SOYLU YOLCULAR/Hasan EJDERHA


Yolcular yüklenmiş sırtına
Yol gidiyor
Yolcu gidiyor
Yüzbinler revan olmuş
Erkek, kadın ve çocuk
Ve yaşlılar, hastalar
Bir ulaşsalar evlerine
Şehitlerine
Olmayan evlerine
Olduğu kadarıyla
Evlerine
Evlerine giden
Yolu incitmeden.

İncitilmiş yol
İncinmiş yolcular
Ve incinmiş
Evler ve âğaçlar
Zeytin, portakal bahçeleri
Önceki halinden
Eser yok şimdi
İncinmek ne ki
Her biri göğsünden
Yemiş hançeri
İncinmek denince
Feryat etti
Cümle harfler
Kelimeler
Ve masum ifadeler

Giderler 
Soylu başları dik
Giderler 
Bir kutlu yolculuk
Yeni bir tomurcuk
Doğrulup
Bir daha umut
Yollar kırık
Kalpler kırık
Evler kırık
Ağaçlar kırık
Yer bile kırık
Kuşların kalbi kırık
Ya Rabb ne çok kırık
Ne çok hıçkırık
Bir ışık Allahım
GAZZE'ye bir ışık
FİLİSTİN'e bir ışık
Ümmetin kalbine bir ışık...


GAFLETİN FIRTINASI/Gülcan Yıldız / Muhammet Şaban Çiftçi

 


Eğer sabah gülünün aydınlığı
Gözlerini kamaştırmıyorsa,
Bil ki gaflet tülleri, önce gönlünü,
Sonra gözlerini perdelemiştir.

Zihninde yitip giden umutlar,
Devrik bir yelkenin hüznü gibi,
Sonsuzluğa açılamaz,
Sessizliğe hapsolur.

Bir an baş gösteren fırtına,
Yelkeni yırtık bir gemi misali,
Hayalleri kaptan bilen bir benlikte,
Kırık rüzgârlara teslim olur.

Yırtık yelkenlere umut işler rüzgâr.
Fırtına diner,
Hayaller sessiz bir masala dönüşür,
Ve gökyüzü, sonsuzluğun şarkısını fısıldar.



Nurettin TOPÇU” ve VAROLMANIN AİLE AHLAKI /Hidayet BAĞCI

 


Yaratmak, arapça dilinde dış görünümün nitelikleri ve anlamını kapsayan “halk” kelimesine denk gelir. Genelde bu kelime yaratılmış tüm canlı varlıklar için değil cansız varlıklar için de kullanılır. İnsan, var olma evresine geçmesinden evvel ruhu vardı. Sonra da o ruha bir elbise giydirilmesi gerekiyordu ve insan yaratılış dönemine yavaş yavaş geçiyordu. Meleklerin hayran kaldığı, şeytanın ise Allah’tan kıskandığı bir insan vardı huzurda. Dünya diliyle yaratılan bu insanın bedeni, altın oran hükmündende üstün mükemmel ve noksansız bir yaratılıştı, hem de yaratan kadar. Bu insan, meleklerden üstün olma yeteneğine sahip aynı zamanda Allah’ı kıskanan şeytandan da aşağı inebilecek bir güce sahipti.

İşte burada zihnimde aydınlanan bir ışık der ki; - Bu bedenin bir ruhu varsa yani hissedebiliyorsa aynı zamanda içtiği suyun tadından da lezzet almalı, değil mi?

Evet, yaratılmış olan bu beden ruhla birleşince nefs, nefsinin özellikleri ve nefsiyle ilgili içsel görünümler, duyumlar da huluk ( yani ahlak) olarak meydana gelmiş ve adına insan denilmiştir. İçtiği sudan lezzet alabilen, yediği yemeğin acı mı, tatlı mı olduğunu söyleyebilen bu varlık Adem’dir. Yani ilk insanın varolma şerefine nail olan bir yaratılış gerçeğidir, önce Adem sonra Havva. Peki ya onlar için yaratılan Cennet?

Cennet, iki mükemmel bir tarzda yaratılmış insan için bir huzur, bir mutluluk adası. Belki de bu sonsuz mekan onlar için dizayn edilmiş bir aile, ne dersiniz?

Ailede bireyler arasında öncelikle huzur temalı ortak ilgi alanları olmalı ki mutluluğa bir kapı açılsın. Mesela; her insan sağlıklı bir bedene sahip olduğunun şuurunda yani farkında olmalı, şükür bakış açısıyla bakmalı dünyasına. Sağlıklı bir iletişimin temeli iyi geçinmek ve duygularla zevklerin anlaşmasıdır. Bunu sağlamak için ailedeki her bireyin birbirlerine karşı hoşgörülü olması gerekir. Yani doğruluğun ve dürüstlüğün olduğu bir ailede haksızlığın yeri olmamalı. Zaten olsa da iyiliğin ve güzelliğin olduğu bir mekanda haksızlık barınamaz, yerini beğenmez. Aileyi yaşatacak olan şefkat ve fedakarlık gibi temiz ve insancıl duygular vardır. Bunlar da insanın ideal duygularının tezahürü olan eylemlerle gerçekleşir. Aileyi oluşturan her ferdin geleceğe ait duygu ve düşünceleri aynı omuz hizasında aynı ufukta güneşin doğuşuna da batışına da şahitlik etmelidir. Evlilik, sonsuza kadar yani cennete eşinle birlikte gideceğine inandığında güzeldir. Bu da temiz ve sağlam bir inançla, bir seçimle, bir mutlulukla mümkündür. Ailenin tüm korkulardan emin olması için otoritenin olması gerekmektedir. Bu da insanın duygusal-otokontrol sistemini aksiyon bir tarzda kullanmasını sağlar. Bu otorite de ailede babaya verilmiştir. Belki de ilk insanın Adem olması bunun bir delili değil de ne’sidir? Erkek ailesi için huzur adası olup güvenliği sağlıyorsa, kadın da ailesi için mutluluk temalı alanlar oluşturmalıdır. Her ailenin dünyada cenneti görebilmesi aynı zamanda yaşadıklarından lezzet ve şükürlerle dolu bir yaşam sürmesi bu şekilde mümkündür.

Nitekim Nurettin TOPÇU’nun AHLAK kitabında verdiği bilgilere göre ; “Eskiden ailenin biyolojik ve ekonomik temellere dayandığı zannediliyordu. Aileyi doğuran ve yaşatan, kadın ve erkeğin cinsi ihtiyaçları ile evlilik hayatında kadınla erkek arasında işlerin bölünmesi ihtiyacı idi.” Klan ailesi, kandaşlık ailesi, baberkil ailesi, sonraki süreçte ailede bireyler arasında hukuki otoritenin gelişmesi ve batının sanayileşmesiyle birlikte modern aile kavramının ortaya çıkması aile kavramının zamanla değişmesine sebep olmuştur.


YİTİK ADAM/Hasan EJDERHA



Çay demledi
Nergis kopardı bahçeden
Bir de sümbül ekledi
Burcu burcu nergiz topuna
Ne çok bekledi
Zor dayandı yokluğuna.

O gelmişti
Her yer rengârenk
Çiçekti şimdi
O ikindi
Pahalı bir araç yanaştı
Ve gitti.

O gidince
Nergis kokuları gitti
Çay saati bitti

Bir kadın gitti
Adam
Kendi içinde yitti.


YAZMASI TAZE ÇİÇEK AÇMIŞ KİRAZ BAHÇESİDİR ANNEMİN/Samet YURTTAŞ

 


     “ Göçtü kervan kaldık dağlar başında”

                          “Anneme


Yazması taze çiçek açmış

Kiraz bahçesidir annemin

Bense acıyı ve ağrıyı soluyan

Bir garip güvercinim baş ucunda

Yedi kez gidip geliyorum

Safâ ve Merve arasında

Yedi kez boş avucumla

Dönüyorum

Zemzem fışkıran topraklardan

Kurumuş dudaklarına


Yazması taze çiçek açmış

Kiraz bahçesidir annemin

Rüzgâr eser

Bembeyaz güller dökülür saçlarından

Ne bilsin bilmeyen

Dualarım gül oluyor saçlarında yeniden

Gözlerinden bir damla yaş süzülüyor

İşte budur

Solgun çiçeklerin aradığı merhem


Yazması taze çiçek açmış

Kiraz bahçesidir annemin

Gök sımsıkı tutunuyor ellerinden

Düşmemek için

Çünkü gök düşerse

Gözlerinden ay düşer yıldız düşer

Sessizce gülümsüyorsun

Güllerin ağıdı başlıyor yeniden

Güller açıyor gülümsediğin yerden


GÜLME KOMŞUNA GELİR BAŞINA / Teyfik KARADAŞ

 


Evimizde, işyerimizde, çarşıda, pazarda ve sosyal hayatımızın bütün aşamalarında en çok kullandığımız, en çok duyduğumuz kelimelerden biride şakadır. O halde başıma gelen, bir zat yaşadığım konuyu anlatmaya başlamadan önce şaka kelimesini açıklamanın sizler için faydalı olacağını düşünüyorum. Karşındaki kimseyi kırmadan, incitmeden, eğlendirmek, güldürmek amacıyla söylenen söz ya da yapılan hareketlere şaka veya latife denir.

Şaka kelimesi günlük hayatımızda yaygın olarak kullanıldığı gibi manevi hayatımızın önemli bir parçası olan hadisi şeriflerimizde, kültürümüzde, ata sözlerimizde, şiirlerimizde, öz deyişlerimizde ve hikâye roman gibi edebi unsurlarımızın tamamına yakınında baş köşeden yerini almıştır. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed(sav) şaka konusunda söylemiş olduğu “Bir Müslümanın diğer bir Müslümanı korkutması doğru olmaz” hadisi şerifini bu konuya örnek olarak göstere biliriz. Dinimizin dört büyük halifesinden biri olan Hz. Ali ise bu hususta “Cahil insanla şaka yapmak doğru değildir. Onların halleri ve dilleri akrebin kuyruğu gibidir” buyurmuşlardır. Asrımızın yetiştirdiği büyük Türk düşünürlerden biri olan Ali Fuat Başgil ise şaka mevzusuyla ilgili olarak” En yakın arkadaşına bile, şakaların zayıf olsun. Kaba şakadan hayvan bile hoşlanmaz” diyerek şaka yaparken dikkatli davranmamızı ifade etmiştir.

Şaka konusunda; Şaka bir yana gerçekleri söylemek gerekir. Şaka ile karın doymaz. Şaka kaldıramayan gerçeği de kaldıramaz gibi söylenmiş yüzlerce atasözümüz mevcuttur. Günlük hayatımızda çevremizdeki insanları başkasına anlatırken şaka kaldırır, şaka kaldırmaz veya çok şakacı gibi cümlelerle değerlendirmeler yaparız. Berk Gürman’ın Şaka Yaptım şarkısında geçen

Şaka bile olsa deme

Ateş düşer yüreğime Nasıl razı olur gönlün Bana böyle sözler etmeye

Dörtlüğünü şakanın müziğimize bir yansıması olarak gösterebiliriz. Benim gençlik yıllarımda Çetin Çifçioğlu isimi komedyenimiz özel bir televizyonda Şakacı isminde bir program yapardı. Vatandaşlar bu programı izlerken gülmekten yerlere yatarlardı. Yazarlarımız, şairlerimiz şakayla ilgili kitaplar yazmış, şiirler söylemişlerdir. Mesela Milan Kundera’nın Şaka adında bir romanı bulunmaktadır. Ayten Özer’in Şaka Gibisin Şaka isimli şiirini şiir konusuna örnek olarak gösterebiliriz. Şaka konusunda sizlere bu kısa bilgileri verdikten sonra çalışma arkadaşlarımın kolektif bir ruh içinde bana yapmış olduğu bir şakayı sizlere anlatmak istiyorum.

Kadim şehir Adıyaman ilimizin şirin ilçesi Gölbaşı’na bağlı tarihi Belören beldesinde yedi yıl öğretmen olarak görev yaptıktan sonra kurum değiştirerek Gaziantep Üniversitesi Gölbaşı Meslek Yüksekokuluna Yüksekokul Sekreteri olarak atandım. Belören de öğretmen olarak çalıştığım yedi yıllık süreçte Gölbaşı halkının tamamıyla hemhal oldum. Gölbaşı’nın otuz köyü ile üç beldesini bir seyyah edasıyla adım adım dolaştım. Her yerleşim yerinden farklı insanlar, değişik gelenekler tanıdım. Tanıştığım insanlarla güzel dostluklar oluşturdum. Gölbaşı ilçesinin halkının kahir ekseri yatıda Pehlivan Hoca namıyla beni bağrına bastı. Meslek Yüksekokulundaki görevime başlayınca da ilçe halkıyla olan muhabbetimi kesmediğim gibi artırarak devam ettirdim.

Yüksekokulda Yüksekokul Sekreterliği görevimin yanı sıra ücret karşılığında Türk Dili derslerinde okutuyordum. Gölbaşı Meslek Yüksekokulunda ilk yıl Türk Dili derslerini okuttuktan sonra ikinci yıl Besni Meslek Yüksekokulunun Türk Dili derslerini de okutmak üzere görevlendirildim.

Besni Meslek Yüksekokulunun Türk Dili derslerini okutmak üzere haftada bir gün Besni’ye gitmeye başladım. Gölbaşı Besni arası 22 kilometre gelir. Yakın bir mesafe. Ben Besni Meslek Yüksekokulunda dersimin olduğu gün sabah namazını kıldıktan sonra arabamı çalıştırır hemen Besni’ye giderdim. Besni’nin insanı çok çalışkandır. Besni’de hayat erken başlar. Gün doğmadan önce pazar kurulur. Besni’nin köylüleri ürettiği her türlü ürünü pazarda satardı. Ben de Besni pazarından evimin ihtiyacı olan tereyağı, peynir gibi ürünlerden satın alırdım. Sabah kahvaltımı Besni’deki lokantalarda yapardım. Mesai başlayınca da okula gider dersime girerdim.

Besni Meslek Yüksekokulunun Müdürü Abdulkadir Bey beni çok severdi. Bende kendisini çok severdim. Abdulkadir Bey Gaziantep Üniversitesi Rektörü Hüseyin Bey’in gözde elamanlarından biriydi. Rektör Hüseyin Bey Besni Meslek Yüksekokulundan giden bütün talepleri eksiksiz olarak yerine getirirdi. Her türlü konuda Besni Meslek Yüksekokulu Müdürünün arkasında karlı bir dağ gibi dururdu. Besni Meslek Yüksekokulu Sekreteri Nazım abide maliye kökenli değerli bir insandı ama Yüksekokul Müdürü Abdulkadir beyle çok iyi anlaşamazlardı. Ben Nazım abiyi de çok severdim. Gaziantep’e birlikte gider, birlikte gelirdik. Hatır gönül bilen nezaketli bir insandı. Benim müdürüm Mustafa Bey’le Nazım Abi aynı köydendi.

Benim Besni Meslek Yüksekokuluna derse gittiğim günlerde Abdulkadir Bey bana yedirir içirir en iyi şekilde ağırlardı. Sohbet aralarında bana “Ben Nazım Bey ile geçinemiyorum. Nazım Bey Gölbaşı Meslek Yüksekokuluna gitsin. Sen buraya gel” diye teklifte bulunurdu. Ben de Abdulkadir Bey’e bu konuda sürekli olarak olumsuz cevap verirdim. Gölbaşı hem sosyal yönden hem de ulaşım imkanları bakımından çok güzel bir yerdi. Ayrıca ben Gölbaşı ilçesinde Pehlivan Hoca namıyla sevilen sayılan bir insandım. Bu sevgi ve saygıyı kazanmak için yedi sekiz yıl emek vermiştim. Nazım Abi içinde memleketi olduğu için Besni avantajlı bir yerdi. Bu nedenlerden dolayı benim gönüllü olarak Besni Meslek Yüksekokuluna gitmem mümkün değildi. Abdulkadir Bey’de benden iki üç kere olumsuz cevap alınca konuyu gündemden düşürmüştü zaten.

Tahmin ediyorum 2004 yılının mayıs ayıydı. Cuma namazından gelmiş, Gölbaşı Meslek Yüksekokulundaki Gölbaşı Gölüne nazır odamda oturmuş gölde yüzen kara batak kuşlarını seyrediyordum. Bir su bardağı dolusu çayı içmiş, sigarayı yeni yakmıştım. Özel Kalem sekreteri Zeliha Hanım kapımı çaldı. Benim gel demem üzerine elindeki bir sayfalık fakstan çıkmış kağıtla içeri girdi. Her zaman güler yüzlü olan Zeliha Hanım’ın morali bozuk, kelimenin tam manasıyla suratı turşu satıyordu. Elindeki kâğıdı bana uzatırken “Hocam bu nerden çıktı” dedi. Ben “Hayrola” dedim. Zeliha Hanım “Hocam sizi Besni’ye gönderiyorlar” diyerek kâğıdı bana verdi, Kendisi hızlı adımlarla dışarı çıktı.

Ben yazıyı okudum. Gaziantep Üniversitesi Personel Daire Başkanlığı antetli, Rektör Profesör Doktor Hüseyin imzalı yazıda aynen şu cümleler yazılıydı.

“Sayın Teyfik Karadaş Gaziantep Üniversitesi Gölbaşı Meslek Yüksekokul Sekreteri

Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Sekreteri iken bugün itibariyle 2547 saylı yasanın 13/b-4 maddesi gereğince tarafımdan Besni Meslek Yüksekokulu Sekreteri olarak görevlendirilmiş bulunmaktasınız. Gölbaşı Meslek Yüksekokulundaki hizmetleriniz için teşekkür eder Besni Meslek Yüksekokulundaki görevinde başarılar dilerim.

                                                                                                     Prof. Dr. İ. Hüseyin Filiz

                                                                                                                    Rektör “

Ben bu görevlendirme yazısını okuyunca dünya üstüme yıkıldı. Başımdan aşağı bir kova kaynar su döküldü. Kafam allak bullak oldu. Bir anda vücut kimyam bozuldu. Sanki zirvesini uzaktan gördüğüm Akdağlar üzerime yürümüş, ben milyarlarca ton ağırlığınki toprağın altında kalmıştım. Bir anda ne yapacağımı şaşırdım. Yazıyı defalarca okudum. İmza Rektör Beyin imzası. Üslup Rektör Beyin Üslubuydu. Tabi Rektör üniversite kadrosunda çalışan her personeli dilediği yerde görevlendirme hakkına sahipti. Beni de istediği yerde görevlendirebilirdi. Benim de buna itirazım olamazdı. Ben Rektör Beyi babam gibi severdim. O da beni oğlu severdi. Ben Rektör Bey için canımı seve seve verebilecek bir insandım. Okulla ilgili işlerde yüksekokul müdüründen önce beni arardı. Benim üzüntüm görevlendirme yapılmasına değil, görevlendirme yapmadan öce Rektör Beyin beni arayarak bilgi vermemesineydi.

On beş dakika kadar sessizce düşündüm taşındım ama bu işe bir anlam veremedim. An itibariyle Besni Meslek yüksekokulu müdürü Abdulkadir Bey altından girip üstünden çıkarak benim Besni Meslek Yüksekokuluna görevlendirilmem konusunda Rektör Beyi ikna etmiştir diye bir şey aklıma geldi fakat bu ihtimalide zayıf buldum. Diyelim ki öyle bile olsa dahi böyle bir görevlendirmeyi kabullenemiyordum. Nefesimi burnumdan alıp veriyordum. Allah sizi inandırsın o anda burnumu tutsalar canım çıkacak durumdaydım.

Özel Kalem sekreteri Zeliha Hanım’ın masası benim odamın giriş kapısının yanındaydı. Kapı açık olunca Zeliha Hanım’ın konuşmaları benim odamdan rahatlıkla duyuluyordu. Kapıyı açıp Zeliha Hanım’a “Bana Genel Sekreter Gonca Hanımı bağla” dedim. Zeliha Hanım santral telefonun tuşlarına şakır şukur basarak “Alo Gölbaşı Meslek Yüksekokulundan arıyorum. Yüksekokul Sekreterimiz Teyfik Bey Gonca Hanım ile görüşmek istiyor” dedi. Biraz sonra “Tamam efendim. Söylerim” diyerek ahizeyi kapattı. Benim odamın kapısına geldi. “Hocam Gonca Hanım il dışına çıkmış. Yerinde yok” diyerek gitti. Personel Daire Başkanı Hasan Bey’i bağla dedim. Onunla ilgilide içeri girip “Hocam Hasan Bey Ankara’ya toplantıya gitmiş” dedi. Ben bir türlü atama konusunda yetkili kimseyle görüştüremedi. Bu demde Rektör Beye küstüğüm için onu da aramak istemiyordum. Kimseye ulaşamayınca moralim daha da bozuldu. Sigara üstüne sigara yakmaya başladım. Bu arada Zeliha Hanım çeşitli bahanelerle ya benim odama giriyor ya da boş olan müdür odasına girip çıkarken benim durumumu profesyonel bir istihbaratçı edasıyla süzüyordu. Buna rağmen ben bu işin bir şaka olacağını hiç tahmin etmiyor, böyle bir şeyi düşünmüyordum.

Mesai bitimine en fazla bir saat kadar zaman kalmıştı. Yakın arkadaşım ve okulumuzun yemekhane işletmecisi Mutlu Tesisleri sahibi merhum Sıtkı Mutlu elindeki yemek faturasıyla odama girdi. Faturayı bana doğru uzatarak “Hocam nisan ayının faturasını getirdim” dedi. Ben “Kardeşim benim tayinim çıktı. Pazartesi günü buraya yeni bir sekreter görevlendirirler. Faturayı pazartesi günü ona verirsin” dedim. Lisanı halimden benim moralimin çok bozuk olduğunu anlayan Sıtkı Mutlu “Tamam Hocam” diyerek izinin üzerine alel acele kapıdan dışarı çıktı. Peşi sıra “Çay içelim de öyle git” diye bağırdım ama sesimi duyuramadım.

Sıtkı Mutlu gittikten sonra içeri Öğretim Görevlisi Mehmet Akça girdi. Mehmet Hoca ile iyi bir dostluğumuz ve arkadaşlığımız vardı. Ailecek görüşürdük. Mehmet Akça bana özel ortamlar da dayı diye hitap ederdi. İçeri girer girmez canı sıkılmışçasına “Dayı bir haber duyduk doğru mu? Besni’ye gidiyormuşsun” dedi. Bende “Doğru Hocam gidiyorum” dedim. Mehmet Hoca güya beni teselli ediyormuşçasına “Dayı o kadar samimiyetiniz var. Rektör Bey bunu sana yapmamalıydı. Sana yanlış yapmış dayı” gibi sözler söyleyerek benim bozuk olan moralimi biraz daha bozuyordu. O anda benim jeton dört köşe olduğu için yine düşmüyordu. Mehmet Akça’nın bana bu kadar ağır bir şaka yapacağı hiç aklıma gelmiyordu. Mesai bitimine doğru ben odayı kilitleyip dışarı çıkarken Mehmet Hoca “Dayı birlikte çarşıya gidip hem bir yerde çay içelim hem de senin durumu bir değerlendirelim” dedi. Ben de “Olur” dedim.

Mehmet Hoca’nın yanı sıra okulda görevli memurlardan Dursun Kılılı ile Erdem Odunda benim arabaya bindiler. Mehmet Hoca beni kızdırmak için inceden inceye kurulacak bütün cümleleri kuruyor, söylenecek bütün sözleri söylüyordu. Bende raydan çıkmış lokomotif misali aklıma gelen her şeyi sansürsüz olarak ifade ediyordum. Bu hengamede ben tren hattından geçip Gölbaşı Ziraat Bankasının üstündeki Bizim Çayevine çoktan varmışım ama sıkıntıdan farkında olmamışım. Arkadaşların uyarısıyla durdum.

Arkadaşları arabadan indirdim. Ben de arabayı müsait bir yere park edip geliyorum dedim. Arabayı Kandırmaz Marketin önüne park edip arabadan enince İlçe Tarım Müdürü İbrahim Sağlam ile karşılaştık. İbrahim benim dünyadaki en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Halende öyle. Üniversiteden ev arkadaşım. Hemşerim, kardeşim her şeyim. Beni görür görmez yüz şeklimden bir sıkıntımın olduğunu anladı. Yanıma gelerek “Hemşerim bir derdin bir sıkıntın mı var” diye sordu. Bende “Dert büyük. Şu çay ocağına varalım da sana anlatıyım” dedim. Bu sırada İbrahim Sağlam eski YÖK Başkanı ve Eski milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam Beyin yeğeni olduğunu söyleyeyim. İbrahim’in sayesinde bende yıllar öncesinden Mehmet Ağabeyle tanışmıştım. Ne zaman başım dara düşse Mehmet Ağabeyin yanına gider işimi yaptırırdım. İbrahim ile Bizim Çay ocağına varıp Mehmet Hoca’nın masasına oturduk.

Ben İbrahim’e konuyu baştan sona anlatım. İbrahim “Bu iş olmaz. Ben buraya senin için geldim” diyerek bizden on metre kadar uzaklaşıp sessiz bir yere varıp amcası o zamanki Kamu Personeli Etik Kurulu Başkanı Profesör Doktor Mehmet Sağlam Beyi telefonla aradı. İbrahim’in “Amca Hüseyin Filiz bizim Pehlivan’ı Gölbaşı’n dan Besni’ye göndermiş” demesi üzerine Öğretim Görevlisi Mehmet Akça yüz metrelik hız koşusuna çıkmış atlet misali can havliyle “şaka yaptık” diyerek İbrahim Sağlam’ın yanına doğru koşmaya başladı. İşin şaka olduğunu öğrenen İbrahim “Amca yeni bir haber geldi. Pehlivanın tayini iptal olmuş” diyerek işi aynı anda toparladı.

Ben bu sırada bu şakayı tertipleyen arkadaşlara gayri ihtiyari olarak “Ulan şerefsizler beni sahipsiz mi sandınız” diye bağırarak hem öfkemi aldım hem de sevincimi dile getirdim.

Mehmet Hoca ile İbrahim Sağlam masaya yeniden gelip oturdu. Bu sırada işin şaka olduğuna değil ama İbrahim’in olaya aynı anda müdahil olmasından dolayı sevinçten göz yaşlarımı tutamadım. Dakikalarca ağladım. Ben kendimi toparlayıp moralim biraz düzelince Mehmet Akça şakayı nasıl yaptıklarını başladı anlatmaya.

Mehmet Akça daha önce okula gelen bir görevlendirme yazısını almış. Kes, kopyala, sil gibi tekniklerden yararlanarak benim için yeni bir yazı oluşturmuş. Zeliha Hanım dahil okulun idari katındaki benden başka bütün çalışanlar konudan haberdar edilmiş. Hazırlanan yazı inandırıcı olsun diye dışarıdaki bir fakstan bizim okulun faksına gönderilmiş. Zeliha Hanım bu yazıyı bana getirmiş. Genel Sekreteri ve Personel Daire Başkanını arıyor gibi davranmış ama hiç aramamış. Kapıdan bana bakarak sinirli halimi ve konuşmalarımı arkadaşlara dakikasına nakletmiş. Bana fark ettirmeden benim halime okulda bir saat kadar gülmüşler. Daha sonraki kısmı zaten ben yukarıda anlattım. Mehmet Akça konuyu anlattıkça kendi halime bende gülmeye başladım. İbrahim’de güldü. Arkadaşlarda güldüler. Konu ne olduğunu anlamasalar bile bizim kahkaha atarak gülmenize çay ocağındaki diğer insanlarda güldüler.

Şakanın yapıldığı anda üzülsem, moralim bozulsa bile bana bu şakayı yapan hiçbir arkadaşıma küsmedim, kırılmadım. Çünkü bir yıl önce buna benzer, hatta bundan ağır bir şakayı Dursun Kılılı arkadaşıma ben yapmıştım. Dursun’a saatlerce gülmüştük. Ben Dursun’a şaka yaptıktan bir yıl sonra arkadaşlarım benden öğrendikleri teknikle bana şaka yaptılar.

Atalarımız “Gülme komşuna, gelir başına” atasözünü boşa söylememiş.


VEDA DÜKKÂNI/Miraç DOĞANTEKİN

 


Ahmet’e, Mehmet’e Ali’ye, Veli’ye


Bu seher de çaldık yine

Yedi kat göğün kapısın

Çıktık dizildik yan yana

İncitmedik hak yapısın


Dostluk çaldı sazlarımız

Gönül bu yolda yürüsün

Dosta ancak nazlarımız

Dilim bu tavda erisin


Sır dediler sor dediler

Susmakla nasıl varasın

Mır dediler tor dediler

Efendi burda durasın


Bir hatıra kıyım kıyım

Göz ondan bir iz arasın

Eksilmekse budur huyum

Halimi hayra yorasın


Duman tüter ocak değil

Mendiline gül deresin

Türküyle olacak değil

Gelmekle yüz güldüresin


Dut ağacı şahididir

Dostu dosta bildirenin

Onlar dostluk şehididir

Yaşatanın öldürenin



KADIN / Elif Sıla SEMERCİ



Gecenin içinde bir kadın
Yürüyor ağır ağır
Kadının içinde
Yürüyor gece, ağır ağır...

Geçiyor evlerin önünden
Koca bir enkazın içinden 
Çırpınıyor, duyulsun sesi
Gecenin kaybolan dehlizinden...

Otururken yolda bir kadın
Geçiyor arabalar, içinden bir bir
Doğuruyor yaşamak suçunu
Doğuruyor Azrail'in gölgesinden...

Ve bir kadın
Gözyaşlarından yapılma karanlıkta
Direniyor
Direniyor ummanın dibinde gelgitleriyle
Vermemek üzere son nefesini...

Mağlup olunca kadın
Evsiz ve kimsesiz
Şekilsiz ve şemalsiz 
Karışıyor yokluğa,
Yokluk karışınca ruhuna

TOZPEMBE / Büşra KIVRAK


Gizli bir hasret düğümlenir boğazıma 
Mevsim mevsim böler beni bir hıçkırık 
Gece bir hançer saplanır gökteki yıldızıma
Düşlerim ecel dağlarını kırık kırık... 

Oturur düşünürüm gecenin bir saatinde 
Tozpembe bulutlar üstünde gezerim 
Sonra birden kendine geldiğinde
Ağlamaya mühürlü şu ıslak gözlerim...

Dolu dolu olurum, ağlamak nedir
Gözyaşlarım kurumuş bir nehir şimdi;  çözemediğim bir bilmecedir 
Hayat kasesinden içtiğim bir zehir şimdi... 

 Ne gece belli ne gündüz 
 Bir lamba yanar durur tozpembe 
 Bir hayale kapılırım yollar dümdüz 
 Bir yanar dağ püskürür durur içimde...


CENNETİN KAPISINI CÖMERTLER AÇAR / Teyfik KARADAŞ


Orta Toroslar silsilesi içeresinde yer alan Deli Höbek Tepesinin güney batı eteklerinde kurulmuş bir Türkmen köyü olan Döngel’de dünyaya gelmişim. Döngel’de dünyaya gelmişim derken, köydeki evimizin bir odasında veya devlet hastanesinin doğum hanesinde değil, şimdiki Yeşilgöz Mesire Alanının kuzeyindeki Kurt Yurdu Yaylasında kıl bir çadırda dünyaya gözlerimi açmışım. Ailem hayvancılık yaptığı için anam karın erime durumuna göre mart ayının sonunda veya nisan ayının ilk haftası Kurt Yurduna göçermiş. Benim aklım ermeye başladığı zamanda göçerdi. Benim doğumumu yaptıran kadın ta o zamandan göbeğimi Kurt Yurdundaki koca kara ardıcın dibine gömmüş. Bu nedenle kendimi Kurt Yurdu sevdasından bir türü kurtaramıyorum. Oraya ceviz bahçesi yaptım. Bağ evi yaptım. Ömrüm yeterse başka şeylerde yapmayı planlıyorum. Kurt Yurdu beni kendine bir şekilde çekiyor. Bende Kurt Yurduna ışık hızıyla koşuyorum.

Benim köyüm Döngel; buram buram kekik kokan karlı dağları, dillere destan yaylaları, dünyaca meşhur çağlayanları ve Anadolu’nun binlerce yıllık tarihine ışık tutan mağaralarıyla dünyanın saklı cennetlerinden bir köşedir. Köyümüzün sınırları içinde yer alan Yeşilgöz’ün gizemi bugüne kadar bir türlü çözülemedi. Direkli Mağarada yirmi yıldan beri devam eden arkeolojik kazı da tamamlanamadı ama mağarada bulunan milattan önce 12500 yılında yapıldığı kesinleşen ana tanrıça figürü dünyadaki bütün tarihçilerin dikkatini bizim köye çekmeye yetti. Doğduğum coğrafya dünyanın en güzel yerlerinden bir köşe olduğu halde geçim kaynakları bakımından çok fakir bir yerdi. Köyümüzün topraklarının yüzde doksan sekizi dağlarla ve taşlarla kaplı olduğu için ekilen biçilen yüzde ikilik alan o günkü şartlarda köy halkının karnını doyurmaya yetmiyordu. Köy halkı muhannete muhtaç olmamak ve karnını helalden doyurabilmek için dağlarda, yaylalarda otlattığı otuz kırk keçinin peşinde boş yere ömür tüketiyordu. Hayvanı olmayanlarda Kahramanmaraş ve Adana gibi geniş arazilere sahip yelerdeki pamuk ve çeltik tarlalarında karın tokluğuna ırgatlık yapıyorlardı.

 Benden önce arka arkaya doğan üç kardeşimin üçü de doğduktan beş altı ay sonra bir yıl bile yaşamadan ölmüş. Beni yaşatmak için ailem, akrabalarım hatta bütün köy halkı adeta seferberlik ilan etmiş. Annem hamile kalınca babam annemi doktorlara ve hocalara götürmüş. Bu nedenle adım anneme muska yazan Seyithan oğullarından Tevfik Hocanın adı. Yine Tevfik Hocanın tavsiyesi ile anam bana yedi yaşına kadar yedi Mehmet evinden topladığı basmalardan elbiseler dikerek giydirdi. Annemi iğneyle diktiği sol bacağının yarısı kara, yarısı mavi, sağ bacağının yarısı kırmızı, yarısı mavi pantolonu giydiğimi ve arkadaşlarımın bana yamalıklı diye güldüklerini daha dün gibi hatırlıyorum. Bana gülen arkadaşlarıma” Allah sizin de başınıza versin” diyerek beddualar verdiğim kıt sıt aklıma geliyor. Arkadaşlarım gülerken üzülsem bile, pantolonu çıkardığımda öleceğim kaygısıyla giymeye devam ettiğimi biliyorum. Bugün öyle bir pantolon diktirip giysem moda diye kimse gülmez herhalde. Doğduğum yıllarda yöremizde cehalete bağlı olarak devam eden hurafeleri, coğrafi şartların yaşattığı fakirliği anlatarak moralinizi bozmak yerine eğitim öğretim konusuna geçmek istiyorum.

Bizim çocukluğumuzda ilkokula yedi yaşında başlanırdı. Çocukların çoğunun kimlik kartı yoktu. Kimlikliği olmayan çocukların yaşını öğretmenler dişlerine bakarak tespit ederdi. İnsan yedi yaşadığı zaman süt dişleri dökülür, ana dişi çıkmaya başlar. Öğretmenlerde süt dişleri dökülmeye başlamış çocukları yedi yaşında kabul ederek okula kayıt ederlerdi. Ben çocuk iken kekemeydim. Öğretmenler bana türkü söyletir gülerdi. Bu nedenle bir pozitif ayrımcılık yaparak beni altı yaşında okuma yazma öğrenemediğim takdirde sınıfta kalmam şartıyla okula kayıt ettiler. Babam okul açılmadan önce şehre giderek bana siyah bir önlük, beyaz bir yaka, içi astarlı siyah bir lastik ayakkabı ve ağzı fermuarlı kırmızı bir çanta aldı. Babamın aldığı okul kıyafetlerini görünce sevinçten havaya uçtum. Dünyanın en mutlu insanı ben oldum o anda. Okulun açıldığı gün güneş doğmadan evvel herkesten önce okula gittim. İstiklal Marşı okunduktan sonra sınıfa girerek öğretmen masasının önündeki sıraya oturdum. Öğretmenimin adı Ömer, soyadı Telli’ydi. Bizim köyde yeni göreve başlamıştı ama lisanı halinden kıdemli ve disiplinli bir öğretmen olduğu anlaşılıyordu. Ben öğretmenin ağzından çıkan her sözü profesyonel bir kameraman edasıyla zihnime kaydediyordum. Bu nedenle okuma yazmayı sınıftaki bütün öğrencilerden önce öğrendim. İlkokulu başarılı bir şekilde bitirdim.

İlkokul öğretmenim Ömer Tellinin yoğun çabaları sonucu komşu köyümüzdeki Tekir Ortaokuluna kayıt oldum. Bizim köyden Tekir’e ortaokula giden toplam altı öğrenci vardı. Bunlardan üçü üçüncü sınıfta, ikisi ikinci sınıfta, birinci sınıfta yalnız ben vardım. Üç yıl boyunca altı kilo metrelik yolu yürüyerek gittim. Yürüyerek geldim. Üç yıl boyunca Döngel-Tekir yolunda yaşadığımız maceralar yazılıp filmi yapılsa reyting rekorları kırar diye düşünüyorum. Bu zor şartlar altında ortaokulu da sınıfta kalmadan üç yılda bitirdim.

Ortaokuldan sonra sınavına girerek Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinin Torna Tesviye bölümünü kazandım. Liseden sonra üniversite kazanamazsam veya kazandığım halde ekonomik şartlar yüzünden okuyamazsam Afşin Elbistan Termik Santralinde işe girerim ümidiyle Tesviye Bölümüne kayıt oldum. Ortaokul arkadaşım ve köylüm Derviş Ali’nin oğlu merhum Abdurrahman Akbaba ile Karamanlı Mahallesinden bir oda bir ev kiraladık. Başladık okula. Kiraladığımız ev rutubetli ve yeteri kadar güneş almayan bir yerdeydi ama başka bir yerden kiralık ev bulma şansımız yoktu. Abdurrahman yardımsever ve temiz kalpli bir insandı. Elektrik bölümünde okuyordu. İkinci sınıfta olduğu için okul konusunda hem bana mihmandarlık yapıyor hem de evdeki temizlik ve yemek işlerini yürütüyordu. Bana sadece bakkaldan alışveriş yapma işi kalıyordu.

Her gün sabah ezanıyla uyanıyor, namazımızı kılıyor, kahvaltımızı yapıyor ve vaktinde okulumuza gidiyorduk. Tesviye Bölümü çok zor bir bölümdü. Her gün sabah beş saat sınıfta matematik, edebiyat, mekanik gibi teorik dersimiz öğleden sonrada beş saat tesviye atölyesinde uygulama dersimiz vardı. Uygulama derslerinde temrinlik adı verilen demir parçaları mengeneye bağlayarak eğeleme yöntemiyle fıstık kıracağı, çekiç, bağlama pabucu gibi aletler yapıyorduk. Hem beş saat ayakta durup hem de eğe ile çalışınca aşırı şekilde yoruluyorduk. Hele ben okulun güreş takımına girdikten sonra akşamları antrenmana gitmeye başladım. Antrenmandan gelince çoğu zaman yemek bile yemeden uyuyordum. Günlerimiz yorgun ve mutlu bir şekilde gelip geçiyordu işte…

İkinci sınıfta Abdurrahman ile ayrıldık. O Kumaşır Köyündeki akrabalarının evinde kalmaya başladı. Ben Uzun Oluktaki arkadaşlarımın yanına taşınındım. Okuldaki atölye derslerinde eğeleme yerine torna, vargel, taşlama tezgâhı gibi makinelerde çalışmaya başladık. Artık birinci sınıftaki kadar yorulmuyordum. Güreş takımında olmam ve törenlerde şiir okumam nedeniyle okul idaresiyle ve öğretmenlerle ilişkilerimde güzeldi. Derslerde ise ne çok başarılı olmasam da vasat bir öğrenciydim. Birinci sınıfta sadece matematik dersinden bütünlemeye kalmıştım. Bu nedenle teknik liseye geçememiştim. İkinci sınıfta okulun bütün öğrencileri beni tanıyor “Pehlivan” diye hitap ediyorlardı. Pehlivan denmesi benim çok hoşuma gidiyordu. Öğle yemeğini okulda ücretsiz olarak yememde benim için ekonomik yönden önemli bir avantaj sağlıyordu. Ayrıca öğle arası bir saat kadar ders çalışma imkanımda oluyordu. İkinci sınıfta birinci sınıfa göre daha avantajlı ve daha mutlu sayılırdım.

Okul Müdürümüz Remzi Pembece güreş takımındaki pehlivanları çok severdi. Teknik İşler Müdür Yardımcımız Şaban Kaptanoğlu efsane bir insandı. Atölye hocalarımızdan Süleyman Beyazıt bütün gariban öğrencilerin manevi babasıydı. Açları doyurur, açıkta olanları giyindirirdi. Okulumuzun öğretmen kadrosu kendi alanında nam almış fevkalade başarılı insanlardan oluşuyordu. Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçtiği halde Savaş Kıyak, Sakıp Hanoğlu gibi ünlü hocalarımızı saygıyla yad ederiz. Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesi o günkü şartlarda yurt çapında hatırı sayılır bir okuldu. Fabrika gibi üretim yapardı. Okulumuzdan mezun olan öğrencilerin Türkiye Elektrik Kurumu, Karayolları, Devlet Su İşleri gibi kamu kurumlarında iş bulma ihtimali çok yüksekti.

Okulumuzun başarısının temelinde disiplin vardı. Okulun asayişini bozan öğrenciler derhal disipline sevk edilir, işlediği suçun durumuna göre okuldan ilişiğinin kesime cezası dahil her türlü ceza verilirdi. Bu nedenle asayiş berkemaldi. Bütün öğrencilerin ikinci sınıftan sonra 20 iş günü staj yapma mecburiyeti vardı. Bizim bölümün öğrencileri genellikle sanayideki tornacıların yanında staj yapardı. Ağaç işleri bölümünün öğrencileri mobilya atölyelerinde, metal bölümünün öğrencileri kaynak atölyelerinde staj yapardı. Bazı öğrenciler ise staj için Kahramanmaraş’ta faaliyet gösteren Marteks, Sümerbank ve Bossa fabrikalarına gönderilirdi.

Bende Şaban Kaptanoğlu Hocamın tavassutlarıyla staj için Kahramanmaraş Gaziantep karayolu üzerindeki Marteks İplik Fabrikasına gönderildim. İkinci sınıf biter bitmez staja başladık. İşçileri fabrikaya 302 Mercedes otobüsler taşıyordu. Stajın ilk günü Sütçü İmam Çeşmesinin önündeki durakta şoföre kendimi tanıtarak fabrikaya giden servis otobüsüne bindim. Fabrikada indim. Fabrika nizamiyesinde bekçilerin kontrolünden geçtikten sonra içeri girdim. Yönetim binasının zemin katındaki odaya varıp girişimi yaptırdım. Giriş yapıldıktan sonra fabrika binasının dış tarafında bulunan ve torna atölyesi olarak faaliyet gösteren barakaya gittim. Torna Atölyesinde çalışan Ahmet Usta beni saygıyla, sevgiyle karşıladı. Benimle birlikte okulumuzun diğer bölümlerinde yirmi civarında öğrenci aynı gün staja başladı.

Stajın ilk günü fabrikada görevli bir tekstil teknikeri bize fabrikada bulunan makineleri ve fabrikanın birimlerini tanıttı. Marteks 25000 iğlik büyüklükte günlük 12 ton iplik üreten bir fabrikaydı. Fabrikada 450 işçi çalışıyordu. İlk gün öğrendiğimiz bilgileri staj defterine yazıp Ahmet Ustaya imzalatarak fabrika müdürüne onaylattım. Hava oldukça sıcaktı. Oruç tuttuğum için mesai bitimine doğru dilim damağım kurudu. Fabrikanın içindeki arkadaşlar nem nedeniyle benden daha çok hırpalanmışlardı. Stajdaki ilk günümüz heyecanlı ve yorgun bir şekilde bitti. Bayılmak üzereyken can havliyle eve kendimi zor attım.

Torna Atölyesinde genelde fabrikanın yıpranmış, kırılmış ve aşınmış metal parçalarının onarımı yapılıyordu. Stajın ikinci günü Ahmet Usta beni tornanın başına geçirdi. Torna Makinesin çalıştırma ve durdurma butonlarını gösterdi. Başladım çalışmaya. Heyecanlanmam nedeniyle bir iki defa hata yaptıysam da Ahmet Ustanın yardımıyla vaziyeti kazasız belasız kurtardım. Fabrikanın içinde çalışan arkadaşların haber vermesi üzerine teknik bilgilendirme toplantınsa katıldım. İkinci günün sonunda üzerimdeki bütün heyecanı, bütün acemiliği atıp normal hayata döndüm. Stajın beşinci günü Ahmet Ustanın yardımı olmadan işleri tek başıma yapmaya başladım. Staj yapan diğer arkadaşlarda kendi alanlarıyla işlerde ellerinden geldiği kadar çalışıp işletmeye katkı sağlamaya çalışıyorlardı. Özellikle elektrik bölümü öğrencileri fabrika binasının içinde çalışmayan yüzlerce floransan lambayı değiştirmek için canla başla çalışıyorlardı. Bizlerde boş zamanlarımızda merdiveni tutmak, kontrol kalemini vermek gibi basit işleri yaparak onlara destek veriyorduk. Öğle arası toplanıp muhabbet ediyorduk ama stajın ramazan ayına denk gelmesi bizim elimizi ayağımızı bağlıyordu. Oruç tutmak haricinde bir sıkıntımız yoktu. Günlerimiz güzel bir şekilde geçiyordu.

Fabrika Müdürü İsmet Mazı ile stajın ilk günü tanışmıştık. Kendisi Makine Mühendisiydi. Kısada olsa bize stajın önemi konusunda bir konuşma yapmıştı. Muhasebe Müdürü Ali Avgın ise güler yüzlü bir insandı. Fabrikada İsmet Mazı’dan sonra ikinci yetkili kişiydi. Fabrikada vardiya amiri, usta başı, şef gibi unvanlara sahip çok sayıda insan vardı ama bizden doğrudan İşletme Müdürü İsmet Mazı sorumluydu. İsmet Mazı staj defterlerimizi inceler ve günlük olarak onaylardı. Disiplinli bir insandı. Sabah ve öğleden sonra olmak üzere günlük en az iki defa fabrikanın içindeki ve dışındaki üniteleri eksiksiz olarak dolaşıp kontrol ederdi. Bizim torna atölyesine ise arada bir uğrardı.

Ben bir gün öğleden sonra fabrika binasının içinde Water Makinesindeki arızalı bir parçayı sökmek için Ahmet Ustaya yardım ediyordum. Elektrikçi stajyer arkadaşlarda yüksek üç ayaklı merdivenlerin üzerine çıkmış arızalı lambaları onarıyorlardı. İşletme Müdürü İsmet Mazı yanındaki iri yarı, gözlüklü, takım elbiseli orta yaşlı bir kişiyle fabrikanın içine girdi. İçeri giren insanın lisanı halinden yetkili bir şahıs olduğu anlaşılıyordu. Bütün çalışanlar kendilerini toparlayıp bu gelen zata saygı temennasında bulunmaya gayret ediyorlardı. Ahmet Usta yatar vaziyette olduğu için pek istifini bozmadı. Ahmet Usta bana kısık bir sesle” Bu adamı tanıyor musun” diye sordu. Ben ise “Hayır tanımıyorum abi” dedim. Ahmet Usta” Bu adam fabrikanın sahibi Mustafa Görgel Bey. Çok kıymetli bir insandır” dedi. Biz yine çalışmamıza devam ettik. Aradan beş dakika geçmedi. Bize nezaret eden tekstil teknikeri” bütün stajyerleri patronumuz Mustafa Bey çağırıyor “diyerek bizleri idari binaya götürdü.

İdari binada büyükçe bir odaya girip masaların kenarındaki koltuklara oturduk. Biz odadaki yerimizi aldıktan sonra patron Mustafa Görgel, işletme Müdürü İsmet Mazı ve Muhasebe Müdürü Ali Avgın içeri girip bizim ayağa kalkmamıza müsaade etmeden karşı cephedeki boş yerlere oturdular. Mustafa Görgel Ağabey çok samimi ve çok içten bir şekilde bizlere bir teşekkür konuşması yaptı. Yapmış olduğu konuşmada işletmeyi denetlerken bizlerin çalışmasını görüp, çalışmalarımızdan çok etkilendiğini dile getirdi. Eğitim hayatımızda bizlere başarılar diledi. Ali Avgın beye bizlere birer asgari ücret tutarında harçlık, işçilere Ramazan Bayramı’nda verilecek gıda yardımından bizlere de birer koli yardım verilmesi ve birer tane kaliteli kumaştan iş önlüğü yaptırılması talimatı vererek toplantı odasından ayrıldı.

Mustafa Görgel Ağabey toplantı odasından ayrılır ayrılmaz Ali Avgın abi bizi muhasebe servisine götürdü. Muhasebe servisinde gider pusulası tanzim ettirerek bizlere bir asgari ücret karşılığı olan yirmi dörder bin lira para ödedi. Bu parayı alınca nasıl mutlu olduğumu, nasıl sevindiğimi kelimelerle anlatamam. Ortam müsait olsa göbek atar oynardım. Diğer arkadaşlarımın da en az benim kadar sevindiklerini, mutlu olduklarını yüz mimiklerinden hissettim. Yirmi dört bin lira benim yıllık masrafımın yarısı miktarında bir paraydı. Ben öğretim yılı boyunca ev kirası, yeme içme ve diğer cari giderlerim dahil dedemin verdiği elli bin lira ile idare etmiştim. Bu para benim için çok sürpriz oldu. Ekonomik yönden benden kötü durumda olan arkadaşlarım vardı. Herhalde onlar içinde can suyu olmuştur. Ramazan ayı olması münasebetiyle parayı aldığımız günün akşamı teravih namazından sonra Mustafa Görgel’in birinin bin olması için Yüce Mevla’ya niyazda bulundum.

Stajımızın biteceği hafta tekrar idari binaya çağrıldık. Bu gidişimizde de miktarlarını hatırlamıyorum ama içinde yağ, çay, şeker, un gibi gıda maddeleri dolu olan birer çuval ile içinde kaliteli kumaştan yapılmış iş önlüğü olan birer tane poşet verildi. Anlayacağınız ücretsiz olarak yapmaya gittiğimiz stajda marteks fabrikasının patronu Mustafa Görgel Ağabey şahsi tasarruf yetkisini kullanarak bizleri kelimenin tam manasıyla ihya etti.

Ben liseyi bitirdikten sonra üniversite ve iş hayatım nedeniyle Kahramanmaraş’tan uzun süre ayrı kaldım. Stajdan sonra Mustafa Görgel Ağabeyi hiç görmedim ama hatırladıkça namazların arkasından kendisine mütemadiyen dua ettim. Muhabbet meclislerinde kendisini saygıyla yad ettim.

Bir yaz mevsiminde memlekete izine geldiğimde Mustafa Görgel Ağabeyin yakalanmış olduğu amansız hastalıktan kurtulamayarak ahirete irtihal ettiğini öğrendim. O günden sonra hatırıma geldikçe namazlardan sonra ruhuna Fatiha okurum. Ruhu şad mekânı cennet olsun.


SAHİP ÇIKACAĞIM/Ömer Faruk GÜNAY

 


Fazlı Bayram'a 

Sahile nal vuracağız
Sana geleceğiz Fantin

Geçip pırıl pırıl pamukları güneş altında 
Yol sivri, çatı sivri, gölge sivri tüm tepeleri
Nasıl da kattık ardımıza anlatacağız her birini sana

Bir bir anlatacağız güneşin girdiği oyukları

Geleceğiz Fantin
Sen sekizde devir küvetini
Anlarız haraben kaç ötede

Kırmızı atkılar sarar boynumuza 
Kara gözlükler takarız sakalsız yüzümüze 
Atlanır geliriz 

Kahve çekirdeği ezeriz tel sobada
Ağrıyan başın ağrımaz olur
Dizine kantaron ezeriz 
Sızlamaz olur 
Saçlarını yuvar yağlarız
Çiçekli giydiririz fistanını
Sen uyurken devriye atarız çifteler takıp

Bekliyor musun
Yünün yüzü kadife olsun
Eyvallah Fantin


ARKA SIRADAKİ HİKAYE / Hidayet BAĞCI


Hele ağzını bir açsın avazı çıktığı kadar haykıracaktı ama bu gibi durumlar karşısında ilk öğretmeni ona önce susmasını sonra da dinlemesini öğretmişti. Elif’e göre ödev defterini evde unutmuş olması yeni öğretmenine karşı mahcubiyet gibi algılansa da Elif, bu durumu gözünde küçültecek gönlünde de ona yer vermeyecekti. Çünkü ödevini yapmıştı. Bir daha ki sefere ödev defterini evde unutmayacaktı.

Yeni sırasına üzgün bir şekilde otururken hayaline yine Nazife öğretmen geldi. O bu gibi durumlarda öğrencilerinin saçlarını okşar, bir daha ödev defterini evde unutmamaları gerektiğini tembih ederdi. Belki de ilk öğretmeninden öğrendiği susmak eylemini saçlarının okşanmasıyla alışkanlık haline getirmişti. Bu yeni sınıfı, arkadaşları ve öğretmeni Elif’in tüm davranışlarının gidişatını değiştirmişti. Bu yüzden sınıfına kendini çok yabancı hissediyordu. Oturduğu arka sıra ve pencere kenarı onun duygularını da hayallerini de etkilemişti. Onun dünyasında yeni ve eski sınıfı sürekli kıyaslanıyordu. Yeni sınıf öğretmeni Selma öğretmen kırkbeş yaşında, saçları kumral, güzel ve disiplinli biriydi. Elif için ilk öğretmeni Nazife öğretmen ise Selma öğretmenden çok daha güzel ve zekiydi. Elif ne okulunu geride bırakıyordu ne de ilk öğretmenini. Çünkü eski sınıfındaki ön sırada beraber oturduğu arkadaşı Beyza’yı ve pencere kenarını dahi özlemişti. Arka sıralarda oturmanın verdiği hoşnutsuzluk onu günden güne derslerden soğuttuğu gibi sınıfından da soyutlamıştı. İçinde derinleşen özlem onu kendi aleminde bir çabaya, bir gayrete ve kendini kanıtlamaya itivermişti. Onun kitaplara olan ilgisi de arka sıralarda başlamıştı. Bu yeni sıra ve alışkanlık onda okuduğunu anlama becerisini geliştiriyordu ama Elif bunu anlamayacak derecede küçüktü. Çünkü daha dokuz yaşındaydı.

Arka sıralarda oturmanın ona kazandırdığı en büyük kazançlardan biri de sınıfına kuş bakışı tarzında gözlem yapmasını sağlamak olmuştu. Önlerde, arkalarda oturan her kim olursa olsun derse ilgili mi ilgisiz mi farkediyordu. İlk öğretmeni ona temel derslerin eğitimini önceden verdiği için şu an öğretilen konulara da hakimdi. Yeni sınıftaki derslerin soruları ona çok kolay geliyordu. Hele ağzını bir açsın avazı çıktığı kadar haykıracak “Bunları biliyorum!” diyecekti. Lakin susuyordu, büyük bir merakla arka sıralarda yükselen uğultulu sesler arasında derse odaklanmaya çalışsa da dersi de öğretmenini de dinleyemiyordu. Çünkü evlerinin başka bir semte taşınmasıyla tüm alışkanlıkları, çevresi ve oturduğu sıranın pencere kenarı da değişmişti.

Kompozisyon dersinin olduğu son ders, yağmurun sağanak sağanak yağdığı ve sınıfın penceresine bir kırbaç edasıyla vurduğu zamandı. Pencereye dokunan her bir yağmur damlası Elif’in kurgusal dünyasında duygulanıp kalemden kağıda akmayı istiyordu. Selma öğretmen öğrencilerine yazmaları için serbest bir konu verdi. Elif de bu yeni sınıfa geldiği, o sessiz olan ilk günü ve ilk kez ödev defterini evde unutmanın verdiği üzüntülerle dolu ilk öğretmenine olan özlemini yazmaya karar verdi. Öğretmen onun kağıdını da diğer öğrencilerinkini de incelemeden kompozisyon kağıdını ilk getirenden başlayarak kağıdı öğrencisine uzattı. Elif başladı pencereye dokunan ve sağanak sağanak yağan yağmurlar eşliğinde yazdığını okumaya….

“….Hele ağzını bir açsın avazı çıktığı kadar haykıracaktı ama bu gibi durumlar karşısında ilk öğretmeni ona susmasını sonra da dinlemesini öğretmişti


DÜNYA KADAR/Samet YURTTAŞ



Çocuktuk,

Koşarak uzaklaşırdık dünya’dan.

Bazen bir bulutun omuzlarında,

Bazen bir tahta atın sırtında,

Söz verdiğimiz saatte.

Zaman bileklerimize kelepçe vurmadan evvel.

Özgürdük,

Bir kuş kadar.


Çocuktuk,

Koşarak uzaklaşırdık dünya’dan.

Ayaklarımızda kara lastik,

Diz kapaklarımızda kan,

Toprağı öpene kadar

Günde üç öğün azar yerdik.

Dilini bilmediğimiz dünyadan.


Çocuktuk,

Koşarak uzaklaşırdık dünya’dan .

Kavgaymış, savaşmış bize ne.

Çobanı bizdik yemyeşil çayırların.

Zeytini bölen bizdik.

Çekirdeğini toprağa gömen.

Ekmeği öpüp alnına götüren

Çocuklardık biz.


Çocuktuk,

Koşarak uzaklaşırdık dünya’dan.

Yağmur altında

Karıncalara şemsiye tutan bizdik.

Dünya’yı çiğnedik,

Yutana kadar.

Boğazımızdan geçen ilk haram:

“dünya kadar.”


Şimdi koşsakta

Dünya uzakta.


BİR FERDİ TAYFUR YAZISI/Hasan Keklikci

Bizim köylüler radyonun antenine “anten” demez, “çıbık -çubuk-“ derdi. Kâye Ali alıncaya kadar bir tek Köroğlu’nun radyosu vardı, köyde. Köroğlu yaz kış bağrı açık gezerdi. O gün sırtında abası varsa abanın, gömlek varsa gömleğinin yakası neredeyse karnına kadar açık olurdu. Tamamen kılla kaplı vücudunun yanı sıra; ağzında kalan irili ufaklı birkaç sarı diş görünüşüne ayrıca bir çirkinlik verirdi. Köyün bütün çocukları ondan korkardı. Dedemgile çok gelirdi. Bizim ev dedemgilin evinin yanındaydı. Ben avludaki karadutun dibinde görmemle kaçmam bir olurdu. Ta ki günün birinde; kucağında radyo, anteni havada, mehter takımı gibi sağa sola döne döne dedemgile gelinceye kadar…

Adana’ya pamuk sulama işine giderdi. Dediklerine göre, o sene çok para kazanmış. Radyo almış. Erkekler “Eşk olsun, iyi etmiş.” dediler. Kadınlarsa “Deli, ocağı batmayasıca.” Fakat ajansından aranjmanına, şarkısından türküsüne hep beraber dinlediler. Sonra bir gün radyoda türkü çalınıyordu. Ben de oradaydım. Yine çocuktum. Şıho şehirden geldi. “Bu radyonun adamın sesini çekeni çıkmış!” dedi…

O, adamın sesini çeken radyo ile ancak on yıl sonra, bir marangoz atölyesinde tanışabildik. Şehre taşınmıştık. Liseye başlamıştım. Bizim Mahmut, Durmuş Hüseyin’in marangoz dükkânında -atölyeye dükkân diyorduk- çalışıyordu. Ben yarım gün okula gidiyordum, yarım gün dükkâna. Çeyiz sandığı yapıyorduk. Bazen iş çok oluyordu, sabah önce dükkâna gidiyordum. Sonra eve gelip üzerimi değiştirerek okula yetişiyordum. Okuldan sonra dükkâna. O zaman yedi kardeştik. Anam, babam dokuz. Ve haftada birkaç defa köy otobüsünü kaçıran misafirler. Salon, oturma odası, yatak odası, mutfak, kiler ve çocuk odası dâhil toplam iki odamız vardı. Balkon yerine evimizin toprak damını kullanıyorduk. Yazın yatıyorduk da orada. Yalnız bir sıkıntımız vardı: Dama komşunun evinden çıkılıyordu.

Okulda üç günde bir kavga çıkıyordu. Cam çerçeve yere iniyordu. Aynı sınıfta, yan yana oturan öğrenciler dünyayı birbirine dar ediyordu. Hocalar ikiye bölünmüş, horoz dövüştürür gibi öğrencileri birbirinin üstüne atıyordu. Bizim gibi birçok arkadaşımızın okul kitapları dışında okuyacak kitabı yoktu. Şehir kütüphanesindeki kitaplar, hocaları tarafından ödev verilen tembel öğrencilerin gazabına uğramıştı. Hevesle okumak istediğin hemen her kitabın birçok sayfası yırtılıp alınmıştı. Ve geceleri şehrin karanlık sokaklarından silah sesleri geliyordu.

Havaya taş atıp başımızı altına tuttuğumuz zamanlardı. Gençtik. Kanımız kaynıyordu. Akşam bin çeşit hayalle koyuyorduk başımızı yastığa. Dünyayı kurtarıyorduk. Fakat sabah uyandığımızda kaynayan kanımız içimize akıyordu. Yokluğun milyon türlüsü hayatı boğazımızda düğümlüyordu. Sonra çapulcu sürüsü, başıbozuk bir ordu tarafından yağmalanan çadırların yararlı çocukları gibi dükkâna giriyorduk…

Ferdi söylüyordu; “Her gecenin sabahında başım yine döner, döner/Getirmiyor seni bana, kısa kalıyor geceler, geceler” diyordu, adamın sesini çeken radyoda. Birkaç tahta parçasını bir araya toplayarak yapmış olduğumuz dolapta kaset bir taraftan bir tarafa durmadan sarıyordu. Teypten iki metre kadar uzakta, kablosu pencerenin üzerindeki çiviye sarılmış hoparlör "’Bir ben miyim?’ diye, of, baktım ki etrafıma/Hepsi doğuştan dertli/Benim gibi sevenler, sevip sevilmeyenler” diye, diye dükkânı dolduruyor, dilimize tercüman oluyordu. Bazı hafta sonları, yani pazar günü çalıştığı işyerinde babama sekiz beş nöbeti yazılıyordu. Bekçiydi babam. Anam, sanki babam bilmiyormuş gibi o hafta harçlığımızı fazla verirdi. Çiçek Sineması’nda haftalardır Ferdi Tayfur filmi oynadığını, bizim kendi aramızdaki sohbetlerimizden bilirdi. Sabah seansına bilet almak için koşardık ama gece seansına zor bulurduk. Sinemadan çıktıktan sonra eve gelirken film hakkında konuşurduk. Bazen önde yürüyenlerin anlattığını duymak için arkadan gelenler onlara yaklaşırdı. O zaman, hemen her sokak başında bekleyen polisler; ellerimizi duvara dayar, tekmeleyerek ayaklarımızı açar, üstümüzü arar, kimliklerimizi kontrol eder ve ikişer sillenin ardından “İki kişinin yan yana yürümeyeceğini bilmiyor musunuz?” der gönderirdi. Türkiye’de, Kahramanmaraş’ta, Uzunoluk Caddesi’nden…

Televizyon bir tek Nazif’in kahvesinde vardı. Ferdi Tayfur arabeskçi olduğu için televizyona çıkması, radyoda şarkı söylemesi yasaktı. Yılbaşı gecesi; belki? İlk akşamdan kahvede yerimizi alırdık. Çay üstüne çay verilirdi. Çay istemeyenin avucuna hemen sakız koyardı garson, çay fiyatına. Boş yok yani. Gece on bire kadar beklerdik. Yok! Polis gelirdi. On birde kahveyi kapatırdı… Babam kahveden geldiğimizi bilirdi. Eve televizyon alamadığı için hayıflanırdı. Bize demezdi tabi hayıflandığını. Ama biz anlardık.

Ferdi Tayfur öldü... Mekânı cennet olsun. Devletimizi yöneten tüm ekip onun ardından süslü süslü laflar ediyor. Milletimizin vekilleri, belediyelerimizin başkanları üzüntülerini ifade ediyorlar. Televizyonlar kimin taziye mesajını yayınlayacaklarını şaşırıyor. Sosyal medya gırla gidiyor. Bize yıllardır Batı müziğini, Batı kültürünü dayatan; Ajda Pekkan’a, Ali Poyrazoğlu’na, Zeki Alasya’ya ödül veren, Ferdi Tayfur’u radyosunda dinletmeyen, hâlâ televizyonunda izletmeyen, şehirlerinin meydanlarında şarkı söyletmeyen kim varsa hepsi sırada


Gel Ömrümü Tamam Eyle Öleyim/Ferhat ALTUN














gel ömrümü tamam eyle öleyim
 dizinin dibinde derman bulayım
ölmeye dermanı buldum diyeyim
gel ömrümü tamam eyle öleyim


gelişin bir muştu kemter kuluna
benzer ki can içre canan buluna
diş dudak saç tırnak kurban yoluna
gel ömrümü tamam eyle öleyim


ey şair sözünü heybetle söyle
tütün iç özünü küle gark eyle
nasihati pirlerin fakire böyle
gel ömrümü tamam eyle öleyim