BİZE YAZILANLAR...
Bir Ağabey, Üç Kişi/Melih Erdem
Sükûtun İçinden Göğe Yükselen Bir Ses: Sibel Kök Şiiri/Mehmet Yaşar
Göçen Kuşların Ardından/Muhammet Şaban Çiftçi
Fotoğraf:SIRTÇANTAM Gezi ve Kültür Dergisi
Mahmur Olur Bir An Gözlerim/Abdurrahim Turhan
Kelimatın izah etmekten aksak kaldığı o yeşil gözlerin var ya
Müreffeh olurum yazgını yazgımla iki cihanda yazsalar ya
Kanuni servetinin zerleri ve dahi saltanatı sana olsun feda
Feda olsun amma aciz kalır yine güzelliğini ve zerafetini anlatmaya
SENSİZLİĞİN ARDINDAN/Ökkeş Alper TAŞLIALAN
Hatıramda hayal de sen
Düşüp kaldım acımda sen
Duam da sen şükrüm de sen
Dört eylülün şafağında
Kandil söndü ocağında
Dört evladın kucağında
Ağıtta sen hüzün de sen
Özüm de sen aklımda sen
Yarınımda dünüm de sen
Aynadaki yüzüm de sen
Duam da sen şükrüm de sen
İncitmesin toprak seni
Ordan bizi görür gibi
Meleklerle bekle bizi
Cevapta sen soru da sen
Sözümde sen saklımda sen
Sazımda sen telim de sen
Yarım kalan türküm de sen
Duam da sen şükrüm de sen
İman ettik buluşmaya
Cennette cem niyazıyla
Rahmet olsun şâd ruhuna
Giden de sen kalan da sen
(13. Geceyi, hasret geçe - )
Dayanıklı Olanı Hayatımızdan Silen: Planlanmış Eskime/Dr. Mutlu ASLANTÜRK
Eskiden evlerimizdeki eşyalar, yalnızca bir araç değil; bir hikâye, bir hatıra ve çoğu zaman bir aile yadigarı idi. Annemin büyük babası Çilingir Duran Usta babasının teberiği bütün bakır kabı kacağı, kalaya gittiğinde başkalarının kaplarına karışmasın diye adının ve soyadının baş harflerinden oluşan “D.K” mührü ile markalamış. Bu sebeple bugün annemin hala kullandığı kalaylı bakır pilav tepsileri dedesinin baş harflerini taşımakta. Büyükannemin evinde hâlâ çalışan Tolon çamaşır makinesi, üç kuşağın yaşamına tanıklık etmiş sessiz bir şahit gibi. Her düğmesinde, vida yuvalarında, geçmişin emeği ve sabrı saklı. Annemin evindeki ilk Philips buzdolabı ve benim çeyizimdeki 31 yıllık derin donduruculu Beko ise, üretildikleri dönemin emeğe, vefaya, teknolojiye, dayanıklılığa ve kullanım ömrüne verdiği değerin simgeleri. Bugün artık bu bağlar kopuyor. Telefonlar, bilgisayarlar, mutfak aletleri evladiyelik üretilmiyor…Kapitalist düzenin üretim bantlarından planlanmış eskime felsefesi ile üretilmiş ürünler akıyor artık.
Global E-atık Monitörünün 2020 verilerine göre; 2020 yılında dünya, 53.6 milyon metrik ton ampul, otomobil, akıllı telefon gibi elektronik atık üretti ve bunun sadece %17.4’ü düzgün bir şekilde geri dönüştürülebildi maalesef…
BM Çevre Programının yaptığı araştırmalara göre Moda endüstrisi her yıl 92 milyon ton atık üretmekte ve 79 trilyon litre su tüketmektedir. Dahası, tüm tekstillerin %85’i her yıl çöpe gitmektedir.
Çevre bilinci üzerinde faaliyet gösteren derneklerin araştırmaları ev aletlerinin ortalama ömrünün 6-8 yıla kadar düştüğünü tespit etmiştir. Siz de farkında mısınız? Her şey çok alelacele ve özensiz üretiliyor sanki artık?
Ürettiğimiz her şey bir kum saatinin haznesinden akan kum taneleri gibi; zaman hızla akıyor, nesneler gözümüzün önünden kayıp gidiyor. Planlanmış eskime, sessiz bir felaket gibi hayatımıza sızıyor. Çevremizi, zihnimizi ve değerlerimizi aynı anda aşındırıyor.
Bu sadece çevreyi değil, zihnimizi ve ahlakımızı da tüketiyor. “Kullan-at” kültürü, bizi sürekli tatminsiz kılıyor. Elimizdekilerin değerini unutturuyor; ilişkilerimizi, hatta kendimize olan saygımızı bile aşındırıyor. Çünkü; bu kayıp yalnızca nesnelerle sınırlı değil. Sahip olduklarımıza gösterdiğimiz özen, ilişkilerimize ve kendimize olan saygımıza yansıyor. “Yeni, daha fonksiyonel ve daha iyi” her zaman peşimizde koşan bir hayalet gibi; elimizdekiyle yetinmenin değerini unutturuyor. Tatminsizlik bir döngü hâline geliyor.
Çocukluğumdan hatırımda kalan yaratana sevgiden kaynaklı üretilene saygı idi hayatın düsturu. Terziler kol evlerinden çıkardıkları kumaşları yamalık yapmaya uygun olduğundan biriktirir, insanlar bu parçaları yumurta süt yoğurt ile takas eder, aldıkları parçalar ile sünnet üzere yırtıklarını yamayarak eskilerini yeni yapardı. Hem öyle bir gelişmiştik ki bu hususta kırkyama, hanım dilendi bey beğendi gibi dikiş sanatları doğmuştu. Ayakkabılarımızı tamire yollardık, anne annelerimizin sabırla yamaladığı seccadelerde namaz kılar, bizden büyüklerin kullandığı ders kitaplarını onarır ciltler yeniden kullanırdık. Dirsek çürütmek boş bir tabir değildir, eskiyen okul önlüklerimizin kol manşetlerini değiştirir okul formalarımızın yıkanmaktan yorulmasından kaynaklı incelmesini altından giydiğimiz jüponlar ile telafi ederdik. Afiyetle yediğimiz karpuzların kabuklarından yaptığımız ilende tatlısının lezzetinin yeri hala damaklarda doldurulamadı. Kabak, salatalık kabuklarını kavurarak, tablanın dibinde biriken ev ekmeği kırıntılarından omaç yaparak yokluk günlerimizin ziyafetlerine dönüştüren öpülesi elleri vardı analarımızın.
Bir arızayı tamir etmek, aileyi bir araya getiren bir ritüele dönüşürdü. Büyükannemin çamaşır makinesi bozulduğunda, babam ve dayım onu söküp tamir eder; bu küçük arıza aile sohbetlerinin ve öğrenmenin vesilesi olurdu. Her çarkın yerine oturması, sadece makineyi değil, aileyi de bir arada tutan görünmez bir ip olurdu sanki. Bugün ise arızalı bir cihaz genellikle çöpe gidiyor; tamir etmek hem ekonomik hem de zaman açısından dezavantajlı sayılıyor. Bu tercihimiz ile yalnızca çevreye zarar vermiyoruz, aynı zamanda sabır ve emeğin değerini de kaybediyoruz.
Modern üretim anlayışı, her yeni model ürünle heyecan uyandırsa da kısa süreli bir tatminin ötesine geçemiyor. Yenisini almanın bir tercihten çok bir zorunluluğa dönüşmesini anlatan planlanmış eskime kavramını daha iyi anlamak için dünyada bıraktığı derin çevresel etkiye de bakmak lazım.
Kaynak Tükenmesi: Sık ürün değişiklikleri, hammadde talebini artırarak doğal kaynakların tükenmesini hızlandırır. Örneğin, akıllı telefon üretimi, nadir toprak metalleri gerektirir ve bunların çıkarılması çevresel olarak zararlıdır.
Atık Üretimi: Kısa ömürlü tasarlanmış ürünler, genellikle çöplüklere giden önemli miktarda atığa katkıda bulunur. Özellikle e-atık, toprağı ve suyu kirletebilecek tehlikeli maddeler içerir.
Enerji Tüketimi: Yeni ürünlerin üretimi önemli miktarda enerji gerektirir, bu da daha yüksek karbon emisyonlarına ve çevresel bozulmaya yol açar. Sürekli üretim döngüsü, yüksek bir karbon ayak izini sürdürür.
Bugün gerçek zenginliğe kavuşmamızı sağlayacak bir felsefe olarak, sahip olduklarımızı onarmak, onları korumak ve bir sonraki nesle aktarmanın en doğru bakış açısı olduğunu tüm çıplaklığı ile yaşıyoruz. Büyükannemin makinesi, annemin ve benim emektar buzdolabım yalnızca geçmişin teknolojisini değil, dayanıklılığın, emeğin ve sabrın değerini hatırlatıyor bana.
Planlanmış eskime, sadece çevreyi ve bireysel değerleri değil, toplumun kolektif belleğini de tehdit ediyor. Eskiden bir mutfak eşyası, bir giysi veya bir ev aleti, yalnızca işleviyle değil, hikâyesiyle de değer taşıyordu. Şimdi ise ürünler, kısa süreli tatmin için üretiliyor. Çocukluğumuzun, aile sohbetlerimizin ve emeğin izleri, modern üretim anlayışıyla siliniyor.
Peki bu yıkıcı döngüden nasıl çıkabiliriz? Belki de cevap, geçmişin bize bıraktığı mirasta saklıdır. Büyükannemin makinesine, annemin buzdolabına ve benim kendi çeyizimdeki eşyalara bakmak; onları tamir etmek, onlara sahip çıkmak ve “daha azla yetinme” ahlakını benimsemek, bu duruma karşı durmanın yolları olabilir.
Çünkü asıl zenginlik, sürekli yeniye sahip olmakta değil; sahip olduklarının kıymetini bilmekte ve onları onararak değer katmakta yatıyor. Her tamir edilen eşya, yalnızca çevreyi değil; sabrımızı, emeğimizi ve geleceğe dair sorumluluğumuzu da besliyor. Onarılan bir makine, bir nehir gibi; küçük çarkları döndürdükçe hayatı da akıtan bir güç hâline geliyor.
Bir eşyayı bir ömür boyu kullanmanın, onunla anılar biriktirmenin ve onu bir sonraki kuşağa aktarmanın ne kadar değerli olduğunu yeniden hatırlamanın vakti gelmiş de geçiyor bile. Dayanıklılık, sadece eşyalarda değil; insanın zihninde, ilişkilerinde ve ahlaki dünyasında da yaşatılması gereken bir değerdir. Gelecek, bugünün tüketim alışkanlıklarıyla değil, sahip olduklarımıza gösterdiğimiz özen ve onarıcı tutumla şekillenecektir. Üreticilerimiz de bu gerçeğin farkında olmalı üretim stratejilerini eskisi gibi emeğe, vefaya, teknolojiye, dayanıklılığa ve kullanım ömrüne verdiği değer üzerine yapılandırmalılar.
Ve unutmayalım: her tamir, her onarım, kaybolan değerleri geri getiren birer küçük mucizedir. Bir vida, bir düğme veya bir çarkın yerine oturması, sadece makineyi değil, geçmişimizi ve geleceğimizi de ahenkle bir araya getirir. Her onarım, hayatın küçük ritmiyle yeniden atan bir kalp gibidir; her tamir edilen eşya, bize hem zamanın hem de emeğin değerini hatırlatır.
Belki de en büyük zenginlik, sürekli yeniyi kovalamakta değil; elimizdekinin kıymetini bilmekte ve ona özen göstermekte gizlidir. Çünkü dayanıklı olan, unutulmadığında; eskimeyen, hatırlandığında; kaybolan değerler yeniden hayat bulur.
10.09.2025
faslanturk@hotmail.com
FİLİSTİN’DE BİR CUMA ÂMENTÜSÜ/Samet Yurttaş
Şakaklarından kan damlıyor,
Sen kanın açtığı yoldan yürüyorsun.
İnadına yürüyorsun
Tûr’a, Nuh’a ve Sûr’a...
Bütün kapıları kapatıyor dünya
Sana açılan denizleri dahi kapatıyor;
Akdeniz’i, Kızıldeniz’i.
Yüzünü kapatıyor gökyüzü,
Aldırmıyorsun ya
İnadına yürüyorsun.
Allah’ın bütün kapıları sana açtığı oluyor
Dudaklarının tekrarında Âmentüyü.
İnadına yürüyorsun,
Kalbin yeryüzü ayetleri gibi
Orada taşıyorsun kardeşlerini;
Adı Musa, adı Yakup, adı İsa...
Gözyaşlarını bir ipliğe dizip
Boynuna asıyorsun.
Orada yeşeren gülleri
Gülleri uzatıyorsun;
İbrâhim’e, İsmail’e ve İshak’a.
Sen o Cuma günlerinin güzelliği gibi
İnadına yürüyorsun
Bazen bir bitki çayı.../Muhammet Şaban Çiftçi
KIPIRTI/ Hidayet BAĞCI
GÖÇ/Nurcihan KIZMAZ
Baktığımız Rüya Gördüğümüz Gerçek/ Sibel Kök
Yanlış zamandaydık belki
Yanlış iklimlerde
Bu yüzden denk gelmedi baharlarımız bile
Bir hikayenin ortasından böldüğü iki hayattık
Sen başka diyarda
Ben ezelden mahkum bir başka dünyaya
Saçlarının kıvrımında destanlar büyütürdün sen
Karanlığa değmeden doğardı bakışın
Şavkı vururdu yücelerden gülüşünün
Bir rüyaydı ki sesin gerçeğin ta kendisi
Bense kurbanlar verirdim cenk meydanlarında
Gürbüz sevdalar
Uykudan geçmeyen geceler
Serazat mısralara gebe güzelliğine
Bölük pörçük, darmadağın yahut;
Kınından sıyrılan yeminler
Sen ve ben dağları mahzun o şehrin
Mağrur çocuklarıydık
Kim görse başımızda esen rüzgarı
Deli bir poyraz sanardı
Halbuki biz aynı rüyaya doğardık her sabah yeni baştan
Yeni baştan başlardık
Dağılan yerlerini toplamaya hayatın
Bir kez bile denk gelmeden susuşlarımız
EMEKLE KUTSALLAŞAN SON KALEMİZ YUVAMIZ/Dr. Mutlu ASLANTÜRK
Kültürümüzde Meskenin Kutsiyeti;
Türk töresinde ev, sadece başımızı soktuğumuz bir yer değil; kimliğimizin aynası, huzurumuzun yurdu, ailenin yaşam enerjisinin buluşma noktasıdır. Bir çatının altına girmek, mülkiyetten çok daha fazlasıdır; ev, emeğin, güvenin ve huzurun ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Dışarısı bazen soğuk, karmaşık, yabancı olabilir. Ama eve girdiğimizde, dört duvar arasında bizi saran şey sıcacıktır: güven, emek ve huzur. İşte bu yüzden ev, kalemizdir.
Ocağının Dumanı, Duanın Bereketi ile Ayakta Kalan Türk Yurdu;
Türk evinde kutsiyetin kalbi ocaktır. Alevleri yalnızca yemeği pişirmez, aynı zamanda gönülleri ısıtır. Buharı, birlikteliğin kokusunu zihinlere gönüllere taşır. Sevgi ve inanç ile ocağa konulan yemek günün duasıdır. Kolayca yapılsın, huzurla sağlıkla eksilmeden hep birlikte yensin duası ile “Sübhaneke’si okunur. Lezzeti yerinde olsun duası ile “İhlas’ı, bereketli olsun duası ile de “Tahiyyat” eklenir dua halkasına. Yemek yalnızca mideleri doyurmaz; aynı sofraya oturanları birbirine bağlayan bir tılsımdır.
Ev ve Emek;
Temiz bir çarşafın kokusu, anneannenin tarifiyle pişen bir kekin sıcaklığı, çocuk kahkahalarının duvarlarda yankılanması… Bunlar kapitalizmin süslü vitrinlerinde bulunmaz.
Bugün çoğumuzun mutfağı hazır yiyeceklerin hızına kapıldıysa da ocakta kaynayan bir çorbanın, fırında pişen bir kekin, kahvaltı masasındaki ev yapımı reçelin kokusu, yerini hiçbir şey tutamaz. Bu küçük görünen ayrıntılar, meskeni ev yapan, evi de kutsallaştıran tılsımlardır.
Evimiz ile ilgili uğraşlarımız azaldıkça, evimizin ruhu da eksilir. Meskenin kutsallığını yaşatmak için, ev işlerimizi yalnızca zorunluluk değil; emek, sevgi ve aidiyetin bir ifadesi olarak görmemiz gerekir.
Tüketim Kültürünün Evdeki Etkileri
Ne yazıkk ki; bugün evlerimiz birer tüketim vitrinine dönüşmüş, el emeğiyle hazırlanan yemekler yerin hazır gıdalara, evde geçirilen zaman ise yerini dışarıdaki süslü vitrinlere bırakmıştır. Evin ruhu, satın alınan eşyalarla değil, içinde verilen emekle, paylaşılan anılarla ve duyulan kahkahalarla beslenir. Bu nedenle, evimizi bir tüketim nesnesi olarak görmek yerine, onu sadelik, emek ve sevgiyle yeniden kutsallaştırmamız gerekir.
Evde Dayanışmanın Bereketi;
Bir evin sırrı sadece çatısında değil, içinde paylaşılan emektedir. Yemek pişirmek, sofrayı kurmak, evi toparlamak yalnızca “iş” değildir; aile fertlerinin birlikte yürüttüğü bir dayanışma halidir. Anne çorbanın tuzunu koyarken baba sofrayı hazırlayabilir, çocuklar masaya bardakları dizebilir. İşte o zaman yemek sadece karın doyurmaz, gönülleri de birbirine bağlar. Paylaşılan emek, aile ocağına siner, evin ruhunu besler. Bu dayanışma, evliliklerin devamlılığını güçlendiren görünmez bir harç gibidir. Çünkü sevgi, yalnızca güzel sözlerle değil; birlikte yapılan küçük işler, omuz omuza verilen emekle kalıcı olur.
Konuk ve Misafir;
Türk örfünde konuk, yalnızca eve gelen kişi değil, hane halkının onuru, töresinin sınavıdır. Konuğun geldiği evde ona en iyi yer ayrılır, yemeklerin en güzeli ikram edilir. Konuk ağırlamak, sadece cömertliğin değil, aynı zamanda yiğitliğin ve asaletin göstergesidir. “Konuğunu hor göreni, oba dışlar” anlayışı, göçebe yaşamın sert koşullarında insanın insana emaneti olarak görülmüştür.
Konuk kavramı, İslam’ın Anadolu’ya yerleşmesiyle birlikte, misafirlik kavramına dönüşerek daha da kutsal bir boyut kazanmıştır. “Tanrı misafiri” ifadesi, hiç beklenmedik bir anda kapıyı çalan, kimliği sorgulanmayan, yalnızca Allah rızası için ağırlanan kişiyi anlatır. Misafir, ev sahibine bir imtihan vesilesi, rızkın bereket kaynağı kabul edilmiştir. Bu anlayış, Anadolu irfanında şu cümleyle özetlenmiştir:
“Misafir on kısmetle gelir; birini yer, dokuzunu bırakır.”
Misafirlik, evin kutsiyetini en görünür kılan geleneklerimizdendir. Melih Cevdet Anday’ın “Bir Misafirliğe Gitsem” şiiri eve bereket taşıyan konuğun samimiyetle ağırlandığını fark ettiğinde nasılda sadrına şifa bulduğunu ne güzel anlatır.
Bir misafirliğe gitsem
bana temiz bir yatak yapsalar
herşeyi, adımı bile unutup
uyusam...
kalktığımda yatağım hala lavanta koksa
kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
nerde olduğumu hatırlamasam
hatta adımı bile unutsam...”
Evin Belleği;
Ev, yalnızca bugünümüz değil, geçmişimizin hafızası, geleceğimizin duası ve umududur. Çocuk kahkahaları, bayram telaşları, hüzünlü günlerin sessizliği … Hepsi evin belleğine siner. İşte bu yüzden mesken, yaşayan bir varlık gibidir.
İslam inancında ev; imanla, emekle ve sevgiyle anlam kazanır. Evin çatısı erkeğin koruyuculuğunu, duvarları kadının emeğini, içindeki huzur ise Allah’ın rahmetini simgeler. Sofra bir okul olur, ocak bir dua mekânı, evin kendisi bir mescit gibi huzur verir.
Yaratılış gayesini bilen kadın, evinin mihenk taşıdır. Yemek pişirirken, temizlik yaparken, çocuk yetiştirirken, evini mamur ederken aslında Allah’ın rızasını arar. Kadının evine hizmeti şerefli bir vazifedir.
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ev işlerine katkı sunarak müminlere örnek olmuştur. Bu bize, meskenin paylaşma ve dayanışma üzerine kurulduğunu gösterir.
Fahri kâinat efendimizin şehadetle müjdelediği Muaz, Muavviz ve Avf’ın anneleri Afra Validemiz gibi sahabe hanımlar, sofralarını sadece yemek yeme yeri değil, eğitim mekanları hâline getirmiş, çocuklarını iman ve sevgiyle büyütmüşler adanmışlar kervanının bir yolcusu yapmışlardır. Müslümanın evi, sadece barınak değil; aynı zamanda bir medrese, bir mescit, bir sevgi pınarıdır.
Son Kale Olarak Ev;
Modern çağda evler, çoğu zaman tüketim vitrinine dönüşmüş, gösterişin gölgesinde kutsallığını yitirmiştir. Oysa mesken, asıl değerini sadelik, emek ve sevgiden alır.
Evlerimizi yeniden “son kalemiz” mantığıyla korumalıyız. Çünkü hayat evde başlar, evden dağılır ve yine eve döner.
Mü’min Evin Yasası
Her evin kendi içinde yazılmamış ama ahalisinin gönüllerine nakşedilmiş maddeleri aşağıda ki sıralanabilecek bir anayasası olmalıdır:
Madde 1. İnanç, ocağı ayakta tutan harçtır; evin temeli imanla atılır.
Madde 2. Evde kılınan namaz, aile fertlerinin Rabbine yönelişidir; evin çatısındaki en büyük berekettir.
Madde 3. Mümin ev, meleklerin konuk olduğu evdir; kötü söz ve olumsuz duygulara yer yoktur.
Madde 4. Herkes yaratıldığı hâliyle kabul görmelidir; güzellik, kabiliyet ve mizaç Allah’ın takdiridir. Kadere rıza esastır.
Madde 5. Evdeki eşya ve imkânlar emanettir. Korunmalı, israf edilmemelidir. Tüketim zorunlu, gerekli, lüks sınıflarında üç ölçüyle sınıflanmalı. İsraf ve kör taklitten korunulmalıdır.
Madde 6. Kararlar istişareyle alınmalıdır; büyüklerin sözü, küçüklerin düşüncesi kıymetlidir.
Madde 7. Kadın ve erkek birbirinin rakibi değil, Rabbin kulu olarak eşittir. Zulüm evde en büyük haramdır.
Madde 8. Sıla-i rahim esastır; komşuluk hakkı korunmalıdır.
Madde 9. Zaman, eşyadan daha kıymetlidir. Vaktin israfına izin verilmemeli; her an kıymet bilinciyle yaşanmalıdır.
Madde 10. Mümin ev, bilginin beslendiği mekândır; öğrenilen her şey Allah rızası için taşınmalı ve aktarılmalıdır.
Madde 11. Evimizde helâl dairesinde eğlence, neşe ve muhabbet çoğaltılmaya gayret edilmelidir.
Yuva kutsaldır; çünkü onda emek, iman ve hatıra vardır. Ev, insanın kimliğini bulduğu, huzura kavuştuğu ve Rabbine en yakın olduğu yerdir.
Ocakta pişen çorbanın kokusu, temiz çarşafın ferahlığı, misafirle çoğalan bereket; hepsi evin kutsiyetini tamamlar.
Evlerimizi sadece barınak değil; birer huzur, iman ve umut yuvası hâline getirmek hem kültürel hem de dini mirasımıza sahip çıkmak demektir.
Çünkü ev, Rabbimizin bize verdiği en güzel nimettir; içinde sevgi, saygı ve emek varsa, dünya cennet olur
4/09/2025
Kahramanmaraş
BAKİ KALAN KUBBEDE HOŞ BİR ALEYH İMİŞ/Ömer Faruk GÜNAY
Alaiddin Küçükkürtül - Ömer Faruk Günay: Pirimiz, belagat üstadımız, semerkant türk'ü mehmet yaşar ağabey az evvel kıymetli kaynatası ve oğlu yusuf ile sahafa teşrif buyurdular. kendilerine sandalye gösterdik ve çay ikram ettik. bir müddet mülaki olduk, hoş sohbetinden feyizlendik. muhabbetin koyulaştığı bir ara yusuf'un dedesinin gözü raflarımızdaki kaya tuzu kandiline takıldı. tuz lambasının nefes darlığı ve benzerî hastalıklara iyi geldiğini izah ettik. kendileri ise, hatın analarının bu elim rahatsızlıktan şikayetçi olduğunu söylediler. derhal tavsiye ettik. tam sarıp poşetlemeye koyulacaktık ki mehmet yaşar araya girdi: "babacığım ben size 100, 200, 1000 MG'lı ilaçlar alırım, bunlar işe yaramaz." deyiverdi. tuz deryasının kıyılarından kırıp getirdiğimiz her derde deva kayalarımızı mehmet yaşar ağabeyimiz kapitalist, emperyal ve irfandan, ilimden, hikmetten yoksun tablet ilaçlarına tercih etti.
dükkandan ayrılırken yusuf'a bize kurt işareti yapması için salık verdi. yusuf kurt işaretini yaptı ve eczaneye gitmek üzere yola koyuldular.
biz de meyus bir halde klavyenin başına geçerek bu buruk hatırayı sizlerin vicdanına sunmaya karar verdik.
selam, hürmet..
Mehmet Raşit Küçükkürtül: derhâl idâm edilmesi nizâm-ı âlem ve adalet içün vaciptir. kaynatasından "-cığım" ekiyle söz ettiği için de malları müsadere edilip dârülacezeye muaccelen ve hükmün temyizine yer bırakmadan temlik edilmesi farzdır.
sizleri öğretisel bilinç ile selâmlar; anti-firavunist, anti-emperyalist, anti-siyonist, anti-kapitalist ve anti-faşist duyarlılıkları kuşanmış devrimci çizgiye çağırırım.
bir umuttur yaşamak - reis nuri pakdil
Ömer Faruk Günay: Ömrünüze Bereket üstadım.
Mehmet Yaşar: Ağyârın ithamından, yârin iftirası yeğdir.
Lakin yine de son arzum, tahkikatın idamdan sonraya bırakılmasıdır. Ne de olsa hadisenin vukû bulduğu mahalde şâhid-i sıddîk olarak bir Atsız kitabı vardı.
Kalsın benim davam divana kalsın...
Ömer Faruk Günay: …
Mehmet Yaşar: Mübarek kayınpederime zât-ı âlînizin iftirayı muhtevî metninizi aktardım. Kendileri de "Madem hükmün verilmiş, bâri idam sehpasına aç çıkma" buyurdular....
Ahmet Doğan İlbey: aziz dost ömer faruk günay'ın istihbaratı sağlamdır. olan zapt etmiş.
bu istihbaratı alan üdeba dostumuz hemen idamına ferman eylemiş.
fakat merhamet ve af etmesini dileriz. size göre "nizâm-ı âlem" şartlarını ihlâl sayılan bir "kusur" için semerkand türk'ü dostumuza kıyılır mı? kıyılmaz; affediniz.
selâm ve muhabbetle...
ahmet doğan ilbey
Ömer Faruk Günay: Allah razı olsun Ahmet abi. Biz de hem Raşit Abi'nin suç karşısındaki tereddüte yer bırakmayan tavizsiz duruşuna hem de Mehmet ağabeyin teslimiyetindeki yiğitliğine iman ettik. Böyle bir yiğidi asacak kürsü daha imal edilmemiştir sanıyoruz.
Selam.. hürmet..
Ahmet Doğan İlbey: aziz dost,
yârenlik güzeldir. iyi yapmışsın. yüreğine bereket.
selâm ve muhababetle
YA HEPSİ BİRDEN HAYKIRIRSA/Hasan EJDERHA
Hepsi birden haykırınca
Ay ve güneş ve yıldızlar
Utancından kaybolur
Kararır cümle âlem
Diye korkuyorum.
Lakin bunu yapıp da
Dünyayadaki diğer çocukların
Aydınlığına kıymıyor
Gazzeli çocuklar.
NEHRİN TERSİNE AKAN ŞİİR/Samet Yurttaş
Temize geçtiğim her şiir
Yeniden yazıyor kendini
Göğsüme mürekkep damlatıyor yıllar
Orada yeşeren mısraları yontuyorum ağzımla
Ağzım şiire duruyor yeniden
Aşka ve şiire olan inancım artıyor
Nehre iniyorum
Dudaklarımın kenarında mısralar
Nehre bırakıyorum onları
Su bulanıyor
Nehrin tersine akıyor mısralar
Şiir isyana dönüşüyor ağzımda yeniden
Aşka ve şiire olan inancım artıyor
Nehrin ahengine bırakıyorum kendimi
Kalbim ritmini buluyor
Şiir kendi sesini
Su yaratılışdaki sesi buluyor
Kendi sesinde
Kanıma su karışıyor
Suya şiir
Aşka ve şiire olan inancım artıyor yeniden
KÜL/Nurcihan KIZMAZ
Diyar-ı Hamuş/Fatma Nur Kaya
GEÇMEYEN ZAMANLARA/Samet YURTTAŞ
Takvimlerde baş döndüren uzayışlar
Güneş çatlatıyor gövdemi
Zaman topuklarıma inen
Gecenin ağrısı
Yakamda adımın karşılığı:
Kırk iki, kırk iki...
Gece yüksek ateş, sancı
Ve gurbet söyleşileri.
Beynimde
Dinmeyen davul sesleri
Düğün değil kervan değil göç değil
Topuklarımı çatlatan yankı
Bir deli öfke:
Dirseklerimde mermerin sıcak iniltisi.
Dudaklarımda taze kan kokusu
Şiirin çeşmesine iniyorum
Yanaklarımda kuruyor
Tuz ve su
NE HABER/Nurcihan KIZMAZ
Mustafa Cihan Alliş'e Mektup/Alaadin KÜÇÜKKÜRTÜL
Kıymetli kardeşim hikaye muharriri Mustafa Cihan Allişe
Yirmi birinci asırda bir mektuba nasıl başlanıyor, bilemiyorum. Yirmi birinci asırda mektup yazılıyor mu onu da bilemiyorum ama ben bu mektubu yazıyorsam bir örneği vardır diyebiliriz.
Yirminci asırda olsak gurbetteki birine (yani bu örnekte gurbetteki kişi sen oluyorsun en azından fiziken öyle oluyorsun) mektup yazıyor olsak “Evvela mahsus selam eder; büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.” diye başlardık.
Uzun zamandır hikaye yazamıyorum. Ne kadar zamandır hikaye yazamadığımı hesaplayamayacak kadar süredir yazamıyorum. Acaba hikaye yazan biri değil miyim? Böyle bir yeteneğim yok mu? Daha önce yazdıklarım hikaye değil miydi? Sorularını soracak kadar hikaye yazamıyorum. Diğer yazarlarda bu durum olmuş mudur? Oluyor mudur?
Merhum ve mağfur hikaye üstadımız muharrir-i azam Ömer Seyfettin bu sıkıntıyı çekmemiştir sanıyorum. Zira kendisinin bilinen neşredilmiş 4 cilt eseri, neşredilmemiş onlarca da makale ve hikayeleri var. 36 yaşında vefat ettiğini biliyoruz. Okumayı öğrendiği günden ölüm gününe kadar yazdığını hesap etsek nefes aldığı her gün yazmış olma ihtimali yüksek diyebiliriz.
Türk Roman’ın Kartalı merhum ve mağfur muharrir Kemal Tahir’e ne demeli peki. Sancılı ve çalkantılı hayatına rağmen neredeyse yaşı sayısınca hacimli ve muazzam eserleri nasıl yazmış? Bütün bu sorulara bir cevap bulamıyorum.
Muharrir Sait Faik bir hikayesinde “Yazmasam deli olacaktım” diyor.
Yazmadığımda delirseydim belki yazabilirdim.
Hâl-i pür-melâlim böyledir aziz dostum.
Bu mektuba cevabını tütüne hasret bir tiryakinin ilk nefes tütünü ciğerlere çekmesi gibi bekliyorum.
Selam ve muhabbetle…
6 Ağustos Çarşamba
K.maraş
KARINCANIN TARAFI/Malik
Bir de karınca düşün, sırtında bir damla suyla yürüyen.
Sormuşlar ona:
“Bu ateşi sen mi söndüreceksin?”
Gülmüş sadece, ama gülüşünde hakikatin sabrı varmış:
“Hayır… ama tarafım belli olsun.”
Çünkü mesele, yangını söndürmek değildi belki…
Ama yanmayanlardan olmaktı.
Susmayanlardan, dönmeyenlerden, vazgeçmeyenlerden...
Kimi filler vardı o yangının başında,
Odun taşırlardı gururla,
Kibirle…
“Güç bizde” derlerdi.
Ama karınca hiçbir zaman güce değil, yüceye inanmıştı.
O sadece yürüdü.
Bir damla, bir adım, bir dua…
Ve yürüdüğü yol
zamanla yazıya,
yazı hikayeye,
hikaye vicdana dönüştü.
Karınca büyümedi belki,
Ama büyüklüğe dair her şeyi o anlattı.
Çünkü bu dünyada:
Güç, ateşin tarafında olabilir…
Ama şeref, su taşıyan yürektedir.
DÜKKÂN/Seyfettin ALBAYRAM
Size dükkânı mutlaka anlatmalıyım. Tarihe not düşme açısından anlatılması gereken bir yer bizim dükkân. Nasıl başlasam bilemiyorum. Dükkân dediysem öyle ıvır zıvır bir şeylerin alınıp satıldığı bir yer değil. “İçeri türkülerinin” çalınıp söylendiği, bol fikirli çayların içildiği, haftalık hasbihallerin, yarenliklerin (bizim büyükler şaka anlamında yerenlik yapmak derlerdi)yapıldığı bir mekândı bizim dükkân. Her türlü fikre açık kapılarımız vardı, ancak kırmızı çizgilerimiz de vardı; vatanın bölünemez bütünlüğü, Türk Bayrağı ve kutsallarımız dokunulmazlarımızdı. İma yoluyla da olsa kimse dokunmaya cüret edemezdi.
Önce müdavimlerini biraz olsun tanıtmam gerek. Ahmet Abi (Rahmetli Ahmet Doğan) biz ona komutan derdik. Tatlı yemeyi yasaklamıştı; “zihni öldürür” diye. Cemil Meriç uzmanıydı. Cemil Meriç’le ilgili bütün ayrıntıları bilirdi. Bir de türkü hayranıydı. Her türküyü dinlemezdi. Mutlaka “içeri türküsü” yani “Bin miligramlık türkü” olmalıydı. Arif Sağ dan başlamış Musa Eroğlu ile devam etmiştik. Arif Sağ ve Musa Eroğlu’nun bütün kasetleri bende mevcuttu. Ayrıca Mahsuni Şerif hayranıydık. Komutan deyişimize bakmayın, aslında askerdeyken çavuş rütbesinden başka hiçbir rütbeye sahip değildi. Askerlik hatıralarını anlatmayı hiç sevmezdi. Bizim yarenlik olsun diye taktığımız bir unvandı. Ahmet Abinin deyimiyle zarf atardık; Ahmet Abi askerliği nerede yaptın? diye sorduğumuz her soruya bıkıp usanmadan “benim gitmemnen gelmem bir oldu”, derdi. Yahu hocam; “bir başçavuş vardı, herkesi döverdi, ama nedense bana hiç karışmazdı” türünden lakırdıları insanlar birbirlerine bıkıp usanmadan nasıl anlatabiliyorlar, hayret ediyorum, derdi. “Mükerrer cümle kurmayı “ yasaklamıştı. Bir konuyu bir kez anlatmışsan tekrarına çok kızardı. Ahmet Abiye en çok Muzaffer Hocam (Muzaffer Gözükara) takılma imtiyazına sahipti. Muzaffer hocam derviş ruhlu bir adam, hep güler yüzlü, asık suratına hiç denk gelmedim. Herkesin sıkıntısını dinler, çözüm üretmeye çabalar ancak kendi sorunlarından hiç bahsetmezdi. Benim balık arkadaşım. En çok balığı o tutar ama balık yemez. Ahmet Abi ben “Muzafferi yim” derdi. Bizim de dilimize takılmıştı “biz de Muzafferiyiz” derdik. Daha sonra 28 Şubat sürecinde epey başı ağrımıştı; savcı “Sen Şeyh misin?” diye sormuştu. Sayın savcım arkadaşlar bana takılıyorlar, ben kim, şeyhlik kim dese de gazaplarından kurtulamamıştı. Maraş’ın en eski camii Ulu Camidir. Bütün bürokratlar Cuma namazına oraya gelirdi. Muzaffer hocam gösterişten uzak bir cami bulmuştu; Kulağı Kutlu Cami. Cuma namazına dükkân ehli oraya giderdi. Ücra bir köşede, aramayla bulunmaz bir mekân, mahalle arası. Camide halı bile yoktu. Ayaklarımızın altına serili bez parçalarının üstünde Cuma namazı kılardık. Sonra Hasan Ejderha , hep güler yüzlü, şen şakrak. Şair, deli şiirler yazar, ama mütevazıdır, övünmez. Ali Yurtgezen; oturaklı fikirlerin babası. Ali hocam tam bir otoritedir. Fikir konusunda tabi, yoksa kimseye büyüklük taslamaz. Anlattığınız her şeyi sanki yeni duyuyormuş gibi sabırla dinler. Siz bir yazarın kitabından bir alıntı paylaştığınız zaman, Ali hocam kibarca müdahale eder ve o yazarın kitabındaki bilmem kaçıncı baskısında, söylediği cümleyi kitaptan çıkardığını söyleyiverir, apışıp kalırsınız. Mehmet Narlı; şairdir, hep dalgındır. Sizinle konuşurken bile kafasında şiirinin bir yerine koyacağı kelimeyi düşünür. Masada içilmeyi unutulmuş dolu çay bardağı kesinlikle Narlı hocanındır. Bazen önündeki çayı alır biz içerdik, bir müddet sonra elini bardağa uzatır, boş olduğunu görünce “AA ben bunu ne zaman içtim?” diye sorar. İçtin Mehmet Bey, sen farkında değilsin, derdik. Dükkâna arabasıyla gelir, arabayla geldiğini unutur, eve yaya gider, sabah olunca da evinin önünde arabasını arardı. Dükkânda ağırlıklı isim Hasan’dı. Hasan Keklikçi güler yüzlü, espri yapmayı sever. Hasan Ejderha’ nın köylüsü, ikiz gibiler. Ortak bir dil oluşturmuşlar. Birbirlerini bakışarak anlayacak durumdalar. Bir diğer Hasan, (Kutsal) dolmuşçu. Arada bir uğrar, kasavetini dağıtır. Maraş otunu çok sever. Bir keresinde otu pamuğa sararak alt dudağına yerleştirdikten sonra Muzaffer hocama dönerek ; “Yav hocam, şu ot ne mübarek bir şey, camide atsan atılır. Aha dudaklarımın arasında hoca nerden bilecek, sigara öylemi, herkes görür” deyivermişti. Günlerce gülmüştük. Muzaffer hocamın öğrencisi Çamur Hasan. Her hafta gelir, konuşmaz her konuşulanı dinler. İsmail Göktürk şair, yazar, genelde muhalefettir. Ahmet abi İsmail’e “Ferhat” derdi. Dağları delen adam, zor zamanların adamı, anlamında. Tayfun namı diğer Molla Tayfun; pek konuşmaz. Haddi aşan olursa “İmamı Gazali İhyasında diyor ki” diye başlar, hepimiz toparlanırdık. Yunus (bizim yunus, Muzaffer hocamın bağımlısı) kesintisiz her hafta mutlaka dükkana gelir. Çok konuşmaz, genelde dinler. Hırslı balıkçı. Su kenarında bile hocamın yanından ayrılmaz. Muzaffer hocamın olta attığı yere olta atıp oltaları birbirine dolaştırmakla meşhur.
Dükkan Cuma ve Cumartesi akşamları saat 22:00 da açılır sabahın ilk ışıklarıyla kapanırdı. Kalkıp gitmek için “soğumanın başlaması” gerekti. Arada uğrayıp gidenler olurdu. Biz farkında olmasak ta aramızda bir dil oluşmuştu, arada gelip gidenler bir şey anlamaz, kalkar giderdi. Bizde seminer sistemi ya da abilik pozisyonu yoktu. Bir konu açılır herkes rahatça meramını anlatırdı. Parti pırtı, meşrep farkı ya da fikir farkı gözetmezdik. Her fikrin bir kıymetinin olduğu görüşündeydik. Memleketin hayrına olan her fikir bizim için değerliydi. Saat 24:00 dan sonra dükkan birdenbire bir otobüse ya da uzay aracına dönüşür, biz koca ülkeyi bir çırpıda dolaşırdık. Uzay aracımızla tüm kâinatı üstten seyrederdik. Ne kadar yol aldığımızın farkına bile varmazdık. Herkes komuta kademesindeydi, hiç mürettebatımız olmadı. Bize göre herkesin baş olduğu yerde herkes ayak, herkesin ayak olduğu yerde herkes baş tı. Aracımızın yakıtı bitince inişe geçer, dükkâna gelirdik, her birimiz en az on adet kitap okumuş gibi, uykulu gözlerle Maraş’ın sokaklarına dağılır evlerimize çekilirdik. Şimdi Maraş enkaz altında, dükkân ehli zor günler yaşıyor. Dükkân ehlinden Rabbine kavuşanlar oldu. Rabbim hepsine rahmet eylesin, mekânları cennet olsun.
Ne dersiniz; her şehre bir dükkân lazım, değil mi
GARBİ YELİ DERGİSİ EDİTÖRÜNDEN MEKTUP
Kıymetli Ağabey,
Öncelikle şair bir ağabeye, tatlı dilli güler yüzlü hikayeci bir ağabeye, bir ceylanla oturup ağlayan o güzel yürekli ağabeye ve acizane çıkarmaya çalıştığımız Garbi Yeli edebiyat kültür sanat sayfamızı takip etme, okuma şerefini bize yaşatan bir ağabeye gönderdiği güzel şiiri için neler yazılır, nasıl cevap verilir bilmiyorum.
Yozgat’ın Sivas’a doğru tarafında küçük bir Orta Anadolu köyü. Soğuğun, geçim derdiyle boğuşan köylünün ciğerlerini söktüğü günlerden bir gün. Zaten arada bir akan çeşme sularının donduğunda karın eritilip su elde edildiği, ilçeye pazara inebilen birkaç vasıtaya ihtiyaçların sipariş edildiği, her sabah kalkıp evin önünü dolduran karın okula gitmek için hazırlanan çocuklar için temizlendiği günlerden bir gün. Çocukların kar topu oynadığında veya kardan adam yaptığında, elleri donup sızlamaya başlayınca sıcak su yerine soğuk suya tutularak sızının dindirilebileceğini bilenlerin yaşadığı, okul yolunda ayakların ıslanıp kirpiklerin birbirine yapıştığı, evin bir odasında soba olması hasebiyle hane halkının o bir göz odaya tüm hayatını sığdırdığı, devlet deyince akıllara kapanan yolları açabilen greyder, kesilen elektrikleri tamir eden elektrikçinin geldiği bir köy. Hele ki kıymetli annemin okuldan gelince çamur ve ıslak olan ayakkabılarımı her gün yıkayıp kuruması için sabaha kadar sobanın yanında bekletmesini hiç unutamam. Kışları böyle geçen köyün yazları daha güzel şüphesiz. Lakin çocuklar için tatil ve kırık dökük bir bisiklet heyecanından öte yaz, büyükler için tarladan çıkacak buğdayın para etmesi ve kışlık odun için köy ormanından bu yıl pay verilip verilmeyeceği düşüncesiyle geçer. Küçüklüğümde bir tırpanla onca arazinin biçildiğini, öküzlerle düven sürüldüğünü dedemden dinlemiştim. Ben böyle bir köyde doğdum Hasan Ağabey. Üniversiteye Maraş’a okumaya gelene kadar da bu köyden pek çıkmadım. Üniversiteyi bitirip geri köye döndüğümde bu manzaralar aşağı yukarı hala aynıydı. Bunları niye anlattığıma gelince. Ben, dostlar arasında meşhur olan o Kar Şiiri'ni işte bu köyde, böyle bir kış gününde yazdım. Şiiri, sizin "Hasta Anneler Ülkesi" şiirinizin bilmem kaçıncı okuyuşumun ardına yazmıştım. Bunu daha önce hiç ifade ettim mi bilmiyorum ama şiirde geçen "hasta bir annenin" ifadesi de aslında sizin şiirinizdeki hasta anne. Bu sebeple ve belki yüzlercesini sayabileceğim sebeplerce Hocalarımı tanımak, merhum Ahmet Abi’yi tanımak, sizi tanımak, Dükkân’ı tanımak, sizlerle hemdem olmak benim hayatımın en önemli olayıdır. Maraş’ta olduğum zamanlar gurbetteyim sanıyordum asıl gurbetin Maraş’tan çıkınca başlayacağını bilmeden. Zamanla Dükkan’ın dünyada bir yer olmadığı kanaati kesinleşti içimde. Yani o beni duygulandıran ve yine her zamanki gibi sizin nazik dilinizden dökülen, gönderdiğiniz “Melaikelerin çektiği yeryüzü resimlerinde sizlerle yan yana çıkmak için…” cümlelerinizin sebebi şahsım adına sizlersiniz.
Acizane, acemi olduğum bu dergicilik işlerine, çeyrek asra yakındır abiliğini, dostluğunu hissettiğim Mehmet Yaşar'ın beni onurlandırıp dahil etmesiyle girmiş oldum. Garbi Yeli, bilmem ne kadar daha sürer ama ömrü ve bereketi Yoldaki Kalemler gibi olsun isterim. Yoldaki kalemler benim ilk şiirlerimin yayımlandığı, ilk göz ağrım hatta son göz ağrımdı. Evlenince şiir yazmayı bırakanlar kervanına maalesef ben de dahil oldum. Uzun süredir yazamıyordum. Ama Garbi Yeli bir sorumluluk yükledi omuzlarıma inşallah kendime gelmeme, yine yazmama vesile olur. Dualarınıza talibiz.
Ahmet Abi'den mülhem "gülüşlü olsun" kabilinden ve hoşgörünüze sığınarak, elektronik postamıza gönderdiğiniz “Çırpınan Evler” şiirinizin açıklamasına eklediğiniz o güzel cümlelerinizi okuyunca heyecanlanarak dostlara: "Rakip derginin yayın yönetmeni bizimle resim çektirmek istiyor." dedim, latifemi hoş görün. Sizinle aynı karede olmak bizim için şereftir. Hürmet eder ellerinizden öperim.
Ufuk TÜRK
Hasan Ejderha ile Yoldaki Kalemler Dergisi Üzerine Söyleşi/ KSÜ Dil ve Edebiyat Topluluğu/Zehra BOYRAZ
Efendim, üniversitemiz Dil ve Edebiyat Topluluğu olarak 22.04.2025 tarihinde tertip ettiğimiz aylık dergi söyleşilerinde, “Yoldaki Kalemler” dergisi editörü, onur konuğumuz sayın Hasan Ejderha hocamızı misafir ettik. Sağ olsunlar, bizleri kırmayıp davetimizi kabul buyurdular.
Moderatörlüğünü kıymetli hocamız Öğr. Gör. Mehmet Yaşar’ın üstlendiği bu söyleşide, Hasan Ejderha hocamız bizleri, “Yoldaki Kalemler” dergisinin kuruluş hikâyesinden başlayarak edebî meşreplerin iz düşümüne uzanan samimi ve içten bir yolculuğa çıkardı. Usta-çırak ilişkisinin canlı örnekleriyle derinlik kazanan bu sohbet; bir derginin serencamından ziyade, edebiyata gönül vermiş bir neslin hassasiyetini, heyecanını ve muhabbetini yansıtması bakımından da oldukça kıymetliydi.
Söyleşi boyunca hem hocamızın hem de katılımcıların paylaştığı hatıralar, derginin bir neşriyat olmanın ötesinde, adeta bir meşk mektebi olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi.
Moderatör:
Yoldaki Kalemler internet dergisi olarak 2012 yılında başladı. 2012’den bu yana, sadece deprem sürecinde kısa bir ara verdi bildiğim kadarıyla. Onun dışında Yoldaki Kalemler yayın çizgisini bozmadan, sürekliliğini aksatmadan bugüne kadar geldi. Dolayısıyla yüksek bir tebriği hak ediyor. Evvela bir tebrikle Hasan Hocamızı ve orada yazan — ben de orada birkaç yılda bir yazmışımdır — bütün yazarlarımızı tebrikle başlayalım.
Arkadaşlarımız şimdi dağıtıyor; eskilerin tabiriyle bir “mevkute” diyelim. Bu bir internet dergisi. Birkaç arkadaş, ki bu arkadaşlardan biri dergiyi şu an aldı: Ahmet Eralp kardeşim. Bir diğeri şu anda Kapıçam’da, Ferhat Ağca — Kapıçam’da bizi dinliyor Ahmet Abi ve Fazlı Bayram’la birlikte. Ferhat, Ahmet Eralp ve fakir… İlk kimin aklına geldi, kim düşündü bilemiyorum. Üçümüz oturduk, dedik ki: “Bu internet dergisinin bir de hatıralığı olsun.” 2014 yazında çıktı, “Her mevsim yayınlanacak” denildi ama tek sayı olarak kaldı, bir daha da çıkmadı. Benim de sabah aklıma geldi, kitaplığın arasında saklı duruyordu. Kaç adet kaldığını bilmiyorum. Parmak hesabı bakınca böyle bir top Yoldaki Kalemler hatıralığı vardı. Dedim ki: “Madem Yoldaki Kalemler’i konuşacağız, bu hatıralık da evde öylece kalmasın. Dostlara, bu konuşmanın olduğu günde birer hatıra olarak hediye edelim; hem bu vesileyle Ferhat’ı da yâd edelim.” Böyle bir ön bilgiyle başlamış olalım efendim.
1.SORU
Yoldaki Kalemler 12-13 yıldır faaliyette. En temel vasıflarından biri — belki tavsif etmek haddimize değil ama — medeniyetimizin temel eğitim metodu olan usta-çırak ilişkisinin çok belirgin hissedildiği bir yer olması. Yoldaki Kalemler’e ilkokul öğrencisiyken şiir gönderen bir öğrenci bugün üniversitede okuyor, hâlâ şiir gönderiyor; ya da talebeyken göndermiş, şimdi yaşı ilerlemiş… Yoldaki Kalemler’de yetişmiş, büyümüş, ilk defa orada yayınlama imkânı bulmuş ama tabii büyüklerle birlikte. Yoldaki Kalemler’in temel özelliği belki de budur: Kendisine örnek aldığı büyükler de orada yazıyor. Dolayısıyla bir okul olarak değerlendirmemek mümkün değil.nTabi aynı zamanda bu yolculuk devam ediyor; Yoldaki Kalemler bir yol. Yol deyince aklımıza pek çok tedai üşüşüyor. Bir yolculuktan bahsedebiliyoruz. Bu yolculuk nasıl başladı, nasıl bir niyetle çıktı? Bu soruyla bismillah diyelim. İlk soruyu böyle tevcih etmiş olalım.
Editör:
Söze başlamadan önce şunu söylemek isterim: Yoldaki Kalemler’in gerçekten sadık yazarlarını, şairlerini, şairelerini görüyorum burada. Bakıyoruz, Yoldaki Kalemler’de başlayıp üniversiteye giden gençler orada bir dergi çıkarmışlar; bir bakıyoruz, kitabı çıkmış, başka yerlerde şiirleri yayınlanmış… Evvela, tamamını kutluyorum.
Şöyle başlamak isterim: Bir gün, liseyi bitirdiğim yıllarda, iki kıtalık bir şiirimi, Cemil Meriç’in yazısının bittiği sayfanın altına koymuşlardı. Dergide Cemil Meriç’in adı da yazıyordu orada. O kadar mutlu olmuştum ki! Cemil Meriç’in yazısının yanında, koynunda benim iki mısralık şiirim duruyordu. Kendi kendime dedim ki: “Öyle bir dergi olsun ki, ilk defa şiiri yayınlanan bir gençle, herkesin tanıdığı meşhur bir yazar yan yana dursun. Hiç mizanpajla uğraşmadan, hangi yazı gelirse onu yayınlayalım, ardından gelen bir sonraki yazıyı da hemen koyup yan yana durduralım.” Ünlü bir şair ya da hikâyeci olabilir; onun hemen arkasına genç bir şairin yazısını koyalım, yan yana dursunlar.
Hani benim bir mısram var ya: “Melâkelerin çektiği yeryüzü resimlerinde yan yana çıkmalıyız ikimiz.”
İstedim ki, melâkelerin çektiği yeryüzü resimlerinde, Yoldaki Kalemler’de yazanlar yan yana çıksın. Çünkü ben o zaman çok sevinmiştim. Sonraları da ünlü yazarların, şairlerin yanında bir yazım, bir şiirim yayınlanınca o çocukça sevinci hep yaşadım, gençler de bu sevinci yaşasın istedim.
Bir de şu vardı: Kendi yazısı yayınlanınca, o yazıyı gönderen genç, oradaki ustaların yazılarını da okuyacaktı. Böyle bir sistem oturtalım dedik.
Yoldaki Kalemler’in esas başlangıcında H. Ahmet Eralp, Ferhat, İsmail Sağır vardı; üniversitede çevremde yanıma gelen gençler… Biz aslında internetin ne olduğunu pek bilmiyorduk, ben en azından bilmiyordum. Sanıyordum ki aynı yolda yürüyenlerin yollukları yan yana gelecek; yola gidenler nasıl bir pınar başında azıklarını açıp paylaşırsa, biz de öyle paylaşacağız. Hacı Ahmet, Ferhat, İsmail, Mehmet Yaşar… Böyle başladık.
Bir baktık ki, bu internet dedikleri bambaşka bir şeymiş. Afrika’nın öbür ucundan birileri e-posta gönderiyor. Başına da Yoldaki Kalemler’in adresini yazmışız. Türk dünyasından, Amerika’dan peş peşe yazılar gelmeye başladı. “Yahu ne yaptım ben?” dedim. Biz sadece Ahmet Eralp, Ferhat Ağca, Mehmet Yaşar, İsmail Sağır ile kendi aramızda yazacağız sanıyorduk. Sonra Nurcihan Abla göndermeye başladı, tanıştık. Hidayet Bağcı Hanımefendi, Sibel Kök, Bilge… Biz kendi kendimize yazacağız sanıyorduk, bir pınar başında oturup azığımızda ne varsa yiyecektik. Meğer internet dünyaya açılıyormuş; herkes katıldı, çok güzel oldu.
Sonra gençler yetişti. Liselere, ortaokullara gittiğim söyleşilerde, programlardan çok kapıda gelip beni yakalayan gençlerle çok güzel hatıralarımız oldu. Onları Yoldaki Kalemler’e kazandırdık. Yoldaki Kalemler’in bir güzelliği de şudur: Yoldaki Kalemler yazarları, yanındaki gençleri de oraya kazandırmaya çalışır, öyle bir geleneği vardır.
Esasında dergicilik eskiden beri hevesimizdi. Burada Durdu Güneş Bey de var, Türkiye’nin mizah ustalarındandır. Tomurcuk Dergisi diye bir dergi çıkarmıştık, sıkıyönetim zamanına denk gelmişti. O gün dergileri eve kaçırdığımız günler oldu. Tomurcuk Dergisi’nden elimizde birkaç nüsha kalmıştı. Sonra belediyenin arkasındaki bir arsada derginin matbadaki nüshalarını yaptılar bize de tuttukları tutanağı imzalatıp gittiler. Böyle bir maceramız vardı. Böyle başladık işte.
Moderatör:
Aslında sabah, Tomurcuk Dergisi benim de aklıma gelmişti. Yoldaki Kalemler’in bu hatıralığını görünce… Fakat baktım Tomurcuk dergisini bulamadım. Malum, tam 12 Eylül sürecine denk gelmiş, sadece bir sayı çıkabilmiş, darbe sebebiyle bir daha da yayınlanamamış bir dergi. Dolayısıyla bu dergi, sizin ikinci ve uzun soluklu derginiz olmuş oldu.
Editör:
Evet. Az önce siz de belirttiniz, bazen “Yoldaki Kalemler artık ömrünü tamamladı” diyorum, bir bakıyorum Nurcihan Kızmaz’ın bir şiirini okuyorum, rahmetli Ahmet Bey’in, Ali Hocamın tabiriyle “su gibi” bir yazısı geliyor, “Ya, devam etse iyi olur” diyorum, kararımı değiştiriyorum. Sonra Samet Yurttaş bir şiir gönderiyor, öyle bir şiir ki, yeniden başlıyoruz. Hidayet Hoca bir genç yazarın şiirini gönderiyor, ya da kendisi yeni bir yazı gönderiyor… Bir ara veriyorum, ardından Sibel Kök Hanımefendi bir yazı gönderiyor… Saydığım bu isimler yüzünden birkaç kez karar değiştirip tekrar başlıyoruz ve devam ediyoruz.
Moderatör:
Ne güzel… İnşallah böyle bereketli bir şekilde devam eder.
Şimdi malumunuz, Kahramanmaraş’ta birtakım edebiyat mahfilleri var. Örneğin Dolunay dergisinin etrafında bir muhit oluşmuş, Alkış dergisinin bir çevresi var. Edebiyatın kalbinin attığı şehirlerde bu tarz muhitlerin varlığı zaten bilinir. Yoldaki Kalemler de Kahramanmaraş’ta, Türkiye Yazarlar Birliği çevresinde oluşan bir muhitin ürünü gibi görünüyor. Orayla bir irtibat olduğu belli. Hani “Dükkan” denilen bir mekândan bahsediliyor…
Editör:
Evet, görüntüsü, ifadesi gerçekten, tam olarak o.
Moderatör:
Yani oradan çıkmış ama daha sonra kendi muhitini oluşturmuş gibi bir şey de diyebilir miyiz, onu nasıl tarif ederiz?
Editör:
Hayır, Yoldaki Kalemler, Dükkan’da pişen kültürün bir yayılımıdır. Daha önce de ifade ettiğim gibi, yol arkadaşlarımızla birlikte çıktığımız bir yolculuğun ürünüdür. Zaten derginin ismi de buradan gelir: “Yoldaki Kalemler”. Orada pişen fikirlerin bir araya geldiği bir mecradır. Hep deriz ya, “Yazın işte” diye… O yazma tadını başkalarıyla paylaşma arzusudur bu. Orayla tam bir alakası vardır; çünkü biz de orada piştik.
Yoldaki Kalemler’in müdavimlerinin çoğu zaten Dükkan meşreplidir. Bu, aslında bir yol meşrebidir. Dikkat ederseniz Yoldaki Kalemler’in yazarları, şairleri, hikâyecileri genelde aynı meşreptendir. Mesela hiç tanımadığımız Edirne’deki Samet Yurttaş’a bakıyoruz, yazılarında, mısralarında aynı hassasiyetleri görüyoruz. Aynı sevinçlere sevinmiş, aynı acılardan geçmiş. Hiç görmesek de meşrep yakınlığı vardır.
Ben meşrebi çok önemserim. Aynı yolda yürüyenlerin arasında bile meşrep yakınlığı olanlar bir arada yürür. Niye 30 kişi yürüyorken 3 kişi yan yana yürür? İşte o meşrep yakınlığı yüzünden. Yoldaki Kalemler’in en belirgin özelliklerinden biri de bu meşrep yakınlığıdır.
2.SORU
Moderatör:
Yoldaki Kalemler’in Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi, yani “Dükkan” ile olan irtibatından hareketle şöyle bir şey sorayım: Oradan Yoldaki Kalemler’e sürekli bir besleme oluyor gibi görünüyor. Yoldaki Kalemler’le tanışıp oradan Dükkan’a geçenler de var mı? Böyle hikâyeler yaşandı mı?
Editör:
Şöyle diyebiliriz: Yoldaki Kalemler’i fikir olarak Dükkan besliyor, Dükkan da müdavimleriyle Yoldaki Kalemler’i besliyor. Yani oradan Yoldaki Kalemler’e katılanlar olduğu gibi, Yoldaki Kalemler sayesinde Dükkan’a gelenler de oluyor. Bu karşılıklı bir ilişki ve bu çok güzel bir şey.
Az önce de dedim ya, bu aslında bir şeyi paylaşma, bir güzelliği başkalarına da tattırma arzusudur. Bizim doyamadığımız çok güzel şeyler var… Fikri ziyafetler, sohbetler… Mesela Ahmet Doğan Bey’in “Yüreğin Yanında mı” hikâyesini hatırlayalım. Biz hep yüreğimiz yanımızda dururken o tadı başkalarına da aldırıp yüreklerinin yanında taşımalarını sağlamak istedik. Yoksa durup dururken niye uğraşalım ki? Elhamdülillah, bu gayeye ulaşmış olduk.
3. SORU
Moderatör:
Şimdi teknik bir soru sorayım: Siz yıllarca çeşitli dergilerde hikâyeler, şiirler yayımladınız; dolayısıyla birçok editörle muhatap oldunuz. Belki çok güzel, belki de olumsuz hatıralarınız vardır. Buradan hareketle Hasan Ejderha, kendi editörlüğünü nasıl görüyor acaba? Bazı editörler vardır sadece yazıya dokunur, bazıları yazara da dokunur; bu hem menfi hem müspet manada bir soru. Siz, Yoldaki Kalemler’deki editörlüğünüzü nasıl tarif edersiniz?
Editör:
Şimdi burada Berdücesi Dergisi’nin editörü Bilge’yi boğazlayarak söze başlasam mı bilemedim. (Gülüşmeler) Ben yazıları toplayıp, yazılara bakıp “yayın politikamıza uygun mudur, değil midir?” diye Bilge gibi tasnif eden bir editör değilim.
Moderatör:
Bilge Hoca öyle mi acaba?
Dinleyici (Bilge Doğan):
Hiç öyle değil, neyse eyvallah diyelim.
Moderatör:
Size söz hakkı yok efendim, şu an Hasan Bey’le söyleşiyoruz. (Gülüşmeler)
Editör:
Bu soru gerçekten güzel ve benim de sevdiğim bir soru. Malum, ben üniversitenin kütüphane şube müdürlüğünden emekli oldum, tanımayanlar için bunu da söylemiş olayım. Oraya gelenlerle oturur, sanat, edebiyat, yazı, şiir konuşurduk; bu konuşmaların içinde Yoldaki Kalemler de yer alırdı.
Biz Yoldaki Kalemler’de bir yazıyı yayımlamadan önce, yazının sahibini tanırdık. Yazıyı gönderen şairle, hikâyeciyle ahbap olurduk, dost olurduk, birlikte çay içerdik. Sanat ve edebiyat üzerine her şeyi konuşurduk. Yazmayan ama edebiyatla ilgilenenler de olurdu; onları da yazmaya teşvik ederdik, “Bak sen güzel konuşuyorsun, güzel anlatıyorsun, yaz da” derdik. Böylece Yoldaki Kalemler’e bir yazı gelmeden önce zaten o yazarı tanımış, ona dokunmuş olurduk.
Ama ben, yazıya mümkün olduğunca dokunmamaya çalışan bir editörüm. Ancak gençler bazen çok heyecanlı oluyorlar, bazen de haklılar. Bir şairimiz vardı bizim. Hiçbir şiirini yayınlayamadık. Sadece ben okuyordum. Diyordum ki, ne olur bir tane şiir yayınlayalım. O kadar nefis yazıyordu ki, ama baştan sona sövüyordu.
Moderatör:
Yani, edebe mugayir ifadeleri mi vardı?
Editör:
Evet, o da vardı ama harika sövüyordu! Ya bu nasıl ifade edilir? Böyle söylemem de uygun mu? Bilemiyorum. Çok güzel şiirlerdi… Bir tane şiirini yayınlayamadım. Zaman zaman bu ifadeleri çıkarıp yerine başka kelimeler koyup yayımlasam mı diye düşündüm ama inanın, o zaman şiirin güzelliği bozuluyordu. Şairin orijinal diline dokunduğumda şiir olmaktan çıkıyordu. Bu yüzden hiçbir şiirini yayımlayamadık.
Yani Yoldaki Kalemler’de editör, yazı ve yazar ilişkisi böyle bir şey… Aynı zamanda biz bir aileyiz, ahbabız, kardeşiz. Yoldaki Kalemler yazarlarıyla aramızda böyle bir bağ vardır.
Moderatör:
Eyvallah. Şimdi, Yoldaki Kalemler’de ürünlerini yayımlayan arkadaşlarımız var. Hasan Ejderha’nın editörlüğüne ya da yayın yönetmenliğine dair konuşmak isteyen varsa, soru alabiliriz. Ya da bir hatırasını aktarmak isteyen… Hasan Ejderha’nın editörlüğüne, yayın yönetmenliğine dair itirazları, tavsiyeleri, taltifleri veya hatıraları olan varsa, buyursunlar.
Dinleyici (Bilge Doğan):
Yani aslında bizim, Sibel Hoca’yla daha çok anımız var. Yıllardır özel bir kolejde birlikte çalıştık. Zorluktan şikayetim yok ama o hengâmede okumak, yazmak… Hani bunlardan öyle uzak düşüyorduk ki. Diyorduk ki: “Bir Hasan Amca’yı görsek, ziyaret etsek…” Bunu düşünmek bile bizi bir hafta, on gün mutlu etmeye yetiyordu. Gördüğümüzde koşa koşa yanına gidiyorduk, çayını içiyor, şifamızı buluyorduk. O odadan bambaşka biri olarak çıkıyorduk. Yeniden doğmuş gibi... Ben bir hikâye yazıyordum ardından, Sibel Hoca şiir yazıyordu. Sonra araya yine bir süreç giriyordu; bir ay, iki ay, bazen daha fazla. Yine yazamıyor, doğru düzgün okuyamıyorduk. Ama Hasan Amca’yı görünce yeniden tazeleniyorduk.
Moderatör:
Emekli olunca yazılarınız azaldı yani?
Dinleyici (Bilge Doğan):
Tabi tabi. Ben yazmıyorsam o yüzden yazmıyorum. Hasan Amca’yı göremiyorum o yüzden.
Moderatör:
O zaman bugün görmüş oldunuz. Bugünden itibaren Yoldaki Kalemler’de sizden bir ürün okuyacağız demektir.
Dinleyici (Bilge Doğan):
İnşallah. Ben o mektuba (Anestü Nara) cevap yazmak istedim ama bir hafta, on gün geçti. O mektuba sonra Sibel yazdı. Ben de paragraf paragraf Ahmet Doğan İlbey’e maruzatımı anlatmak istedim. Çok yazmak istedim, çok heyecanlandım ama elim değmedi. Son yıllarda, özellikle son 15 yılda böyleyim. Ama öncesinde de, çocukluğumdan beri… 3 yaşımdan, belki 4, belki 5 yaşımdan beri diyebilirim. Yazı yazmayı bilmiyordum. Söylediklerimi babam yazıya döküyordu. Heyecanla söylediğim şeyler şiir oluyordu. Babam da “İşte bak, bu senin şiirin” diyordu.
Yine o meclislerde, sohbetlerde, en çok da Hasan Ejderha’nın sohbetlerinde bu heyecanı yaşardım. Onun bizi gördüğündeki o heyecanı… Beş yaşındayken avuçlarımı koklayarak öptüğünü hatırlıyorum. Kardeşimin saçlarını koklayarak öptüğünü de... Öyle candan, öyle içten biri. Nerede olursak olalım, kaç yaşında olursak olalım… Neredeyse kırk yaşındayım ama hâlâ o heyecana, o muhabbete ihtiyaç duyuyorum. Gördüğümde sevincimden havalara uçuyorum. Bu hiç değişmedi; dört yaşımdan kırk yaşıma kadar. Allah dostluğu daim etsin. Çok seviyoruz.
Dinleyici (Hidayet Bağcı):
Öncelikle, hocamızı burada görmek mutlu etti. Emekli olunca yerini özler olduk. Ben, 13 yıl önce Camdan Hikâyeler adlı yazımla Yoldaki Kalemler dergisine e-posta attım. Yayınlanır mı bilmiyordum. Sadece Hasan Ejderha Hoca’yı tanıyordum. Üniversitede olup olmadığını da bilmiyordum. Bildiğim tek şey, Kahramanmaraşlı bir şair ve yazar olduğuydu. 2012 yılıydı. E-postayı attım. Sonra cevap geldi. Yorumu şu an hatırlamıyorum ama o kadar mutlu etti ki beni… Yazının başlığı “Camdan Hikâyeler 1”di. Hemen ardından “Camdan Hikâyeler 2”yi gönderdim. Ama o beni tanımıyordu. Ben de kendisiyle yüz yüze tanışmamıştım.
Sonra üniversitede kütüphaneye girip çıkıyorum. Hasan Hoca’yı tanıyorum, biliyorum ama sessizce kitap alıp çıkıyorum. Bir gün Memduh Atalay Hoca, “Hasan Hocam, biliyor musun, bu Hidayet Bağcı” dedi. Ben o sırada selam vermiştim. Hasan Hoca o kadar güzel karşıladı ki beni… Ben yazılarımı değersiz görürken, o beni taçlandırdı. Gide gele ondan yazmaya dair kelimeler ala ala, 2020 yılında Taşlara Dokunan Sesler adlı kitabımı masasına bıraktım.
Moderatör:
O kitaptaki tüm yazılar Yoldaki Kalemler’de yayınlanan yazılar değil mi?
Dinleyici (Hidayet Bağcı):
Evet. 2024 Ağustos’unda kitabımın ikinci baskısını sürpriz şekilde ona gönderdim. Az önce de dedi ki: “Üçüncü baskı da olursa, o kitaba bir sunuş yazayım.” Sözünü aldım. Teşekkür ediyorum, sağ olun.
Moderatör:
İnşallah üçüncü baskıya da kavuşursunuz.
Editör:
Bir şey ekleyeyim. Yoldaki Kalemler’in yazarları gerçekten ilginçti. Burada mı bilmiyorum ama doktor İsmail Sağ gelmişti. Tıp Fakültesinde okuyordu. Dersler zordu ama o arada şiir yazıyordu. Yani böyle zorlu bir alanda bile farklı ve üretken müdavimleri vardı.
Moderatör:
Bir de tabii hiç beklemediğimiz kişilerden bir anda şiir çıkıveriyordu.
Editör:
Enver Hocam’ı düşünsene.
Moderatör:
O yok burada, aleyhine rahat konuşabiliriz. (Gülüşmeler)
Editör:
Yeni… Şiir kitabı çıkardı. Önce Yoldaki Kalemler’de, sonra Birnokta ve diğer dergilerde şiirleri yayınlandı. Gerçekten çok ilginçti.
4. SORU
Moderatör:
Evet, şimdi bir başka soruya geçelim. Yeni kuşak şair ve yazarları takip ediyor musunuz bilmiyorum ama sizce en çok neye ihtiyaç duyuyorlar? Ne eksiklikleri var? Usta-çırak ilişkisinin eksikliği hissediliyor mu? Malum, edebiyatın da bir piyasası var. Bu kelimeyi kullanmak istemem ama bir gerçeği de dile getirmemiz lazım, maalesef bir piyasası, hatta mafyası var bu işin. Bu usta-çırak ilişkisinin eksikliğini nasıl görüyorsunuz? Dükkan gibi mekânların bu noktadaki fonksiyonu nedir sizce?
Editör:
Bu mesele çok önemli gerçekten. Gençlerin “merhaba” yerine “mrb”, “selam” yerine “slm” yazdığı bir ortamda gerçek anlamda şiir çıkmaz. Özellikle şiir konusunda hassas biriyim; bu yüzden gençlerin yazışma dilini, okuma alışkanlıklarını takip ediyorum, gözlemliyorum ve durum gerçekten vahim.
Gençlerin bir büyüğe temas etmesi lazım. “Temas” derken sadece yanına gidip gelmek değil, yazdıklarını göstermesi, tavsiye alması, düzeltmesi, okuması, eleştiri alması gerekiyor. Okumak, çok okumak lazım. Benim yeğenlerim buradalar, bana sosyal medyadan “mrb dayı” diye yazamazlar.
Moderatör:
Şiddet mi uygularsınız? (Gülüşmeler)
Editör:
Çok üzülürüm, incinirim. Onlar da benim üzülmemi istemezler, noktasına, virgülüne dikkat ederek yazarlar. Çünkü o dil, o tahammülsüzlükten başka bir şey çıkarmaz. O dilden şiir çıkmaz, olsa olsa kendilerini de yok edecek bir patlama çıkar.
Moderatör:
Oradan da şiir çıkıyor ama nasıl bir şiir oluyor o şiir? Yani bugünün diliyle de şiir –bugünün dili ifadesi ne kadar doğru bilmiyorum da- yaşadığımız dönemin, bahsettiğiniz kısa ifadelerle konuşma hali gibi şiire yansıyan tarafları var.
Editör:
Evet, rahmetli Ahmet Doğan İlbey’in bir sözü vardır:
“Damdan düştü kurbağa, kuyruğunu titretti, bunu gören jandarmalar komutanı eyletti.” İstihza etmek için onları, bu ifadeyi kullanırdı. Ve çoğunluk böyle olunca da şiir, o olduğunu sanıp hem mevcut şiiri öldürürler, hem de ortaya şiirle alakası olmayan bir şey çıkar. Ya işte çok kötü durumdalar.
Moderatör:
Yani ara nesil kopukluk da çıkarabilir o zaman şiir geleneğimizle, daha sonraki yıllar için konuşuyorum, şiirde bir kopukluk da ortaya çıkarır..
Editör:
Şimdi oraya girmeli miyiz bilmiyorum. Bahtiyar Vahapzade, serbest şiirle birlikte “O iş bitti” diyor. Yani “O şiir öldü” diyor.
Moderatör:
Yok oraya girmeyelim o zaman.
Editör:
Girmeyelim o konuya. Şimdi oraya girersem, hepimizin canı acır; hiç olmayan bir şeyi konuşuyormuş gibi oluruz. Şu kadar basit aslında… Hep Dükkan’da konuşuruz ya, bir Azeri şairin şiirinde geçer: “Men seni sevir, senin için iğne deliğinden girir; o seni sevirim dir, ziyalı (ışıklı) caddelerde gezir, içir, şiş kebap yiyir. Aha sen, aha o, aha men.” Bu kadar basit, bu kadar samimi… Meramını bu rahatlıkla anlatabilmek önemli. Ama işte bu kolay değil. Bunun için insanın kendini yetiştirmesi lazım. Hem de ciddi manada… Neyi, nasıl söyleyeceğim? Serbest şiir söylemek kolay sanılır ama değil. Ölçülü konuşmayı öğrenmeden biri kalkıp serbest şiire yönelirse, ortalığı yakar, yıkar. Serbest şiir yazmak; “rahat rahat söylerim, kafama göre yazarım” demek değildir. Bahsettiğiniz nesil bunu anlıyordu.
Azizim, şiiri bilmeden, edebiyatı bilmeden, her anlamda kendini yetiştirmeden... Profesör Narlı'’un tabiriyle “üst bilgilenme alanı” dediğimiz zihinsel alan gelişmeden bu işler olmaz. Biz kelimeyle düşünürüz. Mesela “şu koltuğa oturacağım” dediğimizde bile bunu kelimelerle kurarız, hatta cümleyi sesli kurmasak da içimizden geçen düşünce kelimelerle olur.
Kelime bilmeliyiz ki bir şey söyleyebilelim. Kelime bilmeliyiz ki meramımızı anlatabilelim. Daha da önemlisi, daha güzel, daha kibar kelimelerle ifade etmeliyiz ki, edebiyatımıza, şiirimize, okura hayranlık uyandıralım.
Zaten bir okuyucunun hayranlığı, kendi söylemek istediklerini başkasının o güzellikte ifade ettiğini gördüğünde ortaya çıkar. İşte hayranlık budur. Ve bu okumadan olmaz. Maalesef günümüzde işler başka bir safhaya geçmiş durumda: Tahammülsüzlük.
Kendisine ilaç olacak bir mısrayı bile okumaya tahammül edemeyen bir nesil nasıl şiir yazacak, inanın bilmiyorum.
Tam da bu yüzden Dükkan diye ifade ettiğimiz o mahfiller çok önemli. Ağabeylerin, ablaların, hocaların, şairlerin, yazarların bulunduğu alanlar… Yoldaki Kalemler’in gayesi tam da buydu. Böyle bir ortama temas etmeden kendi kendimize yazdığımızı şiir sanabiliriz.
Benim de öyle çok oldu; sabaha kadar uyumadan mısralar yazdığım, “ne muazzam yazdım!” diye düşündüğüm geceler… Ama sabah olduğunda, bir büyüğüme göstermeyi geçtim, ben bile okuyunca ne olduğunu anlardım.
İnsan böyle bir varlık. Aynı sahada hareket edenlerle temas kurmadan, kıyas yapmadan, doğruyu göremez. Aslında bu çok basit bir şey.
Hidayet Hoca’yla hep konuşurduk. Ne diyorlar o at yarışlarının yapıldığı yere? Hipotrom. Şiir yarış değil elbette ama bir teşbit yapalım. Hipotrom’da atını yarıştırmak isteyen kişi, hava durumunu, pistin koşullarını, diğer atları ve jokeyleri bilmek zorundadır. Ki kendi atının durumunu da görebilsin. İşte şiir de böyle. Sevindirici olan, her ne kadar gençlerde bazı sıkıntılar varsa da, bazen en çok korktuğumuz anda bile kendilerini bir anda güncelleyiverip aslına rücu ediyorlar. Buna restlemek mi deniyordu bilgisayar dilinde. Öylece yüreğimize ferahlık veriyor.
Moderatör:
Kumaşı sağlam diyelim o zaman.
Dinleyici: (Beyza Fındık)
Biraz önce dayımın bahsettiği gibi… Hani “öyle mesaj atamazlar” demişti ya. Sadece kelimeler değil, ifadelerin de Türkçe’de ne kadar kıymetli olduğunu hep söylerdi.
Mesela birini yermek istediğinizde “Allah Allah” dersiniz. Şaşırdığınızda yine “Allah Allah”… Savaşa giderken “Allah Allah!” diye bağırırsınız. İşte bu ifadelerin bile ruh hâlini anlatmadaki rolü çok büyük. Dayım hep bunu vurgulardı.
Moderatör:
Bir çapraz soru burada sorabilir miyim efendim?
Editör:
Hay hay, lütfen.
Moderatör:
İki örnek vereyim. Birincisi, “Ağaç dibinde ot bitmez” diye bir ifade var. İkincisi de, çok okuyunuz dediniz. Özellikle mesela şiir yazmak isteyen, çok şiir okumalı mı? Burada bir, kendine örnek olarak gördüğü şairlerin şiirini çok okuya okuya bir üslup kaybı yaşanma gibi bir durum söz konusu olmasın sonra.
Editör:
Söylemek istediğim o değil. Şiir okuyarak değil. Dikkat edersen ben de hikaye okuyan birisiyim.
Moderatör:
Yok, muhakkak. Siz her türlü okumayı tarif ettiniz ama. Neticede bunun içinde şiir de var. Güncel olarak kim neler yazıyor diye bakabilir. Efendim Yunus Emre'den bugüne şöyle bir Türk edebiyatını yoklayıp okuyor olabilir insan. Ve diyelim ki mesela İsmet Özel'e takıldı. Okuyor, okuyor, onu çok okuyor. Onun üslubunca şiirler yazmaya başladı diyelim. Yani onun gölgesi altında kendi üslubunu yakalayamama tehlikesi de yok mu burada?
Editör:
Var, gerçekten çok güzel bir soru. Sağ olun. Öyle ki, şiir asla zorlayarak yazılmaz. Kendi üzerimden örnek vereyim: “Gül Yolları ve Gül Ustaları.” Siz bilirsiniz, bahsetmişimdir. O kitabı çıkardım ama sonra iptal ettim. Zor toparladım yeniden. Baktım ki kitapta sadece Necip Fazıl ve Mehmet Akif taklidi var. Hiç benim şiirim yok. Sadece onları okumuşum, etkilenmişim, sonra şiir yazmışım. Hele ki kitap fazla basılmamıştı, sadece Maraş şartlarında sınırlı sayıda basılmıştı. Şimdi elimde de yok, bir kitap uçtu gitti yani. Bu sorunun tam yeri ve zamanı oldu…
Edebiyatın her alanını okuduktan sonra—elbette şiir de dahil—fark etmeye başlıyorsun: Mısra nasıl söylenir? Rahmetli Ahmet Doğan İlbey derdi ki, “Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemlidir.” Şimdi yeryüzünde söylenmemiş kelime kaldı mı? Belki her cümle binlerce kez kurulmuştur. Ama iş, onu nasıl söylediğinde bitiyor. Aynı şeyi söylüyorsun ama nasıl söylediğin seni farklı kılıyor. Şiir de orada doğuyor zaten.
Moderatör:
Geleneksel Türk şiiri, yani halk şiiri dediğimiz türde bir dönem öyle bir noktaya gelinmiş ki... Kafiye, uyak düzeni tamam, hece belli… Artık buradan bir şey çıkmaz denirken bir anda Aşık Veysel çıkıyor. “Ha, işte ozan bu,” deniliyor. Tabii sazın etkisi, sesin rengi vs. derken Abdurrahim Karakoç çıkıyor, Neşet Ertaş çıkıyor… Dolayısıyla tabii böyle örnekler de var muhakkak.
Editör:
Değil mi ama... Redif dediğimiz şey; onun da tükenmiş olması gerekirdi aslında. Sadi Hocam da burada. Yani redif dediğin, her türlüsü yazılmış olmalı ama bir bakıyorsun, bir başkası aynı redifle bambaşka bir şey söylemiş. Kimi sağından söyler, kimi solundan… Aynı malzeme ama farklı yorumlar, onlarca örnek var. Şimdi burada vaktimizi almayayım. Ama işte bu yüzden edebiyat alanında donanım çok önemli. Daha doğrusu azizim, ruhu zenginleştirme meselesi bu. Edebiyatın her alanını okuduktan sonra insan zaten sevdiği şairleri okumaya başlar. Sonra bir an gelir ki şiir, “Yaz beni!” diye bağırır. Gerçekten de ben hep o ifadeyi kullanırım: “Şiir cıyak cıyak eder.” Her yazımda da her konuşmamda da söylerim bunu.
Oraya geldiğinde artık mısra kendini tutamaz. Bu bir doğum gibidir. Vakti ve saati geldi mi doğar. Sana da sormaz ne zaman geleceğini. Ama sen hazır olmalısın. Çok zengin bir okuma, çok zengin bir üst bilgilenme alanı... İşte tam da yüreğine hançer saplandığı anda, o feryat çıkar. Ve o feryat, senin birikiminin seviyesine göre yükselir. İçinde ne varsa, dışarı da o kadar güçlü çıkar.
Moderatör:
Şiir diyoruz ama işin bir de yazı kısmı var neticede. Siz hâlâ hikâyelerinizi derlemediniz bu arada. Onlarca hikâye iki kapak arasında hâlâ yok. Verin artık şu hikâyeleri, kitaplaştıralım diyoruz. Neyi esirgiyorsunuz bilmiyorum. Burada da yeniden hatırlatmış olalım.
5. SORU
Yazı bir tür inşa ise eğer, - ya da şiir de buna dahil tabii- sizin edebiyat inşanızda temel taşı kimlerdir? Hangi yazarların hangi cümleleri sizde taşra ile merkez, yerli ile evrensel arasında köprü kurmuştur?
Editör:
Bu soru uzunca konuşulması gereken bir sorudur ama, Dükkan diyebiliriz tabii…
Moderatör:
Böyle tek kelimeyle “Dükkan” deyip geçecek misiniz?
Editör:
Öyle deyip öbür soruya geçelim.
Moderatör:
Onun içinde neler var, neler, kimler… Fuzuli üstadımız da var…
Editör:
Fuzuli’den Yunus Emre’ye, Gaspıralı’dan Erol Güngör’e… Her biri hakkında en az yarım saat konuşmak lazım. Cemil Meriç’i, Abdurrahim Karakoç’u, Sezai Karakoç’u… Bunların hepsi konuşulmalı.
Gabriel Garcia Marquez’i de—madem sen söyledin—burada anmak gerekir. Ama işin doğrusu, sorduğun sorunun cevabı zaten belli. Yani bizim Müslüman Türk çocuklarının bu alanda yetişmesi için hangi kaynaklara başvurması gerektiği açık. Benimki de aynıydı.
Az önce söyledim zaten: Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Abdurrahim Karakoç… Bunları okumakla başlıyor her şey. Ama yetmiyor işte Mehmet. İşin en güzel ve en çetrefilli yanı da burası. Okumak yetmiyor; onu sindirmek, hazmetmek için bir şeye ihtiyaç var. Bir ortama, bir sohbete, bir dost muhabbetine… Bir ağabeye, bir dosta, oturup iki bardak çay içmeye ihtiyaç var.
Çocukken hatırlar mısın? Bir film izlediğimizde, birine anlatma ihtiyacı duyardık. Hele biz erkek çocuklar sinemaya gidince, dönüşte filmi birbirimize anlatırdık. Cüneyt Arkın’ın filmlerini izledikten sonra kahramanlık sahnelerini tekrar yad ederdik.
İşte sindirme böyle bir şeydir. Yazıda da aynı durum söz konusudur.
Okuduğun bir kitabı konuşamıyorsan, anlatamıyorsan, onun sende nasıl bir iz bıraktığını paylaşamıyorsan tam olarak içselleştirmiş sayılmazsın.
Rahmetli Ahmet Bey’le sohbet ederken, Bilge —o zaman beş yaşındaydı— yanımıza gelip “On dakika sonra benimle konuşacaksınız,” derdi. Çünkü onun da anlatacakları vardı.
Biz bir kitabı konuşuyorduk. Mesela o sırada âmâ üstadın yeni çıkan kitabını okumuşuz, heyecanla onu tartışıyoruz. Çocuk bilmiyor ne konuştuğumuzu ama onun da dünyasında aynı şiddette gelişen, kendi düşünce ufkunu besleyen birikimi var. Ve onun da paylaşmak istedikleri var.
Aynı zenginlik aslında. Mesela şöyle sorular sorardı: “Kuşlar çamaşır seriyor mu?” “Ağaçlar geceleri uyur mu?”
Moderatör:
Siz de iyi tahammül etmişsiniz. Bu kadar küçük Bilge’ye. Ah Ahmet Abi ah, neler neler çekmiş de...
Editör:
Ahmet Abi, telefonda Bilge'ye şöyle diyordu -Bilge 6 yaşındaydı o zamanlar- “Uzun ve mükerrer cümle kurma kızım, kapat” diyordu. Kızım dediği de 6 yaşında.
Moderatör:
O küçük Bilge anlıyor muydu peki bundan?
Editör:
Yok, o da kapatıyordu.
Moderatör:
Efendim, şimdi vaktimiz de ilerledi biraz. Müsaadeniz olursa ben iki şiir kitabından hemen bahsedip, ondan da bir şiir okumak istiyorum. Çünkü musiki dinletimiz var. Onların vaktinden çalmayalım. Elimde iki şiir kitabı var. Biri 1993 yılında basılmış. Bu şiir, şairinde de çok nüshası yoktu o zamanlar. Tabi biz de isteyemiyorduk. Kahramanmaraş'ta bir eski kitapçıda denk gelip aldığım bir kitap. Ejdat yayınlarından, 1993 yılında. “Seni Yaşamadan Olmaz.” Hasan Ejderha’nın ikinci şiir kitabı oluyor aslında değil mi bu?
Editör:
Evet. İkinci şiir kitabım oluyor.
Moderatör:
Bir acıyı burada göstermek istiyorum. “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak.” Acı bunun başlığında filan değil. Acı 2014 yılında basılıp ondan sonra bir daha şiir kitabı basılmamasına işaret etmesinde. Yani biz tabii hikayelerini beklerken aynı zamanda hocamızın yeni şiirlerini de kitabını da sabırsızlıkla, heyecanla bekliyoruz.
2014 yılında basıldı. Bu ikinci baskı zannediyorum. İlk baskı 2012. İkinci baskı 2014. Dolayısıyla epey bir vakit geçmiş. Yani bir şair için çok uzun bir süre. Hele ki sizin gibi bir şair için uzun bir süre. Ahmet Abi, 2023'ten önceki son birkaç yıl içerisinde, sizin emekli olup Harmancık'ta bir köy evi inşa etmeye başladığınız süreçlerde, ne kadar -Maraş mahalli tabirle söyleyeyim- sokrandığına biz şahidiz. Tabii biz sizden emekli olduktan sonra daha çok ürün de bekliyorduk ama yine de bu ümidimizi kaybetmiş değiliz. Onu da belirtelim. Kitaba ismini veren şiiri, müsaadenizle okumak istiyorum. Bugün Hasan Ejderha'yı konuşmuyoruz, Yoldaki Kalemler’i konuşuyoruz. Onun için o sahaya çok girmedik, girsek konuşacak çok şey var tabii ki. Evet efendim,
Seni yaşamadan olmaz
Seni yaşamadan ne ekinler göğerir
ne de koyverir söğüt yeşilini
Bülbül çıkamaz sabaha uyumadan
Seni yaşamadan olmaz can
Bereketsiz olur harman, sevinemez baban
Yenilenemez urban seni yaşamadan
Olmaz seni yaşamadan
Yitik güzellikler bulunmaz
Nohut tarlada kalır, yolunmaz
Yayık yayılmaz, gelin olunmaz
Olmaz, olmaz seni yaşamadan
Ali birden ikiye geçemezdi
Her yıl bire beş gelen hasat
Bakarsın bu yıl gelmezdi seni yaşamadan
Belki gülmesini bilmezdi bebekler
Somurtkan olurdu bütün beşer
Çirkin olurdu belki de güzel olacaklar
Yapayalnız kalırdı belki de eşler seni yaşamadan
Öyle akarım ki seni yaşarken ırmakların akışı bile yürümek kalır
Ruhumdaki tüm olmazlar olur
Yüreğim yeni bir şiir dokur
Ne aklım baltayı taşa vurur
Ne de tutulmadan yaşayamayacağım şiddetli fırtınalarım durur
Seni yaşarken başı hep ben çekerim
Aldırmam adımlarımın mesafesine
Çıkınım dolu sana giderim
Ne tarif ne de bir yol sorarım birisine
Hep kulak veririm yüreğimin sesine
Seni yaşamak olmasa damarlarım kururdu
Karada beni deniz vurur
Denizdeki bütün balıklar boğulurdu
Ben seninle yaşarım, seninle varım
Seni yaşamak olmasa kururdu damarlarım
Diye 30'lu yaşların bir şiiri zannediyorum. Vaktimiz dar aslında diğer kitaptan, hatta kitaba ismi veren şiiri okuyayım istemiştim ama o şiirde malum, Yoldaki Kalemler’de var. Oradan, dostlar okusun diyelim. Son soruyla bitirmiş olalım.
6. SORU
Genç yazarlar var. Ya da genç olmasa bile yazmaya niyet edenler… “Artık ben yazmalıyım,” diyenler… Siz bunca yıllık bir şair, hikâyeci, romancı, edebiyatçı olarak pek çok dergide yazmış bir isim olarak bu arkadaşlara neler söylersiniz? Tavsiyeleriniz neler olur? Son olarak sizden böyle birkaç cümle duyalım.
Editör:
Bir kere, birkaç mısra şiir ya da bir sayfalık hikâye yazdıktan sonra, elinde çığıra çığıra “Ben yazarım!” diye dolaşanların peşine takılmasınlar. Yani yazdıklarıyla ün peşine düşmesinler.
Moderatör:
Yani, popülist bir anlayışla yaklaşmasınlar, diyorsunuz.
Editör:
Aynen öyle. “Bu hikâyemle, bu romanımla artık meşhur oldum,” gibi bir duyguyla hareket etmeyecekler. Ben bazı arkadaşlara bunu açık açık söyledim: “Yazarlık peşine düşmeyin, sakın!” dedim. Sen güzel güzel yaz, insanlar okusun. Benim tek tavsiyem bu olur: Kişi, sağlam bir okumayla kendisini belli eder. Ne yazacağını zamanla kendi de fark eder. Şiir niyetiyle başlar ama bakarsın nefis denemeler kaleme alıyor; bir de bakarsın ki bir romana tutulmuş, ilk romanını yazıyor. Ama ne olursa olsun popülerlik peşine düşmesin. Yazarlık bir vitrin meselesi değildir. Teşekkür ederim.
Moderatör:
Eyvallah, biz de teşekkür ederiz.
Durdu Güneş Bey aramızda. Kendisi Ankara’dan, Edebiyat Günleri için geldiler. Yoldaki Kalemler’in ilk dönem yazarlarından. Uzun zamandır dergide yazmıyor, bu vesileyle sitemimizi de iletmiş olalım. Mizah kültürünü artık Yoldaki Kalemler’den alamıyoruz. Oysa siz Türk mizahının önemli temsilcilerindensiniz. Yeni yazılarınızı bekliyoruz. Hoş geldiniz. Yoldaki Kalemler veya Hasan Bey’le ilgili bir şey söylemek isterseniz, buyurun.
Editör:
Sahiden önce şunu soralım: Durdu Güneş, neden artık Yoldaki Kalemler’e yazmaz oldu? O da bir Dükkancı. Neden yazmıyor bize?
Dinleyici (Durdu Güneş):
Hepinizi muhabbetle selamlıyorum. Bir fıkra ile başlayayım:
Batılı bir mimar kutuplara gider. Eskimoların yaşadığı yerde, derme çatma buzdan evler görür. Düşünür ki, bunlara estetik ev yapımını öğreteyim. Bir duyuru yapar: “Şu gün gelin, estetik mimariyi anlatacağım.” O gün gelir, konuşma yapacak. Kalabalık karşısında durur, “Yaklaşın, anlatacağım,” der. Kalabalık yanaşmaz. Bir genç cevap verir: “Sen bize estetik ev yapımını anlatacaksın, biz de dinleyeceğiz. Peki karşılığında ne kadar para vereceksin?”
Mimar şaşırır: “Ben hem öğreteceğim, bir de üstüne para mı vereceğim?” Genç der ki: “Dinlemek, konuşmaktan daha zordur. Zor olan şeyi neden bedava yapalım?”
Yani siz burada zor olanı yapıyorsunuz, kendinizi bir alkışlayın!
Kader bizi bir araya getirdi. Dükkan’ın ilk nüvesini biz oluşturduk. Dört kişi edebiyata meraklıydık. Bu edebiyat ortamı zamanla dalga dalga yayıldı. Ben Ankara’ya Hukuk Fakültesine gittim ama Dükkan’la gönül bağımı hiç koparmadım.
Bu işlerin merkezinde sevgi ve muhabbet vardır. Ortamı çok beğendim. Sohbet kültürünü özlemişiz. Üç unsur vardır: Sohbet erbabı, sohbet mekânı ve muhabbet. Bu üçü burada bir araya gelmiş. Çok hoşuma gitti. Sitemleri kabul ediyorum, bundan sonra daha çok yazacağım.
Moderatör:
Hocam, aslında sitem etmeye yüzüm yok. Sadece bir kanaati dile getiriyorum.
Dinleyici (Durdu Güneş):
Yazmak gerçekten var olmaktır. Hayata dair bir söz söylemektir. Yazmak isteyen arkadaşlara bir Japon kavramını hatırlatmak isterim: Şu-ha-ri.
– Şu: Alandaki tüm literatürü, tüm ustaları bilmek.
– Ha: Bildiğini aşmak. Eğer hep onların içinde kalırsan, taklitçi olursun.
– Ri: Kendi çizgini oluşturmak. Ama bu çizginin muteber, özgün ve estetik olması şart.
Yani Hasan Ejderha’nın bir şiirini okuduğumuzda onun imzası gibi tanıyabilmeliyiz. Üslup budur. Kendine ait bir imza, bir ses, bir yolun olacak. “Ben şair oldum” değil, “O yoldayım” diyebilmeliyiz. Yoldaki Kalemler tam da budur: Yolda olmak.
Çünkü “Oldum” dediğiniz an “öldüm” demektir. Psikolojide buna “erken kifayet duygusu” denir. Yani kişi daha yolu varken tamamlandığını sanır.
Benim yazdığım tüm kitaplarda hep bir “yarım kalmışlık” hissi vardır. Çünkü hayat bir süreçtir, sadece ölümle tamamlanır. Parantez kapanmadıkça hiçbir şey tamam değildir.
Yazarlık bir yolculuktur: Hedefin olacak, planın olacak, eylemin olacak. Ve yılmazlık olacak. Yazmak kolay değildir. Uykular kaçar, kafada mısralar dolaşır. Bazen o bulutlar yağmur bile getirmez.
Tarık Buğra gençlere hep şunu söyler: “Kâğıt yırtılabilen bir nesnedir.” Çok yazacaksınız, çok yırtacaksınız. Sonra güzel eserler doğacak. Hepinize teşekkür ediyorum. İyi akşamlar.
Moderatör:
Teşekkür ediyoruz. Sadi Hocam da bir şey söyleyecek zannediyorum. Buyurun.
Dinleyici (Sadi Gedik):
Teşekkür ederim. Gayet güzel, nezih bir program oluyor. Hasan Hocam’la 20 yıldır dostluğumuz var. Belki biraz soru, biraz ekleme olacak söylediklerim.
Burada öğrencilerimiz var. Mezunlar, devam edenler… Okumadan bu işin olmayacağı çok güzel ifade edildi.
Hasan Bey, 3-4 yıl önce emekli olacağını söylediğinde kendisine dedim ki: “Daha gençsiniz, neden emekli oluyorsunuz?” Cevabı şu oldu: “Okumam gereken o kadar çok kitap var ki... Kalan ömrümü hesapladığımda yetmeyecek gibi görünüyor.”
Bakın, lider bir şair, öncülük ediyor ama hâlâ okuyacağı kitapların hesabını yapıyor. Emekli olduktan sonra belki bir–iki defa görebildik. Çünkü odasına çekilmiş, sürekli okuyor.
Yazar olmak isteyen biri, Türklerin İslamiyet öncesi edebiyatından 21. yüzyıla kadar tüm metinleri okumalı. Bu, onları taklit etmek için değil, kendine has bir üslup oluşturmak için…
Hasan Hocam’ın “Maraş’ın Cezbeli Gülleri” adlı kitabı var. Oradaki hikâye nasıl oluştu? Biraz ondan bahsetmesini isterim. Teşekkür ederim.
Editör:
Teşekkür ederim hocam. “Maraş’ın Cezbeli Gülleri”ne tam anlamıyla hemhal oldum.
Bir çayhanede oturuyorsak, onlardan biri varsa mutlaka yanına giderdim. Kimi zaman “Git!” diye sertçe karşılık verirlerdi. Ama onlarla bir ünsiyet kurmak isterdim.
Bir gün eve götürdüm onları; mahallede olay çıktı. Birlikte yemek yedirmeye çalıştım, o da olmadı. Uzun hikâye… Dedim ki, herkes tezler yapıyor: doktora, yüksek lisans… Ama bu insanlar hiç kayıtlara geçmeyecek. Ben bunlarla ilgili hikâyeler yazayım. Öyle yaptım.
Sonra bu hikâyeleri tek tek yayınladım. İlçelerde de benzer insanlar vardı. Afşin’de, Camii önünde oturan Kazım en meşhurlarındandı. Yanına oturdum. Peşine düştüm. Bir anda kızdı, yakamdan tuttu. Beni çekti, bıraktığında yüzüm gözüm haşat olmuştu. Sağ olsun Yasin Mortaş, beni sağlık ocağına götürdü, yaraları sardı. O tarafı başkaları yazsın dedim. Dayak yedikten sonra o kısmı bıraktım.
Maraş’ın Cezbeli Gülleri böyle tamamlandı. Sonra Türkiye Yazarlar Birliği üyeleri, kendi şehirlerindeki benzer şahsiyetler üzerine yazmaya başladılar: “Erzurum’un Delileri”, “İspir’in Delileri” gibi 20’ye yakın kitap çıktı.
Moderatör:
Mehmet Narlı da “Edebiyat ve Delilik” adlı akademik bir çalışma yaptı sonrasında.
Editör:
Ama Maraş’ın Cezbeli Gülleri yok o kaynakta. Hoca ya akadebik bir kitapda bahse değer bulmamış, ya da görmemiştir herhalde. Teşekkür ediyorum.
Moderatör:
Biz teşekkür ederiz. Sağ olun.