SÜRGÜN YAZILAR / mehmet mortaş

Hücre

Soyut çemberin çepeçevre sarmalayan ham kelimelerinden pişirilmiş hayat savruldu, yaralar aldı ateşten acılarla. Ruhumuzun uçsuz bucaksız sahili sanayi artıkları yiyen insanların istilasına uğradı ve ben kendi hücreme döndüm kendi benime, kendimin içine. Kendi içimdeki hücrem karanlık ülkelerden daha geniş, cahil cümlelerle kurulan şehirlere dönüşmüş. Uzak iklimlerin bağrında yanan gönül ateşi sönmüş kendi kendimin iç dünyasını hücre evine dönüştürmüştüm. İkiyüzlü maske fabrikaları üreten insanların ülkesinden kovuldum, dillerinden fitne salyaları akıtan makamlarına mevkilerine gücüne secde eden kavmin karanlık dünyasından kovuldum. Aldım bir yanımda etrafımda pervane gibi dönen göğü bir yanımda ayaklarıma bir halı gibi serilen yeryüzünü. Aldım yanıma iğne uçlu suskun cümleleri sabır tarlasına ektim, ateş yağmuru yağdı taşlaşmış kalplerin zalimliğini etkilemedi, cahillik rüzgârı esti kuruttu ruhlarda yeşeren güzellik tohumlarını.

Maskelerle süslenmiş bir dünyadan, maddenin gönüllere putlardan şehir kurulmuş insanlardan, hayallerin gölgesinden tarumar olan hayatlardan, kaosun ibadethanelere döndüğü ve kişilik kazandığı mekânlardan gökyüzünde kendi nağmelerini söyleyen ve vurulan kuş gibi gittim yalnızlığın hücresine. Yaşadık ve yaralandık ikiyüzlülüğün ülkesinden geçerken, yaşadık ve hüzünlendik mevkiler makamlar etiketler put haneye döndürülürken. Yıkılmış viran olmuş ruhların yanından geçtim düşüncelere ibadet eden ve sahte gülücüklerle kendi tanrılarına dualar devşiren. Tabutları kişiliksizlik kabuğu bağlamış fakat taze ölü modunda hareket eden inançların turizmini yapan grupların toplulukların yanından geçtim kalbim yaralara alarak. İki yüzlü maske üreten ve hayatı gölge oyunlarıyla irade etmeye çalışan fabrikalara savaş açtım Donkişot gibi. Yürüdükçe yaralandı ruhum maskeler ülkesinde, yürüdükçe inançların belli şekiller altında pazarlandığını gördüm, gördüm ve ürperdim parmak uçlarıma kadar. Gördüm ve gece karanlığından utandı sessizce matem dolu ay ışığının altında. Ve suskunluğun, sessizliğin, Yusuf’un kuyusundan bir parça koparılmış yalnızlığın, hirada okumanın ruhunu aldım, hayat kelimelerini tesbih gibi dizdim, eflatunun mağarasından gölge oyunlarına sırtımı döndüm ve gökten iner gibi indim indim hücreme. Sığındım. Kendi kendimle buluşmanın vakti gelmişti, maskelerin içine sinmiş, saklanmış sinsi dünyanın ucuz cesaretlerin, saçları taranılmaktan, secde etmekten koltukları aşınan sanayi artıkları yiyen insanların arasında döndüm suskunluk hücresine. Yeryüzü ikiyüzlülüğün dokunuşlarına teslim olmuş dokunmatik bir dünya kurulmuştu ibadethanelerin cafcaflı binalarında. Aklımı cam bir fanus içine aldım tek hücreli yalnızlık gibi duran sığındığım hücrede. Cam fanus kırılgan yeryüzünden yapılmış kendim dahi anlayamadığım, yeryüzündeki bütün elementleri barındıran dünya şeklinde kafatasım. İçinde bulunduğum etrafı kırılgan cam fanusla çevrili hücreme rüzgârı sığdırmaya çalıştım, essin istedim kentin ikiyüzlü uğultusuna karşı. Sessizliği hücremin duvarlarına boyamak istedim, şehrin devasa gürültüsüne karşı ve suskunluğumu kendi hücremin göğü yapmak istedim, çok şey anlatsın hayatın çıkmazlarına.


Yaramı sever gibi sevdim yalnızlığımı. Dünya sadece tek hücreli yalnızlığım kadardı ve sığmıyordu. Yeryüzünün derin düşleri bağımlılık yapıyordu hayatın ucuz taraflarına. Savruldukça savruldum kendi nefslerinin üzerinde şehirler yükselten, koltuklara secde eden kavmin son demlerinde. Kıyametin uğultusu yeryüzünü yavaş yavaş yiyordu. Ateşte kızarmış kelimelerimi topladım savruk, ikiyüzlülükle kırılmış cümleleri bir kenara attım ve yeniden doğmak için küllenmeyi bekliyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder