KENTLİ İNSANLAR -2-/Bekir BÜYÜKKURT


/Balkonda oturuyorlar/ 

Evlerimiz mahremiyetin timsali olan yerlerdir. Bir milletin evlerinin mimari özelliği; o milletin ahlak, karakter, komşuluk ve örf-adet anlayışlarının da simgesidir. Bugünlerde gönüllerdeki daralmaların temel sebebi; evlerimizin basık, ruhsuz, betonarme ve estetik yoksunu mimari dizaynından kaynaklanmaktadır. Yüksek tavanlı ve genişçe olan evlerde yaşayan insanların ruh dünyaları da elbette geniş olacaktır. Zira mekânın da bir ruhu vardır ve bu ruh insan üzerinde çokça etkiye sahiptir. 

Bir zamanlar, avluyla kuşatılan evlerimiz genellikle tek veya çift katlı olur ve bir tarafı genellikle caddeye-sokağa bakardı. Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, ambar ve fırın damı bulunurdu. Bu katın emniyet gereği dışarıya bakan penceresi olmaz veya çok küçük bir penceresi bulunurdu. Alt kattan üst kata geçiş evin içerisinden bir merdivenle sağlanır ve üst katta divanhane, haremlik, selamlık ve bazı evlerde de yaz odası bulunurdu. Merdivenle çıkılan ve odalara geçişi sağlayan bu geniş mekâna sofa denmektedir… 

İşte bu odalardan birisinin sokağa bakan ve köşk adı verilen bir çıkması vardır. Sokağa ayrı bir hava katan, estetik bir görünüm kazandıran bu çıkmalar, hane halkının dışarıyı görebilmesi içindir. Üst katlardaki pencereler; cumbalı olup, dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslidir. Hane halkı buradan, kapıya gelenin kim olduğunu kendisi görünmeden görebilmektedir. Mahremiyetin toplum hayatının her alanına sirayet etmesi, evlerde kendisini cumbalı ve avlulu evler olarak göstermektedir. 

Evlerimizin yapımında kullanılan malzemeler bizim dünyaya olan bakışımızı da göstermektedir. Ağaç, kireç, kerpiç gibi dayanıksız malzemelerden yapılımış evler, her an göç edilecek şuurunu her daim zihinlerde tutan insanların beytleridir. Bununla birlikte camiler, vakıf eserleri ve yıkılmamasını temenni ettikleri devlete ait kurumlar, sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yapılmaktadır. Burada baki olanın Allah(cc) olduğu ve kıyamete kadar devam etmesi gerekenin de devlet olması gerektiği anlatılmak istenmiştir. Zira milletin mukaddesatının koruyucusu olan devletin varlığı ve devamlılığı herşeyden önemli görülmektedir. Milletin değerlerine yabancı olmayan, bilakis bu değerleri devletin genetik kodları olarak gören bir devlet elbette ebed-müddet devam edecektir. 

Genel itibariyle, diğer tüm alanlarda, modernleşmeyle birlikte geçirilen dönüşüm-bozulma-yozlaşma, mimari alanda da geçirilmiştir. Modernleşme-Batılılaşma gelirken yalnız gelmemiş, beraberinde kendi kent kültürünüde getirmiştir şehir kültürü olan bu medeniyete. Mimarinin birer dış görüntüsü olan balkon, bizim hayatımıza modernleşme süreciyle birlikte girmiştir. Balkon, Batılı ve modern mimarinin simge unsurlarından yalnızca biridir. Bizim yapılarımızda evlerimizin ön kısımlarında balkon değil cumba vardır. Zira balkon ifşa ederken, cumba gizlemeyi, mahremiyeti temsil etmektedir. 

Balkonlar; basık, ruhsuz ve estetik yoksunu, betonarme evlerin bir nebze dahi olsa nefes alabilmek için tasarlanmış apartman çıkmalarıdır. Balkonu kent insanlarına dayatılan birer mimari tarz olarak da ifade edebiliriz. Sezai Karakoç “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon/Ölümün cesur körfezidir evlerde” derken kent insanına dayatılan bu mimari tarzın eleştirisini yapmaktadır. Şair, balkonlu evlerde çocukların öldüğünü  anlatmaktadır. Lakin bu ölüm bilinen manada bir ölüm değildir. Güvenlik, trafik gibi kaygılar; yeterli mekânların olmayışı gibi nedenler ve çocukların arkadaşlık kurabilecekleri, paylaşmayı öğrenebilecekleri ortamların olmaması bu çocukları apartman hücrelerinde-dairelerinde diri diri öldürmektedir. Anne-babanın ekonomik sebeplerden dolayı çalışıyor olması ise bu ölümü daha acı bir hale sürüklemektedir. Kişilik ve kimlik gelişimini sağlayamamış çocuklar da neticede birer ölü sayılırlar. 

Çocukları bu karanlık hücreye mahkum eden, aileleri birtakım gerekçelerle kent hayatının şövalyeleri yapan modernlik mefhumundan sıyrılıp asl’ımıza rücu etmedikçe bu cinayetler son bulmayacaktır. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder