Hâlâ
uyuyamamıştım; yatak sanki bir mezarlığı andırıyor, ne sağa nede sola
dönebilecek mecalim var. Kabrimde sıkışmış kalmışım.
Gece
lambası odayı aydınlatmak yerine her yeri kızıla boyuyordu. Bütün renklerde
koyu kan kırmızısı hâkimdi.
Gençliğim
şu daracık evde geçti, ömrüm su gibi akıp gidiyor ve hayattan hâlâ bir tat
alamıyorum.
Uyku
nöbetleri arada bir gözlerimi yoklasa da nafile, yorgunluğum kesintiye uğruyor.
Bu gece pusulası çalışmayan bir geminin dümeninde, bir sağa bir sola savrulup
duruyorum.
Helezonlar beynimi iyice yormuş, gözlerim o girdapların içinde döne döne
kıpkırmızı olmuştu.
Yorganı
kafama iyice çektim, gece lambasını düşünmek istemiyordum. Artık kapkaranlıktı
dünyam; ama bu sefer de nefes almam problem oluyordu. Olsun, olsun varsın,
içerisi her zaman dışarıdan iyidir.
Galiba
uykum geliyor, nefes alıp vermem yavaşlıyordu, tamam artık uyuyabilecektim,
uyumalıyım.
Gözkapaklarım
iyice ağırlaşmıştı, evet evet oluyordu sonunda; birazcık sağ tarafıma döneyim
böylece daha rahat uyuyabilirim.
Yatağım,
duvarın kenarında kalın bir sünger ve yün bir yorgandan oluşuyordu. Sağ
tarafıma dönememiştim hâlâ, hadi bir gayret daha yorganla birlikte dönmeliyim.
Çok hızlı bir hareketle yatağın dışına çıktığımda kafamı, nasıl olduysa yere
vurmuştum.
“Aman
Allah’ım!” diye bağırmışım farkında olmadan.
‘’Ne oldu yavrum?” diye beni uyandıran annemin
eli üzerimde, bense hâlâ yatağın içerisindeydim. Gördüğüm rüya beni iyice içine
çekmişti.
--- Yok bir şey sen uyu anneciğim!
--- Dur sana bir bardak su getireyim çok
terlemişsin, yorganını bu kadar başına çekmene gerek yok yavrucuğum.
Bir
bardak su, ab-ı hayat misali ölümsüzlük iksiri gibi geldi. Bu nasıl bir
bileşim, bütün vücuduma anında etki etmişti. Yorganı göğüs hizama getirdim,
birazcık olsun uyumuştum ama düşüncelerimin labirentleri beni kötü bir rüya
beldesine sürüklemişti.
Kötü hayâllerin failiydim artık, gecenin
kaçıydı acaba? Saate bakmak için doğrulmaya çalıştığımda başımın ön tarafında
acı bir ağrı hissettim; ne olabilirdi ki; galiba her şeyi sorun ettiğim için
başım ağrıyordu. Elimle alnımı ovalamaya başladım; evet rahatlıyordum, birazcık
şişlik vardı. Bu habis ur acaba ne olabilirdi.
Ovaladıkça
dağılan bir şeyler vardı alnımda; ağrıya benzer, iyice dağılıyor yüzüm boynum
derken bütün vücuduma yayılıyordu. Bir rahatlama hissetmeme rağmen bedenimdeki
tuhaflıklar sürgüne başlamıştı. Galiba kuruntularımı devleştiriyordum. Elimi
alnımdan çektim. Zira bu durum, içimi kemiren bir kene halini almıştı.
Aynı
odada olmamıza rağmen uyku mırıltıları kol geziyor mekânımızı ama benim beynim
zonkluyor, evde uyumayan kimse yok, lâkin ben uyuyormuşum gibi…
Bir
anda kendimi lavaboda buldum, ışığı yakmaya önceleri cesaret edemedim ama
sonunda korka korka yaktım.
Hadi aç gözlerini ve bak aynaya sana ne olmuş.
Karanlığa alışmış olan gözlerim ve göreceğim kötü bir manzara beni şimdiden
panik odalarına hapsetmeye hazırdı. Elimle gözümün birini kapatarak diğerini
birazcık açtım, bu sefer de ayna buğulanmış hiç bir şey görünmüyordu. Evet,
şimdi açabilirdim gözlerimi zira karşımda buğulu bir ayna vardı. Bu sihirli
camı silmek istemedim bir süre, önce ismimin baş harfini aynaya elimle yazarak
kendimi yavaş yavaş görmek istedim.
“Aman
Allah’ım!” Hızla temizledim puslu camı, gözlerim kan çanağı, yüzüm mosmor;
alnımda, yanaklarımda ve burnumun ucunda koca koca sivilceler oluşmuş derhal
odaya koştum.
Evet,
yine mezarıma girmiştim. Soğuktu bu sefer, kendi görüntümden korkuyordum
vücudum diken diken olmuştu.
Uyku
yurdumu terk edeli acaba kaç saat olmuştu. Keşke vaktin erken olduğunu, yatağa
yeni girdiğimi söyleyen biri olsaydı. Ya sabaha yaklaştıysak eğer saat yeni
günü müjdeliyorsa artık uyku tutmazdı beni, en iyisi zamanın dilimlerini
öğrenmemek ve uyumaya çalışmaktı.
Tik-tak
sesleri sanki beynimde aksi seda yaparak çalışıyordu. Onu düşünmediğim
zamanlarda hiç duymadığım bu sesler şimdi çok rahatsız edici bir hâl almıştı.
En iyisi saate bakmamak ve zamanı düşünmemek…
Dün
akşam iş yerinde patronun bana tokat atması ve bunu içime sindirememem beni bu
hale getirdi. Haksızdı, hem de sonuna kadar haksız. Tamir ettiğimiz arabanın
radyatörünün suyunu ve motorun yağını değiştirmiştik. Müşterimiz beni arabanın
yanında görünce arızanın ne olduğunu sorunca ben de yaptığımız işlemleri tek
tek anlattım.
Adam
‘’arabadan anlamadığım için biraz korkmuştum.‘’ diyerek sevinmişti.
Hesabı
öderken patronla tartışıyorlardı, müşterimiz beni çağırdı; ‘’biraz önce bana
anlattıklarını şimdide anlat.’’ dedi ve
yapılan işlemleri tekrar ettirerek parayı daha az ödedi.
Araba
iş yerinden ayrıldıktan sonra olmuştu bütün olanlar, neden diye sorduğumda bir
tokat daha yemiştim; neyse ki yarın Pazar zira çok gerginim.
Çalan
saatin sesiyle uyandığımda kadrajdaki akrep yediyi gösteriyordu, çok yorgun bir
şekilde kalkarak lavaboya kadar gittim. Sabahın ilk saatlerinde titreyen
ellerim buz gibi suyla buluştuğunda, iç titremelerim iyice artmıştı.
Son
derece korkunç bir geceydi; uyumadan kâbus görmek buna denirdi.
Kahvaltı
hazırdı ama ruh halimdeki bezginlik beni çoktan sokağa çekmişti.
Düşünebildiğim
tek şey; kendimden kaçmak sonra ne kadar zaman alır, nasıl olur bilemiyorum ama
tekrar yine kendime dönebilmek.
Ağır
ağır arşınlıyorum kaldırımları; ellerinde sıcak ekmeklerle caddelerden,
sokaklardan çocuklar geçiyordu. Bizim buralarda makamına uygun olarak söylenen
‘’tazeee simiiit’’ nidaları hiç eksik olmazdı ayrıca...
Hâlâ
kendime gelemiyordum bu vaziyette adımlarımı takip ederken mahalledeki parkın
banklarından birinde almıştım en rahat soluğu.
Midemin
gurultusuna, açlıktan dönen başım eşlik ediyordu. Buna rağmen midem herhangi
bir yemeği kaldırabilecek durumda da değildi. Gecenin ve tokadın tesirini hâlâ
içimden atamamıştım. Ruhum çarmıha gerilmiş ve ellerim çivilenmişti. Hem
bedenen hem de ruhen ölüm anını yaşıyordum.
Kabullenemiyordum
bir türlü; o kadar kötü hayaller oluşuyordu ki bunları kurguladığıma ben bile
inanamıyordum.
---Düt,
düüüüt!
Bu korna sesi de nedir parkın içinde bu ne
iğrençlik böyle?
---Düt,
düüüüt!
Bu
sefer ses daha yakından geliyordu ama ben bu korna sesini bir yerlerden
tanıyordum. Bu sesin sahibi Sabri abi olmalıydı, yanıma kadar yaklaştı.
Her
zamanki gibi elinde yine bir araba direksiyonu ve gözünde deniz gözlüğü, korna
sesini de ağzı ile çıkarıyordu.
Onu
bu haliyle görünce ister istemez tebessüm ettim, gülümsememek elimde değildi ki!
Çünkü o her zaman gülen birisiydi. Mahalleli ona Deli Sabri derdi.
---Ahmet, Ahmet hadi hadi bin de seni
götüreyim başka başka yerlere.
----Sabri
abi vallahi hiç keyfim yok ama seni görünce zaten bu âlemden ayrılıyorum.
----Hadi
hadi araba kalkıyor acele et.
Her
cümlesinde yüzümdeki tebessümler daha da büyüyordu.
---
Yahu senin hayatın herkesten daha güzel; hiç dert, tasa, gam nedir bilmiyorsun.
Bense şu an kendimde değilim. Seninle beni görenler benim deli olduğuma
hükmederler herhalde.
Sabri
abi yanıma oturdu ve sağ elini omzuma koydu, sol elinin işaret parmağıyla
gökyüzünü göstererek;
---Bak!
Bak bak, baksana güneş bugün ne güzel gülüyor!
İnsanın iç dünyasında farklı duygular uyandırıyor....yüreğine sağlık
YanıtlaSilDürüst, saf ve temiz insanların kokuşmuş insanların yaptıklarından nasıl etkilenip bunalım yaşadığını çok güzel anlatmışınız. Kalem tutan elleriniz dert görmesin azizim.
YanıtlaSilBu devirde dürüst insanların başına gelenler gibi gerçekçi.
YanıtlaSil