Bizim köylüler radyonun antenine “anten” demez, “çıbık -çubuk-“ derdi. Kâye Ali alıncaya kadar bir tek Köroğlu’nun radyosu vardı, köyde. Köroğlu yaz kış bağrı açık gezerdi. O gün sırtında abası varsa abanın, gömlek varsa gömleğinin yakası neredeyse karnına kadar açık olurdu. Tamamen kılla kaplı vücudunun yanı sıra; ağzında kalan irili ufaklı birkaç sarı diş görünüşüne ayrıca bir çirkinlik verirdi. Köyün bütün çocukları ondan korkardı. Dedemgile çok gelirdi. Bizim ev dedemgilin evinin yanındaydı. Ben avludaki karadutun dibinde görmemle kaçmam bir olurdu. Ta ki günün birinde; kucağında radyo, anteni havada, mehter takımı gibi sağa sola döne döne dedemgile gelinceye kadar…
Adana’ya pamuk sulama işine giderdi. Dediklerine göre, o sene çok para kazanmış. Radyo almış. Erkekler “Eşk olsun, iyi etmiş.” dediler. Kadınlarsa “Deli, ocağı batmayasıca.” Fakat ajansından aranjmanına, şarkısından türküsüne hep beraber dinlediler. Sonra bir gün radyoda türkü çalınıyordu. Ben de oradaydım. Yine çocuktum. Şıho şehirden geldi. “Bu radyonun adamın sesini çekeni çıkmış!” dedi…
O, adamın sesini çeken radyo ile ancak on yıl sonra, bir marangoz atölyesinde tanışabildik. Şehre taşınmıştık. Liseye başlamıştım. Bizim Mahmut, Durmuş Hüseyin’in marangoz dükkânında -atölyeye dükkân diyorduk- çalışıyordu. Ben yarım gün okula gidiyordum, yarım gün dükkâna. Çeyiz sandığı yapıyorduk. Bazen iş çok oluyordu, sabah önce dükkâna gidiyordum. Sonra eve gelip üzerimi değiştirerek okula yetişiyordum. Okuldan sonra dükkâna. O zaman yedi kardeştik. Anam, babam dokuz. Ve haftada birkaç defa köy otobüsünü kaçıran misafirler. Salon, oturma odası, yatak odası, mutfak, kiler ve çocuk odası dâhil toplam iki odamız vardı. Balkon yerine evimizin toprak damını kullanıyorduk. Yazın yatıyorduk da orada. Yalnız bir sıkıntımız vardı: Dama komşunun evinden çıkılıyordu.
Okulda üç günde bir kavga çıkıyordu. Cam çerçeve yere iniyordu. Aynı sınıfta, yan yana oturan öğrenciler dünyayı birbirine dar ediyordu. Hocalar ikiye bölünmüş, horoz dövüştürür gibi öğrencileri birbirinin üstüne atıyordu. Bizim gibi birçok arkadaşımızın okul kitapları dışında okuyacak kitabı yoktu. Şehir kütüphanesindeki kitaplar, hocaları tarafından ödev verilen tembel öğrencilerin gazabına uğramıştı. Hevesle okumak istediğin hemen her kitabın birçok sayfası yırtılıp alınmıştı. Ve geceleri şehrin karanlık sokaklarından silah sesleri geliyordu.
Havaya taş atıp başımızı altına tuttuğumuz zamanlardı. Gençtik. Kanımız kaynıyordu. Akşam bin çeşit hayalle koyuyorduk başımızı yastığa. Dünyayı kurtarıyorduk. Fakat sabah uyandığımızda kaynayan kanımız içimize akıyordu. Yokluğun milyon türlüsü hayatı boğazımızda düğümlüyordu. Sonra çapulcu sürüsü, başıbozuk bir ordu tarafından yağmalanan çadırların yararlı çocukları gibi dükkâna giriyorduk…
Ferdi söylüyordu; “Her gecenin sabahında başım yine döner, döner/Getirmiyor seni bana, kısa kalıyor geceler, geceler” diyordu, adamın sesini çeken radyoda. Birkaç tahta parçasını bir araya toplayarak yapmış olduğumuz dolapta kaset bir taraftan bir tarafa durmadan sarıyordu. Teypten iki metre kadar uzakta, kablosu pencerenin üzerindeki çiviye sarılmış hoparlör "’Bir ben miyim?’ diye, of, baktım ki etrafıma/Hepsi doğuştan dertli/Benim gibi sevenler, sevip sevilmeyenler” diye, diye dükkânı dolduruyor, dilimize tercüman oluyordu. Bazı hafta sonları, yani pazar günü çalıştığı işyerinde babama sekiz beş nöbeti yazılıyordu. Bekçiydi babam. Anam, sanki babam bilmiyormuş gibi o hafta harçlığımızı fazla verirdi. Çiçek Sineması’nda haftalardır Ferdi Tayfur filmi oynadığını, bizim kendi aramızdaki sohbetlerimizden bilirdi. Sabah seansına bilet almak için koşardık ama gece seansına zor bulurduk. Sinemadan çıktıktan sonra eve gelirken film hakkında konuşurduk. Bazen önde yürüyenlerin anlattığını duymak için arkadan gelenler onlara yaklaşırdı. O zaman, hemen her sokak başında bekleyen polisler; ellerimizi duvara dayar, tekmeleyerek ayaklarımızı açar, üstümüzü arar, kimliklerimizi kontrol eder ve ikişer sillenin ardından “İki kişinin yan yana yürümeyeceğini bilmiyor musunuz?” der gönderirdi. Türkiye’de, Kahramanmaraş’ta, Uzunoluk Caddesi’nden…
Televizyon bir tek Nazif’in kahvesinde vardı. Ferdi Tayfur arabeskçi olduğu için televizyona çıkması, radyoda şarkı söylemesi yasaktı. Yılbaşı gecesi; belki? İlk akşamdan kahvede yerimizi alırdık. Çay üstüne çay verilirdi. Çay istemeyenin avucuna hemen sakız koyardı garson, çay fiyatına. Boş yok yani. Gece on bire kadar beklerdik. Yok! Polis gelirdi. On birde kahveyi kapatırdı… Babam kahveden geldiğimizi bilirdi. Eve televizyon alamadığı için hayıflanırdı. Bize demezdi tabi hayıflandığını. Ama biz anlardık.
Ferdi Tayfur öldü... Mekânı cennet olsun. Devletimizi yöneten tüm ekip onun ardından süslü süslü laflar ediyor. Milletimizin vekilleri, belediyelerimizin başkanları üzüntülerini ifade ediyorlar. Televizyonlar kimin taziye mesajını yayınlayacaklarını şaşırıyor. Sosyal medya gırla gidiyor. Bize yıllardır Batı müziğini, Batı kültürünü dayatan; Ajda Pekkan’a, Ali Poyrazoğlu’na, Zeki Alasya’ya ödül veren, Ferdi Tayfur’u radyosunda dinletmeyen, hâlâ televizyonunda izletmeyen, şehirlerinin meydanlarında şarkı söyletmeyen kim varsa hepsi sırada