Anamın söylediğine göre sağlıklı
bir çocuk olarak dünyaya gelmişim. O yıllarda çocuklara uygulanan bütün aşıları
vurulmuşum. Ben dünyayı tanıdıktan sonra da çocukluk günlerim gayet sağlıklı
geçti. İlkokul ve ortaokul okuduğum yıllarda da meşakkatli bir hayat yaşadığım
halde sağlık bakımından ciddi bir rahatsızlığım olmadı. Soğuk algınlığı, grip
ve nezle mevsim değişikliklerinde her insanın yakalanabileceği hastalıklardır.
Ben de bu hastalıklara zaman zaman yakalandım. Soğuk algınlığı, grip ve nezle
gibi rahatsızlıklarımı da ilaç kullanmadan limon ve portakal gibi C vitamini
içeren meyveleri yiyerek atlattım. Gel gelelim Lise son sınıfa okuduğum senenin
ortalarında sağ kolumda şiddetli ve sürekli bir ağrı başladı.
Sağ kolumdaki ağrı o kadar şiddetliydi
ki, ağrı başladığı anda bağırarak, hüngür hüngür ağlıyordum. Ağrının şiddeti bazen
beni uyurken uykudan uyanıyordu. Babamın
anamın sağlık güvencesi olmadığı için benimde sağlık güvencem yoktu. Sağlık güvencem
olmadığı için okul idaresinden öğrenci hasta sevk belgesi alarak Orta Seki
Sağlık Ocağına gidiyordum. Orta Seki Sağlık Ocağında güreşçileri seven İsmail
Kılıç isimli bir doktor vardı. Bu doktor beni her gittiğimde muayene ediyor
fakat kolumun ağrısıyla ilgili kesin bir teşhis koyamıyordu. Muayene sonunda da
kolumdaki ağrıyı dindirebilmek için kendi odasında buluna promosyon ilaçlardan
bir ağrı kesici, bir kas gevşetici hap vererek beni okula gönderiyordu. Doktor
benim ekonomik durumumun iyi olmadığından ilacı alamayacağımı bilirdi. Doktorun
verdiği ilaçları kullandığım zaman kolumdaki ağrı beş altı saat süreyle
kesilir, sonra yeniden devam ederdi. Doktor İsmail Bey baktı olmayacak beni
Devlet Hastanesi Ortopedi Polikliniğe sevk etti. Ortopedi doktoru film çektirdi,
tahlil yaptırdı ama o da kolumdaki ağrıya bir teşhis koyamadı. Çünkü kolumda
kırık, çıkık, çatlak gibi bir emare yoktu. Ben kolum ağrıdıkça ağrı kesici ve
kas gevşetici hap kullanmaya devam ettim. Kolumdaki ağrının geçmesi için
piyasada satılan her çeşit merhemi alarak koluma sürdüm, koluma aylarca masaj
yaptırdım, defalarca hamama gittim fakat bir çare bulamadım. Beş altı ay
uğraştığım halde kolumdaki ağrının ne teşhisi konuldu ne de tedavisi bulundu.
Bu arada okul bittiği için ben köye gittim. Köyde de kim ne dediyse hepsini
yaptım. Koluma yağlı hamur vurdurdum. Isırgan otunu kaynatıp sardım. Sabun ile
yumurta akını karıştırıp sürdüm. Koluma keçe sardım ama bu tedavilerin de hiçbiri
derdime derman olmadı. Ben kolum kangren olur keserler diye korkmaya başlamıştım.
Atalarımız “ağlarsa anam ağlar, başkası yalan ağlar” diye boşa dememiş. Benim
kolum ağrıdıkça, anam da benimle birlikte göz yaşı döküyordu.
Bizim köyde Gençlik ve Spor Bakanlığına
bağlı Döngel İzcilik Kamp Tesisleri ile Döngel Piknik Alanı olarak bilinen
turisttik bir yer vardı. İzcilik Kamp Tesislerine birer haftalık dönemler
halinde yurt içinden ve yurt dışından izci gençler gelirdi. Gelen izciler çadır
kurma, kamp ateşi yakma, dağa tırmanma gibi etkinlik yapardı. Bizim köyün gençleri
de izcilerin yaptığı faaliyetlerden etkilenir, izcilik hakkında bilgi sahibi
olurlardı. Köyümüzdeki piknik alanına ise yaz mevsiminde Maraş, Antep, Adana
başta olmak üzere yurdumuzun dört bir yanından günlük olarak yüzlerce piknikçi gelirdi.
Piknik alanı yaz mevsiminde çok kalabalık olurdu. Köyümüzün halkı ise gelen
piknikçilere üretmiş oldukları sebze, meyve, yoğurt ve tereyağı gibi ürünleri
satarak para kazanırdı. Köyümüzün konumunun güzel olması köyümüzün halkına
maddi ve kültürel olarak önemli derecede katkı sağlıyordu.
Bir gün evimizin ihtiyaçlarını tedarik
etmek için Maraş’a gitmiştim. Maraş’ta yakinen tanıdığım aile dostumuz Süleyman
abi ile karşılaştık.
Süleyman Abi: “Teyfik Döngel’de
bir hafta kalacak kiralık bir ev bulabilir miyiz?” dedi.
Ben: “Kiralık evi ne yapacaksın
abi?” dedim.
Süleyman Abi:” Urfa da bir
tanıdığım arkadaş var, o kalmak istiyor” dedi.
Ben:” Amcamın boş evi var, kirada
istemez, gelsinler abi “ dedim.
Süleyman Abi ile görüşmemizden
iki gün sonra Urfa’dan Bekir isimli otuz yaşlarında öğretmen bir abi ile lise
son sınıf öğrencisi sekiz tane genç bizim köye geldiler. (Bu gençler bir gün
Kayseri gezisinden dönerken Döngel Mağaralarını görmek için bizim köye
gelmişler. Bizim köyde İzcilik Kamp Tesislerinde kalan öğrencileri görmüşler,
bu öğrencilerden etkilenerek Döngel’de tatil yapmaya karar vermişler.) Amcamın
evinde bir hafta, on gün kadar kaldılar. Bizim köye gelen Urfalı gençler
Üniversite sınavında başarılı oldukları için öğretmenleri Bekir Hoca tarafından
ödüllendirilmiş oluyorlardı. Gençlerin hepsi de mütedeyyin insanlardı, vakit
namazlarında köyün camisine topluca giderek, kimi müezzinlik, kimi imamlık
yapıyordu bu geçlerin camide beş vakit namaz kılmaları köy halkının fevkalade hoşuna
gidiyordu. Bundan dolayı Döngel halkı bu gençlere kendi hayvanlarından elde
ettiği tere yağı, yoğurt gibi süt ürünleri ile bahçelerinde ürettikleri sebze
ve meyveleri ücretsiz olarak getirip ikram ediyorlardı. Esasen bu gençler
Urfa’nın hali vakti yerinde ailelerin çocuklarıydı, maddi yönden hiçbir
sıkıntıları yoktu ama köylülerin kendilerine vermiş olduğu kıymet nedeniyle onlarda
ziyadesiyle mutlu oluyorlardı. Bu gençler bizim köydeki programları tamamlanınca,
bizimle helalleşerek göz yaşları içinde memleketlerine yani Urfa’ya gittiler.
Bekir Yetkin Hoca gidecekleri gün
bana:” Önümüzdeki günlerde bu evde Urfa’dan ailemi getirip on günde onlarla
kalabilir miyim?” dedi.
Bende: “İstediğiniz kadar
kalabilirsiniz abi” dedim.
Bekir Hoca gidişlerinden iki gün
sora, annesi, babası, abisi, yengesi, ablaları, enişteleri ve yeğenlerinden
oluşan kalabalık bir grupla köye yeniden geldi. Gelen insanların bindikleri
arabalar ve giydikleri kıyafetler maddi yönden zengin kişiler olduklarını
anlatmaya yetiyordu. Hoş geldiniz demek ve eşyalarını taşımaya yardım etmek
için yanlarına gittiğimde; Bekir Hoca beni annesiyle, babasıyla, kardeşleriyle
ve enişteleriyle tanıştırdı. Bekir Hoca’nın babası toprak ağası, abisi eczacı,
eniştesinin biri mobilya mağazası sahibi, biri iş adamı ve siyasetçiydi. Bu
insanlar Urfa’nın tanınmış simalarından oldukları halde mütevazilikleri de
lisanı hallerinden anlaşılıyordu. Bekir Hoca iki günde beni ne kadar anlattı
ise misafirlerin hepsi de adımı biliyordu. Bana on beş yıl önce kaybettikleri kardeşlerini
bulmuş gibi yakınlık gösteriyorlar, iltifat ediyorlardı. Yapılan iltifatlardan
mutlu olduğum halde, bende bulunmayan bazı hususların şahsıma mal edilmesinden
rahatsız olduğum anlarda oluyordu.
Bekir Hoca tarafından ailesinin
ihtiyaçlarını tedarik etmek ve yapılacak gezilerde rehberlik yapmak üzere
görevlendirildim. Bunların ihtiyacı olan et, ekmek gibi ihtiyaçları ben
Tekir’den tedarik ediyordum. Süt, yoğurt, meyve ve sebze ihtiyaçlarını ise
bizim köyün halkı hediye olarak getiriyordu. Bekir hocanın anası İsmet Teyze
hediye getiren her insana kendisi de mutlaka bir hediye veriyordu. Örneğin bir
sepet üzüm getiren bir kadına eşin giyer diyerek kaliteli bir gömlek takdim
ediyordu. Günlük olarak çiğ köfte yapıyorlar, yaptıkları çiğ köfteyi bütün komşulara
dağıtıyorlardı. Bu geniş aile kısa bir sürede bizim köyün halkıyla kaynaşıp,
hemhal oldular. Ben bu kıymetli misafirleri sabah kahvaltısından sonra her gün
Yeşil Göz, Ilıca, Tekir, Fırnız gibi köyümüze yakın mesire alanlarına
götürüyordum. Bizim yöredeki muhteşem güzellikleri gören misafirlerin
mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Urfa’ya iş icabı gitmesi gereken misafirlerimiz,
Urfa’ya sabah erken saatlerde gidiyorlar, Döngeldeki bu güzel ortamı kaçırmamak
için aynı gün akşam geri dönüyorlardı. Köyümüzün halkı da misafirlerden memnun
oldukları için, onların Urfa’ya gitmesini hiç istemiyorlardı. Bekir Hoca’nın
ailesi on gün kalmak için geldiği Döngel’de bir aydan fazla kaldılar.
Misafirlerimizi gitmeleri gereken zorunlu bir durum nedeniyle otuz iki gün
sonra üzülerekten memleketlerine gönderdik.
Bekir Hoca’nın annesi ve ablaları
bizim köyden ceviz almak istiyorlardı. Kendiler giderken de cevizler hasat
edilmemişti. Bekir Hoca giderken bana ceviz alıp Urfa’ya götürmem için bol
miktarda para verdi. Bu nedenle; cevizler
çırpılıp kurutulunca kaliteli ve güzel cevizlerden on bin tane ceviz aldım.
Ceviz alırken, cevizde çürük ve kovuk olmaması için büyük çaba sarf ettim.
Cevizleri ince eleyip, sık dokuyarak satın aldım. Cevizlerde bir özür olması
durumunda bana sınırsız güven duyan dostlarıma mahcup olabilirdim. Böyle bir
durumun tezahür etmemesi için ne gerekiyorsa, onu yaptım. Cevizleri biner biner
sayarak çuvalladım. Kayseri’den gelip, Urfa’ya giden Devran Otobüsleri Tekir’de
mola veriyordu. Ceviz çuvallarını bir motosiklete Tekir’e götürdüm. Okulların
açılmasına iki hafta vardı. Ben Urfa’da bir gece kalıp dönmeyi düşünüyordum.
Tekirdeki acente telefonundan Bekir hocayı arayıp geleceğimi haber verdim.
Ceviz çuvallarını Devran Otobüsünün bagajına yükledim. Otobüse binerek
Tekir’den Urfa istikametine doğru hareket ettim.
Otobüs Tekir’den hareket ettikten
sonra Döngel’den Su çatından, Şadalak’tan Ali Kayasından çam ormanlarının
arasındaki kıvrım kıvrım yolardan geçerek bir saat sonra Kahramanmaraş
Otogarına ulaştı. Kahramanmaraş
Otogarında otobüsten bazı yolcular indi, bazı yolcular bindi. Yeni binen
yolcuların biletleri muavin tarafından kontrol edildikten sonra Otobüsümüz
Gaziantep’e doğru hareket etti.
Otobüs Kapı Çam’ı geçip Maraş’ın
evleri görülmez olunca içimi bir hüzün kapladı. Çünkü ilk defa tek başıma başka
yere, gurbete yolculuk yapıyordum. Otobüsümüz Narlı Ovasını geçerken, yoların
kenarındaki pamuk ve biber tarlalarında çalışan ırgatlar dikkatimden kaçmadı. O
sıcak havada, güneşin altında binlerce insan bir parça ekmek için mücadele
veriyordu. Rızıklarını helal olarak kazanıyorlardı. Narlı ovası bitince
Karabıyıklı rampasına tırmandık. Karabıyıklı rampasında yolların dar olması
nedeniyle arabalar adeta birbirine sürtünerek geçiyorlardı. Bu yolculukta
Güneydoğu Anadolu Bölgesini Antep’i, Urfa’yı ilk defa görecektim. Maraş’ın
çıkışında hüzün dolan içimi heyecanda kaplamaya başladı. Karabıyıklı Köyünü
geçtikten biraz sonra Gaziantep il sınırına girdik.
Gaziantep İl sınırına girer
girmez iklim, bitki örtüsü ve arazi yapısı hemen değişti. Kahramanmaraş’taki
düz sulu ovalarının yerini engebeli araziler, yeşil gür çam ormanlarının yerini
fıstık ağaçları alırken, sıcaklık yavaş yavaş artmaya başladı. Aktoprak’tan
Başpınar’dan geçip Dülük Baba ormanlarının arasından Gaziantep şehrine ulaştık.
Gaziantep’teki binaları yapısı, caddelerin genişliği, insanların kalabalıklığı
ilk etapta metropol bir kente geldiğimizi anlatmaya yetiyordu. Gaziantep
Otogarındaki yüzlerce yolcu otobüsü, Gaziantep’teki hareketliliği farklı bir
şekilde ifade ediyordu. Simsarların Diyarbakır, Van nidalarıyla kulaklarım
çınlıyordu. Otogardaki seyyar satıcıların bağırtılarından Maraş ile Antep
arsındaki ağız farkı kolayca anlaşılıyordu. Otobüsümüz Gaziantep Otogarındaki
indir-bindir işlerini tamamlayınca Urfa’ya doğru yola revan olduk.
Otobüsümüz Gaziantep şehir
merkezini çıkıp Nizip ilçesine doğru ilerlerken yolun sağındaki ve solundaki
uçsuz bucaksız araziler, bu araziler üzerindeki zeytin bahçeleri ile üzüm
bağları nazarı dikkatimi celp ediyordu. Arada bir mercimek ekilen tarlalarda
gözüküyordu. Yolun kenarındaki köyler, köylerdeki evler bizim yöreye göre büyük
farklılıklar arz ediyordu. Otobüsümüz kendi rotasında aheste aheste ilerlerken,
ben de çıplak gözle gördüğüm yerleri hiçbir ayrıntısını kaçırmadan hafızama
kayıt etmeye çalışıyordum. Otobüsümüz Gaziantep’ten hareket ettikten bir saat
sonra Nizip’e ulaştı. Nizip’in güneyinden geçen ipek yolunun etrafındaki zeytin
yağı, sabun ve mercimek fabrikaları Nizip’in gelişmiş bir ilçe olduğunu haber
veriyordu. Nizip’i geçtikten on dakika kadar sonra otobüsümüz Fırat nehrinin
batı tarafında yer alan Mirkelam Tesislerinde ihtiyaç molası verdi. Mirkelam
Tesislerinde ihtiyaç molası veren onlarca otobüs, bu otobüslerden inen yüzlerce
yolcu, tesis alanını panayıra çevirmiş durumdaydı. Yolcuların bazıları
lokantada yemek yerken, bazıları dışarıda çay içiriyor, bazıları dükkândan
oyuncak satın alırken, bazıları ise mescitte seferi olarak namaz kılıyordu.
Gelen yolculara hoş geldiniz, gidenlere hayırlı yolculuklar dileyen anons
sesleri gürültü kirliliğine neden oluyordu. Otobüsümüzün vermiş olduğu ihtiyaç
molasının süresinin bittiğini yapılan anonsla öğrendim. Otobüsümüz Güneydoğu
Anadolu Bölgesinin kurak topraklarından, Mezopotamya’ya doğru bir ip gibi
uzayan ipek yolundan, hedefe atılan bir ok misali Urfa’ya doğru hareket etti.
Irak’tan İskenderun’a akaryakıt taşıyan binlerce tanker ipek yolunda tren
katarı gibi arka arkaya hareket ediyorlardı. İpek yolunda hareket eden diğer
küçük araçların yakıt tankerlerini sollama şansı yok gibiydi.
Mirkelam Tesislerinden hareket ettikten
üç-beş dakika sonra yurdumuzun en büyük akarsuyu olan Fırat Nehrine ulaştık.
Fırat Nehri aynı zamanda Gaziantep Urfa il sınırını teşkil ediyordu. Otobüsümüz
Fırat Nehrini Birecik Köprüsü üzerinden geçerken gördüğüm ırmağın heybeti
karşısında vahamete kapıldım. Hatırıma birdenbire “Şu Fırat’ın Suyu Akar
Serindir” türküsünün sözleri geldi. Köprüyü geçer geçmez Urfa’nın Bilecik
ilçesine varmış olduk. İpek Yolunun sağ tarafında, Fırat Nehrinin doğusunda
kalan kayalıklardaki Kel Aynak kuşları Birecik’ten gelip-geçen yolcuları nokta
nöbeti tutan bir asker edasıyla selamlıyor gibiydi. Otobüsümüz ilerledikçe
çıplak gözle gördüğüm arazinin genişliği artıyordu. Köylerin, kasabaların bazen
ortasından, bazen kenarından geçerek ilerleyen otobüsümüz Suruç’un kuzeyinden
bir teğet çizerek yarım saat sonra Urfa Otogarına intikal etmiş oldu.
Bekir Hoca ve bizim köyde kalan
öğrenciler ile daha önce görmediğim bazı insanlar beni Urfa Otogarında coşkuyla
karşıladılar, bağırlarına bastılar. Otogarda gördüğüm kadınların giydiği rengarenk
elbiseler, erkeklerin giydiği şalvarlar ile başlarına bağladığı örtüler
kültürel zenginlimizin bir parçası olarak ilk defa karşıma çıkıyordu. Urfa
kalesinin tepesindeki gönderde dalgalan devasa Türk Bayrağını görünce gayri
ihtiyari gözlerimden yaş geldi. Beni karşılayan dostlar otobüsün bagajından
ceviz çuvalları indirildikten sonra beni şehir merkezindeki bir misafirhaneye
götürdüler. Misafirhanede biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için Bekir
Hoca’nın annesinin evine gittik. İsmet Teyze beni öz evladı gibi karşıladı.
Yemek sofrasını anlatmaya gerek yok, sofrada kuşun sütü eksik diyemiyorum,
hatırlamıyorum ama belki de kuşun sütü bile vardı. Karnımızı doyurup,
sohbetimizi ettikten sonra Bekir Hoca’yla kalacağım misafirhaneye gitmek için
arabayla yola çıktık. Yolda giderken Bekir Hoca’ya,
-“Abi dershanelerin açılması
yakın, ben yarın memlekete gideceğim, otogardan biletimi alalım” dedim.
Bekir Hoca: “Teyfik kardeş,
gelmek senin elinde ama gitmek senin elinde değil, seni on günden önce
gönderemeyiz. Senin için on günlük gezi planı yaptık” dedi.
Ben: “Abi dershane için hazırlık
yapacağım, kıyafet alacağım, kitap alacağım, gitmem lazım…” dedim.
Bekir Hoca: “Aceleye gerek yok,
gerekirse buradan alırız “ dedi.
Ben : “ Ailem kaygı eder” dedim.
Bekir Hoca: “Ailene yarın haber
verecekler” dedi.
Ben :(Çaresiz kalınca)” Tamam
abi” dedim.
Bekir hocayla Urfa’nın ana
caddelerinde arabanın içinde muhabbet ederek misafirhaneye geldik. Bekir Hoca
benim için hazırlanan on günlük taslak gezi planı hakkında bana kısaca bilgi
verdi. Planda on gün süreyle hangi evde, hangi otelde kalacağım, hangi gün
hangi mekanları gezeceğim, hangi öğün nerede hangi yemekleri yiyeceğim ve hangi
tarihte bana kimin refakat edeceği en ince ayrıntısına kadar yazılmıştı. Bekir Hoca gezi planını açıkladıktan sonra;
-“Abi bu kadar programa, israfa
gerek yok” dedim.
Bekir Hoca bana: “Sen kırk
kişinin kahrını kırk gün çektin, biz de senin kahrını on gün çeksek bile
hakkının yüzde birini bile ödemeyiz. Sesini çıkartma, itiraz etme mübarek”
dedi.
Bekir Hoca’nın ısrarı üzerine
Urfa’da bir hafta kadar kalmaya karar verdim. Bir Kamu Kurumuna ait misafirhanede
benim için ayrılan odada yattım. Sabahleyin erkenden gün doğmadan kalktım. Camilerin
minareliden okunan her biri farklı makamdaki ezan sesleri ruhumu dinlen
diyordu. Bizim köye gelen öğrencilerden Mahmut beni almak için güneş doğar doğmaz
gelmişti. Mahmut’la misafirhaneden ayrılıp, pişmiş patlıcan ve biberle bir
fırında kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra Urfa’daki ziyaretimize Balıklı
Gölden başladık. On gün boyunca Balıklı Göl, Urfa Kalesi başta olmak üzere, Urfa’nın
bütün camilerini, çarşılarını, hanlarını, hamamlarını, türbelerini, velhasıl bütün
tarihi ve turisttik yerlerini karış karış dolaştık. Urfa’nın ciğer kebabı,
lahmacunu, patlıcan kebabı gibi dünyaca tanınmış bütün yemeklerinin en
kalitelisinden doya doya yedim. Künefe, kadayıf gibi tatlıların en özellerinden
tattım. Urfa’nın en güzel misafirhanelerinin, en lüks otellerinin süit
odalarında yattım. Urfalı dostlarım kelimenin tam anlamıyla beni krallar gibi
ağırladılar. Bende genç yaşta felekten on gün çalmış oldum. Urfa da geçirdiğim
her gün çeşitli insanlarla tanıştım, değişik hikayeler yaşadım. Ancak bunlardan
bir tanesini sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim.
Urfa’da kalışımın üçüncü günü
Fatih isimli bir arkadaşla Hazreti Eyüp Peygamberin Sabır Makamını ziyarete
gitmiştik. Sabır Makamına vardığımda caminin şadırvanında güzelce bir abdest
aldım. Oradaki görevli Sabır Makamına kadınları ve erkekleri sırayla alıyordu.
Sabır Makamının bulunduğu külliyenin içinde binlerce insan vardı. Bu insanların
bazıları elindeki bidonlara şifalı su doldururken, bazıları seyyar satıcılardan
hediyelik eşya alıyorlardı. Kimileri de Sabır Makamını ziyaret etmek için sıra
bekliyordu. Ben de Sabır Makamını ziyaret edip iki rekât namaz kılmak için
sıraya girdim. Yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bana geldi. Merdiven
basamaklarından hızlıca inip Sabır Makamı denen mağaraya girdim. Sabır
makamında iki rekât nafile namaz kıldım. Namazdan sonra ellerimi gök yüzüne
doğru kaldırıp sıtkı bütün bir imanla Yüce Rabbime “Ey! Yerleri, gökleri,
nebatatı ve hayvanatı yaratan Büyük Allah’ım! Eyüp Peygamberin bu mübarek
makamında huzuruna geldim. Eyüp Peygamberimize verdiğin şifadan bana da ver
Yarabbi “şeklinde dua ettim, niyazda bulundum. Sabır Makamından oranın adabı
mahşer et kuralları çerçevesinde ayrıldım. Bana mihmandarlık yapan Fatih isimli
arkadaşla Eyüp Camiinde öğle namazımızı kıldık ve ziyaret programımızın
tamamlanmasından sonra çarşıya gitmek için külliyeden ayrıldık. Külliyeden
ayrılırken göz yaşlarımı tutamadım. Fatih’le arabaya bindik, arabaya biner
binmez benim sağ kolumda kuvvetli bir kaşıntı başladı. Sol elimle sağ kolumu
kaşırken, kaşıdığım yerden kanlar akmaya başladı. Rahatsızlığımı Fatih’e
söyledim.
Fatih: “Eczacı Şeref Yetkin
abinin yanına gidip gösterelim, o ne olduğunu anlar “dedi.
Ben: “Tamam “dedim.
Fatih ile birlikte hızlıca Şeref
abinin Bahçeli Evler mahallesinde bulunan eczanesine gittik. Ben kolumu Şeref
abiye gösterip, kaşıntının vahametini anlattım. Şeref abi kolumu eliyle yavaşça
bir muayene ettikten sonra “buradan çıban çıkıyor, korkacak bir durum yok”
dedi. Kalfadan bir tüp kara merhem istedi. Kalfanın getirdiği kara merhemin bir
miktarını koluma sürdü, üzerine bez bağladı, artanını da bana verdi. Fatih’le
birlikte öğle yemeğine gitmek için eczaneden ayrıldık ve Fatih’in babasının iş
yerine giderek öğle yemeğimizi yedik. Çayımızı kahvemizi içtik. Fatih beni
rahatsızlığım nedeniyle kaldığım otele götürdü. Otelde duş alırken kolumdaki
çıban birdenbire patladı. Kolumdaki çıbanın patlamasıyla rahatladım. Dünyalar
benim oldu. Bir yıldan beri şiddetli şekilde ağrıyan ve tedavisi bulunamayan
sağ kolumda ne bir ağrı ne bir sızı kaldı. Şükürler olsun Yüce Rabbim duamı
karşılıksız bırakmadı. Şifamı verdi. İnşallah sizlerin de şifasını versin.
Urfa’da kaldığım on gün içerisinde
Urfa’nın gezilecek, görülecek her yeri gezdim gördüm. Urfa’nın bütün
yemeklerinden yedim, sularından içtim. Kolumdaki rahatsızlığıma derman buldum. En
önemlisi, en güzeli de Peygamberler Şehri Urfa’dan kıyamete kadar devam edecek
dostluklar edindim. Onuncu günün sonunda beni uğurlamaya gelen onlarca dostun
göz yaşları arasında Devran Otobüsüne binerek köyüme döndüm.
Aradan uzun yıllar geçmesine
rağmen Urfa’daki kadim dostlarımızla ailecek irtibatımız devam etmektedir. Urfa’daki
dostlarımız ne zaman bizim bölgeden yolculuk yapsa bizim köye uğrar, beni
bulamazlarsa bile kardeşlerimin yanına uğrar, babamın hayır duasını alır
yollarına öyle devam ederler.
Bende her fırsatta kadim
dostlarımı ziyaret etmek için Urfa’ya gider, Eyüp Peygamberimizin Sabır Makamı
başta olmak üzere, Urfa’nın manevi zenginliklerinden feyz almaya devam ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder