama türkünün demini
Bulamıyoruz…

Türkünün Demi

Dut gölgesinde
“Nasıl yar diyeyim” dedik,
Dem tükendi, ses sustu.

Mağaralarda demlenen türküler
Şimdi yetim…

Ahmet ağabey,
Bir zamanlar dizine şelpe çalardın,
Şimdi biz,
Türkünün demini arar olduk.



AŞK ARASI KİTAP MOLASI/Hasan Keklikci


İnsan dostların kitapları çıktıkça seviniyor ve severek okuyor. Bu sıralar etrafımız baharda açan çiçekler gibi, yeni çıkan kitaplarla dolmaya başladı. Ahmet Özmen Kılıç da ilk kitabını çıkartmış. Adını Aşk Arası Kitap Molası koymuş. Elli üç yıldır şehirdeyim. Ne zaman elimi bir şeye atsam, o şeyin köydeki karşılığı, ya da köydeki ismi geliyor gözümün önüne. Yine öyle oldu. Köyde isim koymazlar, “ad vururlar.” Birinin bir çocuğu olsa, biri bir kedisine, köpeğine isim verse, “adını ne vurdun?” derler. İlk bakışta kitabın ismi biraz uzun gibi gelmişti bana. Fakat kitabı okuyup bitirince, ismi ile içindeki şiirlerin çok güzel uyum sağladığını gördüm. Böylesine güzel şiirlerin bulunduğu kitaba, böyle güzel bir ad vurulmuş.


İsminden de anlaşılacağı gibi şiirlerin bir kaçı dışında çoğunluğu aşk şiirleri. İnsan Aşk Arası Kitap Molası’nı okuyunca Fuzuli’nin de aşk yeteneğini sorgulayası geliyor. Hani Fuzuli “Bendeki aşk yeteneği Mencûn’dan fazladır. Oysa âşık diye onun adı çıkmış bir kere.” demiş ya. Hallâc-ı Mansûr’a da sormuşlar “Ey Hallaç aşk nedir? Yani aşk şu demektir: Yolda giderken uyursun.” Hallâc mı önde Fuzuli mi bilemeyiz. Ahmet Özmen Kılıç “Nice aşk vurgunu yedim/Yine de sevdim” diyor ve bir kitap dolusu aşk şiiri yazıyor…

Gurbet şiirleri, hele gurbetteki bir hastanede veya hastane bahçesinde yazılmış şiirler her kalbe dokunur. “Ortak acıyım ben/Gökyüzüne uzanan köprüden…” diyor, şair Meryem Yardımcı Küçük. Hastane hepimizin ortak acısı, ortak umudu olduğu için değil midir bu şiirlerin kalbimize dokunması? Ahmet Özmen Kılıç “Hemşirelerin antibiyotik verme saatleri,/Bir türlü zamanı gelmeyen ziyaret vakitleri” diye yakınırken, şair Hasan Ejderha Hasta Anneler Ülkesi şiirinde “Annemin hasta kartına notlar alan hemşireyi/Kaç mısra ile yazabilirdim ki?” diyor. Afşinli şair Kul Hamit Allah’tan İstek Şiirinde hastalar için “Hastanelere girsem/Dertlilerin halin sorsam/İki araba ilaç versem/Bir kamyon da hapım olsa” diyerek, dileklerini sıralıyor.

Aşk Arası Kitap Molası, Morena Yayınevi’nden çıkmış. Seksen altı sayfalık kitapta altmış dört, birbirinden güzel şiir bulunuyor. “Şiir yazmak, haremini ele güne açmaktır.” diyor Behçet Necatigil. Şiirlerini dikkatle okunduğunuzda şair Ahmet Özmen Kılıç’ın gönlünü, gönlündeki güzelliği fark ediyorsunuz.

 Duamız odur ki; Aşk Arası Kitap Molası, şairin diğer eserlerinin de müjdecisi, habercisi olur.


MALUMUN İLANI/Nurcihan KIZMAZ

 


Çiçekli basma fistanımız vardı,bir de susma hakkımız.


Ne yorulduk ,
ne dinlendik-
yoktu kendimize vaktimiz.

Çamaşır suyuyla çitiledik,
soldu gitti hayallerimiz.

Sabrımızdı akan,
gözlerimizden,
Yanağımızda kurudu talihimiz.

Yavru muyuz,
ana mıyız?
Varmıydı ki bir adımız?

Cennet mi ayağımızın altında,
biz mi ayaklar altındayız?

Sahi, dünya kim içindi?
Kaç bucaktı, ne biçimdi?

Kim vercek hesabını,
geçen ömrümüzün şimdi

GURBET KERVANLARI/Samet Yurttaş

 


Gecenin bir yerinde durup

Dostların kutlu meclisinden yola çıkan

Kervanları gözlüyorum

O kervanlar ki muhabbet suyu taşıyor çöllere

O kervanlar ki türküler aşılıyor beldelere

Dostlar yürüyor kervanların önünde

Onları elimde bir tespih gibi çekiyorum

Otuz üç şiir, otuz üç türkü

Otuz üç tütün yakıyorum

Bitmiyor gece

Gurbet

Göğsümde bir çarpıntı gibi büyüyor


Dostların ehline denk gelmiş

Göçmen kuşlar geçiyor üstümden

Belki bir muhabbet kırıntısı düşer de

Kuşların ağzından ağzıma diye

Ağzımı açıyorum gökyüzüne

Maraşî bir kuş gelip

Dudaklarımda gurbeti soluyor

Onu gözlerinden öpüyorum

Gurbet

Göğsümde bir çarpıntı gibi büyüyor


YALIM/Musa Yıldız

 


BİR SİNİR DÜĞÜMÜ /YUMAĞI

HA BİRE BEYNİMDE/ KAFAMDA

AKIL TUTULMASINI GEÇTİM

SIKTIKÇA SIKAR MENGENE HALİNDE

VERYANSIN EDER YUVARLANIP GİDER


KUŞAKTAN KUŞAĞA

AĞIR BİR KURŞUN GİBİ

BİR SERÇENİN KANADINDA

BİR ALEV TOPU

BİR ANANIN KOYNUNDA


EJDERHA DİLLERİNİ ÇIKARIR

BİR YALIM; SARAR DÜNYAYI

HAVADA YALAYIP YUTAR

KUŞ YANAR / ANA YANAR

ÇIĞLIKLAR

BEN DUYMADIM

SEN DE DUYMADIN

TÜM CİHAN /ALEM DUYMADI

ÇOCUKLAR ÇOK UZAKLARDA, YAŞIYORMU HÂLÂ ?

AYRI DÜNYALARDA.


BİR SİNİR DÜĞÜMÜ/YUMAĞI

HA BİRE BEYNİMDE/ TEPEMDE/KAFAMDA

BANA HÜRRİYET ANLATIR

YERDEKİ KARINCA

BÜTÜN KELİMELER ÇALINIP

BİR ADIM KALDIĞINDA …..


HAYLAZ ÇOCUKLUĞUM/Ahmet Özmen Kılıç

 


Nerde o sokaklarda koşturan çocukluğum,

Gayıblara karıştı yine hüznüm.

Bir sokak kedisi gibi masum,

Sakladım mazime mahzun bekliyorum,

Bu defa ebe hayat söbeleniyorum.


Nereye çekip gittin en saf yıllarım,

Biliyorum seni hoyratça harcadım,

Yine gelsen saklambaçla, kovamacayla, topla,

Benim dinmez haylaz çocukluk zamanım.


Elimden tutsa babam sevdiğim oyuncağı alsa,

Oynasak mahalleden çocuklarla,

Topumuz kaçsa bir çağla ağacına,

Çıkıp çağlaları toplayacağız.


Yine gel bir ağaçtan topu alırken,

Bir yaprak gibi titrerken,

Benim dinmez haylaz çocukluk zamanım,

Seni bekliyorum, sokaktayım.


11.06.2025


ENVER ÇAPAR’IN UÇURUMLAR ÇAĞI/Hasan Keklikci


                    

“Şiirine benzeyen çok az adam vardır, şiir güzel, insan çirkindir.” Şiirine benzeyen adamlardan biri de hiç şüphesiz Enver Çapar’dır. Bu güzellik “Atların rüyası nasıldır bilmem,/Şiir nedir deseler, nal sesleridir derim.” derken açığa çıkıyor. Abdurrahim Karakoç şiir için “Toprak kokusudur” diyor. Enver Çapar, o kokunun kaynağını gösteriyor. Toprağın kokusunu, bir yağmur ve bir de at nalları açığa çıkartır. Atlar, annelerin kızlarının saçlarını taradıkları gibi ön ayaklarıyla özenle tarar toprağı, kokusunu burunlardan ziyade gönüllere ulaştırmak için. Ömer Lekesiz “Şiir edebiyat değildir ilimdir.” derken sanırım Enver Çapar’ın tespitini de doğrulanmış oluyor.

Enver Çapar, Uçurumlar Çağı adlı şiir kitabını mayıs ayında imzalayıp vermişti. O gün okuyup bitirmiştik. Sonra bir kere daha okumuştuk. Notlar almıştık aklımızca. “Karafenk’te dut yetti, Fatmalı’da armut yetti, Andırın’da murt yetti, hangisine yetişsin bir abdal” derler bizim köylerde. Lakin yaz gelmişti. Şehirle köy arasında dokunması gereken mekik vardı. Market kuyruğu gibi işler birbirinin peşine düşmüştü. Meyveyi topladık sebzeyi ektik, derken gözümüzü açtık ki güz gelmiş. Hâlbuki biz Uçurumlar Çağı’ndan bahsedecektik. Mutlaka okunması gereken bir şiir kitabı, diyecektik. Bu kitap, son zamanlarda iki, üç yüz kelimeyle çıkan kitaplarına benzemez, diyecektik. Cahit Sıtkı Tarancı “Şiiri ciddiye almayanların şiirleri birbirine benzer.” demiş, bu kitaptaki şiirler o şiirlerden değil, diyecektik. Diyecektik ki “Boyayı da iyi ov. Renkler sevinsin.” demiş Adalet Ağaoğlu. Enver hoca kelimeleri o kadar güzel kelimelerle yan yana getirmiş ki, her bir kelime bulunduğu yerden ziyadesiyle memnun olmuş, diyecektik. “Sevincini paylaşacağın biri yoksa mutluluğun eksik kalmış olmaz mı?” dememiş miydi, Cicero? Dostlarımızla sevincimizi paylaşacaktık. Olmadı…

Güz geldi... Biz daha Enver Çapar Hoca’nın Birnokta Kitaplığı’ndan çıkan, birbirinden güzel otuz sekiz şiirin yer aldığı, altmışaltı sayfalık Uçurumlar Çağı kitabından bahsedemedik. “Bakalım şiirim tüyünü düzüp alasını, sürmesini çekebilecek mi göğsüne?” demiş Abdulkadir Bulut. Eğer zamanında kımıldayıp, kaleme uzanıp yazabilseydik, Uçurumlar Çağı’ndaki her şiirin, en güzel renklerle gözlerimize ve en güzel seslerle kulaklarımıza bayram ettireceğini söyleyecektik. Mısralara yansıyan sevinçleri, hüzünleri aktaracaktık dostlarımıza. Bakın, diyecektik, Filistinli İbrahim Nasrallah “Denize giden yolu bilen bir kuş kalmadı ufukta” derken, Enver Çapar “Şiir taşıyamaz artık bu acıyı./Önümüzde bir sınav kâğıdı değil Filistin” diyor, diyecektik. Dünyanın acısını kalbinde duyuyor, yıl on iki ay “yok” mevsiminin hüküm sürdüğü Filistin’e yanıyor, “Yazmak rahatlatır sanmıştım,/Meğer dert kapısını açmışım.” diyor şair, diye ekleyecektik.



Kitaptaki bütün şiirleri buraya nakletmeyecektik elbette. Fakat son zamanlarda çıkan, kelimelere eziyetten başka bir şey ifade etmeyen, “yeni serbest” şiiri teselli edecek şiirler de yazılabileceğini anlatmaya çalışmış şair, diyecektik. Ve Allah’tan başarı ve huzur dileyecektik, Enver Çapar ve cümle dostlar için.

Eğer zamanında yazabilseydik bu yazıyı, belki de son cümlemiz, Şehir Yorgunu şiirinden “Dalgınlık ve unutkanlıkla/Numara çekiyorum hayata/Bozuluyor düzeni” mısraları olacaktı


GAZZE/Memduh ATALAY


Gazze

Ebabili  var , 

Yakacak ateşi de. 

Mesele bizim tavrımız

Bilirim Allah azze ve celle

Turnusol Ashab-ı meymene için

Gazze! 


Mikrofon mücahitleri, 

Korkak sövgüsünde 

Bir adım önde. 

Sözlüklerden silinsin

Anlamsız ve kof 

Kınıyorum ! 

Bir adım belki sapan taşı bile, 

Kınamadan önce. 

İnanıyorum, 

Allah azze ve celle

Kaybedilen sınav

Gazze! 


Törenler, 

Kara gömlek. 

Yusuf az bir paha ile 

Kapital terazide. 

Çok politik baylar ve bayanlar

Adı mümin kağıt üzerinde. 

İspanya sinesinde, 

Bir Tarık bin Ziyad şahlandı, 

Arabı, Türkü reel politik evresinde! 

Şeksiz şüphesiz, 

Allah azze ve celle

Tek hür İslamın kuyudaki evladı

Gazze!


Bir Ağabey, Üç Kişi/Melih Erdem




“Kılavuzsuz çıkılmış yol gibidir dost olmadan sigara içmek; yarım kalmıştır bir şeyler ve sanki hiç tamamlanmayacak gibidir… Ama elinde iki bardak demli çayla geliyorsa dostunuz siz tam da sigarayla ateşi buluşturacakken; tamamlanmaya hazırdır her cümle, çıkılmaya hazırdır her yol, beklenmeye değerdir geleceğine yürekten inandığınız her gemi, ölmeye değerdir mutlak doğruya koşan her dava.
Hacı Ahmet ERALP



Geçenlerde bir mesajlaşma telaşesinde Doktor Ağca bir kavram çıkardı ortaya. Konu tabi ki tıbbi bir mevzuydu ama alınan ilaçlar ve bulunan şifalar tıp literatüründe yoktu. Reçeteyi değiştirmeden aktarıyorum ki meramım net bir şekilde anlaşılsın: “Hemen 1000cc Sf içerisinde 1 ampul Destebaşı’nın sesinden şiir 1 ampul Türbedar tatlısı 1 ampul Evliya kerameti saatte 80 cc infüzyon”. Efendim bir topluluk düşünün ki cefası çok, şifası kendinden başkası değil. Yeryüzünde ve gökyüzünde, yerin altında ve göğün de üstünde ne kadar dert, tasa ve keder varsa, herhangi birine bu topluluktan herhangi bir kişi kapılsa, tedavisi yine bu topluluk. Altı yüz kilometre ötede olsanız da Destebaşı’nın sesiyle bir kederiniz yük olmaktan çıkıveriyor örneğin. Veyahut Türbedar’ın fikirli bir zarfı sizi o zalim gurbetten alıp, Kırlangıç’a bindirip (adamına göre Kuruyüz de olabilir) Kapıçam’a veya Sünii Cemevi’ne indirebiliyor. Daha da şapırdatayım; Evliyamız size kendini düşündürtürken bir anda arayıp en vahim hâlinizi çiçek bahçesine çevirebiliyor akıl almaz kerametiyle. Veya yine keramet gösterip sohbet ortasında Seher Yeli’ni çağırıverebiliyor. Hâl böyleyken tabi Doktor da maharetini, Hacısilin’den sonra, en mükemmel dost ilacını yaparak icra etmiş anlaşılan. Mesajının devamında da şu cümleyi kuruyor “Tahammül depolarını doldurup hastayı taburcu edelim, gurbetteki diğer dostlar var daha, bizim “üçler” hala elimizdeyken bol bol kullanalım”. “Tedavinin stoğu mu olur Doktor? Şifa tükenen bir şey mi? Gurbetteyiz, etme. Burada tahammül çabuk bitiyor. Dayanılmaz hale geliyor dost hasreti, iki kelimelik Destebaşı sesi, üç damla gözyaşılık Türbedar omzu, Allah iyi insanlarla karşılaştırsın dualık Evliya dili arıyor insan. Etme Doktor.” şeklinde cevaplar dilimde sıralanmış ama söze düşmemişken aklıma Bir Hocam geldi. İki Kişi. Allah hayırlı ömür versin, başımızdan eksik etmesin. Yine bu düşünceler içinde hafızamdan silemediğim hatıralar arasından Cennet Ehli peyda oluverdi. Dükkân’ın cennet tarafı. Ne kadar da fikirli bir ortam? Başkomutanlar mı dersiniz, Türküdarlar mı dersiniz, Seher Yelleri mi dersiniz, Güllüler mi yok veya Doktor mu eksik? Pilot bile var. Dervişmiş pilot olmuş misal. Avukat da var. Var oğlu var. Bir Cennet, Çok Kişi. Şuraya bağlayacağım ki meseleyi, Doktor zihnime farklı bir olgu enjekte etti üçler deyince. Bir Ağabey, Üç Kişi. Allah hayırlı uzun ömürler nasip etsin.