‘’İÇİMDE KIVRILAN BİR LİSANDIR’’ / H. Ahmet ERALP

Hepiniz iyi tanırsınız beni, en çok da sen tanırsın. Dünümden, yarınımdan bahsetsem çok daha çabuk hatırlarsınız ama bu günümden bahsetsem, tanımak da hatırlamak da istemezsiniz beni. Suçlu aramıyorum, suçu aramıyorum, bildiğim bir şey var ki o da bunun suç olmadığı. Aslında muhabbet denilen mahlûkun ta kendisidir bu vaka, bu anı, bu ses, bu iz, bu nefes, bu duyuş, bu dokunuş…

Beni arayanlara da, beni bulanlara da, beni soranlara da, bunlardan daha da öte bilerek ya da bilmeyerek; basıp, ezip geçerek gidenlere de yoktur zerre sitemim, yoktur tek kelimelik itirazım. Hani şu beni anlayanlar yok mu, anlayıp da dağlayanlar yok mu, dağlayıp da bidaha bidaha alıp eline kor muhabbetleri koşa koşa gelenler yok mu, işte onlaradır tüm intizarım.

Şimdi konuşmak vaktidir, anlatmak ve haykırmak vaktidir şimdi. Bin yıldır dinledim, ezildim, basılıp geçildim, hiç dur durak bilmeden, hiç dinlendirilmeden ve dillendirilmeden; arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık, babalık ve analık ettim nice ‘’çilekeş yalnızlara’’ Çalmadan girdiler içeri bu kapıdan, sormadan aldılar cevaplarını tüm dokularımdan ama bu son gelenler ‘öylesine’ değil ‘ölmesine’ gelmişlerdi. İşte bu gelenlerdir bin yıldır susan ve susayan sadrımın orucunu bozduranlar. İşte bu son gelenlerdir sizi beni dinlemek ve hatta ilkin son kez dinlemek zorunda bırakan.

Bin yıldır ayağımı bastığım şu kadim ve mukaddes toprak, kimi zaman sırtımı dayadığım, kimi zaman şöyle hafifçe omuzlarımı dayayıp soluklandığım ruhsuz evlerin vefalı duvarları; utangaç yüzüme sürülmüş nice makyajlar, omuzlarıma yüklenmiş nice süsler bile iyi bilirler ki bozmazdım bu suskunluk orucumu. İşte bugün son kez dağlamaya gelmişlerdi yüreğimi, işte bugün son kez ağlamaya gelmişlerdi göz pınarlarının en nazlı kuytusundan. Çünkü son durakta bendim, son geçitte bendim, son atılan yerde bendim, son dinlenilecek yerde bendim. Bu gelenlerin geldiği gibi; son ölünecek yerde bendim.

Sırtıma çivilenmiş aydınlıkların, yüzümü grileştirmiş renklerin, her seferinde aslında bidaha bidaha göğsümü daraltan genişletilmişliklerin de çok iyi bildiği gibi; bugün ben son kez emdim o ilk vecdin son damlasını. Bugün ben son kez duydum o ilk cezbenin son haykırışını. Göğsümü ansızın sarsan bu ’’bir çift ayak sızısı’’ndan anladım son oluşunu. Bozduğum orucumun sebebi bana ve benimle beraber benden öncekilere ve benden sonrakilere ölmeye gelmiş olan son damla gözyaşının sahibi olan gözlere yüklenmiş bu yükün anlattığıdır.

Bu kez tek başına gelmişti. Daha önce hiç gelmediği hiç gelmediği bir saatinde yine çalmadan kapıyı girmiş, sormadan başlamıştı anlatmaya. Anlatmak dediysem öyle bildiğiniz, tahmin edebileceğiniz türden bir anlatmak değildi bu. Dudakları değil göz kapakları oynamıştı simasında deprem olurcasına. Nefesine sesini yoldaş eyleyip kulaklarıma göndermek yerine gözyaşına kanını mıhlayıp tam göğsümün orta yerine akıtmıştı ruhunun son damlasını: ‘’Dünyanın karanlık aydınlıklarına kapısını çelikten duvarlarla örüp içeri sadece ‘saf fikir, saf düşünce, sarsılmaz ve azalmaz hüzün’’ zulalanmış mağaradan dışarıya çağrılmıştı ilk kez. Dışarının en hatırlı, en makbul, en tevilli mabedine çağrılmıştı hüzün talimine devam etmek için. Nereden bilecekti ki bu son çağrılış yahut son davet değildi. İşte oracıkta anlamıştı aslında ölümden/idamdan önceki son isteğinin sorulacağı mabed olduğunu. Yılmamıştı, sabretmişti, isteğinin sorulmasını beklemişti. Hüzün taliminin devamı için geldiği bu mabedde beklediği gibi son isteği sorulmamış, bunun yerine :’soru ehli veya cevap ehli’ olmaklık iddiasında bulunmaya azmettirilmişti. Bir büyüğe karşı cevap ehli olmak iddiasından beri olmak hüsn-ü niyetiyle soru yöneltmiş ve idamdan önceki son nefesini vermişti oracıkta. Artık o andan sonra alınıp verilecek nefesi değil, göz pınarlarından akıtacağı son son bir damlacık kanlı gözyaşı kalmış olacaktı. Çünkü sorusu ve soruşu da beğenilmemiş ‘gazete küpürü/başlıksız’ olmaklıkla hüzün taliminin devamı için çağrıldığı mabedden de kovulmuştu.‘’

Bu son kovuluştan sonra gideceği yeri düşünmeye bile niyetlenmemiş ve tereddüt yaşamadan bana gelmişti. Ben. Demiştim beni hepiniz tanırsınız diye. Bin yıllık fırtınalara, yağmurlara, karlara, yıldırımlara karşı bozmadığım bu söz orucunu bildiğim, duyduğum, tanıdığım veya tanımadığım tüm sağanak yağmurlardan daha hisli ve daha şiddetli olan bu biricik son damla gözyaşı ile bozdum.

İyi tanırsınız işte beni; tüm kılcal damarlarımıza kadar birbirimizi iyi bildiğimiz şu kadim çınar ağacının gölgesine sığınıp ciğerlerine son nefesine çektiğin tütününü sırtıma atıp ayağınla söndür şimdi. Söndür dedim, tütününün közü ile dağla demedim. Beni ancak bir damla dağladı sadece bin yıldan bugüne dek.

‘’şu ellerin taşı bana hiç değmez
ille dostun bir tek gülü yaralar beni ‘’

Ölmeye gelmişti son damlasını tam göğsümün orta yerine akıtmaya gelen göz pınarlarının sahibi olan gönül. Kendinden önceki tüm hüzünleri gönlüne gömmüş; gönlünü de bugüne kadar kimselere aşikâr etmediği annesi, babası, dostu, arkadaşı, sırdaşı, yoldaşı olan kaldırımlara gömmüş; ölmüş ve kaldırımları da öldürmüştü.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder