GÜLÜN DİLİ/ Hidayet BAĞCI

 












Karanlıktan aydınlığa uzanan yolların ilk hüzmelerinde başlar bu hikaye. Yılların anımsattığı zamanın, bugüne taşıdığı birçok hatıra dile gelir. İnsan bazen de bu zaman yolculuğunda kendini seyreder. Eskiden buna insanın kendi mağarasına çekilmesi yani münzevileşmesi denirdi. Şimdi ise kendini bulunduğu ortamdan soyutlaması gibi anlamalara gelen cümleler ne kadar da yabancılaştırıyor, özellikle insanı kendine…

Aydınlığa çıkan bir yolculukta başlar bu hikaye. Özellikle insanın kendini anladığı ve sevdiği bir zaman diliminde.. Yani zihnindeki bulutları güneşle sildiğinde, gözlerini açtığında başlar bu hikaye…

Ezgi işine gitmek için evin bahçe kapısını örterken gözleri köşedeki gül ağacına takılır. Aylardan kasım ve günlerden pazartesi. ..Mevsim en soğuk hava şartlarına sahip olsa da bu soğuk havaya inat gül ağacında bir tomurcuk gül olmaya niyet etmiştir. Ezgi kapıyı yarı aralık bırakıp gülü dalından zarif bir şekilde kırıp çantasına yerleştirir. İş yerine geldiğinde ilk işi çantasındaki gülü masasına bırakmak olur. Gülün rengi kırmızı, yaprakları ise yeşil ve tozludur. Peçeteyi suyla ıslatarak sanki bir dostun yüzünü siler gibi incitmeden yeşil yaprakların tozunu temizler.

Odasında aylardır sahibine ulaştırmayı isteyip de randevu alamadığı bir tablo vardır. O tabloyu sahibine teslim etmek için paketleme kağıdını çekmecesinden çıkarır. Beyaz bir kağıda da bu zamana kadar tabloyu ulaştıramama sebebi adına duygularını ifade eden birkaç not düşer. Kağıdı katlayıp zarfına bırakır. Zarfı kapattığı noktanın hizasına bahçeden kopardığı gülü bırakır, onu da oraya sabitleyerek yerleştirir. Genelde not kağıtları paketin dışına küçük mandal veya bant ile sabitleştirilirken, Ezgi gül dalındaki beyaz zarfı paketin içine yerleştirir.

Uzun zamandır randevu alamadığı kamu kurumuna gider ve sekretere hediye paketini bırakır. Görünürde paketlenmiş bir tablodur ve üzerinde notu olmayan bir hediyedir. Ezgi yolları adımlarken üzerinde çalıştığı tablonun beğenilip beğenilmeyeceğini düşünse de birden gül gelir aklına. Acaba gül bekleye bekleye kurur mu? Hediye sahibine ulaşırsa gül de vazonun dibindeki suda hayat bulur mu? Ezginin dünyasında tablo bir yana gül bir yana iki ayrı dert olur.

Ne gariptir ki insan da bir kuş misali bir kalbe sahip, kuşlar da insan misali bir nefese… Kuştaki kanat çırpmalar insandaki heyecanın bir tezahürüdür. Heyecan ve bekleyiş insanı sabırdan ziyade imtihana sevkeder. Oysa verilmiş bir hediyenin akıbetinin derdini taşımak ise bir yetersizlik belirtisi olabilir mi?

Ezgi yerine ulaşmasını beklediği hediyenin derdine düşmeden sadece gülün kaç gün içinde o pakette canlı kalabileceğini düşündü. Eğer bir köşede beklerse, yerine ulaşmazsa gül önce yapraklarını solduracak sonra da küflenip, kuruyup değersiz bir çöp edasına dönüşecekti. Bu gibi düşünceleri zihninden silse de gülün derdini taşıdı içinde, bir kuş misali belki de bir bülbül edasıyla.

Tablo tam zamanında sahibine ulaşırsa bu aynı zamanda emanet bıraktığı sekreterin görevini fazlasıyla yerine getirdiğinin bir işareti olacaktı. Bir nevi Ezgi güle bekçilik görevini vermişti. Akşam olduğunda Nagehan hanım tablo hakkında teşekkür için aradığında Ezgi, gül adına mutlu olmuştu.

Aydınlığa çıkan bir yolculukta başlar bu hikaye. Özellikle insanın kendini anladığı ve sevdiği bir zaman diliminde.. Yani zihnindeki bulutları güneşle sildiğinde, gözlerini açtığında başlar bu hikaye


ZAMAN/Musa YILDIZ


    

Kuru bir Sonbahar

Sarı kavak dalları

Poyrazın ıslığı

Kulaklarımda

Bir yol var eski zamanlardan

Tüm zamanların yaşadığı

Boşluklardan

Benim

Şüphelerden uzaklara

Gidemediğim, bağlı kaldığım

Duygu

Düşünce

Saklı kalmış duygulardan

Ve çırılçıplak bir zamandan.

                  1989 BANDIRMA


ENVER'İM/G. Hasan EJDERHA








Yürünür bu yol çıkar Türkistana

O ulu atalar iner Tanrı Dağından 

Bir beyaz düşer burma bıyıklarına

Dertlenir bir iç çeker Enver'im


Yarin özlemi deşer yüreğine 

Yarinden çok sevdiği vatanıda

Bırak vuslat ucmağa kalsın beyim

Uçmağda Nebiye komşu ol Enver'im


Mücahit olmak kolay değil 

Ama Cihat bize bir emirdir

Namımız öne atılan delidir

Mitralyoze doğru koş Enver'im


Çölde yine ümmete ol komutan

Küfür olsa da dört bir tarafı saran

Allah nidaları olsun yeryüzünü sarsan

Tekbir getir peşinden gelelim Enver'im


Yanındaki kırk çeri biz olalım

Yürü seninle Kızılelmaya varalım

Alemde nizamı bizler kuralım

Sen hayal kur biz yine ölelim Enver'im


Halid bin Velid atanın yolundan

Seyfullah olmak için yürüyelim

Hamza'nın imanından şuurundan

Kendimize yol belleyelim Enver'im


Dükkan Mumu Yanıyor Bu Akşam/Burak ÇIRAK

 



Her Cuma akşamı gün batımına doğru bir söz yayılırdı dostlar arasına:

 “Dükkan mumu yanıyor bu akşam.”


O söz, ne bir çağrıydı ne de bir emir…
Bir dostluk geleneğiydi.
Kimse kimseden “gelir misin” diye sormazdı, çünkü herkes bilir idi:
Cuma akşamı dükkan meclisi kurulurdu.

Dükkan…
Dışarıdan bakınca bir köşeydi yalnızca,
ama içine girince bir mağara sessizliğinde dostluğu saklayan bir sığınak olurdu.
Tütünün dumanı ağır ağır yükselir,
çayın demiyle sohbet koyulaşırdı.
Her bir dost, kendi yerini bilirdi.
Üdeba köşede susar, dostdaş kahkahayla söze girerdi.

Mizah serbestti ama edepsizlik yasaktı.
Biri mutlaka söze şöyle başlardı:

 “Aleyh serbest efendi, lakin gönül kırmak haramdır.”

Ve ardından gülüşmeler, dumanla birlikte tavana asılı kalırdı.
Bazen türküdar bir ezgi tutturur,
bazen bir suskunluk hepsinden çok şey söylerdi.

Dükkan mumu yanarken zaman dururdu sanki.
Ne dışarıdan bir ses girerdi içeri,
ne de içeriden bir kelime dışarı taşardı.
Meclis dağılırken kimse elveda demezdi,
çünkü bilirdik:
Bir sonraki Cuma, yine aynı mum yanacak,
aynı söz yankılanacaktı…

 “Dükkan mumu yanıyor bu akşam.”


Zar / Memduh ATALAY

 




Suyun akışından, berraklık seviyesinden kaynağı gören içgörü ile bulanıklığın farkında olan ancak temizlenir, akar su pislik tutmaz, anlayışı ile sabırla beklerken kova doldurma yarışındakilere sesi ulaşmayan hüzünkâr...

İyilik adıyla ve görüntüsü ile infakın nifak kokusunu duyan ancak arınma imkan ve ihtimalinden kimseyi uzak görmemenin iyi niyetinde ben...
Gözden ve gönülden kaçırmaların, dursun hele şurada anlayışının en örtülü perdesindeki yok saymayı fark eden ama kondurmama çabası ile tevil sınırını aşındıran iyi niyet...
Cemiyet adına taşıdığı ideallerin cemiyetin pazar tezgahında haraç mezat satılmaması için kendi idealini  satın alan idealist...

Aşk, ideal, fedakarlık, dostluk öldü denmesin diye bu kavramların kıvılcımını bile çoğu taşınır taşınmazdan üstün bilen altını camla değiştiren incelik... Çünkü camın kalbi var, kırılıyor...

Komita veya örgütsel bağa dönüşmüş birlikteliklerin dava soslu millet kurtarıcılığı pozlarındaki dayanılmaz kofluğu şak diye fark eden mefküreci...
Size huzur yok, size zafer yok, size kazanç yok...

Kalbinize tutunup yürüyün, yol hüzün yolu, azık hüzün, menzil tenha!


DÜNYA’DAN SAKINAN RUH/Samet YURTTAŞ

 












Gurbetin çirkin gölgesiyle göz göze geliyorum

Gözlerimi sakınıyorum aynalardan

Tırnaklarımda uzuyor zaman

Yıllar gövdemde çöreklenmiş bir yılan

Saçlarıma akıtıyor zehrini

Saçlarım bembeyaz

Saçlarım ak kor gibi

Sakınıyorum kendimi

Genç gövdemde yeşeren

Acı yeşili otlardan


Kovulmuş şeytan ıslıkları çınlıyor kulaklarımda

Başımı döndürüyor

Etime sinen dünya kokusu

Sakınıyorum kendimi

Rüzgâra kapılmaktan

Ve dünyaya alışmaktan

Başka bir adı olmalı diyorum

Bu çağın

Başka bir yeryüzü olmalı

Yoksa böyle sakınmazdım ruhumu

Dünyanın diriliğinden


Dut Gölgesinden Zeytin Ağacına Yolculuk/Burak Çırak





















Dut gölgesinde aradık seni, Ahmet abi,
Gölgen sessizdi, yapraklar suskun…
Dostlar diz dize otururken,
Bir sandalye hep boş kaldı.

Zaman geçti, yollar uzadı,
Rüzgâr bir başka esti bu kez.
Zeytin ağacına vardık sessizce,
Bir dalda senin adın,
Bir dalda senin kokun…

Zeytin yaprağında yazan bir dua var şimdi,
Adını taşır her esen rüzgâr.
Yazıp çizen dostlar değil artık,
Kalbimizde kazılı bir satır var.

Dut gölgesinden zeytin ağacına
Bir yol çizildi sessizce…
Biz hâlâ oradayız Ahmet abi,
Senin oturduğun yerde,
Rüzgârı dinleyerek…

HİÇLİK MAKAMI/ G. Hasan EJDERHA








Yıllarca uzaklara bakıp düşünürüm

neyi düşündüğümü bilmeden

aslında neyi düşündüğümü düşünürum

içimdeki sesi dinlemeden


önemli olan düşünmek değil akletmekmiş

akledince karanlıklar, karmaşıklıklar

düşünüp bulamadığım bütün çıkmazlar

gökyüzünde biryerde cevaba erişip 

kalbime bir nurla inermiş


var olmak önemli olmak değilmiş

var olmak olmak değilmiş

mevki makam bütün hitaplar değilmiş 

varedenin varlığında kaybolup

hiçlik makamına varmak imiş


ben yaşamak denen şeyle meşgulum

yaşamanın ne olduğunu bilmeden

amaclarım gayelerim var hayatta

mezara girmeden var olmak

ezelde verdiğim sözü tutmak

...

yarasaları izlerdim ben çocukken

görmeden yolunu bulan onları

hayretle izlerdim onları gökyüzünde 

karanlıklar içinde görmeden ucmalarini

gözlerini kapatıp doğru yolu bulmalarını


sevmedim ben bu yaşama işini

karanlıklar içinde ucmayı sevmedim

gözlerimi kapatıp akletmeyi

karanlıklardan uzaklaşmayı istedim

doğru yolu bulup görmeden uçmayı istedim 


özgürce uçmak istedim göklerde

kimse karışmasın kanatlarıma

ama çok kardeşimi gördüm

demirden prangalar kanatlarında

özgürlüğe uçamamanın yasında


herkesin hakkı var özgürce uçmaya

eğer alınmış bir hak varsa ortada

kanatlarım yarasa değil ebabil olmalı

bütün prangali kanatlar için

filleri yenen kanatlar benimkler olmalı


Sonbahar/Nurcihan Kızmaz



İnce bir sızıdır camda çay buharı,
dışarısı soğuk
yağmur boran demektir.
Ve düşmemek için direnen
bir yaprağın kırılganlığında,
sarı renkte bir vedadır 
sonbahar

Ağaçlar soyunurken rüzgarın karşısında,
Usulca uzaklaşır kırlangıçlar
parmak uçlarında.
Sessizliğe gömülen zamanın
yalnızlığında,
mevsimin soğuk algınlığıdır 
sonbahar.

Beyaz sabun kokulu perdeler,
mentol ferahlığında yuva yaparken evleri,
üşümeye başlayınca
tekir kedinin patileri,
babamın yün ceketi,
annemin el örgüsüdür 
sonbahar


SANDIM BENDEN BANA VARDIM/Şeyhşamil Ejderha

 









Ne yaptıysam 

kendim yaptım 

kendime.

Şikayetçi değilim 

doğan aydan

batan güneşten 

yahut 

yazdan


Ne yaptıysam 

kendim yaptım 

kendime

bir çocuk gibi

kırlarda dolaştım 

ilkin

sonra çınar gibi

serpildim

kök saldım 

sonunda Anka’ya

ulaştım.


Hamdım

piştim

yandım 

yakıldım.


Sandım 

benden 

bana

vardım.

Dost Ali/Burak Çırak



Gül Ananın cezbeli gülü,
Ali dost…
Dost meclisinin suskun dostu,
Gülüşü sessizliğe karışan güzel insan.

O gün, gökyüzü sessizdi…
Yürekler ise bir dutun gölgesinde inledi.
Gül Ana yandı,
“Ağlar Gül Ana, ağlar Mamoşum diye…”

Oğul… oğul… oğlu…
Yavrum… yavrum… yavrum…
Mamoş… mamoş… mamoş…

Her ses, toprağa düşen bir yaprak gibiydi.
Her ağıt, göğe yükselen bir dua.
Sen bir dut yaprağı gibi sessizce düştün hayattan,
Biz seni dutun gölgesinde bekler olduk.

Dost Ali…
Sen gittin,
Bizde bir sessizlik kaldı.
Rüzgâr esince hâlâ
Gül Ana’nın sesi duyulur:
“Mamoşum…”

BİR TEKAMÜL YOLCULUĞU/ Zehra BOYRAZ



Zamanın akışı acıyı ağır ağır dinginleştirir; fakat bazı belirli tarihler, hafızanın saklı izlerini yeniden kabartır. Yedi gün, kırk gün, bir yıl… Bu mânevî zaman ölçüleri, hüznü de sevinci de diriltme kudretini taşır.

6 Şubat depreminin sene-i devriyesi münasebetiyle üniversitemiz bir anma programı tertip etmişti. Bendenize de programda şiir seslendirmek üzere görev kılmıştı. Programdan birkaç gün önce, tertip eden Dr. Öğr. Üyesi Hidayet Bağcı aramış ve deprem konulu bir şiir okuyacağımı zannederken, “Hayır, depremde şehit olmuş bir şairimizin şiiri seslendirilecek.” demesi üzerine yüreğim kaskatı kesilmiş, bulunduğum ortamdan soyutlanmış bir hâl ile telefonu kulağımda tutmaya zor zahmet devam edebilmiştim. Yanımda bulunan arkadaşım hâlimi fark etmiş olacak ki ufak bir dokunuşuyla telefonun açık olduğunun idrakine varmamı sağladı.

“Kimdir bu şehidimiz hocam, ismini öğrenebilir miyim?” diye sordum.

“Elbette. Ferhat Ağca. Kendisi Ziraat Fakültesinde doktora öğrencisiydi. Şimdi sana şiirini göndereceğim” dedi.

Ve birkaç saniye sonra “Bakışına” şiiriyle karşılaştım.

Düşündüm: Bu nasıl ince bir ruhtur? Bu nasıl kelimeleri böylesine rikkatle işlemek, tasavvufî bir terbiye ile harmanlamaktır? Şiiri okuyunca merakım daha da artmış, şairin diğer eserlerine ulaşma gayretiyle araştırmaya koyulmuştum. Dedim kimdir bu Ferhat Ağca.

26 Şubat 2024 program günü geldiğinde, yakınlarını, eşini, dostunu kaybeden kişiler sırayla kürsüye çıkıyor, beşer dakikalık konuşmalarla yâd ediyorlardı. Sırada sunucunun, “Şimdi Ferhat Ağca’yı anmak üzere Öğr. Gör. Mehmet Yaşar’ı kürsüye davet ediyorum.” Anonsuyla kuliste yanımda oturan arkadaşlarıma, “Aa, birazdan şiirini okuyacağım kişiden bahsedecek.” dedim ve dikkat kesildim. Mehmet Yaşar şu cümleleriyle söze başladı:

“Yunus Emre Hazretleri ‘Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi

Hele bana şöyle geldi, şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze hak tanıktır, bu can gövdeye konuktur

Bir gün ola çıka gide, kafesten kuş uçmuş gibi’

Diyor o malum bildiğimiz nutk-u şerifinde. Sonra da şöyle diyor:

‘Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi’

Biz Ferhat'ın gök ekini gibi biçileceğini hiç tahmin etmiyorduk. Ölümle her ne kadar kol kola bir hayat yaşasa da, yaşama sevinci çok yüksek düzeyde olan bir arkadaşımızdı. Hatta bizim mahzun, melûl olduğumuz durumlarda bizim elimizden tutup o yaşama sevincini kalbimize de akıtan bir tarafı vardı. Ferhat 1992 doğumluydu, 31 yaşındaydı rahmeti Rahman-a uğurladığımızda. Murad alamamıştı dünyadan... ‘Allah güzeldir güzeli sever.’ Bu hadis-i şerifi Ferhat Ağca da çok severdi. Ferhat Ağca hakikaten çok güzel bir insandı. Her şeyiyle, her yönüyle. Çok kabiliyetliydi, musikişinastı, yazardı, şairdi. Maraş'ın çiçeklerini yazmaya başlamıştı. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi'nde, Evelahir dergisinde altı yazısı çıktı. Ziraat Fakültesi doktora talebesiydi. Tıbbi aromatik bitkilerle de alakadar olduğundan Maraş'ın çiçeklerini fotoğraflar, dağ dağ gezerdi. İnşallah onun o projesini bir devam ettiren olur. Çünkü çok farklı yazıyordu. Bir çiçeğin sadece akademik, kültürel ya da halk nezdinde bilinen taraflarını yazmazdı. Divan edebiyatını kurcalar, o çiçeğin bizim mazimizde karşılığı neyse onu da bulur çıkarırdı. Kahramanmaraş'a çok benzerdi. Dağlarına, ovalarına benzerdi.. Efendim tabi anlatacak çok şey var ama ben de onun bir şiiriyle bitireyim. Böyle kısa bir anma konuşması olduğundan çok vaktinizi almadan bitireyim. ‘Babamın Elleri’… Cümlesine Rahmet Ola.”

Sözlerini nihâyete erdirirken, konu benim için bütünüyle merak uyandırıcı bir hâle gelmiş, artık o anda yalnızca bir anma sadedinde şiir okunmayacaktı. Bilâkis onun adını, eserlerini öğrenmek ve dahası yaşatmak bir boyun borcu olarak ruhumda yer edecekti.

Malûmunuzdur ki sosyal medya, modern dünyanın neredeyse vazgeçilmez unsuru olarak addedilmektedir. Mevzu bahiste de bana yaramadı desem hakikati inkâr etmiş olurum. Zira bu vesileyle Ferhat Ağca’nın gençlik devresine ait paylaşımlarına muttali olabildim. İnsân-ı kâmilin yönünü kime ve nereye çevirmesi gerektiğini, hangi menzillerde durup ikametini ne üzere tayin etmesi icap ettiğini böylelikle daha derinden idrak ettim.

Adını öylece bir kez anıp geçmeyeyim hemen tabii. Mehmet Yaşar… Kendisini hangi ünvanlarla yâd etsem de, o ünvanların hakkını tam manasıyla îfâ edemeyeceğimi biliyorum. Daha evvel dost meclisi, “Destebaşımız, Hikmet Erbabı, Nevmiyye Tarikatı’nın Ulu Şeyhi, Şiir Piyasasının Murabba Şairi, Semerkant Türk’ü, Sanat Güneşi” gibi sıfatlarla yad etmişler. Ben ise şimdilik bunların cümlesini birden zikredip sözlerime bu minvalde devam edeyim.

Garbi Yeli’nin on birinci sayısında kıymetli hocamın kaleme aldığı bir teşekkür yazısı neşredilmişti. Vâr olsun. O yazıda şöyle diyordu: “6 Şubat depremlerinin acılarını yazmaya mürekkep yetmez. Özellikle Kahramanmaraş’ta uzaktan yakından bir sevdiğini kaybetmemiş kimse yoktur zannımca. İstiklal Harbi'nden sonra TBMM'den İstiklal Madalyası verilmek üzere mücadeleye katılanların isimleri istendiğinde “Maraş'ta Milli Mücadeleye katılmayan tek bir fert bile yoktur” cevabı verilmiş malum. Depremle ilgili de bu ifadeden hareketle denilebilir ki 6 Şubat depremlerinde Maraş'ta yakınını kaybetmeyen tek bir fert bile yoktur.”

Hamdolsun ki depremde birinci derece yakınlarımdan kaybım olmadı. Bu anlamda bütün bir ailesini, eşini, dostunu yitirenleri tam mânâsıyla idrak etmek, onların acısını aynıyla hissetmek elbette kabil değildir. Bununla beraber, şahit olduğum yakınlıklar, bu hissin uzağında kalmama mâni oldu. Zannediyorum, konuyu derinden hissetmemin sebeplerinden biri de budur.

Efendim, yolculuğumuz, türlü vesilelerin tecellîsiyle karşımıza çıkan menzillerden ve mülâkilerden oluşur. Bu yolculuğun bir başka menzilinde, Ahmet Doğan İlbey ismi gönlüme bir vesileyle nakşoldu..

Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Fetih Yanardağ hocamın odasına birkaç kez uğramam sonucu; o ziyaretlerin birinde, masasında duran Ahmet Doğan İlbey kitabına dikkat kesildim. Merakımı ketmedemeyip kitabın içeriğini sordum. Hocam tebessümle, “Bilge Doğan hocanı tanıyorsun, programlarda karşılaşmışsınızdır. İşte onun babası. Depremde vefat etti. Ahmet Doğan Bey; mühim bir yazardı. Bu kitap da dostlarınca hazırlanmış bir eser. İçinde hem kendi kaleminden çıkan bazı yazılar hem de ardından dostlarının yazdıkları yazılar mevcut. Epey kıymetli bir kitap; istersen Kültür Daire Başkanlığından temin edebilirsin” dedi.

Hocamın bu sözleri üzerine merak ve heyecanla kısa bir vakitte kitabı temin ettim. Birkaç gün içinde de derin bir hissiyatla okudum.

Eserin münderecatında, “Ahmet Abi Güldestesi” başlığı altında yazarın 15 yazısı; ikinci bölümde ise “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” başlığı altında, dostlarının vefatının ardından kaleme aldığı hatıra, mektup, şiir, vefeyat ve portre türündeki yazıları yer almış.

Burada hoşgörünüze sığınarak akıştan biraz ferâgat edip sözlerime öyle devam etmek isterim. Malûmunuzdur, dostluk bahsinde nice yazar kalem oynatmış, nice eser vücuda gelmiş; nice sözler söylenmiş, yazılmış, çizilmiştir. Elbette misaller vermek, bu konu üzerine söz açmak mümkündür. Bu minvalde dostluk mefhumunu insan-ı kâmilin seyrü-sülük merhaleleriyle birlikte düşündüğümüzde, onun hakikatini daha berrak bir sûrette idrak etmeye nâil oluruz.

Dostluk, başlangıç evresinde benlik inşasına eşlik eder. İnsan evvela “Ben kimim?” suâline cevap ararken iç âlemine rücu eder; bu seyrü seferde dost bir ayna misali zuhur eder. Zira kişi, dostunun sinesinde hem kendi sûretini hem de gönül dünyasının mihenk taşını keşfeder; insan, dostu vasıtasıyla hislerinin hududunu tecrübe eder ve “ben” mefhumunun mahiyetini idrak etmeye başlar.

Olgunlaşma evresinde ise insan, ömrün seyrinde hayata, değerlere ve hakikate yöneldikçe dostluk ahlâkî bir duruş, hikmetli bir meşrep hâline gelir. Bu menzilde dostluk, sadâkat, vefâ, merhamet ve hakikat arayışı gibi ulvî hasletlerle mündemiçtir.

Velhâsıl, Ahmet Ağabey’in ebedî âleme göçünün ardından dostlarının kaleme aldığı yazıları okuyunca anladım ki, bir yazar, bir mütefekkir, bir fikir adamı olmasının yanı sıra -Hasan Ejderha hocamın da deyimiyle- Tam anlamıyla dostluk kavramının karşılığı Ahmet Doğan’dır. Yirmi küsur yıllık ömrümde bu mefhumun yüceliğini, ağırlığını ve herkese kolayca nasip olmayacağını—biraz şaşkınlık, biraz hüzün, çokça şükürle—kavramış oldum. Bin şükür.

Elhamdulillah; okuyup araştırdıkça, şükürlerimiz yalnızca dostluğun mahiyetini kavramakla nihayetlenmedi tabii. Bir dostluk abidesi Ahmet Ağabey’in hüzün, türkü, fikir ve sohbet ehli kimse olduğunu, hayatını bu yol üzere çizdiğine muttali olduk. Hüzün denilince bu hususta kaleme aldıkları hatırıma düşer: “Acizâne benim “hüzün” den anlamaklığım kelimenin düz anlamından, şahsî dertleri ifade eden mânâsından farklıdır. Dar ve düz anlamlarının ötesinde, Müslüman Türk irfânında bu kelimeye kazandırılan maveraî bir duygu ve düşünceyi ihata eden ve ferdî - mistik yaşayış ile bu dünyadaki varoluşun sebep ve imtihanlarını vahiy merkezli bir ıstırap ve derinleşmeyle geçirmek yahut "içeride" yoğunlaşmak anlamlarıyla kullanıyorum… Hüzün, Yunusleyin Anlamaktır.

Belki enteresan gelecektir, acizane ben hüzünde buldum hakikat aşkını, yaşamaklığımı, yaşama sevincimi ve bu kirli çağda yeniden “diriliş” gücümü. Hayatımın motivasyonudur hüzün. Hiçbir vakit kasvet olmamıştır. Hep aşktır, sevgidir, gözyaşıdır fakat yeis değildir. Güzellikleri ve hayatı hüznün şirâzesinde tutmaktır…”

Hüzün evvelce zihnimde bir iç sıkıntı, buhran anlamlarına tekabül ederken, Ahmet Ağabey’in satırlarında bambaşka bir mânâ kazandı. Ne vakit yüreğime bir ağırlık çökse, hep dert hep keder demekten hâyâ eder oldum. Belledim; hüzün ruhun terennümüdür, hakikate çağıran bir nidâdır, bir tefekkür menzilinin adıdır, inancın ve iradenin mistik bir meşrepteki kamçısıdır. Bir de, yüreğimizi lime lime eden, gönlümüzü vecd ile meftun kılan; hele ki bin miligramlık olan türkülerle mevzubahsi mündemiç vaziyette düşündüğümde -Türkülerle de Hüznümüz Allah’adır Bizim” yazısını okuyunca- hepsi birbirine yâren oldular gönlümde.

Burada yine hatırıma düşen, H. Ahmet Eralp Ağabeyimizin bir röportaj sırasında ifade ettiği, hülasa kabilinden kelâmını zikretmek isterim: “Kendi içimde düşündüm; Ahmet Abiyi bu kadar seviyor olmak, imanım açısından bir sıkıntı olur mu diye. Ama sonra fark ettim: Onu sevmek, türküyü sevmek, türküyü sevmek hüznü sevmek, hüznü sevmek ise -ki Hz. Hüzün Sünnetlerin Efendisidir başlıklı bir yazısı var- sünneti sevmek demek. Sünneti sevmek de Resulullah’ı, âlemlerin efendisini sevmek… O zaman dedim ki, ben Ahmet Abiyi severek Seni severim.” Sözlerini sarf etmişti. Buradan hareketle Ahmet Ağabey’e duyulan sevgi, türkü ve hüzün aracılığıyla sünnete ve Resûlullah’a uzanıyor; Resûlullah’a duyulan muhabbet ise hâliyle Allah’a yönelen bir istikameti işaret eder. O halde sevmek dahi bir ibadet makamıdır –hele ki menzili Allah ise…–

Hatırımıza düşenleri anımsadık, bir röportaj üzerinden misal verdik. Şimdi ise sözlerimi olayların peşi sıra gelişen seyrine doğru taşıyayım izninizle.

Ferhat Ağca’dan bahsederken, bir “boyun borcu” ifadesini kullanmıştım. Aynı meclisin müdavimlerinden olan Ahmet Ağabey’i ve Fazlı Bayram’ı da gönül dünyama nakşeyleyince, yüreğim bir vecd haliyle kabardı. Öyle bir kabardı ki bu vecd hali, şehadetlerinin ardından yalnızca rahmet dileyerek yâd edilemezdi. Mutlaka, muhakkak bir şekilde devam etmeliydi; okumak, araştırmak, tamam. Fakat dahası olmalıydı, ne olabilirdi…

Lisans sürecimin üçüncü yılını tamamlamıştım. 2024 haziran ayının son günlerinde bir sebeple okula gitmem gerekiyordu. Bölümümüzdeki hocalarımızın odalarının bulunduğu kata çıktığımda panoda, dördüncü sınıfa geçmiş öğrencilerin lisans bitirme tezlerini hangi alan ve hocadan aldıklarını gösteren bir tablo asılı olduğunu gördüm. Bir yandan ismimi arayıp bir yandan alanımın Yeni Türk Edebiyatı olmasını umarken çok şükür Zehra Boyraz kısmının karşısında Prof. Dr. Kemal Timur–Yeni Türk Edebiyatı açıklamasını gördüm. Heyecanım benden öylesine bağımsız bir vaziyete bürünmüş olacak ki, gözlerimi panodan ayırmamla birlikte direkt tez danışmanım Prof. Dr. Kemal Timur’un odasına yöneldim. Kısa bir hal hatır faslından sonra hocama mevzuyu açtım.

“Hocam, bu yıl bitirme tezimi sizden alıyorum. Gönlümde uzunca zamandır yer ettiğim bir konu var. Uygun görürseniz, depremde vefat eden üç edebiyatçı üzerine bir tez yazmak isterim. Ahmet Doğan İlbey, Ferhat ağca ve Fazlı Bayram. Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi müdavimleri…”

Hocam, “Tabii, biliyorum… Epey anlamlı bir konu düşünmüşsün, olur elbet. Ahmet Doğan Bey, doktora öğrencimiz Bilge hocanın babası. Hatta yakın zamanda Büyükşehir Belediyesi tarafından basılan kitabı çıktı. Şu kitap… bu kitabı kendine rehber edinebilirsin. Aynı zamanda Bilge hocanla da iletişime geçebilirsin… Şimdi tezinin adını belirleyelim: Depremde Kaybedilen Kahramanmaraşlı Şair ve Yazarlar Üzerine Tahlili Bir Çalışma: Ahmet Doğan İlbey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram.”

Şeklinde belirlemişken birkaç gün sonra Bilge Doğan hocamı ziyarete gittim. Kendisiyle o vakte kadar yalnızca programlar vesilesiyle bir araya geliyorken o gün babası üzerine bir bahis ziyareti tecelli etti.

Bilge hocam, acının eşiğinde bile vakarını muhafaza eden, her hadiseyi rıza penceresinden tefekkür eden bir gönül insanı. Bir şiirinde şöyle diyordu Sibel Kök hocam: “İnsanız a canım, onurlu yaralar taşıyor gövdemiz, yağmalanmış ruhlarımıza ruh üflüyoruz yeniden taze bahar çiçekleriyle” mısraları Bilge Doğan hocamın gönül iklimine ne de güzel tercüman olur. Zira o, imanının asaletiyle “onurlu yaralar”ını teslimiyet nişanesi gibi taşıyan, yüreği yanında bir gönül eridir. Babasının vefatının ardından “Allah-u Ekber!” nidalarıyla, gözyaşları içinde “Elhamdülillah benim babam şehittir!” diye haykırdığını yazısında okuyunca, teslimiyetin böylesine celî bir tezahürüne şahit oldum; şükürler olsun.

Hocamla birkaç hoş sohbet girizgâhının ardından asıl konuyu kendisine açtım. Babası ve dostları üzerine bir tez yazma muradımı arz eyledim. Vâr olsun, kıymetli aracılığı ve yönlendirmeleriyle birlikte adım attım. Bu vesileyle ilk süreçte Memduh Atalay, İsmail Göktürk, Enver Çapar ve Hasan Ejderha hocalarımla hem tanışmış oldum hem şahitliklerinden istifade ettim; çok şükür.

Öncelikle Ahmet Ağabey’in, sonra Ferhat Ağca’nın, daha sonra ise Fazlı Bayram’ın eserleri üzerinden bir tahlil çalışması yapmaya Bismillah diyerek başladım. Ardından dostlarının mevcut hatıra yazılarıyla devam ettim. Sonrasında ise, kelâmı yüreğinde kalanlarla birlikte bir röportaj sürecine adım attık. Ama ne süreç ya Rabbi! Anlatana bin hançerin saplandığı, dinleyenin ondan az kalır yanının olmadığı… Bu doğrultuda pek çok kıymetli isim hatıralarıyla çalışmanın yüreği oldular. Kıymetli hocam Mehmet Yaşar’ın aracılığıyla Mehmet Raşit Küçükkürtül, H. Ahmet Eralp, Fatin Rüştü Kayıran, Osman Gedik, Beyhan Yeter, İbrahim Bayram, Melih Erdem, Ayşe Ağca Erayman ve Ömer Faruk Ağca’nın şahitlikleriyle nasiplendik.

Röportaj esnasında tezahür eden bir sızı, ses kaydını çözümlerken de metne döküp revize ederken de her bir aşamada dirildi, dirildi. Nihayetinde bin miligrama erişti. Bakıldığında akademik bir gaye ile dile getirilen bu şahitlikler ve hatıralar, yalnızca ilim sahasına hizmet etmekle kalmadı tabi. Hüzünle başlayan, vefa ile yoğrulan, teslimiyetle olgunlaşan bir iç yolculuğa evrildi.

Onlarla dünya hayatında tanışmak, vakur duruşlarından feyz almak, istifadelenmek kaderde yokmuş. Fakat şehadetlerinden sonra ardında bıraktıkları hatıraların ruhuma işlenmesi, düşünceleri, idealleri ve ahlaki vakarlarıyla bütünleşmeme vesile oldu.

Süreci naklederken, her bir gelişmede “şükür” demeyi ihmal etmemeye gayret ettim. Zira her safha, kendi içinde bir hikmet taşıyordu. Fakat sözün hâsılı; asıl şükür, onların ardından kalan bu izlerle hemhâl olabilme nimetine olmalıdır.

Rahmetler olsun…

Fikir ve irfan ehli mümtaz bir şahsiyet Ahmet Doğan İlbey’e

Tercümanı, Maraş’ın sekizinci güzel adamı Ferhat Ağca’ya

Türküdârı, dünyaya çelme üstüne çelme takan efsane başkan Fazlı Bayram’a

ve tüm şehitlerimize…

Bin rahmet


Hüseyin Burak Us'un Şiir Kitabı "GÖMLEĞİM ŞURADA KURUSUN"/Hasan EJDERHA

 


   

"GÖMLEĞİM ŞURADA KURUSUN", Hüseyin Burak Us'un beşinci şiir kitabı. Şiirin yanında tiyatroya da gönül vermiş bir sanatçı Hüseyin Burak Us. Onca zor şartlar altında ÇAĞIN Tiyatrosunu kurup, sahneleyeceği oyunların oyuncularına bizzat kendisi tiyatro dersleri vererek, hem oyunları yönetti hem de oynadı. Bir şair olarak şiir tadında oyunlar sergiledi.


"Bir Çocuk Tutar Ellerimden" "Kim Geldi Penceresi" "Kapıyı Tekrar Çal" "Maraş Gözeli" ve "Seçkin Şairler Antolojisi" eserleri ile tanınan Hüseyin Burak Us, GÖMLEĞİM ŞURADA KURUSUN şiir kitabıyla her kitabında olduğu gibi yeni bir zirveye çıkıp oturmuş. Kitap BİRNOKTA Kitaplığı şiir serisinin 49. kitabı olarak çıkmış. Yetmiş dört sayfa; Şiir Tamircisi, Tebessüm Molası ve Z Harfi isimleri altında üç bölümden oluşuyor.

Hüseyin Burak Us'un GÖMLEĞİM ŞURADA KURUSUN adlı şiir kitabında otuz nefis şiir okuyacaksınız. Şairin mısralarındaki zekice söyleyiş buluşlarını farkettikçe şiir okumanız zevkine varacak, imgelerinde kendi yaşamış olduğunuz hayatınızın izlerini bulacaksınız. Söyleyiş zenginliğinin hazzını yaşarken, "Beni Yazmış" diye bir duygu gelip geçecek yüreğinizden.

"Kendini bir unutsa yanımda
Gurbette olsa büyük A gibi
Yaşarım satırının başında"


Hayırlı İşler Ramazan Şiiri'nden:

Böyle dolup taşınca bu çağın çeşmesinden
Ölüm mü desem tütün mü bu içimde biriken
Reklâm arası iman yakışmazmış mümine
Anladım seher vakti nefsimi süpürürken


Tebessüm Molası:
(...)
II.
Elleri cebinde ütülü mevsimlere
Sevdirirken çizgili yüzünü
Dudaklarında ayağını uzatmış
Dinleniyordu dünü


Gitme:

(...)
Gidip de bozma gönlümün hizasını
Ummadığı yerden yorar şehirler insanı
Kıyamet gibi kopar dalından çiçekler
Haritada durduğu gibi durmaz şehirler

(...)

"Dünyada söylenmedik söz kalmadı" der büyükler. Böyle bir durumda ne söylemeli öyleyse? "Ne söylediği değil, nasıl söylendiği önemli" sözünü de yine büyükler söyler.

Birbirini tekrar eden, hatta taklit eden, başkasını taklit ederken bile kendi içinde tekrara düşen insanların kendisine şair, yazdıklarına da şiir dediği bir ortamda Hüseyin Burak Us tertemiz söyleyişi ve kendi üslubuyla remz bir şair.

Her kitabının yayınlandığında, her mısraını okuduğumda iftihar ettim onunla. Bundan sonra da nice nefis şiirlere ve kitaplara imzası ne kadar da yakışacak. Ben ise onu bu zamana kadar olduğu gibi muhabbetle takip ederek duacısı olacağım.

HARMAN YELİ/Samet YURTTAŞ

 










Bu iğde kokularını geç

Mayısları ve nisanları da

Ellerini ısırgan otlarından sakın

Onların gece kaşıntılarından da

Ansızın bastıran haziran yağmurlarında dur

Kalbini çıkar ve avuçlarında ıslat

Biraz afet biraz tufan sonrası

Açılan yeryüzüne bak

Toprak atarken üstünden haziran yangınını

Bir sigara yak

Dumanı dağıtsın kara bulutları

Ve köylülerin dinmeyen korkularını

Yüzünü güneşe kat

Ve gülümse

Bir çiftçinin alın teriyle nemlenen

Buğday sarısı yüzüne

Harman yeli eser onların göğüslerinde

Sen savrulan samanları görürsün

Bunları atla

Kırlara koş

Kırlarda açan gelincikleri topla

Nasılsa eşdeğer rızka


Ordugahtan Namazgâha/Aziz Can KARAKOYUN



Şehr-i İstanbul’a intikal ve ikamet edişimin ilk ayında, gaziler diyarı ve evveli başkentimiz Bursa’daki dostları görmek maksadıyla; başkumandanımız Ahmet abinin dostluk tabirlerini ve nasihatlerini sırtıma, başka başka ama hepsi de bambaşka şehirlerdeki dostları gönlüme, Emre Acıharap’ı da yanıma kattım. Cihanda bize ağabeylik eden Cihan Alliş’in, yar gibi yarenlik eden Kadir Aydın’ın ve sessizliğiyle bizlere yoldaşlık eden Davud’un yanına “kaçak dükkân” eylemeye gittik.

Evvela, Cihan Alliş’in bizi epeyce dolandırmasından sonra (sanıyorum ki şehir hakkında önceden bilgimiz olsun diye), nihayet yalnızca iki gurbetçinin gözünde yanan dükkân mumunu görüp kucaklaştık. Dostluk gibi karnı da aç olan Emre Acıharap’ı doyurmak için Cihan abi, kollarımıza girerek biz iki fakiri götürdü. Amma velakin bizi dosta götürdüğünü, sokak başından bir mumla daha gelen Kadir Aydın’ı görünce anladık. Onunla da kucaklaştıktan sonra, hemen yanı başımızda olan Ulu Camii’nde namazımızı eda eyledik. Mülkü cihan olan Osman Gazi ve Orhan Gazi’ye selam durup dua ettik.

Taşı toprağı, ilim medreseleri ve camileriyle bereketli olan sokakları geçerek Haraççıoğlu’nda Osmanlı çayı, doğal sahlep ve çay eşliğinde ilk “kaçak dükkân”ımızı gerçekleştirdik. İkindi namazını ise evveli başkentin ilk camisi olan Alaaddin Camii’nde kıldık. Dualı dillerimiz ve abdestli adımlarımızla aziz dost Davud’a vardık. Kısa bir hasbihalden sonra Cihan Alliş’in evine intikal ettik. Demli ve dükkân kokulu çay ve tütünlerimiz eşliğinde nihayet ertesi tatil olan dükkânımızın mumunu Bursa’da da yaktık.

Sabahleyin, Cihan abimizin bizlere Göçmen Parkı’nda gurbetçi dostlara ısmarladığı ecnebi kahvesiyle Bursa’dan İstanbul’a geri döndük.