KARINCANIN TARAFI/Malik


Bir ateş düşün, zalimce büyüyen...Filistinde, Myanmarda, Doğu Türkistanda
Bir de karınca düşün, sırtında bir damla suyla yürüyen.

Sormuşlar ona:
“Bu ateşi sen mi söndüreceksin?”
Gülmüş sadece, ama gülüşünde hakikatin sabrı varmış:

“Hayır… ama tarafım belli olsun.”

Çünkü mesele, yangını söndürmek değildi belki…
Ama yanmayanlardan olmaktı.
Susmayanlardan, dönmeyenlerden, vazgeçmeyenlerden...

Kimi filler vardı o yangının başında,
Odun taşırlardı gururla,
Kibirle…
“Güç bizde” derlerdi.
Ama karınca hiçbir zaman güce değil, yüceye inanmıştı.

O sadece yürüdü.
Bir damla, bir adım, bir dua…
Ve yürüdüğü yol
zamanla yazıya,
yazı hikayeye,
hikaye vicdana dönüştü.

Karınca büyümedi belki,
Ama büyüklüğe dair her şeyi o anlattı.

Çünkü bu dünyada:

Güç, ateşin tarafında olabilir…
Ama şeref, su taşıyan yürektedir.

DÜKKÂN/Seyfettin ALBAYRAM


         

Size dükkânı mutlaka anlatmalıyım. Tarihe not düşme açısından anlatılması gereken bir yer bizim dükkân. Nasıl başlasam bilemiyorum. Dükkân dediysem öyle ıvır zıvır bir şeylerin alınıp satıldığı bir yer değil. “İçeri türkülerinin” çalınıp söylendiği, bol fikirli çayların içildiği, haftalık hasbihallerin, yarenliklerin (bizim büyükler şaka anlamında yerenlik yapmak derlerdi)yapıldığı bir mekândı bizim dükkân. Her türlü fikre açık kapılarımız vardı, ancak kırmızı çizgilerimiz de vardı; vatanın bölünemez bütünlüğü, Türk Bayrağı ve kutsallarımız dokunulmazlarımızdı. İma yoluyla da olsa kimse dokunmaya cüret edemezdi.

  Önce müdavimlerini biraz olsun tanıtmam gerek. Ahmet Abi (Rahmetli Ahmet Doğan) biz ona komutan derdik. Tatlı yemeyi yasaklamıştı; “zihni öldürür” diye. Cemil Meriç uzmanıydı. Cemil Meriç’le ilgili bütün ayrıntıları bilirdi. Bir de türkü hayranıydı. Her türküyü dinlemezdi. Mutlaka “içeri türküsü” yani “Bin miligramlık türkü” olmalıydı. Arif Sağ dan başlamış Musa Eroğlu ile devam etmiştik. Arif Sağ ve Musa Eroğlu’nun bütün kasetleri bende mevcuttu. Ayrıca Mahsuni Şerif hayranıydık. Komutan deyişimize bakmayın, aslında askerdeyken çavuş rütbesinden başka hiçbir rütbeye sahip değildi. Askerlik hatıralarını anlatmayı hiç sevmezdi. Bizim yarenlik olsun diye taktığımız bir unvandı. Ahmet Abinin deyimiyle zarf atardık; Ahmet Abi askerliği nerede yaptın? diye sorduğumuz her soruya bıkıp usanmadan “benim gitmemnen gelmem bir oldu”, derdi. Yahu hocam; “bir başçavuş vardı, herkesi döverdi, ama nedense bana hiç karışmazdı” türünden lakırdıları insanlar birbirlerine bıkıp usanmadan nasıl anlatabiliyorlar, hayret ediyorum, derdi. “Mükerrer cümle kurmayı “ yasaklamıştı. Bir konuyu bir kez anlatmışsan tekrarına çok kızardı. Ahmet Abiye en çok Muzaffer Hocam (Muzaffer Gözükara) takılma imtiyazına sahipti. Muzaffer hocam derviş ruhlu bir adam, hep güler yüzlü, asık suratına hiç denk gelmedim. Herkesin sıkıntısını dinler, çözüm üretmeye çabalar ancak kendi sorunlarından hiç bahsetmezdi. Benim balık arkadaşım. En çok balığı o tutar ama balık yemez. Ahmet Abi ben “Muzafferi yim” derdi. Bizim de dilimize takılmıştı “biz de Muzafferiyiz” derdik. Daha sonra 28 Şubat sürecinde epey başı ağrımıştı; savcı “Sen Şeyh misin?” diye sormuştu. Sayın savcım arkadaşlar bana takılıyorlar, ben kim, şeyhlik kim dese de gazaplarından kurtulamamıştı. Maraş’ın en eski camii Ulu Camidir. Bütün bürokratlar Cuma namazına oraya gelirdi. Muzaffer hocam gösterişten uzak bir cami bulmuştu; Kulağı Kutlu Cami. Cuma namazına dükkân ehli oraya giderdi. Ücra bir köşede, aramayla bulunmaz bir mekân, mahalle arası. Camide halı bile yoktu. Ayaklarımızın altına serili bez parçalarının üstünde Cuma namazı kılardık. Sonra Hasan Ejderha , hep güler yüzlü, şen şakrak. Şair, deli şiirler yazar, ama mütevazıdır, övünmez. Ali Yurtgezen; oturaklı fikirlerin babası. Ali hocam tam bir otoritedir. Fikir konusunda tabi, yoksa kimseye büyüklük taslamaz. Anlattığınız her şeyi sanki yeni duyuyormuş gibi sabırla dinler. Siz bir yazarın kitabından bir alıntı paylaştığınız zaman, Ali hocam kibarca müdahale eder ve o yazarın kitabındaki bilmem kaçıncı baskısında, söylediği cümleyi kitaptan çıkardığını söyleyiverir, apışıp kalırsınız. Mehmet Narlı; şairdir, hep dalgındır. Sizinle konuşurken bile kafasında şiirinin bir yerine koyacağı kelimeyi düşünür. Masada içilmeyi unutulmuş dolu çay bardağı kesinlikle Narlı hocanındır. Bazen önündeki çayı alır biz içerdik, bir müddet sonra elini bardağa uzatır, boş olduğunu görünce “AA ben bunu ne zaman içtim?” diye sorar. İçtin Mehmet Bey, sen farkında değilsin, derdik. Dükkâna arabasıyla gelir, arabayla geldiğini unutur, eve yaya gider, sabah olunca da evinin önünde arabasını arardı. Dükkânda ağırlıklı isim Hasan’dı. Hasan Keklikçi güler yüzlü, espri yapmayı sever. Hasan Ejderha’ nın köylüsü, ikiz gibiler. Ortak bir dil oluşturmuşlar. Birbirlerini bakışarak anlayacak durumdalar. Bir diğer Hasan, (Kutsal) dolmuşçu. Arada bir uğrar, kasavetini dağıtır. Maraş otunu çok sever. Bir keresinde otu pamuğa sararak alt dudağına yerleştirdikten sonra Muzaffer hocama dönerek ; “Yav hocam, şu ot ne mübarek bir şey, camide atsan atılır. Aha dudaklarımın arasında hoca nerden bilecek, sigara öylemi, herkes görür” deyivermişti. Günlerce gülmüştük. Muzaffer hocamın öğrencisi Çamur Hasan. Her hafta gelir, konuşmaz her konuşulanı dinler. İsmail Göktürk şair, yazar, genelde muhalefettir. Ahmet abi İsmail’e “Ferhat” derdi. Dağları delen adam, zor zamanların adamı, anlamında. Tayfun namı diğer Molla Tayfun; pek konuşmaz. Haddi aşan olursa “İmamı Gazali İhyasında diyor ki” diye başlar, hepimiz toparlanırdık. Yunus (bizim yunus, Muzaffer hocamın bağımlısı) kesintisiz her hafta mutlaka dükkana gelir. Çok konuşmaz, genelde dinler. Hırslı balıkçı. Su kenarında bile hocamın yanından ayrılmaz. Muzaffer hocamın olta attığı yere olta atıp oltaları birbirine dolaştırmakla meşhur.

 Dükkan Cuma ve Cumartesi akşamları saat 22:00 da açılır sabahın ilk ışıklarıyla kapanırdı. Kalkıp gitmek için “soğumanın başlaması” gerekti. Arada uğrayıp gidenler olurdu. Biz farkında olmasak ta aramızda bir dil oluşmuştu, arada gelip gidenler bir şey anlamaz, kalkar giderdi. Bizde seminer sistemi ya da abilik pozisyonu yoktu. Bir konu açılır herkes rahatça meramını anlatırdı. Parti pırtı, meşrep farkı ya da fikir farkı gözetmezdik. Her fikrin bir kıymetinin olduğu görüşündeydik. Memleketin hayrına olan her fikir bizim için değerliydi. Saat 24:00 dan sonra dükkan birdenbire bir otobüse ya da uzay aracına dönüşür, biz koca ülkeyi bir çırpıda dolaşırdık. Uzay aracımızla tüm kâinatı üstten seyrederdik. Ne kadar yol aldığımızın farkına bile varmazdık. Herkes komuta kademesindeydi, hiç mürettebatımız olmadı. Bize göre herkesin baş olduğu yerde herkes ayak, herkesin ayak olduğu yerde herkes baş tı. Aracımızın yakıtı bitince inişe geçer, dükkâna gelirdik, her birimiz en az on adet kitap okumuş gibi, uykulu gözlerle Maraş’ın sokaklarına dağılır evlerimize çekilirdik. Şimdi Maraş enkaz altında, dükkân ehli zor günler yaşıyor. Dükkân ehlinden Rabbine kavuşanlar oldu. Rabbim hepsine rahmet eylesin, mekânları cennet olsun.

Ne dersiniz; her şehre bir dükkân lazım, değil mi


GARBİ YELİ DERGİSİ EDİTÖRÜNDEN MEKTUP

 


Kıymetli Ağabey,

Öncelikle şair bir ağabeye, tatlı dilli güler yüzlü hikayeci bir ağabeye, bir ceylanla oturup ağlayan o güzel yürekli ağabeye ve acizane çıkarmaya çalıştığımız Garbi Yeli edebiyat kültür sanat sayfamızı takip etme, okuma şerefini bize yaşatan bir ağabeye gönderdiği güzel şiiri için neler yazılır, nasıl cevap verilir bilmiyorum.

Yozgat’ın Sivas’a doğru tarafında küçük bir Orta Anadolu köyü. Soğuğun, geçim derdiyle boğuşan köylünün ciğerlerini söktüğü günlerden bir gün. Zaten arada bir akan çeşme sularının donduğunda karın eritilip su elde edildiği, ilçeye pazara inebilen birkaç vasıtaya ihtiyaçların sipariş edildiği, her sabah kalkıp evin önünü dolduran karın okula gitmek için hazırlanan çocuklar için temizlendiği günlerden bir gün. Çocukların kar topu oynadığında veya kardan adam yaptığında, elleri donup sızlamaya başlayınca sıcak su yerine soğuk suya tutularak sızının dindirilebileceğini bilenlerin yaşadığı, okul yolunda ayakların ıslanıp kirpiklerin birbirine yapıştığı, evin bir odasında soba olması hasebiyle hane halkının o bir göz odaya tüm hayatını sığdırdığı, devlet deyince akıllara kapanan yolları açabilen greyder, kesilen elektrikleri tamir eden elektrikçinin geldiği bir köy. Hele ki kıymetli annemin okuldan gelince çamur ve ıslak olan ayakkabılarımı her gün yıkayıp kuruması için sabaha kadar sobanın yanında bekletmesini hiç unutamam. Kışları böyle geçen köyün yazları daha güzel şüphesiz. Lakin çocuklar için tatil ve kırık dökük bir bisiklet heyecanından öte yaz, büyükler için tarladan çıkacak buğdayın para etmesi ve kışlık odun için köy ormanından bu yıl pay verilip verilmeyeceği düşüncesiyle geçer. Küçüklüğümde bir tırpanla onca arazinin biçildiğini, öküzlerle düven sürüldüğünü dedemden dinlemiştim. Ben böyle bir köyde doğdum Hasan Ağabey. Üniversiteye Maraş’a okumaya gelene kadar da bu köyden pek çıkmadım. Üniversiteyi bitirip geri köye döndüğümde bu manzaralar aşağı yukarı hala aynıydı. Bunları niye anlattığıma gelince. Ben, dostlar arasında meşhur olan o Kar Şiiri'ni işte bu köyde, böyle bir kış gününde yazdım. Şiiri, sizin "Hasta Anneler Ülkesi" şiirinizin bilmem kaçıncı okuyuşumun ardına yazmıştım. Bunu daha önce hiç ifade ettim mi bilmiyorum ama şiirde geçen "hasta bir annenin" ifadesi de aslında sizin şiirinizdeki hasta anne. Bu sebeple ve belki yüzlercesini sayabileceğim sebeplerce Hocalarımı tanımak, merhum Ahmet Abi’yi tanımak, sizi tanımak, Dükkân’ı tanımak, sizlerle hemdem olmak benim hayatımın en önemli olayıdır. Maraş’ta olduğum zamanlar gurbetteyim sanıyordum asıl gurbetin Maraş’tan çıkınca başlayacağını bilmeden. Zamanla Dükkan’ın dünyada bir yer olmadığı kanaati kesinleşti içimde. Yani o beni duygulandıran ve yine her zamanki gibi sizin nazik dilinizden dökülen, gönderdiğiniz “Melaikelerin çektiği yeryüzü resimlerinde sizlerle yan yana çıkmak için…” cümlelerinizin sebebi şahsım adına sizlersiniz.

Acizane, acemi olduğum bu dergicilik işlerine, çeyrek asra yakındır abiliğini, dostluğunu hissettiğim Mehmet Yaşar'ın beni onurlandırıp dahil etmesiyle girmiş oldum. Garbi Yeli, bilmem ne kadar daha sürer ama ömrü ve bereketi Yoldaki Kalemler gibi olsun isterim. Yoldaki kalemler benim ilk şiirlerimin yayımlandığı, ilk göz ağrım hatta son göz ağrımdı. Evlenince şiir yazmayı bırakanlar kervanına maalesef ben de dahil oldum. Uzun süredir yazamıyordum. Ama Garbi Yeli bir sorumluluk yükledi omuzlarıma inşallah kendime gelmeme, yine yazmama vesile olur. Dualarınıza talibiz.

Ahmet Abi'den mülhem "gülüşlü olsun" kabilinden ve hoşgörünüze sığınarak, elektronik postamıza gönderdiğiniz “Çırpınan Evler” şiirinizin açıklamasına eklediğiniz o güzel cümlelerinizi okuyunca heyecanlanarak dostlara: "Rakip derginin yayın yönetmeni bizimle resim çektirmek istiyor." dedim, latifemi hoş görün. Sizinle aynı karede olmak bizim için şereftir. Hürmet eder ellerinizden öperim.

Ufuk TÜRK


Hasan Ejderha ile Yoldaki Kalemler Dergisi Üzerine Söyleşi/ KSÜ Dil ve Edebiyat Topluluğu/Zehra BOYRAZ


Efendim, üniversitemiz Dil ve Edebiyat Topluluğu olarak 22.04.2025 tarihinde tertip ettiğimiz aylık dergi söyleşilerinde, “Yoldaki Kalemler” dergisi editörü, onur konuğumuz sayın Hasan Ejderha hocamızı misafir ettik. Sağ olsunlar, bizleri kırmayıp davetimizi kabul buyurdular.

Moderatörlüğünü kıymetli hocamız Öğr. Gör. Mehmet Yaşar’ın üstlendiği bu söyleşide, Hasan Ejderha hocamız bizleri, “Yoldaki Kalemler” dergisinin kuruluş hikâyesinden başlayarak edebî meşreplerin iz düşümüne uzanan samimi ve içten bir yolculuğa çıkardı. Usta-çırak ilişkisinin canlı örnekleriyle derinlik kazanan bu sohbet; bir derginin serencamından ziyade, edebiyata gönül vermiş bir neslin hassasiyetini, heyecanını ve muhabbetini yansıtması bakımından da oldukça kıymetliydi.

Söyleşi boyunca hem hocamızın hem de katılımcıların paylaştığı hatıralar, derginin bir neşriyat olmanın ötesinde, adeta bir meşk mektebi olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi.

Moderatör:

Yoldaki Kalemler internet dergisi olarak 2012 yılında başladı. 2012’den bu yana, sadece deprem sürecinde kısa bir ara verdi bildiğim kadarıyla. Onun dışında Yoldaki Kalemler yayın çizgisini bozmadan, sürekliliğini aksatmadan bugüne kadar geldi. Dolayısıyla yüksek bir tebriği hak ediyor. Evvela bir tebrikle Hasan Hocamızı ve orada yazan — ben de orada birkaç yılda bir yazmışımdır — bütün yazarlarımızı tebrikle başlayalım.

Arkadaşlarımız şimdi dağıtıyor; eskilerin tabiriyle bir “mevkute” diyelim. Bu bir internet dergisi. Birkaç arkadaş, ki bu arkadaşlardan biri dergiyi şu an aldı: Ahmet Eralp kardeşim. Bir diğeri şu anda Kapıçam’da, Ferhat Ağca — Kapıçam’da bizi dinliyor Ahmet Abi ve Fazlı Bayram’la birlikte. Ferhat, Ahmet Eralp ve fakir… İlk kimin aklına geldi, kim düşündü bilemiyorum. Üçümüz oturduk, dedik ki: “Bu internet dergisinin bir de hatıralığı olsun.” 2014 yazında çıktı, “Her mevsim yayınlanacak” denildi ama tek sayı olarak kaldı, bir daha da çıkmadı. Benim de sabah aklıma geldi, kitaplığın arasında saklı duruyordu. Kaç adet kaldığını bilmiyorum. Parmak hesabı bakınca böyle bir top Yoldaki Kalemler hatıralığı vardı. Dedim ki: “Madem Yoldaki Kalemler’i konuşacağız, bu hatıralık da evde öylece kalmasın. Dostlara, bu konuşmanın olduğu günde birer hatıra olarak hediye edelim; hem bu vesileyle Ferhat’ı da yâd edelim.” Böyle bir ön bilgiyle başlamış olalım efendim.

1.SORU

Yoldaki Kalemler 12-13 yıldır faaliyette. En temel vasıflarından biri — belki tavsif etmek haddimize değil ama — medeniyetimizin temel eğitim metodu olan usta-çırak ilişkisinin çok belirgin hissedildiği bir yer olması. Yoldaki Kalemler’e ilkokul öğrencisiyken şiir gönderen bir öğrenci bugün üniversitede okuyor, hâlâ şiir gönderiyor; ya da talebeyken göndermiş, şimdi yaşı ilerlemiş… Yoldaki Kalemler’de yetişmiş, büyümüş, ilk defa orada yayınlama imkânı bulmuş ama tabii büyüklerle birlikte. Yoldaki Kalemler’in temel özelliği belki de budur: Kendisine örnek aldığı büyükler de orada yazıyor. Dolayısıyla bir okul olarak değerlendirmemek mümkün değil.nTabi aynı zamanda bu yolculuk devam ediyor; Yoldaki Kalemler bir yol. Yol deyince aklımıza pek çok tedai üşüşüyor. Bir yolculuktan bahsedebiliyoruz. Bu yolculuk nasıl başladı, nasıl bir niyetle çıktı? Bu soruyla bismillah diyelim. İlk soruyu böyle tevcih etmiş olalım.

Editör:

Söze başlamadan önce şunu söylemek isterim: Yoldaki Kalemler’in gerçekten sadık yazarlarını, şairlerini, şairelerini görüyorum burada. Bakıyoruz, Yoldaki Kalemler’de başlayıp üniversiteye giden gençler orada bir dergi çıkarmışlar; bir bakıyoruz, kitabı çıkmış, başka yerlerde şiirleri yayınlanmış… Evvela, tamamını kutluyorum.

Şöyle başlamak isterim: Bir gün, liseyi bitirdiğim yıllarda, iki kıtalık bir şiirimi, Cemil Meriç’in yazısının bittiği sayfanın altına koymuşlardı. Dergide Cemil Meriç’in adı da yazıyordu orada. O kadar mutlu olmuştum ki! Cemil Meriç’in yazısının yanında, koynunda benim iki mısralık şiirim duruyordu. Kendi kendime dedim ki: “Öyle bir dergi olsun ki, ilk defa şiiri yayınlanan bir gençle, herkesin tanıdığı meşhur bir yazar yan yana dursun. Hiç mizanpajla uğraşmadan, hangi yazı gelirse onu yayınlayalım, ardından gelen bir sonraki yazıyı da hemen koyup yan yana durduralım.” Ünlü bir şair ya da hikâyeci olabilir; onun hemen arkasına genç bir şairin yazısını koyalım, yan yana dursunlar.

Hani benim bir mısram var ya: “Melâkelerin çektiği yeryüzü resimlerinde yan yana çıkmalıyız ikimiz.”

İstedim ki, melâkelerin çektiği yeryüzü resimlerinde, Yoldaki Kalemler’de yazanlar yan yana çıksın. Çünkü ben o zaman çok sevinmiştim. Sonraları da ünlü yazarların, şairlerin yanında bir yazım, bir şiirim yayınlanınca o çocukça sevinci hep yaşadım, gençler de bu sevinci yaşasın istedim.

Bir de şu vardı: Kendi yazısı yayınlanınca, o yazıyı gönderen genç, oradaki ustaların yazılarını da okuyacaktı. Böyle bir sistem oturtalım dedik.

Yoldaki Kalemler’in esas başlangıcında H. Ahmet Eralp, Ferhat, İsmail Sağır vardı; üniversitede çevremde yanıma gelen gençler… Biz aslında internetin ne olduğunu pek bilmiyorduk, ben en azından bilmiyordum. Sanıyordum ki aynı yolda yürüyenlerin yollukları yan yana gelecek; yola gidenler nasıl bir pınar başında azıklarını açıp paylaşırsa, biz de öyle paylaşacağız. Hacı Ahmet, Ferhat, İsmail, Mehmet Yaşar… Böyle başladık.

Bir baktık ki, bu internet dedikleri bambaşka bir şeymiş. Afrika’nın öbür ucundan birileri e-posta gönderiyor. Başına da Yoldaki Kalemler’in adresini yazmışız. Türk dünyasından, Amerika’dan peş peşe yazılar gelmeye başladı. “Yahu ne yaptım ben?” dedim. Biz sadece Ahmet Eralp, Ferhat Ağca, Mehmet Yaşar, İsmail Sağır ile kendi aramızda yazacağız sanıyorduk. Sonra Nurcihan Abla göndermeye başladı, tanıştık. Hidayet Bağcı Hanımefendi, Sibel Kök, Bilge… Biz kendi kendimize yazacağız sanıyorduk, bir pınar başında oturup azığımızda ne varsa yiyecektik. Meğer internet dünyaya açılıyormuş; herkes katıldı, çok güzel oldu.

Sonra gençler yetişti. Liselere, ortaokullara gittiğim söyleşilerde, programlardan çok kapıda gelip beni yakalayan gençlerle çok güzel hatıralarımız oldu. Onları Yoldaki Kalemler’e kazandırdık. Yoldaki Kalemler’in bir güzelliği de şudur: Yoldaki Kalemler yazarları, yanındaki gençleri de oraya kazandırmaya çalışır, öyle bir geleneği vardır.

Esasında dergicilik eskiden beri hevesimizdi. Burada Durdu Güneş Bey de var, Türkiye’nin mizah ustalarındandır. Tomurcuk Dergisi diye bir dergi çıkarmıştık, sıkıyönetim zamanına denk gelmişti. O gün dergileri eve kaçırdığımız günler oldu. Tomurcuk Dergisi’nden elimizde birkaç nüsha kalmıştı. Sonra belediyenin arkasındaki bir arsada derginin matbadaki nüshalarını yaptılar bize de tuttukları tutanağı imzalatıp gittiler. Böyle bir maceramız vardı. Böyle başladık işte.

Moderatör:

Aslında sabah, Tomurcuk Dergisi benim de aklıma gelmişti. Yoldaki Kalemler’in bu hatıralığını görünce… Fakat baktım Tomurcuk dergisini bulamadım. Malum, tam 12 Eylül sürecine denk gelmiş, sadece bir sayı çıkabilmiş, darbe sebebiyle bir daha da yayınlanamamış bir dergi. Dolayısıyla bu dergi, sizin ikinci ve uzun soluklu derginiz olmuş oldu.

Editör:

Evet. Az önce siz de belirttiniz, bazen “Yoldaki Kalemler artık ömrünü tamamladı” diyorum, bir bakıyorum Nurcihan Kızmaz’ın bir şiirini okuyorum, rahmetli Ahmet Bey’in, Ali Hocamın tabiriyle “su gibi” bir yazısı geliyor, “Ya, devam etse iyi olur” diyorum, kararımı değiştiriyorum. Sonra Samet Yurttaş bir şiir gönderiyor, öyle bir şiir ki, yeniden başlıyoruz. Hidayet Hoca bir genç yazarın şiirini gönderiyor, ya da kendisi yeni bir yazı gönderiyor… Bir ara veriyorum, ardından Sibel Kök Hanımefendi bir yazı gönderiyor… Saydığım bu isimler yüzünden birkaç kez karar değiştirip tekrar başlıyoruz ve devam ediyoruz.

Moderatör:

Ne güzel… İnşallah böyle bereketli bir şekilde devam eder.

Şimdi malumunuz, Kahramanmaraş’ta birtakım edebiyat mahfilleri var. Örneğin Dolunay dergisinin etrafında bir muhit oluşmuş, Alkış dergisinin bir çevresi var. Edebiyatın kalbinin attığı şehirlerde bu tarz muhitlerin varlığı zaten bilinir. Yoldaki Kalemler de Kahramanmaraş’ta, Türkiye Yazarlar Birliği çevresinde oluşan bir muhitin ürünü gibi görünüyor. Orayla bir irtibat olduğu belli. Hani “Dükkan” denilen bir mekândan bahsediliyor…

Editör:

Evet, görüntüsü, ifadesi gerçekten, tam olarak o.

Moderatör:

Yani oradan çıkmış ama daha sonra kendi muhitini oluşturmuş gibi bir şey de diyebilir miyiz, onu nasıl tarif ederiz?

Editör:

Hayır, Yoldaki Kalemler, Dükkan’da pişen kültürün bir yayılımıdır. Daha önce de ifade ettiğim gibi, yol arkadaşlarımızla birlikte çıktığımız bir yolculuğun ürünüdür. Zaten derginin ismi de buradan gelir: “Yoldaki Kalemler”. Orada pişen fikirlerin bir araya geldiği bir mecradır. Hep deriz ya, “Yazın işte” diye… O yazma tadını başkalarıyla paylaşma arzusudur bu. Orayla tam bir alakası vardır; çünkü biz de orada piştik.

Yoldaki Kalemler’in müdavimlerinin çoğu zaten Dükkan meşreplidir. Bu, aslında bir yol meşrebidir. Dikkat ederseniz Yoldaki Kalemler’in yazarları, şairleri, hikâyecileri genelde aynı meşreptendir. Mesela hiç tanımadığımız Edirne’deki Samet Yurttaş’a bakıyoruz, yazılarında, mısralarında aynı hassasiyetleri görüyoruz. Aynı sevinçlere sevinmiş, aynı acılardan geçmiş. Hiç görmesek de meşrep yakınlığı vardır.

Ben meşrebi çok önemserim. Aynı yolda yürüyenlerin arasında bile meşrep yakınlığı olanlar bir arada yürür. Niye 30 kişi yürüyorken 3 kişi yan yana yürür? İşte o meşrep yakınlığı yüzünden. Yoldaki Kalemler’in en belirgin özelliklerinden biri de bu meşrep yakınlığıdır.

2.SORU

Moderatör:

Yoldaki Kalemler’in Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi, yani “Dükkan” ile olan irtibatından hareketle şöyle bir şey sorayım: Oradan Yoldaki Kalemler’e sürekli bir besleme oluyor gibi görünüyor. Yoldaki Kalemler’le tanışıp oradan Dükkan’a geçenler de var mı? Böyle hikâyeler yaşandı mı?

Editör:

Şöyle diyebiliriz: Yoldaki Kalemler’i fikir olarak Dükkan besliyor, Dükkan da müdavimleriyle Yoldaki Kalemler’i besliyor. Yani oradan Yoldaki Kalemler’e katılanlar olduğu gibi, Yoldaki Kalemler sayesinde Dükkan’a gelenler de oluyor. Bu karşılıklı bir ilişki ve bu çok güzel bir şey.

Az önce de dedim ya, bu aslında bir şeyi paylaşma, bir güzelliği başkalarına da tattırma arzusudur. Bizim doyamadığımız çok güzel şeyler var… Fikri ziyafetler, sohbetler… Mesela Ahmet Doğan Bey’in “Yüreğin Yanında mı” hikâyesini hatırlayalım. Biz hep yüreğimiz yanımızda dururken o tadı başkalarına da aldırıp yüreklerinin yanında taşımalarını sağlamak istedik. Yoksa durup dururken niye uğraşalım ki? Elhamdülillah, bu gayeye ulaşmış olduk.

3. SORU

Moderatör:

Şimdi teknik bir soru sorayım: Siz yıllarca çeşitli dergilerde hikâyeler, şiirler yayımladınız; dolayısıyla birçok editörle muhatap oldunuz. Belki çok güzel, belki de olumsuz hatıralarınız vardır. Buradan hareketle Hasan Ejderha, kendi editörlüğünü nasıl görüyor acaba? Bazı editörler vardır sadece yazıya dokunur, bazıları yazara da dokunur; bu hem menfi hem müspet manada bir soru. Siz, Yoldaki Kalemler’deki editörlüğünüzü nasıl tarif edersiniz?

Editör:

Şimdi burada Berdücesi Dergisi’nin editörü Bilge’yi boğazlayarak söze başlasam mı bilemedim. (Gülüşmeler) Ben yazıları toplayıp, yazılara bakıp “yayın politikamıza uygun mudur, değil midir?” diye Bilge gibi tasnif eden bir editör değilim.

Moderatör:

Bilge Hoca öyle mi acaba?

Dinleyici (Bilge Doğan):

Hiç öyle değil, neyse eyvallah diyelim.

Moderatör:

Size söz hakkı yok efendim, şu an Hasan Bey’le söyleşiyoruz. (Gülüşmeler)

Editör:

Bu soru gerçekten güzel ve benim de sevdiğim bir soru. Malum, ben üniversitenin kütüphane şube müdürlüğünden emekli oldum, tanımayanlar için bunu da söylemiş olayım. Oraya gelenlerle oturur, sanat, edebiyat, yazı, şiir konuşurduk; bu konuşmaların içinde Yoldaki Kalemler de yer alırdı.

Biz Yoldaki Kalemler’de bir yazıyı yayımlamadan önce, yazının sahibini tanırdık. Yazıyı gönderen şairle, hikâyeciyle ahbap olurduk, dost olurduk, birlikte çay içerdik. Sanat ve edebiyat üzerine her şeyi konuşurduk. Yazmayan ama edebiyatla ilgilenenler de olurdu; onları da yazmaya teşvik ederdik, “Bak sen güzel konuşuyorsun, güzel anlatıyorsun, yaz da” derdik. Böylece Yoldaki Kalemler’e bir yazı gelmeden önce zaten o yazarı tanımış, ona dokunmuş olurduk.

Ama ben, yazıya mümkün olduğunca dokunmamaya çalışan bir editörüm. Ancak gençler bazen çok heyecanlı oluyorlar, bazen de haklılar. Bir şairimiz vardı bizim. Hiçbir şiirini yayınlayamadık. Sadece ben okuyordum. Diyordum ki, ne olur bir tane şiir yayınlayalım. O kadar nefis yazıyordu ki, ama baştan sona sövüyordu.

Moderatör:

Yani, edebe mugayir ifadeleri mi vardı?

Editör:

Evet, o da vardı ama harika sövüyordu! Ya bu nasıl ifade edilir? Böyle söylemem de uygun mu? Bilemiyorum. Çok güzel şiirlerdi… Bir tane şiirini yayınlayamadım. Zaman zaman bu ifadeleri çıkarıp yerine başka kelimeler koyup yayımlasam mı diye düşündüm ama inanın, o zaman şiirin güzelliği bozuluyordu. Şairin orijinal diline dokunduğumda şiir olmaktan çıkıyordu. Bu yüzden hiçbir şiirini yayımlayamadık.

Yani Yoldaki Kalemler’de editör, yazı ve yazar ilişkisi böyle bir şey… Aynı zamanda biz bir aileyiz, ahbabız, kardeşiz. Yoldaki Kalemler yazarlarıyla aramızda böyle bir bağ vardır.

Moderatör:

Eyvallah. Şimdi, Yoldaki Kalemler’de ürünlerini yayımlayan arkadaşlarımız var. Hasan Ejderha’nın editörlüğüne ya da yayın yönetmenliğine dair konuşmak isteyen varsa, soru alabiliriz. Ya da bir hatırasını aktarmak isteyen… Hasan Ejderha’nın editörlüğüne, yayın yönetmenliğine dair itirazları, tavsiyeleri, taltifleri veya hatıraları olan varsa, buyursunlar.

Dinleyici (Bilge Doğan):

Yani aslında bizim, Sibel Hoca’yla daha çok anımız var. Yıllardır özel bir kolejde birlikte çalıştık. Zorluktan şikayetim yok ama o hengâmede okumak, yazmak… Hani bunlardan öyle uzak düşüyorduk ki. Diyorduk ki: “Bir Hasan Amca’yı görsek, ziyaret etsek…” Bunu düşünmek bile bizi bir hafta, on gün mutlu etmeye yetiyordu. Gördüğümüzde koşa koşa yanına gidiyorduk, çayını içiyor, şifamızı buluyorduk. O odadan bambaşka biri olarak çıkıyorduk. Yeniden doğmuş gibi... Ben bir hikâye yazıyordum ardından, Sibel Hoca şiir yazıyordu. Sonra araya yine bir süreç giriyordu; bir ay, iki ay, bazen daha fazla. Yine yazamıyor, doğru düzgün okuyamıyorduk. Ama Hasan Amca’yı görünce yeniden tazeleniyorduk.

Moderatör:

Emekli olunca yazılarınız azaldı yani?

Dinleyici (Bilge Doğan):

Tabi tabi. Ben yazmıyorsam o yüzden yazmıyorum. Hasan Amca’yı göremiyorum o yüzden.

Moderatör:

O zaman bugün görmüş oldunuz. Bugünden itibaren Yoldaki Kalemler’de sizden bir ürün okuyacağız demektir.

Dinleyici (Bilge Doğan):

İnşallah. Ben o mektuba (Anestü Nara) cevap yazmak istedim ama bir hafta, on gün geçti. O mektuba sonra Sibel yazdı. Ben de paragraf paragraf Ahmet Doğan İlbey’e maruzatımı anlatmak istedim. Çok yazmak istedim, çok heyecanlandım ama elim değmedi. Son yıllarda, özellikle son 15 yılda böyleyim. Ama öncesinde de, çocukluğumdan beri… 3 yaşımdan, belki 4, belki 5 yaşımdan beri diyebilirim. Yazı yazmayı bilmiyordum. Söylediklerimi babam yazıya döküyordu. Heyecanla söylediğim şeyler şiir oluyordu. Babam da “İşte bak, bu senin şiirin” diyordu.

Yine o meclislerde, sohbetlerde, en çok da Hasan Ejderha’nın sohbetlerinde bu heyecanı yaşardım. Onun bizi gördüğündeki o heyecanı… Beş yaşındayken avuçlarımı koklayarak öptüğünü hatırlıyorum. Kardeşimin saçlarını koklayarak öptüğünü de... Öyle candan, öyle içten biri. Nerede olursak olalım, kaç yaşında olursak olalım… Neredeyse kırk yaşındayım ama hâlâ o heyecana, o muhabbete ihtiyaç duyuyorum. Gördüğümde sevincimden havalara uçuyorum. Bu hiç değişmedi; dört yaşımdan kırk yaşıma kadar. Allah dostluğu daim etsin. Çok seviyoruz.

Dinleyici (Hidayet Bağcı):

Öncelikle, hocamızı burada görmek mutlu etti. Emekli olunca yerini özler olduk. Ben, 13 yıl önce Camdan Hikâyeler adlı yazımla Yoldaki Kalemler dergisine e-posta attım. Yayınlanır mı bilmiyordum. Sadece Hasan Ejderha Hoca’yı tanıyordum. Üniversitede olup olmadığını da bilmiyordum. Bildiğim tek şey, Kahramanmaraşlı bir şair ve yazar olduğuydu. 2012 yılıydı. E-postayı attım. Sonra cevap geldi. Yorumu şu an hatırlamıyorum ama o kadar mutlu etti ki beni… Yazının başlığı “Camdan Hikâyeler 1”di. Hemen ardından “Camdan Hikâyeler 2”yi gönderdim. Ama o beni tanımıyordu. Ben de kendisiyle yüz yüze tanışmamıştım.

Sonra üniversitede kütüphaneye girip çıkıyorum. Hasan Hoca’yı tanıyorum, biliyorum ama sessizce kitap alıp çıkıyorum. Bir gün Memduh Atalay Hoca, “Hasan Hocam, biliyor musun, bu Hidayet Bağcı” dedi. Ben o sırada selam vermiştim. Hasan Hoca o kadar güzel karşıladı ki beni… Ben yazılarımı değersiz görürken, o beni taçlandırdı. Gide gele ondan yazmaya dair kelimeler ala ala, 2020 yılında Taşlara Dokunan Sesler adlı kitabımı masasına bıraktım.

Moderatör:

O kitaptaki tüm yazılar Yoldaki Kalemler’de yayınlanan yazılar değil mi?

Dinleyici (Hidayet Bağcı):

Evet. 2024 Ağustos’unda kitabımın ikinci baskısını sürpriz şekilde ona gönderdim. Az önce de dedi ki: “Üçüncü baskı da olursa, o kitaba bir sunuş yazayım.” Sözünü aldım. Teşekkür ediyorum, sağ olun.

Moderatör:

İnşallah üçüncü baskıya da kavuşursunuz.

Editör:

Bir şey ekleyeyim. Yoldaki Kalemler’in yazarları gerçekten ilginçti. Burada mı bilmiyorum ama doktor İsmail Sağ gelmişti. Tıp Fakültesinde okuyordu. Dersler zordu ama o arada şiir yazıyordu. Yani böyle zorlu bir alanda bile farklı ve üretken müdavimleri vardı.

Moderatör:

Bir de tabii hiç beklemediğimiz kişilerden bir anda şiir çıkıveriyordu.

Editör:

Enver Hocam’ı düşünsene.

Moderatör:

O yok burada, aleyhine rahat konuşabiliriz. (Gülüşmeler)

Editör:

Yeni… Şiir kitabı çıkardı. Önce Yoldaki Kalemler’de, sonra Birnokta ve diğer dergilerde şiirleri yayınlandı. Gerçekten çok ilginçti.

4. SORU

Moderatör:

Evet, şimdi bir başka soruya geçelim. Yeni kuşak şair ve yazarları takip ediyor musunuz bilmiyorum ama sizce en çok neye ihtiyaç duyuyorlar? Ne eksiklikleri var? Usta-çırak ilişkisinin eksikliği hissediliyor mu? Malum, edebiyatın da bir piyasası var. Bu kelimeyi kullanmak istemem ama bir gerçeği de dile getirmemiz lazım, maalesef bir piyasası, hatta mafyası var bu işin. Bu usta-çırak ilişkisinin eksikliğini nasıl görüyorsunuz? Dükkan gibi mekânların bu noktadaki fonksiyonu nedir sizce?

Editör:

Bu mesele çok önemli gerçekten. Gençlerin “merhaba” yerine “mrb”, “selam” yerine “slm” yazdığı bir ortamda gerçek anlamda şiir çıkmaz. Özellikle şiir konusunda hassas biriyim; bu yüzden gençlerin yazışma dilini, okuma alışkanlıklarını takip ediyorum, gözlemliyorum ve durum gerçekten vahim.

Gençlerin bir büyüğe temas etmesi lazım. “Temas” derken sadece yanına gidip gelmek değil, yazdıklarını göstermesi, tavsiye alması, düzeltmesi, okuması, eleştiri alması gerekiyor. Okumak, çok okumak lazım. Benim yeğenlerim buradalar, bana sosyal medyadan “mrb dayı” diye yazamazlar.

Moderatör:

Şiddet mi uygularsınız? (Gülüşmeler)

Editör:

Çok üzülürüm, incinirim. Onlar da benim üzülmemi istemezler, noktasına, virgülüne dikkat ederek yazarlar. Çünkü o dil, o tahammülsüzlükten başka bir şey çıkarmaz. O dilden şiir çıkmaz, olsa olsa kendilerini de yok edecek bir patlama çıkar.

Moderatör:

Oradan da şiir çıkıyor ama nasıl bir şiir oluyor o şiir? Yani bugünün diliyle de şiir –bugünün dili ifadesi ne kadar doğru bilmiyorum da- yaşadığımız dönemin, bahsettiğiniz kısa ifadelerle konuşma hali gibi şiire yansıyan tarafları var.

Editör:

Evet, rahmetli Ahmet Doğan İlbey’in bir sözü vardır:

“Damdan düştü kurbağa, kuyruğunu titretti, bunu gören jandarmalar komutanı eyletti.” İstihza etmek için onları, bu ifadeyi kullanırdı. Ve çoğunluk böyle olunca da şiir, o olduğunu sanıp hem mevcut şiiri öldürürler, hem de ortaya şiirle alakası olmayan bir şey çıkar. Ya işte çok kötü durumdalar.

Moderatör:

Yani ara nesil kopukluk da çıkarabilir o zaman şiir geleneğimizle, daha sonraki yıllar için konuşuyorum, şiirde bir kopukluk da ortaya çıkarır..

Editör:

Şimdi oraya girmeli miyiz bilmiyorum. Bahtiyar Vahapzade, serbest şiirle birlikte “O iş bitti” diyor. Yani “O şiir öldü” diyor.

Moderatör:

Yok oraya girmeyelim o zaman.

Editör:

Girmeyelim o konuya. Şimdi oraya girersem, hepimizin canı acır; hiç olmayan bir şeyi konuşuyormuş gibi oluruz. Şu kadar basit aslında… Hep Dükkan’da konuşuruz ya, bir Azeri şairin şiirinde geçer: “Men seni sevir, senin için iğne deliğinden girir; o seni sevirim dir, ziyalı (ışıklı) caddelerde gezir, içir, şiş kebap yiyir. Aha sen, aha o, aha men.” Bu kadar basit, bu kadar samimi… Meramını bu rahatlıkla anlatabilmek önemli. Ama işte bu kolay değil. Bunun için insanın kendini yetiştirmesi lazım. Hem de ciddi manada… Neyi, nasıl söyleyeceğim? Serbest şiir söylemek kolay sanılır ama değil. Ölçülü konuşmayı öğrenmeden biri kalkıp serbest şiire yönelirse, ortalığı yakar, yıkar. Serbest şiir yazmak; “rahat rahat söylerim, kafama göre yazarım” demek değildir. Bahsettiğiniz nesil bunu anlıyordu.

Azizim, şiiri bilmeden, edebiyatı bilmeden, her anlamda kendini yetiştirmeden... Profesör Narlı'’un tabiriyle “üst bilgilenme alanı” dediğimiz zihinsel alan gelişmeden bu işler olmaz. Biz kelimeyle düşünürüz. Mesela “şu koltuğa oturacağım” dediğimizde bile bunu kelimelerle kurarız, hatta cümleyi sesli kurmasak da içimizden geçen düşünce kelimelerle olur.

Kelime bilmeliyiz ki bir şey söyleyebilelim. Kelime bilmeliyiz ki meramımızı anlatabilelim. Daha da önemlisi, daha güzel, daha kibar kelimelerle ifade etmeliyiz ki, edebiyatımıza, şiirimize, okura hayranlık uyandıralım.

Zaten bir okuyucunun hayranlığı, kendi söylemek istediklerini başkasının o güzellikte ifade ettiğini gördüğünde ortaya çıkar. İşte hayranlık budur. Ve bu okumadan olmaz. Maalesef günümüzde işler başka bir safhaya geçmiş durumda: Tahammülsüzlük.

Kendisine ilaç olacak bir mısrayı bile okumaya tahammül edemeyen bir nesil nasıl şiir yazacak, inanın bilmiyorum.

Tam da bu yüzden Dükkan diye ifade ettiğimiz o mahfiller çok önemli. Ağabeylerin, ablaların, hocaların, şairlerin, yazarların bulunduğu alanlar… Yoldaki Kalemler’in gayesi tam da buydu. Böyle bir ortama temas etmeden kendi kendimize yazdığımızı şiir sanabiliriz.

Benim de öyle çok oldu; sabaha kadar uyumadan mısralar yazdığım, “ne muazzam yazdım!” diye düşündüğüm geceler… Ama sabah olduğunda, bir büyüğüme göstermeyi geçtim, ben bile okuyunca ne olduğunu anlardım.

İnsan böyle bir varlık. Aynı sahada hareket edenlerle temas kurmadan, kıyas yapmadan, doğruyu göremez. Aslında bu çok basit bir şey.

Hidayet Hoca’yla hep konuşurduk. Ne diyorlar o at yarışlarının yapıldığı yere? Hipotrom. Şiir yarış değil elbette ama bir teşbit yapalım. Hipotrom’da atını yarıştırmak isteyen kişi, hava durumunu, pistin koşullarını, diğer atları ve jokeyleri bilmek zorundadır. Ki kendi atının durumunu da görebilsin. İşte şiir de böyle. Sevindirici olan, her ne kadar gençlerde bazı sıkıntılar varsa da, bazen en çok korktuğumuz anda bile kendilerini bir anda güncelleyiverip aslına rücu ediyorlar. Buna restlemek mi deniyordu bilgisayar dilinde. Öylece yüreğimize ferahlık veriyor.

Moderatör:

Kumaşı sağlam diyelim o zaman.

Dinleyici: (Beyza Fındık)

Biraz önce dayımın bahsettiği gibi… Hani “öyle mesaj atamazlar” demişti ya. Sadece kelimeler değil, ifadelerin de Türkçe’de ne kadar kıymetli olduğunu hep söylerdi.

Mesela birini yermek istediğinizde “Allah Allah” dersiniz. Şaşırdığınızda yine “Allah Allah”… Savaşa giderken “Allah Allah!” diye bağırırsınız. İşte bu ifadelerin bile ruh hâlini anlatmadaki rolü çok büyük. Dayım hep bunu vurgulardı.

Moderatör:

Bir çapraz soru burada sorabilir miyim efendim?

Editör:

Hay hay, lütfen.

Moderatör:

İki örnek vereyim. Birincisi, “Ağaç dibinde ot bitmez” diye bir ifade var. İkincisi de, çok okuyunuz dediniz. Özellikle mesela şiir yazmak isteyen, çok şiir okumalı mı? Burada bir, kendine örnek olarak gördüğü şairlerin şiirini çok okuya okuya bir üslup kaybı yaşanma gibi bir durum söz konusu olmasın sonra.

Editör:

Söylemek istediğim o değil. Şiir okuyarak değil. Dikkat edersen ben de hikaye okuyan birisiyim.

Moderatör:

Yok, muhakkak. Siz her türlü okumayı tarif ettiniz ama. Neticede bunun içinde şiir de var. Güncel olarak kim neler yazıyor diye bakabilir. Efendim Yunus Emre'den bugüne şöyle bir Türk edebiyatını yoklayıp okuyor olabilir insan. Ve diyelim ki mesela İsmet Özel'e takıldı. Okuyor, okuyor, onu çok okuyor. Onun üslubunca şiirler yazmaya başladı diyelim. Yani onun gölgesi altında kendi üslubunu yakalayamama tehlikesi de yok mu burada?

Editör:

Var, gerçekten çok güzel bir soru. Sağ olun. Öyle ki, şiir asla zorlayarak yazılmaz. Kendi üzerimden örnek vereyim: “Gül Yolları ve Gül Ustaları.” Siz bilirsiniz, bahsetmişimdir. O kitabı çıkardım ama sonra iptal ettim. Zor toparladım yeniden. Baktım ki kitapta sadece Necip Fazıl ve Mehmet Akif taklidi var. Hiç benim şiirim yok. Sadece onları okumuşum, etkilenmişim, sonra şiir yazmışım. Hele ki kitap fazla basılmamıştı, sadece Maraş şartlarında sınırlı sayıda basılmıştı. Şimdi elimde de yok, bir kitap uçtu gitti yani. Bu sorunun tam yeri ve zamanı oldu…

Edebiyatın her alanını okuduktan sonra—elbette şiir de dahil—fark etmeye başlıyorsun: Mısra nasıl söylenir? Rahmetli Ahmet Doğan İlbey derdi ki, “Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemlidir.” Şimdi yeryüzünde söylenmemiş kelime kaldı mı? Belki her cümle binlerce kez kurulmuştur. Ama iş, onu nasıl söylediğinde bitiyor. Aynı şeyi söylüyorsun ama nasıl söylediğin seni farklı kılıyor. Şiir de orada doğuyor zaten.

Moderatör:

Geleneksel Türk şiiri, yani halk şiiri dediğimiz türde bir dönem öyle bir noktaya gelinmiş ki... Kafiye, uyak düzeni tamam, hece belli… Artık buradan bir şey çıkmaz denirken bir anda Aşık Veysel çıkıyor. “Ha, işte ozan bu,” deniliyor. Tabii sazın etkisi, sesin rengi vs. derken Abdurrahim Karakoç çıkıyor, Neşet Ertaş çıkıyor… Dolayısıyla tabii böyle örnekler de var muhakkak.

Editör:

Değil mi ama... Redif dediğimiz şey; onun da tükenmiş olması gerekirdi aslında. Sadi Hocam da burada. Yani redif dediğin, her türlüsü yazılmış olmalı ama bir bakıyorsun, bir başkası aynı redifle bambaşka bir şey söylemiş. Kimi sağından söyler, kimi solundan… Aynı malzeme ama farklı yorumlar, onlarca örnek var. Şimdi burada vaktimizi almayayım. Ama işte bu yüzden edebiyat alanında donanım çok önemli. Daha doğrusu azizim, ruhu zenginleştirme meselesi bu. Edebiyatın her alanını okuduktan sonra insan zaten sevdiği şairleri okumaya başlar. Sonra bir an gelir ki şiir, “Yaz beni!” diye bağırır. Gerçekten de ben hep o ifadeyi kullanırım: “Şiir cıyak cıyak eder.” Her yazımda da her konuşmamda da söylerim bunu.

Oraya geldiğinde artık mısra kendini tutamaz. Bu bir doğum gibidir. Vakti ve saati geldi mi doğar. Sana da sormaz ne zaman geleceğini. Ama sen hazır olmalısın. Çok zengin bir okuma, çok zengin bir üst bilgilenme alanı... İşte tam da yüreğine hançer saplandığı anda, o feryat çıkar. Ve o feryat, senin birikiminin seviyesine göre yükselir. İçinde ne varsa, dışarı da o kadar güçlü çıkar.

Moderatör:

Şiir diyoruz ama işin bir de yazı kısmı var neticede. Siz hâlâ hikâyelerinizi derlemediniz bu arada. Onlarca hikâye iki kapak arasında hâlâ yok. Verin artık şu hikâyeleri, kitaplaştıralım diyoruz. Neyi esirgiyorsunuz bilmiyorum. Burada da yeniden hatırlatmış olalım.

5. SORU

Yazı bir tür inşa ise eğer, - ya da şiir de buna dahil tabii- sizin edebiyat inşanızda temel taşı kimlerdir? Hangi yazarların hangi cümleleri sizde taşra ile merkez, yerli ile evrensel arasında köprü kurmuştur?

Editör:

Bu soru uzunca konuşulması gereken bir sorudur ama, Dükkan diyebiliriz tabii…

Moderatör:

Böyle tek kelimeyle “Dükkan” deyip geçecek misiniz?

Editör:

Öyle deyip öbür soruya geçelim.

Moderatör:

Onun içinde neler var, neler, kimler… Fuzuli üstadımız da var…

Editör:

Fuzuli’den Yunus Emre’ye, Gaspıralı’dan Erol Güngör’e… Her biri hakkında en az yarım saat konuşmak lazım. Cemil Meriç’i, Abdurrahim Karakoç’u, Sezai Karakoç’u… Bunların hepsi konuşulmalı.

Gabriel Garcia Marquez’i de—madem sen söyledin—burada anmak gerekir. Ama işin doğrusu, sorduğun sorunun cevabı zaten belli. Yani bizim Müslüman Türk çocuklarının bu alanda yetişmesi için hangi kaynaklara başvurması gerektiği açık. Benimki de aynıydı.

Az önce söyledim zaten: Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Abdurrahim Karakoç… Bunları okumakla başlıyor her şey. Ama yetmiyor işte Mehmet. İşin en güzel ve en çetrefilli yanı da burası. Okumak yetmiyor; onu sindirmek, hazmetmek için bir şeye ihtiyaç var. Bir ortama, bir sohbete, bir dost muhabbetine… Bir ağabeye, bir dosta, oturup iki bardak çay içmeye ihtiyaç var.

Çocukken hatırlar mısın? Bir film izlediğimizde, birine anlatma ihtiyacı duyardık. Hele biz erkek çocuklar sinemaya gidince, dönüşte filmi birbirimize anlatırdık. Cüneyt Arkın’ın filmlerini izledikten sonra kahramanlık sahnelerini tekrar yad ederdik.

İşte sindirme böyle bir şeydir. Yazıda da aynı durum söz konusudur.

Okuduğun bir kitabı konuşamıyorsan, anlatamıyorsan, onun sende nasıl bir iz bıraktığını paylaşamıyorsan tam olarak içselleştirmiş sayılmazsın.

Rahmetli Ahmet Bey’le sohbet ederken, Bilge —o zaman beş yaşındaydı— yanımıza gelip “On dakika sonra benimle konuşacaksınız,” derdi. Çünkü onun da anlatacakları vardı.

Biz bir kitabı konuşuyorduk. Mesela o sırada âmâ üstadın yeni çıkan kitabını okumuşuz, heyecanla onu tartışıyoruz. Çocuk bilmiyor ne konuştuğumuzu ama onun da dünyasında aynı şiddette gelişen, kendi düşünce ufkunu besleyen birikimi var. Ve onun da paylaşmak istedikleri var.

Aynı zenginlik aslında. Mesela şöyle sorular sorardı: “Kuşlar çamaşır seriyor mu?” “Ağaçlar geceleri uyur mu?”

Moderatör:

Siz de iyi tahammül etmişsiniz. Bu kadar küçük Bilge’ye. Ah Ahmet Abi ah, neler neler çekmiş de...

Editör:

Ahmet Abi, telefonda Bilge'ye şöyle diyordu -Bilge 6 yaşındaydı o zamanlar- “Uzun ve mükerrer cümle kurma kızım, kapat” diyordu. Kızım dediği de 6 yaşında.

Moderatör:

O küçük Bilge anlıyor muydu peki bundan?

Editör:

Yok, o da kapatıyordu.

Moderatör:

Efendim, şimdi vaktimiz de ilerledi biraz. Müsaadeniz olursa ben iki şiir kitabından hemen bahsedip, ondan da bir şiir okumak istiyorum. Çünkü musiki dinletimiz var. Onların vaktinden çalmayalım. Elimde iki şiir kitabı var. Biri 1993 yılında basılmış. Bu şiir, şairinde de çok nüshası yoktu o zamanlar. Tabi biz de isteyemiyorduk. Kahramanmaraş'ta bir eski kitapçıda denk gelip aldığım bir kitap. Ejdat yayınlarından, 1993 yılında. “Seni Yaşamadan Olmaz.” Hasan Ejderha’nın ikinci şiir kitabı oluyor aslında değil mi bu?

Editör:

Evet. İkinci şiir kitabım oluyor.

Moderatör:

Bir acıyı burada göstermek istiyorum. “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak.” Acı bunun başlığında filan değil. Acı 2014 yılında basılıp ondan sonra bir daha şiir kitabı basılmamasına işaret etmesinde. Yani biz tabii hikayelerini beklerken aynı zamanda hocamızın yeni şiirlerini de kitabını da sabırsızlıkla, heyecanla bekliyoruz.

2014 yılında basıldı. Bu ikinci baskı zannediyorum. İlk baskı 2012. İkinci baskı 2014. Dolayısıyla epey bir vakit geçmiş. Yani bir şair için çok uzun bir süre. Hele ki sizin gibi bir şair için uzun bir süre. Ahmet Abi, 2023'ten önceki son birkaç yıl içerisinde, sizin emekli olup Harmancık'ta bir köy evi inşa etmeye başladığınız süreçlerde, ne kadar -Maraş mahalli tabirle söyleyeyim- sokrandığına biz şahidiz. Tabii biz sizden emekli olduktan sonra daha çok ürün de bekliyorduk ama yine de bu ümidimizi kaybetmiş değiliz. Onu da belirtelim. Kitaba ismini veren şiiri, müsaadenizle okumak istiyorum. Bugün Hasan Ejderha'yı konuşmuyoruz, Yoldaki Kalemler’i konuşuyoruz. Onun için o sahaya çok girmedik, girsek konuşacak çok şey var tabii ki. Evet efendim,

Seni yaşamadan olmaz

Seni yaşamadan ne ekinler göğerir

ne de koyverir söğüt yeşilini

Bülbül çıkamaz sabaha uyumadan

Seni yaşamadan olmaz can

Bereketsiz olur harman, sevinemez baban

 Yenilenemez urban seni yaşamadan

Olmaz seni yaşamadan

Yitik güzellikler bulunmaz

Nohut tarlada kalır, yolunmaz

Yayık yayılmaz, gelin olunmaz

Olmaz, olmaz seni yaşamadan

Ali birden ikiye geçemezdi

Her yıl bire beş gelen hasat

Bakarsın bu yıl gelmezdi seni yaşamadan

Belki gülmesini bilmezdi bebekler

Somurtkan olurdu bütün beşer

Çirkin olurdu belki de güzel olacaklar

Yapayalnız kalırdı belki de eşler seni yaşamadan

Öyle akarım ki seni yaşarken ırmakların akışı bile yürümek kalır

Ruhumdaki tüm olmazlar olur

Yüreğim yeni bir şiir dokur

Ne aklım baltayı taşa vurur

Ne de tutulmadan yaşayamayacağım şiddetli fırtınalarım durur

Seni yaşarken başı hep ben çekerim

Aldırmam adımlarımın mesafesine

Çıkınım dolu sana giderim

Ne tarif ne de bir yol sorarım birisine

Hep kulak veririm yüreğimin sesine

Seni yaşamak olmasa damarlarım kururdu

Karada beni deniz vurur

Denizdeki bütün balıklar boğulurdu

Ben seninle yaşarım, seninle varım

Seni yaşamak olmasa kururdu damarlarım

Diye 30'lu yaşların bir şiiri zannediyorum. Vaktimiz dar aslında diğer kitaptan, hatta kitaba ismi veren şiiri okuyayım istemiştim ama o şiirde malum, Yoldaki Kalemler’de var. Oradan, dostlar okusun diyelim. Son soruyla bitirmiş olalım.

6. SORU

Genç yazarlar var. Ya da genç olmasa bile yazmaya niyet edenler… “Artık ben yazmalıyım,” diyenler… Siz bunca yıllık bir şair, hikâyeci, romancı, edebiyatçı olarak pek çok dergide yazmış bir isim olarak bu arkadaşlara neler söylersiniz? Tavsiyeleriniz neler olur? Son olarak sizden böyle birkaç cümle duyalım.

Editör:

Bir kere, birkaç mısra şiir ya da bir sayfalık hikâye yazdıktan sonra, elinde çığıra çığıra “Ben yazarım!” diye dolaşanların peşine takılmasınlar. Yani yazdıklarıyla ün peşine düşmesinler.

Moderatör:

Yani, popülist bir anlayışla yaklaşmasınlar, diyorsunuz.

Editör:

Aynen öyle. “Bu hikâyemle, bu romanımla artık meşhur oldum,” gibi bir duyguyla hareket etmeyecekler. Ben bazı arkadaşlara bunu açık açık söyledim: “Yazarlık peşine düşmeyin, sakın!” dedim. Sen güzel güzel yaz, insanlar okusun. Benim tek tavsiyem bu olur: Kişi, sağlam bir okumayla kendisini belli eder. Ne yazacağını zamanla kendi de fark eder. Şiir niyetiyle başlar ama bakarsın nefis denemeler kaleme alıyor; bir de bakarsın ki bir romana tutulmuş, ilk romanını yazıyor. Ama ne olursa olsun popülerlik peşine düşmesin. Yazarlık bir vitrin meselesi değildir. Teşekkür ederim.

Moderatör:

Eyvallah, biz de teşekkür ederiz.

Durdu Güneş Bey aramızda. Kendisi Ankara’dan, Edebiyat Günleri için geldiler. Yoldaki Kalemler’in ilk dönem yazarlarından. Uzun zamandır dergide yazmıyor, bu vesileyle sitemimizi de iletmiş olalım. Mizah kültürünü artık Yoldaki Kalemler’den alamıyoruz. Oysa siz Türk mizahının önemli temsilcilerindensiniz. Yeni yazılarınızı bekliyoruz. Hoş geldiniz. Yoldaki Kalemler veya Hasan Bey’le ilgili bir şey söylemek isterseniz, buyurun.

Editör:

Sahiden önce şunu soralım: Durdu Güneş, neden artık Yoldaki Kalemler’e yazmaz oldu? O da bir Dükkancı. Neden yazmıyor bize?

Dinleyici (Durdu Güneş):

Hepinizi muhabbetle selamlıyorum. Bir fıkra ile başlayayım:

Batılı bir mimar kutuplara gider. Eskimoların yaşadığı yerde, derme çatma buzdan evler görür. Düşünür ki, bunlara estetik ev yapımını öğreteyim. Bir duyuru yapar: “Şu gün gelin, estetik mimariyi anlatacağım.” O gün gelir, konuşma yapacak. Kalabalık karşısında durur, “Yaklaşın, anlatacağım,” der. Kalabalık yanaşmaz. Bir genç cevap verir: “Sen bize estetik ev yapımını anlatacaksın, biz de dinleyeceğiz. Peki karşılığında ne kadar para vereceksin?”

Mimar şaşırır: “Ben hem öğreteceğim, bir de üstüne para mı vereceğim?” Genç der ki: “Dinlemek, konuşmaktan daha zordur. Zor olan şeyi neden bedava yapalım?”

Yani siz burada zor olanı yapıyorsunuz, kendinizi bir alkışlayın!

Kader bizi bir araya getirdi. Dükkan’ın ilk nüvesini biz oluşturduk. Dört kişi edebiyata meraklıydık. Bu edebiyat ortamı zamanla dalga dalga yayıldı. Ben Ankara’ya Hukuk Fakültesine gittim ama Dükkan’la gönül bağımı hiç koparmadım.

Bu işlerin merkezinde sevgi ve muhabbet vardır. Ortamı çok beğendim. Sohbet kültürünü özlemişiz. Üç unsur vardır: Sohbet erbabı, sohbet mekânı ve muhabbet. Bu üçü burada bir araya gelmiş. Çok hoşuma gitti. Sitemleri kabul ediyorum, bundan sonra daha çok yazacağım.

Moderatör:

Hocam, aslında sitem etmeye yüzüm yok. Sadece bir kanaati dile getiriyorum.

Dinleyici (Durdu Güneş):

Yazmak gerçekten var olmaktır. Hayata dair bir söz söylemektir. Yazmak isteyen arkadaşlara bir Japon kavramını hatırlatmak isterim: Şu-ha-ri.

– Şu: Alandaki tüm literatürü, tüm ustaları bilmek.

– Ha: Bildiğini aşmak. Eğer hep onların içinde kalırsan, taklitçi olursun.

– Ri: Kendi çizgini oluşturmak. Ama bu çizginin muteber, özgün ve estetik olması şart.

Yani Hasan Ejderha’nın bir şiirini okuduğumuzda onun imzası gibi tanıyabilmeliyiz. Üslup budur. Kendine ait bir imza, bir ses, bir yolun olacak. “Ben şair oldum” değil, “O yoldayım” diyebilmeliyiz. Yoldaki Kalemler tam da budur: Yolda olmak.

Çünkü “Oldum” dediğiniz an “öldüm” demektir. Psikolojide buna “erken kifayet duygusu” denir. Yani kişi daha yolu varken tamamlandığını sanır.

Benim yazdığım tüm kitaplarda hep bir “yarım kalmışlık” hissi vardır. Çünkü hayat bir süreçtir, sadece ölümle tamamlanır. Parantez kapanmadıkça hiçbir şey tamam değildir.

Yazarlık bir yolculuktur: Hedefin olacak, planın olacak, eylemin olacak. Ve yılmazlık olacak. Yazmak kolay değildir. Uykular kaçar, kafada mısralar dolaşır. Bazen o bulutlar yağmur bile getirmez.

Tarık Buğra gençlere hep şunu söyler: “Kâğıt yırtılabilen bir nesnedir.” Çok yazacaksınız, çok yırtacaksınız. Sonra güzel eserler doğacak. Hepinize teşekkür ediyorum. İyi akşamlar.

Moderatör:

Teşekkür ediyoruz. Sadi Hocam da bir şey söyleyecek zannediyorum. Buyurun.

Dinleyici (Sadi Gedik):

Teşekkür ederim. Gayet güzel, nezih bir program oluyor. Hasan Hocam’la 20 yıldır dostluğumuz var. Belki biraz soru, biraz ekleme olacak söylediklerim.

Burada öğrencilerimiz var. Mezunlar, devam edenler… Okumadan bu işin olmayacağı çok güzel ifade edildi.

Hasan Bey, 3-4 yıl önce emekli olacağını söylediğinde kendisine dedim ki: “Daha gençsiniz, neden emekli oluyorsunuz?” Cevabı şu oldu: “Okumam gereken o kadar çok kitap var ki... Kalan ömrümü hesapladığımda yetmeyecek gibi görünüyor.”

Bakın, lider bir şair, öncülük ediyor ama hâlâ okuyacağı kitapların hesabını yapıyor. Emekli olduktan sonra belki bir–iki defa görebildik. Çünkü odasına çekilmiş, sürekli okuyor.

Yazar olmak isteyen biri, Türklerin İslamiyet öncesi edebiyatından 21. yüzyıla kadar tüm metinleri okumalı. Bu, onları taklit etmek için değil, kendine has bir üslup oluşturmak için…

Hasan Hocam’ın “Maraş’ın Cezbeli Gülleri” adlı kitabı var. Oradaki hikâye nasıl oluştu? Biraz ondan bahsetmesini isterim. Teşekkür ederim.

Editör:

Teşekkür ederim hocam. “Maraş’ın Cezbeli Gülleri”ne tam anlamıyla hemhal oldum.

Bir çayhanede oturuyorsak, onlardan biri varsa mutlaka yanına giderdim. Kimi zaman “Git!” diye sertçe karşılık verirlerdi. Ama onlarla bir ünsiyet kurmak isterdim.

Bir gün eve götürdüm onları; mahallede olay çıktı. Birlikte yemek yedirmeye çalıştım, o da olmadı. Uzun hikâye… Dedim ki, herkes tezler yapıyor: doktora, yüksek lisans… Ama bu insanlar hiç kayıtlara geçmeyecek. Ben bunlarla ilgili hikâyeler yazayım. Öyle yaptım.

Sonra bu hikâyeleri tek tek yayınladım. İlçelerde de benzer insanlar vardı. Afşin’de, Camii önünde oturan Kazım en meşhurlarındandı. Yanına oturdum. Peşine düştüm. Bir anda kızdı, yakamdan tuttu. Beni çekti, bıraktığında yüzüm gözüm haşat olmuştu. Sağ olsun Yasin Mortaş, beni sağlık ocağına götürdü, yaraları sardı. O tarafı başkaları yazsın dedim. Dayak yedikten sonra o kısmı bıraktım.

Maraş’ın Cezbeli Gülleri böyle tamamlandı. Sonra Türkiye Yazarlar Birliği üyeleri, kendi şehirlerindeki benzer şahsiyetler üzerine yazmaya başladılar: “Erzurum’un Delileri”, “İspir’in Delileri” gibi 20’ye yakın kitap çıktı.

Moderatör:

Mehmet Narlı da “Edebiyat ve Delilik” adlı akademik bir çalışma yaptı sonrasında.

Editör:

Ama Maraş’ın Cezbeli Gülleri yok o kaynakta. Hoca ya akadebik bir kitapda bahse değer bulmamış, ya da görmemiştir herhalde. Teşekkür ediyorum.

Moderatör:

Biz teşekkür ederiz. Sağ olun.


KÖRLÜ BUDAY / Teyfik KARADAŞ



Ailemin maddi durumunun iyi olmaması nedeniyle lisede okurken çok zorluklar çektim. Okul harçlığımı kazanmak ve oturduğum evin kirasını ödeyebilmek için akşamları markette çalıştım. Hafta sonları kamyonlardan odun, kömür indirdim. Yaz tatillerinde dağlarda teras yaptım. Okula gitmenin ve başka işlerde çalışmanın yanı sıra sosyal faaliyetlerin içinde aktif olarak yer aldım. Okul takımında güreş yaptım. Bayramlarda, törenlerde şiir okudum. Kurtuluş Bayramında Bayrak Harekâtını canlandıran çetelerin içinde yer aldım. Bu kadar ağır yaşam şartları içinde bir gün olsun kaderime küsmedim. Varlığımı kendilerine borçlu olduğum anneme ve babama karşı isyan etmedim. Ben bu işi yapamayacağım diyerek okuldan ayrılıp köyüme gitmedim. Ne olursa olsun ben bu okulu bitireceğim diyerek mücadele ettim. Mücadele sonunda amacıma ulaştım. Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinden başarılı bir şekilde mezun oldum.

Lisede okurken sosyal bir insan olmam nedeniyle şehirde memurundan esnafına, öğretmeninden öğrencisine, sporcusundan antrenörüne kadar binlerce insanla tanıştım. Tanıştığım insanların çoğundan iyilik gördüm. Yüce Mevla’m beni kötü niyetli insanlarla karşılaştırmadı şükür. İyilik gördüğüm insanlardan Karamanlı Mahallesinde otururken komşulardan yemek toplayarak karnımızı doyuran Dönüş Teyzeyi nasıl unuturum. Gazi Paşa Mahallesinde otururken bizlere kol kanat geren Çınarlı Caminin müezzini Ökkeş Hocayı hatırlamamak benim açımdan nankörlük olur. Başım ne zaman dara düşse elimden tutan, beni düzlüğe çıkaran Süleyman Beyazıt Hocama ömür boyu müteşekkirim. Bütün maaşını benim gibi beş altı öğrencinin iaşesine harcayan Veteriner Süleyman Abinin iyiliklerini anlatmaya söz bulamıyorum. Konuyu uzatmamak için isminden bahsetmediğim büyüklerimin hoş görüsüne sığınıyorum. O zor günlerde elimden tutup bana yardımcı olmaya çalışan herkesten Allah razı olsun.

Liseyi bitirinceye kadar çeşitli işlerde yarı zamanlı olarak çalışıp nafakamı tedarik ettim. Liseyi bitirdiğim yıl üniversite sınavını kazanamadım. Ücretsiz kontenjandan Kahramanmaraş’ta faaliyet gösteren Adım Dershanesine kayıt yaptırdım. Gündüzleri Bedir Bakkaliyesinde çalışıp akşamları dershaneye gidip gelmeye başladım. Gündüz bakkalda çalışıp akşamları dershaneye gitmek beni çok yoruyordu ama yapacak başka bir şeyde yoktu. Kaldığım evin kirasını, yeme ve içme gibi zaruri ihtiyaçlarımı bakkaldan aldığım maaştan karşılıyordum. Gündüzleri bakkalda çalışıp akşamları dershaneye giderek öğretim yılını bitirdim. Öğretim yılı sonunda üniversite sınavına girdim. Maraş’ta sınav sonucunun açıklanmasını bekliyordum. Bu arada bakkalda çalışmayı da bırakmıştım. Tanıdığım insanları ziyaret ederek vakit geçiriyordum.

Bir gün Ulu Cami civarında dolaşırken Tarım Müdürlüğünde memur olarak çalışan Süleyman Abi ile karşılaştık. Süleyman Abi çocukluğumdan beri bizim köye gelir giderdi. Yakın aile dostumuzdu. Süleyman Abi ile hâl hatır sorduk. Sınavımın iyi geçtiğine sevindi. Yaz tatilinde ne yapacağımı sordu. Ben de “Ne yapacağımı bilmiyorum abi. Şehirde çalışsam kazancımın hepsi masrafa gidiyor. Köye gitsem iş yok. Biraz para bulsam köyde buğday alır satarım” dedim. Süleyman Abi “Ben sana yüz gram altın vereyim o zaman. Buğday al sat. Buğday ticaretin bitince de benim altınımı getir” dedi. Zihnimden kabaca bir hesap yaptım. Yüz gram altın bozdurduğumda bir kamyon buğday alabiliyordum. Süleyman Abiden bu teklifi duyunca çok sevindim. Çok mutlu oldum. Süleyman Abiye “Allah razı olsun Abi. Çok sevindim” dedim. Süleyman Abi oturduğumuz parkın yakınlarında bulunan kuyumcuya gitti. Kuyumcuya emanet olarak bıraktığı altınlardan yüz gramını getirip bana verdi. Bana da “Altını bozduracağın zaman bu kuyumcuda bozdur” dedi. Süleyman Abi öğlenden sonraki mesaisi yaklaşınca işe, bende bir otobüse binerek köye gittim.

Köyde Bakkal Haydar ile Mehmet Ali Çam’ın ortak olduğu boş bir ambar vardı. Bu ambarı sahiplerinden kiraladım. Sağ olsun Bakkal Haydar kendi payına düşen kirayı almadı. Benim ısrarıma rağmen” Yeğenim okulda harçlık edersin” dedi.

Ambarı kiralayınca buğday almak için şehre geldim. Bulgur olacak buğday nerede bulurum diye küçük bir araştırma yaptım. Biçerdöverlerin Kahramanmaraş Narlı arasında çalıştığını ve yörenin buğdayından iyi bulgur olacağını öğrendim. Bir otobüse binerek Tevekkeli Köyüne gittim. Tevekkeli Köyünün imamı İsmail Hoca benim hem akrabam hem de köylümdü. Akşam İsmail Hoca beni evinde misafir etti. Tevekkeli Köyünde işime yarayacak vasıfta buğday bulamadım.

Sabahleyin Çiğli Köyüne gittim. Çiğli Köyünde istediğim nitelikteki buğdayı buldum. Uzun pazarlıklar sonucu buğdayın kilosunu atmış dokuz liradan aldım. Şehre geldim buğdayı götürmek için otuz beş bin lira ücret karşılığında BMC Marka bir kamyon kiraladım. Kamyon şoförüne “Abi bu kamyonun karuseri ne kadar buğday alır” diye sordum. Şoför ise” en fazla on altı ton buğday alır” dedi. Ben Süleyman Abiden aldığım yüz gram altını bozdurdum. Kuyumcudan aldığım para on altı ton buğday ile nakliye ücretine başa baş yetiyordu. Kamyoncuya vereceğim parayı sol cebime, buğdayın sahibine vereceğim parayı sağ cebime koydum. Tecrübeli bir tüccar edasıyla kamyona binerek Çiğli Köyüne gittim.

Buğday Çiğli Köyündeki Çiğli Çırçır Fabrikasının içindeydi. Çırçır fabrikasındaki işçiler fabrikada bulunan helezon yardımıyla buğdayı yirmi dakika içinde doldurdular. Kamyon kantarda tartılınca buğday on sekiz ton geldi. Aldığım buğday İsrail marka sert bir buğday olunca ağırlığı beklenenden fazla geldi. Buğdayın sahibi Mustafa Abi köyün muhtarıydı. Mustafa Abiye “Abi bende on altı ton buğdaya yetecek para var. Şimdi ne yapacağız” dedim. Mustafa Abi “Canım iki ton buğday önemli bir şey değil ama yaşın çok genç. Bana şehirden bir kefil bulabilir misin” dedi. Tekir Ortaokulunda Türkçe Öğretmenimiz olan Mehmet Kurtar’ın Çiğli Ortaokulu Müdürü olduğunu duymuştum. Ben de” Ortaokul Müdürü Mehmet Bey’i kefil versem olur mu Mustafa Abi” dedim. Mustafa Abi “O zaman bu buğdayın hepsini de para vermeden götürebilirsin” dedi. Atalarımız “Kul sıkışınca Hızır yetişir” demiş. Mustafa Abinin kefil konusundaki tavrından çok mutlu oldum.

Mustafa Abinin otomobiline binerek fabrikadan ortaokula gittik. Mehmet Kurtar beni köy muhtarıyla birlikte karşısında görünce şaşırdı. “Hoş geldin Teyfik. Burada ne geziyorsun” dedi. Halimi hatırımı sordu. Ortaokuldan sonraki hayatımı Mehmet Hocama kısaca anlattım. Mehmet Hocam” Teyfik seninle gurur duyuyorum” dedi. İlkokul müdürü Mehmet Ceren bey de yanındaydı. Mehmet Ceren Bey’de ben ortaokula giderken Tekir’de öğretmenlik yaptığı için beni tanıyordu. Muhtar Mehmet Kurtar Beye durumdan bahsetti. Mehmet Kurtar ile Mehmet Ceren ikisi birden bana kefil oldular. Ben de borcumu bir ay sonra ödemeye söz verdim. Kefillik meselesini hallettikten sonra muhtarla birlikte fabrikaya geri geldik. Ben sevinçli bir şekilde kamyona bindim. Şoför ile birlikte bizim köyün istikametine doğru hareket ettik.

Hava sıcak kamyonun yükü de ağır olunca ancak üç saat sonra Döngel’e varabildik. Yolda yaşadığımız sıkıntılara sözü fazla uzatmamak için girmek istemiyorum ama Harmancık Rampasında kamyonun su kaynatması sonucu geçirdiğimiz yarım saatlik süreyi hatırladıkça hala içim burkuluyor. Buğday yüklü kamyonun şoför mahallinde köye girerken yaşadığım gururu nasıl anlatsam bilemiyorum. Köyden ayarladığım iki kişi buğdayı boşaltmaya başladığındaki yaşadığım sevinci hala unutamıyorum. İşçiler yükü boşaltırken camiden ikindi namazından çıkan bazı insanların eksper gibi buğdayı avuçlarına alarak incelemesi benim için hayırlı oldu. Cemaatin buğdaya yüz üzerinden yüz tam puan vermesi satışı hızlandırdı.

Şoförü akşam yemeğinde evimizde misafir ettim. Yatsı ezanı okunurken buğday boşaldı. Yük boşalınca nakliye ücretini ödeyip şoförü şehre doğru yolcu ettim. Ben de yorgun olduğum için hemen uyudum.

Sabahleyin kahvaltımı yaptıktan sonra gidip dükkânın kapısı açtım. Yarım saat içinde dükkânın içi dışı insanla doldu. Dükkân panayır yerine döndü. Buğdayı tartmak için Kazım Amcamın baskülünü dükkâna getirdim. Kilosu yüz liradan başladım buğdayı satmaya. Sabahleyin erkenden dükkânı dolduran insanlardan kimisi buğdayı inceliyor, kimisi fiyat soruyor, kimisi buğday alıyordu. Getirdiğim buğdayın cinsi İsrail’di. Bu buğday Kahramanmaraş’ta ilk defa ekilmişti. Köyün zahire konusunda tecrübeli ekâbir kadınları İsrail buğdayından çok güzel bulgur ve dövme olacağı konusunda görüş beyan ettiler.

Buğdayın üç tonunu ilk gün peşin parayla sattım. Bir gün sonra Çiğli Köyüne gidip Mustafa Abinin borcunu ödedim. Mehmet Hocam o gün beni bırakmadı. Evinde misafir etti. Mehmet Hocamla gece yarısına kadar sohbet ettik, hasret giderdik. Sabah kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra köy muhtarı Mustafa Abinin yanına gittik. İki ay vadeli bir kamyon buğday daha aldım. Buğdayı kamyona yükledim, götürdüm köye.

İki kamyon buğdayı on beş gün içinde sattım. Mustafa Abiye olan borcumu yirmi gün sonra ödedim. Süleyman Abiden aldığım altınında tedarik etmeye başladım. Bu ticaretten güzel para kazandım. Kazandığım para bir memurun bir yıllık gelirinden çoktu. Ben de çok mutluydum. Köylülerden alacağım paraları toplayarak en kısa sürede Süleyman Abiye olan borcumu ödemeyi düşünüyordum. Köyün kadınları aklıma girdi. Bir kamyon buğday da Elbistan’dan getir. Elbistan’ın yazlık buğdayının unu güzel olur dediler. Ben de bu kadınların tavsiyesine uyarak buğday almak için Elbistan’a gittim.

Elbistan’ı daha önce hiç görmemiştim. Doğru düzgün tanıdığım kimsede yoktu. Elbistan’ı şehir merkezine girdiğimde büyülenmedim desem yalan olur. Ortasından Ceyhan Irmağı akıyor. Caddelerin etrafında beş altı katlı binalar. Binaların altında devasa büyüklükteki iş yerlerinde ticaret yapılıyor. Elbistan o güne kadar gördüğüm ilçelerin fevkinde bir yerdi.

Otogarda otobüsten inince doğruca buğday pazarına gittim. Pazarda yaraya merhem olarak sürecek bir kilo bile buğday yoktu. Hububatçı çarşısına gittim. Hububatçı çarşısında fiyatlar çok yüksekti. Lisedeki matematik öğretmenimiz Recep Yazıcı öğretmenlikten istifa edip Elbistan’a dershane açmıştı. Benim de Recep Yazıcıyla muhabbetim iyiydi. Hububatçı Çarşısında Recep Hocanın dershanesin adını ve yerini öğrendim. Örnek İş Hanındaki Modern Fen Dershanesine gittim. Recep Hocam beni sevgi ve muhabbetle karşıladı. Çayımı kahvemi ikram etti. Buğday konusundaki talebime yardımcı olması için beni Göksun’un Tombak Köyünde yaşayan dayısının yanına gönderdi.

Elbistan’dan Çardak’a giden bir minibüse binerek Tombak Köyüne gittim. Tombak Köyünde Recep Hocanın dayısını evini buldum. Recep Hocamın dayısı gün görmüş geçirmiş olgun bir insandı. Bana buğday bulmak için çok çaba sarf etti ama bulamadı. Akşam evinde misafir etti.

Sabahleyin Tombak Köyünün karşı tarafında bulunan Afşin’e bağlı Soğucak Köyüne geçtim. Soğucak Köyünden bir kamyon yazlık buğday aldım. Kamyon ayarlamak Göksun’un Çardak Kasabasına gittim. Çardaktan hem kamyonu hem de kamyonu yükleyecek işçileri ayarladım. Buğdayın sahibinden buğdayı çelik üzerinden satın aldığım için bir kamyon buğdayı çelik ile ölçüp yükledik.

Gece saat on bir civarında Soğucak Köyünden hareket ettik. Kamyonu yükleyen arkadaşları Çardak’ta indirdik. Çardaktan sonra elma bahçelerinin arasından yılan gibi bükülerek giden dar yollardan geçerek Göksun’a vardık. Göksun’dan sonra Değirmendere Rampasına tırmandık. Rampa bittikten sonra Püren Geçidinden geçip Tekir’e indik. Tekir’deki Turistik Lokantasında yemek molası verdik. Kamyondan inip lokantaya girince elimin siyahlaştığını fark ettim. Elimi sabunlu su ile yıkayarak temizledim ama bu siyahlaşmaya bir anlam veremedim. Elimi kamyonun egzoz borusunun ucuna tutmadım. Elimi siyahlaştıracak soba borusu, ekmek sacı, mangal gibi bir malzemeyle temas etmedim. Acaba benim elim neden kararmıştı. Lokantada yemeğimizi yedik. Sabaha karşı bizim köye varıp yattık. Sabah ezanından sonra hava ışıyınca iki tane işçi bulup buğdayı ambara boşalttırdım.

Şoförün nakliye ücretini ödeyerek yolcu ettim. Ben tekrar yattım. Kuşluk vakti uyanıp dükkânı açtım. Köyün kadınları buğdaya bakmak için dükkâna gelmeye başladılar. Bu arada Deli Nigâr namıyla bilinen Nigâr Ablaya beş yüz kilo buğday sattım. Nigâr Abla aldığı buğdayı yıkamak için meydan çeşmesine götürmüş. Meydan çeşmesinde buğdayı yıkarken su siyah olarak akmaya başlayınca Nigâr Abla buğdayın içinde kör olduğunu anlamış. Bana haber vermeden “Teyfiğin sattığı buğdayın içinde kör var” diye basmış yaygarayı.

Acı haber tez duyulur. Bana Elbistan’dan yazlık buğday getir diyen kadınlar yanıma geldiler. Getirdiğin buğdayın içinde kör varmış. Buğdayını alamayacağız dediler. Ben o ana kadar körün ne olduğunu bilmiyordum. Kadının biri eline bir avuç buğday aldı. Buğdayı iki eliyle ufalıyınca bazı buğdaylar ezilerek içinden baca isi gibi siyah toz çıktı. Ben buğdayın bu halini görünce çok üzüldüm. Belim on yerden kırıldı sanki. Ne yapacağımı şaşırdım. Gece lokantada gördüğüm siyahlığında körlü buğdaydan olduğunu anladım. Durumu anlatmak için zaman kaybetmeden evimize babamın yanına gittim.

Babama buğdayın içinde kör olduğunu söyledim. Babam “Başa gelen çekilir. Yapacak bir şey yok. Ben o buğdayları kışın hayvan yemi olarak satarım. Sen tatlı canını sıkma oğlum” dedi. Babam ile istişarem bitince evden ayrıldım. Dükkâna geldim. Ortalığı toparladım. Dükkânın kapısına kilit vurdum.

Önceki sattığım buğdaylardan kalan alacaklarımı toplamaya başladım. Elde etiğim kardan Süleyman Abiye olan altın borcumun yarısını ödedim. Süleyman Abiye durumu anlattım. Süleyman Abi hoş görülü bir insandı. Beni teselli etmek için” Benim alacağımı sorun etme. Eline geçtikçe ödersin” dedi. Süleyman Abinin bu vakur davranışı karşısında çok duygulandım. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Tabi Süleyman Abiye olan borcumu ilerleyen süreçte elime geçtikçe ödeyerek bitirdim.

O sene üniversiteye kayıt yaptırdım. Buğdaydan kar edemesem bile okulda ekonomik yönden sıkıntı çekmedim. Rabbim kapattığı bir kapının yerine beş kapı açtı. Hiç tahmin etmediğim yerlerden krediler ve burslar aldım. Bu kredi ve burslar sayesinde öğrenci iken ekonomik yönden rahat bir hayat yaşadım.

Babam kış mevsimi gelince ambarda kalan buğdayı köylülere parasını Kurban Bayramı’nda almak üzere vadeli olarak satmış. Köylülerin Kurban Bayramı’nda hayvanları satılmayınca parayı tahsil etmekte sıkıntılar yaşadık. Alacağımızı zaman içerisinde az çok tahsil ettik ama bir kamyon buğdayın parası sabun köpüğü gibi eriyip gitti.

Benim de böylelikle başarıyla başlayan ticaret hayatım başarısızlıkla sona ermiş oldu. O günden sora bilmediğim köyün kenarında yattım. Anlamadığım hiçbir işe girişmedim.


NURCİHAN KIZMAZ'IN ŞİİR KİTABI/Memduh ATALAY



Nurcihan Kızmaz Hanım şiir kitabını imzalayıp gönderme nezaketinde bulunmuş, var olsun. Yoldaki Kalemlerden takip ettiğim Şair, " Bir damla yaş düşerse / bir serçenin gözünden/ yolunu şaşırırsa bir turna/ hüzünlü bir türkü yüzünden" dizelerinde ifade ettiği ince bir hissedişin şairi.

Temiz, duru bir Türkçe ile yazılmış şiirler, okuru bol olsun. Bir şiirimde şöyle demiştim : Her kadın filozoftur/olmuşsa anne" Nurcihan Hanım tanıdığım biri öğrencim Muhammet Mustafa Kızmaz, diğeri gönüldaşım İsmail Bey'in eşi Melike Belkıs Sağır gibi iki kıymetli evladın annesi olmakla, onları yetiştirmekle de ayrıca filozof ifadesini hak edecek bir anne.

Anne şiiri okumak güzel bir yolculuktur çünkü annelerin yüreğinde kir pas olmaz. Bu temiz yüreğin ve annenin şiirine davet ederim okuru.

Teşekkür ederim, tebrik ederim Nurcihan Kızmaz Hanım!
"CÜMLE ŞAİR DOST BAHÇESİ BÜLBÜLÜ"


Melih Erdem ile Ferhat Ağca Hakkında Röportaj/ Zehra Boyraz

 


1- Ferhat Ağca ile nasıl tanıştınız, ilişkiniz nasıl şekillendi?

Aslında çocukluktan beri tanırım. Çok sık olmasa da bir araya gelirdik. Asıl meselemiz ben üniversiteyi kazandığımda başladı. Ben de bir ziraatçi ve akademisyenim. 2016 ocak ayında fakülte kantininde denk geldiğimizde sosyal medyada paylaştığım bir fotoğraf üzerine derinleşti muhabbetimiz. Ardından daha sık görüşmeye başladık. Beni Dükkân’la tanıştıran da Seher Yeli’dir. Fakat benim için en mânâlı zamanları son 2 senesidir. Çünkü kendisi de ben de hem lisansüstü eğitim aşamasındaydık hem de dertlerimiz, dilimiz, meramımız, yaşadıklarımız ve yüreğimiz neredeyse aynıydı. Üniversitede kendisinin bir odası vardı. Ben de odasının 2 kat yukarısında bölümün toplantı odasında bursiyerlik yapıyordum. Bir şeye huylandığımda o iki katı sinirle iner yanında bazen sadece bir tütün içer tekrardan o merdivenleri dua ederek bölüme çıkardım. En son konuşmamız 2 Şubat 2023’te Konya’dan Arş. Gör. Sınavından dönerken trende yaptığımız telefon görüşmesiydi. O bir dakikalık görüşmede sınavımın nasıl geçtiğini sormuş anlattıklarımın ardından “Hayırlı olsun o zaman” demişti. Ben de şu an “Hayırlı olsun o zaman” denilen kadroda görev yapmaktayım. Geçenlerde dostlardan biri “Abisini geç buldu, erken kaybetti!” demişti benim için. Tam olarak bu ifade ediyor aslında Ferhat Ağca’yla muhabbetimizi.

2- Sizce Ferhat Ağca’nın hayatını ve düşüncelerini şekillendiren en büyük etken neydi?

Birçok faktör sayılabilir ama bence en etkilisi dostlarıydı. Aile, aldığı eğitim ve mayası düşüncelerinin temelini oluşturuyor. Fakat dostları ve dostluğu aslında Ferhat Ağca için bir yaşam tarzıydı.

3- Ferhat Ağca’nın sizin için en belirgin özelliği neydi? Onu diğer dostlarınızdan ayıran şey neydi?

Meslektaş olmamız benim için temeli oluşturuyor. Mesleğe bakış açısı, gösterdiği emek aynı işi yapan diğer insanlardan oldukça farklıydı. Bölümünden ötürü “Bitki Doktoru” derdim ben ona. Sonradan “Çiçeklerin Şeyhi” oldu zaten. Bunun sebebi dünyevi arızaların ötesinde kişinin ruhunu tedavi edebilecek bir yapıya sahipti. Düşünce tarzı, fikir yapısı, inceliği, sadeliği özellikle minimalistliği onu diğerlerine nazaran ön plana çıkaran hasletleridir. Özellikle de sabrı, bana çok sabretti, Allah razı olsun.

4- Ferhat Ağca için Maraş sadece bir şehir miydi, yoksa onun ruhunda bambaşka bir anlamı mı vardı?

Maraş memleketiydi. Bizim buranın insanının milliyetçiliğini şimdi ben gurbette olunca daha iyi anlıyorum. Onun da ne kadar bağlı olduğunu yazdığı çiçek yazılarından, iş fırsatlarının dışarda daha fazla olmasına rağmen Maraş’ta kalmayı tercih etmesinden anlayabiliriz. Ki onun gibi bir Türk ziraatçisi daha gelir bu memlekete, işin içinde biri olarak hiç sanmıyorum. Buna rağmen hep Maraş’taydı. Biraz da Dükkân’ın etkisi var tabi.

5- Şehrin neresinde onun ayak izlerini, sesini, hatırasını en çok hissediyorsunuz?

Bu soruyu iki farklı şekilde cevaplamak istiyorum;

Ben ne yazık ki gurbetçiyim. İki senedir Konya’da yaşıyorum fiziki olarak. Fakat Maraş’a da her fırsat bulduğumda giderim. Abartmış olmayayım ama neredeyse Maraş’taki çoğu yerde bir hatıramız vardır. Ziraat Fakültesinin kantininden, Pınarbaşı’ndaki Çınar’a, Kılavuzlu’daki barajdan Çukurhisar’daki Kaya Mezarlığı’na kadar denk geleceğiniz her çiçeğe selam vermiş muhabbet etmişliğimiz vardır birlikte. Fakat üniversite özellikle de Ziraat Fakültesinin yeri ayrı oluyor. Her seferinde farklı daha önceden hatırlamadığım bir olayı hatırlıyorum oraya gittiğimde. İtiraf etmek gerekirse uzun zamandır da gitmiyorum üniversiteye bu sebepten. Ağır geliyor.

Diğer yandan kendimin barışık olduğu ama diğer insanların garip karşıladığı bir huy edindim kendime. Daha doğrusu bir çözüm. Ferhat Ağca’yla sık sık görüşüyorum. Arada rüyalara geliyor da epeydir uğramıyor. Yaptığım işleri ona anlatıyorum, muhabbetimi onla yapıyorum çoğunlukla. O yüzden hatırası sesi her şeyi hala tazedir bende.

6- Ferhat Ağca akademik çalışmalarını sadece kariyer için değil, “memleketin hayrına” diyerek sürdürüyordu. Onun ilme bakışı ve bu anlamda taşıdığı ideal neydi? Akademisyenliği sadece bir meslek değil, bir dava olarak mı görüyordu?

İlim Allah’ın ilmidir, ne biliyorsak, öğreniyorsak veya öğretiyorsak O’nun içindir. O’nu bilmek ve sevmek için okuyan bir insandı Ferhat Ağca. Yetiştiği kültür memleket için ne yaparsa Allah için de yapacağını öğrettiğinden akademiye bakış açısı orda yapacağı şeylerin memleketin de hayrına olacağı şeklindeydi. Ki bu mesleğime dair öğrettiği en önemli şeylerden biridir. Çünkü bu meslekte hem insan kalbine dokunmak var hem de hakkını verince hem memlekete faydalı olmak hem de milletin duasını almak var. O yüzden Ferhat Ağca da akademisyenliği rızkını teminden öte bir ideal haline getirdiği doğrudur.

7- Maraş’ın çiçeklerine sevdalıydı. Çiçeklerle kurduğu bağ sadece bir akademik ilgi miydi, yoksa içinde daha derin bir anlam mı barındırıyordu?

İnsan usulünü bildikten sonra her canlıyla iletişim kurabilme yeteneğine sahiptir. Çiçekler de Ferhat Ağca’nın dillerini kavradığı, gönüllerini okuyabildiği, dertlerini dinleyebildiği yegâne canlılardı. Akademik eğitimini alması da bunun üstüne süsü oldu tabi. Evvelinde Bitki Doktoruydu kendisi. Çiçeklerin dertlerine deva olurken işin ilmini iyice çözüp ardından gerçeğe tatbik edip onların şeyhi oluverdi. Ben onlarla konuştuğuna şahidim. Hatta onun selamını götürdüğümde nasıl selam aldıklarına da şahidim. Ki bunlara yazdığı yazıların satır aralarında rastlayabilirsiniz. Çiçek demek Ferhat Ağca demekti.

8- Ona “Tamburi Ferhat” deniyordu. Tambur, ince bir duygu dünyası gerektiren enstrüman… Onun müzikle kurduğu bağ nasıl bir şeydi? Onu dinlerken ne hissederdiniz?

Tamburla olan bağı çok sonraları gelişti. Ve kendini de bu konuda epey geliştirdi. Dinlerken dinlenirdiniz. Günün haftanın dünyanın tüm telaşını unutur Ferhat Ağca’nın tamburla anlattıklarını dinler ruhunuzun acılarına şifa bulurdunuz. Kendini bir işi yaptığında en iyi şekliyle yapmaya odaklamış bir insan olduğundan tamburu da en iyi Ferhat Ağca meşk ederdi zaten.

9- Ahmet Doğan İlbey’in tercümanıydı. Bu dostlukta nasıl bir derinlik vardı? Ferhat Ağca, Ahmet Doğan İlbey’e nasıl bir vefa gösteriyordu?

Günümüzde tercümanlık mesleği bir dilin başka bir dile çevrilmesiyle yürütülen bir meslek. Buradaki tercümanlık dostlukla çevrelendiğinden çevirisi yapılan şey sadece kelimeler değil, gönül ve hâlin tercümesidir. Yani Başkomutan ile Ferhat Ağca’nın arasındaki ilişki kelimelerin sadece bir araç olduğu asıl amacın yarenlik gönlün şifasını bulması, kişinin bizim gurbet dediğimiz dünya hayatında bir yoldaş, dildaş ve gönüldaş bulmasıydı. İkisi birbirine şifa idi. Şems ve Hz. Mevlana ile örneklendirsek abartır mıyız? Bilemedim. Ama o kadar olmasa da oldukça yakın ve benzerdi. Biri olmadan diğerini anlamak, açıklamak zor.

10- Deprem onu aramızdan aldı ama Maraş’ta, akademide, dostluklarda, şiirlerde ve çiçeklerde bıraktığı izler silinmeyecek gibi görünüyor. Sizce onu en çok hangi yönüyle hatırlamalıyız?

Onun insan oluşu, insanı en iyi şekliyle temsil edişi hâzâ insan dendiğinde onun akla gelişi hatırlamak için yeterlidir sanırım. Bir de çok güzel gülerdi. Gülüşünü unutmamak için her seferinde itinayla gülümsediğim doğrudur.


DİRGEN KEMAL/Seyfettin ALBAYRAM

 


   Senin işin olacak, olacak. Bin lira ver.

Abdullah hoca kafasını çevirdi, başında dikilen Kemali görünce irkildi. Bana döndü, kafasıyla işaret yaparak "Ne diyor bu, kim bu?" dedi.

   Bak, Kemal senin işin olacak, diyor ver adamın bin lirasını.

Abdullah hoca elini cebine attı (aylığını yeni almıştı)içinden bir binlik çıkarıp Kemal'e uzattı.

Kemal eski parayı almazdı, sonra bozuk parayı da almazdı.

 Yenisini ver, diyerek, binliği Abdullah Hoca’nın üstüne attı. Abdullah hoca çaresiz yeni bir binlik çıkarıp verdi.

 Abdullah (Abacıoğlu) hoca çilekeş birisiydi. Gazi Antep’ten hemşerimdi. Hanımı ve çocukları Gazi antep’te kalmış, kendisinin tayini Sarıkamış'ın bir dağ köyüne çıkmıştı. Bazen kardan yollar kapanır aylarca şehre inemezdi. Şehre geldiği zaman da mutlaka kaldığım otele uğrar, çay ocağında çay içer sohbet ederdik. Gazi antep’e tayin istemişti, ancak tereddüt içerisindeydi. Acaba tayinim çıkacak mı? Benim halim ne olacak? Kış şartlarında Gaziantep’e gidip gelmek kolay mı? Çocuklarım ne oldu, yoksa hastalar mı?

  İşte tam bu sırada Kemal çay ocağına girmişti. Kemal'in kıyafetleri standarttı. Başında sekiz köşeli eski bir şapka, sırtında eski bir ceket, altında elle örülmüş eski bir kazak veya eskimiş gömleğine takılı bir kravat, pantolonunun paçası çorapların içine sokulmuş, yine ayağında eski bir kundura, boynunda tuşları kırılmış bir akordiyon asılı , elinde yaklaşık elli santim uzunluğunda bir sigara emziği, ucuna takılı Samsun sigarası eksik olmazdı. Çakmağıyla yanan sigarayı durmadan yakarak etrafı süzerdi. Aslında amacı sigarayı yakmak değildi,(eğer varsa) çay ocağında daha iyi bir çakmakla değiştirmek için yapılan bir gösteri idi bu. Herkes Kemal'i tanıdığı için, çakmak değiştirme işi kolay olurdu.

 Kemal'in omzunda her zaman hiç kullanılmamış bir dirgen olurdu. Dirgenin demir ucunu kaldırımın kenarındaki taşlara vurur, kulağını da sap kısmına dayar, dirgenin titreşimine göre kendisi de titrer ve "Allah" diye bağırır yürür giderdi. Aldığı paraların hepsine ya dirgen ya da tırmık alırdı. Alırken parmaklarıyla demir kısmına fiske vurur, sesini dinler kalite kontrolü yapar, öyle alırdı. Kemal bazılarına göre bir “Ermiş”, bazılarına göre bir “Meczup”, bazılarına göre de bir “Deli” idi. Kızdırdıkları zaman “Karakurt yıkılsın diyem mi?” diye tehdit ederdi. (Karakurt Sarıkamış’ın nahiyesidir.) Durumun ciddiyeti hemen anlaşılır Kemali kızdırmaktan vazgeçerlerdi. Bazen omzunda dirgeni, çok uzaklara bakıyormuşçasına donuk gözlerle ciddi bir şekilde geçer giderdi. Ben Kemali hiç gülerken görmedim.

 Aslen Posofluydu Kemal. Yıllar önce bir şekilde yolu Sarıkamış'a düşmüş ve bir daha da gitmemişti. Küçük bir kulübede yalnız yaşıyordu. Görenler kulübenin dirgenle dolu olduğunu söylüyorlardı.

 Sarıkamış'ın iki caddesi vardı. Birisi Belediye diğeri Halk caddesiydi. Halk caddesi diğerine göre daha sessizdi. Genellikle köyden gelenler Halk caddesinde oyalanırdı. Kaldığım otel Halk caddesinde, altı çay ocağı ve köylülerin uğrak yeriydi. Genelde köylüler beni tanırdı. Oturur onlarla sohbet ederdim.

Kemal gibi "Sarıkamış'ın diğer gülleri "de Halk caddesinde gezer, genellikle de çay ocağına girer otururlardı.

 Sarıkamış'ın çilekeşlerinden Mehmet (Yıldız) ağabey otelin sahiplerinden birisiydi. Sarıkamış'ın gülleri yanına gelir, Mehmet ağabey onların elini yüzünü yıkar, saçı sakalı uzayanları tıraş ederdi.

  Hocam, deli kim, veli kim? belli olmaz. Bunlar Allah'ın bize emaneti, bunlara bakmamız lazım, derdi.

 Tıraşını olan çay ocağındaki boy aynasında kendine bakar, gülerek çıkar giderdi.

 Tıraşını olan Dede içeri girdi, aynada kendini süzerek mırıldanmaya başladı. Kulak kabarttım ölen arkadaşlarının hepsinin adını tek tek sayarak; "Hepsi de öldü, sen niye ölmedin Dede, sen ne zaman öleceksin ?"diyordu.

 Ramazan ayı gelince Kemal ortalarda pek dolaşmazdı. O elli santimlik sigara emziği de elinde olmazdı. Yani Ramazan boyunca iftara kadar sigara içmezdi. İftara yakın Karakelleler’in fırınının önüne gelir "Ekmeği kim vereceeek?" diye bağırırdı.

  İçerden Yakup Karakelle karşılık verirdi; "Yakup vereceeek".

 Kemal ekmeğini koltuğunun altına çalar, kulübesinin yolunu tutardı.

Merkez cami Sarıkamış'ın en büyük camisidir. Genelde teravih kılmak için büyük çoğunluk Merkez Camisine giderdi. Teravihten kaçanlar camiye yakın kahveye gider oyun oynardı. Kemal rahat durmaz, kahveleri tek tek dolaşır, cama vurarak bağırırdı "Orucu tuttunuz, teravihten kaçır siniz, hadi lan teravihe!" Kemal’in dokunulmazlığı vardı. Kimse bir şey diyemezdi. Bir kısmı Kemal’e görünmemek için kahvedeki sütunların arkasına saklanırdı.

Kemali ben hiç camide görmedim. Ancak, kaçakları takip ediyordu.

Kaldığım otel odasında yemeğimi hazırladım, aşağı indim. Çay ocağının önünde bir sandalyeye oturdum, ezanı bekliyorum. Yanımdan homurdana homurdana Dede geçti. Saçı sakalı yine birbirine karışmıştı. Aşağıdan da koltuğuna sıkıştırdığı ekmeğiyle Kemal göründü. Tam karşı karşıya gelince, Dede kollarını açarak "Kemaal ekmeği bana ver".

Kemal topukları kalçalarına değerek bir yandan koşuyor bir yandan da bağırıyordu "Tutun şu deliyi oruç yiyecek!"

 Abdullah Hoca’nın tayin işine gelince; üç gün sonra Abdullah hoca yanıma vedalaşmaya geldi; "Hocam tayinim Gazi Antep’e çıktı".